‘Haktan nazar oldu bana’
Tamamen sübjektif. Elimde objektif sayılabilecek, dolayısıyla aşağıda okuyacağınız ve bende kanaat-i râsihe haline gelmiş düşünceleri başkalarına isbatlayabilecek hiçbir delilim yok. Sözden öze döneyim; zaten sözün amacı özü anlatmak değil midir? Eğer söz, özü anlatmıyor, öze tercüman olmuyorsa ne manası var ki? Ben hakikate ermiş, hakikatle bütünleşmiş, hakikatle özdeşleşmiş hakiki Hak dostlarının nazarlarının en azından sohbetleri kadar muhataplarının kalbine aşk kıvılcımları attığına, gönlüne ateşler düşürdüğüne, zihnine hakikat tomurcukları ektiğine, sohbetleri kadar muhataplarını zihnen ve fikren tatmin ettiğine inanıyorum. Yalnız, her hakikat ehli, nazar ehli olmadığı gibi, sohbet halkasında, mürîdân saflarında yerini alan herkes de nazara ehil değildir. Hocaefendi'ye göre bu “nazar-kadem” bütünlüğüne ulaşmış yani nazarını atfettiği yere adımını da atabilen müntehilere has bir durumdur. Buna mazhar olma kabiliyeti olup da mazhar olan mürid, artık yoldan sapmaz, sülûk ettiği yolda sabit kadem olursa, Allah'tan gayri her şeye bütün bütün kapılarını kapatır ve müstağni hale gelir.
Pekâlâ, seni bu düşüncelere taşıyan delilin nedir diyecek olursanız; Efendimiz'in (sas) sohbet halkasına bir defalığına bile olsa iştirak edip Müslüman olan ve sonraki hayatında Müslümanlığı yasayışıyla bizlere örnek olan niceleri, bu türden bir nazara mazhar olan insanlardır. İçlerindeki cevher, istikbalde dine yapacakları hizmet adına sahip oldukları istidat, kabiliyet ve iyi niyetleri onları nazara mazhar hale getirmiştir. İstisnalar elbette vardır ve ben o istisnaların lihikmetin ve bizim için olduğu kanaatindeyim.
Aslında delilim yok dedim de; en büyük delilimi söylemiş oldum. Evet, Bediüzzaman Hazretleri'nin yaklaşımıyla “sohbetin insibağına nazar-i Ahmedî” ile bulunan insanlar bunun örnekleridir. Kendi ifadelerinden takip edelim isterseniz: “Sohbet-i Nebeviyye öyle bir iksirdir ki, bir dakikada ona mazhar bir zat, senelerle seyr-u sülûka mukabil, hakikatin envârına mazhar olur. Çünkü sohbette insibağ ve in'ikas vardır. Malumdur ki in'ikâs ve tebaiyetle, Nur-u A'zam-ı Nübüvvet'le beraber en azim bir mertebeye çıkabilir.”
Lemaat'taki tesbitleri ile şöyle hem de şiirimsi bir dille: “Fıtratların bir kısmı birdenbire parlıyor. Bir kısmı tedricîdir, yavaş yavaş kalkıyor. İnsan tabiatı ikisine de benziyor. Şartlara bakar, ona göre değişir. Bâzan tedricî gider. Bâzan da oluyor barut gibi zulmânî; birdenbire fışkırıyor. Nurânî bir ateş olur; bâzan bir nazar, kömürü elmas ediyor. Bâzan bir temas, taşı iksir ediyor. Bir peygamber nazarı birdenbire dönüştürür cahil bir bedeviyi münevver bir arife. Eğer ölçü istersen: İslâm'dan evvel Ömer, İslâm'dan sonra Ömer. Birbiriyle kıyası: Bir çekirdek, bir ağaç. Birdenbire meyve verdi, o nazar-ı Ahmedî, o himmet-i Peygamber. Cezîretü'l-Arab'da, kömürleşmiş fıtratları dönüştürdü elmaslara, birdenbire baştan başa… Barut gibi ahlakı parlattı, oldular birer nur-u münevver…”
