‘Nebevî fetanetin bir damlası’

İmam-ı Rabbani Hazretleri Mebde ve Me’ad’ında kalp makamından bahis eder. Müridin istidadı ve kapasitesi nisbetinde seyr-i sülûkunu tamamlayıp, tabir-i diğerle kendi arş-ı kemâlâtına yükselip başladığı noktaya geri dönüşünü anlatır. Mürid bu noktaya geri dönünce artık mürşiddir. Der ki Hazret: “İniş mertebelerinin sonu hakikat-i camia olan kalp makamıdır. Halkı irşat etmek ve olgunlaştırmak bu makama inmeye bağlıdır.”

Şimdi burada soluklanalım. “Bugün huzurunuza çıkacak halim yoktu. Ama bazı hatırları ihsas ettiler. İşte huzurunuzdayım.” Bu cümlenin zikredildiği umumi sohbet ortamından sizi alıp bir saat öncesine, iki elin parmak sayısınca ifade edilecek insan topluluğunun bulunduğu daha farklı bir ortama götüreyim. “Bir rüya gördüm. O rüyaya binaen bekledim, bekledim. Ama bugün de ölemedim.” Bu sözler, salonda ciddi bir şaşkınlığa yol açtı. Zaten konuşurken cümleleri değil, heceleri hatta kendinizi biraz zorlasanız kelimeleri bile sayabileceğiniz yavaşlıkta konuşuyordu. Etrafımdaki herkes, ne oluyoruz dercesine afallamış birbirine bakıyordu. Burada geriye döneceğim; şimdi öğle sonraları gerçekleşen bu oturumun olduğu günün sabahına gidelim.

Sabahtan beri bekleniyor. Kahvaltı şimdi çıkacak, birazdan çıkacak diye. Çıkmadı. Her gün vaktin evvelinde kılmaya özen gösterdiği öğle namazında da çıkmadı. Cemaat aşağı salonda bir başkasının imametinde kıldı namazı. Yemek vakti çoktan geçti. Gözler endişeli bir şekilde küçük salona odaklanmıştı. Nihayet çıktı; namaz, yemek, çay derken kısa bir süreliğine oturdu. Ağzından dökülecek sözlere odaklanmıştı herkes. Acaba ne diyecekti? Rutinin dışına çıkılan bu günde sebep maddi bir rahatsızlık mıydı? Bu son sorunun cevabını yukarıda buldunuz ama o atmosferde ne dediğini şimdi aktaracağım ki burası benim geriye döneceğim dediğim yer.

“Efendimiz’in Hudeybiye’deki stratejisi [daha önce ‘Hudeybiye’de geri adım attı demeyin; o hiç geri adım atmamıştır. Onun geri adım gibi gözüken davranışları bile stratejinin bir parçasıdır’ tespitini önemine binaen makam münasebetiyle tekrar hatırlatıyorum A.K.] ile yüzlerce insan bir yıl içinde ihtida ediyor. Mazlûmiyet ve mağduriyeti değerlendiriyor. Bazen direnme insanı kaybettirir.”

”Şimdi herkes birbirine karşı kinle, nefretle köpürüyor. Onları da anlamak lazım. Kimisinin karısı-kocası, kimisinin çocuğu torunu öldürülmüş, yaralanmış, evleri, tarlaları, köyleri yakılmış. Sadece bir tarafı suçlayarak bir yere varamazsınız. Yaralı kalpler var. Bunları tamir Bedir’de, Uhud’da, Mekke fethinde olduğu gibi Peygamber fetaneti ister.”

Bu minval üzere başladı ve devam etmeye durdu; yukarıda dediğim gibi kısık bir ses, kelimeleri saymaya kalksanız sayabileceğiniz kadar yavaş, insanın zihnine ve kalbine işleyen yakıcı bir tonda konuşuyordu. Eyvah dedim içimden; yine bitme tükenme bilmeyen, Türkiye’nin 30 yılını alan, nice canlara mal olan terör problemine değinecek şimdi. Öyle de oldu ama terörü Pakistan ve Kenya’da olan hadiseler münasebetiyle çok daha geniş bir perspektiften ele aldı bu defa. Mısır dedi, Somali dedi, Türkiye dedi. Global ölçekte pusuya yatmışlardan bahsetti. “Bunları hesaba katmadan strateji belirleyemezsiniz.” dedi.

Eskimeyen dostlar vardı halkada. Mehabet perdesinin kendileri için daha fazla aralandığını bizatihi gördüğümüz dostlardı bunlar. Rahat konuşmaları ile dikkatleri üzerlerine çeken bu zatlar, bazı sorular soruyor; eski dönemlerdeki uygulamalarından hatırlatmalarda bulunuyorlardı. “Harp hiledir” hadisine nasıl açıklama kazandırabiliriz bu sorulardan biriydi mesela. “5-6 kişiydik; birisi İzmir’e gelmişti de siz bizi toplamış, istişarede bulunmuştunuz” bir başka hatırlatmaydı mesela.