Hocaefendi'nin aynı istikametteki beyanlarına da bir nigâh-ı âşinâ kılalım söz buraya gelmişken. “Hatta, kibir, zulüm, bakış zaviyesindeki inhiraf ve atalarını taklitle körelmiş vicdanları birkaç dakikalık huzur insibağıyla sahâbî ufkuna yükseltebilir ve böyle bir kutlu buluşmaya kadar yerlerde sürüm sürüm sürünen canlı cenazeleri ruhlarında serî bir metamorfoz geçirmişçesine kâmil insanlar şemasının üveykleri hâline getirebilir.” Hz. Peygamber'de (sas) bu şekliyle tecelli eden hakikat, seviyeleri, dereceleri, mertebelerine göre peygamber yolunun sadık müridlerinde de var. Mesela merhum Necip Fazıl. Abdulhakim Arvasi Hazretleri ile tanışıncaya kadar çalkantılı bir yaşamı olmuş. 34 yaşında gerçekleşen ilk karşılaşmasını şu sözleri ile anlatır Üstad: “Ruhumdaki beşeri kanunların tezgâhı o türlü devrildi ki bu devrilişin altından yalnız mutlak hakikat doğabilirdi. Her şeyi o türlü kaybettim ki Allah'ı kazandım.” Siz bu cümleleri okuyunca Necip Fazıl'ın 34 yıllık hayatını bir çırpıda silip atmasına vesile olan neydi acaba diye sormaz mısınız? Ben sordum kendime ve bulduğum cevap; Hazretin nazariydi. Zaten kendisi de bunu söylüyor iki yerde, önce nazım sonra nesirle. “Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel; Bir akşamdı ki zaman, donacak kadar güzel.” Ve neşri: “Efendi Hazretleri'nin tek nazarıdır ki beni bu hale getirmişti.” Her ikisinin de ruhu şâd olsun.
Bir başka misal de Efe Hazretleri'nden vereyim. Hüseyin Kutlu Hoca anlatıyor bunu kendisiyle yapılmış bir röportajda. Bitlisli Muhammed Küfrevî Hazretleri'ne ziyarete gider genç yaşlarında iken Efe Hazretleri babasıyla birlikte. Babası Hâce Hüseyin Efendi. Yöre halkı ona Nur Efe lakabını takmış. Sohbet halkasına katılmış ve dinlemişler. Diyor ki Efe Hazretleri: “Salondan çıktım, kapıda Pîr-i Küfrevî iki oğluyla durmuş bekliyorlardı. Bana yaklaşmamı işaret etti, yaklaştım. O zat-ı mübarek elleriyle şakaklarımdan tutup öyle bir nazar etti ki başım Arş'a değecek zannettim.”
Şu beyit Efe Hazretleri'ne ait ve nazarın değerini anlatıyor bize: “Dünya ve mâ-fîhâ değer ehli nazardan bir nazar; Kenzi dîle şayestedir îsâr eder dürr-ü güher.” Yani, nazar ehlinin tek bir nazarının kıymeti, dünya ve içinde bulunan inci ve cevherlerin kıymetine denktir. Şu da önemli: “Bir nazarla dilrubâlar lâlezâr eyler beni; Lâle-ve ateş-i hasret dağ-dâr eyler beni.” (Gönüllere hükmeden mana erleri bir nazarla beni lale bahçesi gibi baştan başa kırmızıya boyarlar.) Manası açık bunun, faniden bekaya, kesretten vahdete erdirirler müridlerini. Damla iken derya olurlar.
Evet, mürşid hakiki hak eri, mürid de ona layık ise neden olmasın ki? Hocaefendi'ye bir kez daha kulak verelim: “Ulemâ-i amilîn u muhlasîn ve evliyâ-ı kamilînin de, Hakk'ın halifeleri ve O'nun da vârisleri olmaları itibarıyla, Hakk'a bakışları tam, teveccühleri muhlisâne ve ihatalı, arkalarındakilere nazarları da -biavnillâh- müessirdir. Bunlar, gönüllere nüfuz etme, ruhları yönlendirme ve Hakk'ın müsaadesiyle bazı tabiatları değiştirip dönüştürme mevzuunda icraât-ı sübhâniyenin birer perdedarı mesabesindedirler ki, tasavvufta ‘nazar' dendiğinde de işte böyle bir teveccüh anlaşılmaktadır.”
Yunus ile bitiriyorum: “Hak'tan nazar oldu bana, Hak kapısın açar oldum; Girdim Hakk'ın haznesine, Dürr-u gevher saçar oldum.”
Sohbetin in'ikas ve insibağından farklı bir şey bu.
- tarihinde hazırlandı.