Bu tatlı muhabbet ortamı Hocaefendi’yi görebildiğim kadarıyla zihnen başka ufuklara taşıdı. Sabahtan hatta geceden beri Rabbisi ile baş başa, dertleri ile hemhal, ıstırabıyla mustarip bu sineye nefes aldırdı bence ve açıldıkça açıldı. Öyle ki bugün ikindi sohbeti olmaz diye düşündürttü beni. Çünkü başka sohbet günlerinde bu saate kalmaz, abdest ve hazırlık için çoktan odasına çekilirdi.

Hudeybiye ve stratejinin bir parçası olan “geriye çekilme”den söz açıldı dedim ya; o minval üzere devam etti muhabbet. Bedir’e, Uhud’a götürdü bizi Hocaefendi. Hz. Halid ve Abdullah bin Ömer ile Mute sonrası Mescid-i Nebevi’ye getirdi, Efendimiz (sas) ile bunların muhaveresine şahit kıldı. Baştan sona Nebiler Serveri’nin (sas) fetanetine işaret eden bu örnekler sonunda öyle bir tesbitte bulundu ki Hocaefendi, şaşar kalırsınız. Efendimiz’e (sas) itimadın, Nebevi hayata bakış açısının zahiri deliliydi söylediği şu cümle: “Bu Nebevi fetanetin bir damlası ile Güneydoğu’ya müdahale edilseydi, şimdiki problemlerin hiçbiri yaşanmazdı.” Keşke dedi sanırım salonda bulunan herkes içinden. Sonra aynı temenni edatını Hocaefendi’nin ağzından da duyduk. “Keşke! Halbuki şimdi herkes birbirine karşı kinle, nefretle köpürüyor. Onları da anlamak lazım. Kimisinin karısı-kocası, kimisinin çocuğu torunu öldürülmüş, yaralanmış, evleri, tarlaları, köyleri yakılmış. Sadece bir tarafı suçlayarak bir yere varamazsınız. Yaralı kalpler var. Bunları tamir Bedir’de, Uhud’da, Mekke fethinde olduğu gibi Peygamber fetaneti ister.”

Ben bu cümleleri elimdeki not defterine kaydederken, birden nasıl oldu bilmem Hocaefendi’nin celallendiğini gördüm. Talip olduğu Allah rızasının ulviliğinden, bunun karşısındaki her şeyin süfliliğinden dem vuruyor ve şunu diyordu: “Efendimiz’in (sas) bacakları arasında kuyruğunu sallayan bir Kıtmir olmayı her şeye tercih ederim.” Sonra sesini daha yükseltti; sanki Süleymaniye kürsüsünde ağzına kadar lebâleb dolu bir cemaate vaaz eden ateşîn bir hatip edasındaydı: “Yemin ederim; dünya sultanlığı verilse ayağımın ucu ile itmezsem dünyanın en aşağılık mahlûkuyum.”

Meğer ki elektronik levhada çıkan bir cümlenin tedaisi ile Hocaefendi sözü değiştirmiş. Yeter dedim içimden. Kalp atışlarını dinleyenlerde bile tavan yaptıran bu ortamı keşke bitirsek. Ya da en azından konuyu değiştirsek. Beni böyle düşündüren, dinleyici olarak benim kalbimin atışlarını hızlandıran o atmosferin Hocaefendi’nin kalbini menfi etkileyeceğiydi. İhtimal kendisi de farkına vardı ki bu hususun; Kâdisiye Savaşı’nda ordu kumandanı Rüstem’in İran Kisrası Yezd-i Cürd’e bir şey anlatılmayacağını ifade eden kıssasını anlattı ve Kâdisiye filminde resmedilen manzarayı taklit etti. Baktım; dudaklarını büzerek başını sağa sola sallıyordu.

Pekâlâ bütün bunların yazının başlangıç paragrafında belirttiğim İmam Rabbani’nin kalp makamı tespiti ile ne alakası var? Siz de dünya gözüyle tasvir etmeye çalıştığım ortamdaki Hocaefendi’yi görseydiniz; kalp makamına inmeyen bir insan ne kadar hatırı sayılır misafir olursa olsun bu ikindi muhabbetine çıkmazdı; çıksa bile böyle konuşamazdı derdiniz. İsterseniz şimdi 364 No’lu Herkül Nağme’de yayınlanan sohbeti bu arka planı da nazara alarak daha dikkatli dinleyin. Farklı düşünmeyeceğinize eminim. Yalnız bir hususu gözden kaçırmayın; makam diyorum hal değil. Zira hal, “kuşun kanatları ise makam yuvasıdır”; hal, şimşek gibi parlayıp sönen bir ışık ise makam sürekli yağan yağmurdur; hal, gelip geçici bir his ve heyecan iken makam, onu istikrar ve istimrar içinde yaşayan gönül erlerinin otağıdır.