Objektif değilim, tarafım

Mithat Cemal Kuntay; Mehmet Akif hakkında biyografi kaleme alan bir yazar. "Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır" beytinin şairi. Türkiye'de ilk hukuk doktoru unvanı alan hukukçu. 1885-1956 yılları arasında yaşayan Mithat Cemal'i anlatmak değil amacım. İsteyenler, hakkında yazılmış makale ve kitaplara müracaat edebilir. Amacım; onun Mehmet Akif hakkında yaptığı, nısfet denilen, hakkaniyet duygusunun hakim olduğu şu değerlendirmelerini aktarmak.

Ben objektif olmayı tarafsız olmakla karıştıran bir insan değilim. Herkes bilsin ki ben tarafım. Hocaefendi tarafında yerimi alıyorum; onun durduğu yerde duruyorum. Çünkü inanıyorum ki; objektif olmak, adaletli olmak demektir. Nasıl taraf olmasınız ki Mithat Camal’in Mehmet Akif için yaptığı türden değerlendirmeleri hak edecek ölçüde bir düşmanlık var Hocaefendi’ye karşı…

Der ki Mithat Cemal: "Mehmet Akif Ersoy, hayatta da, sanatta da yanlış anlaşılan adamdı. Lodos duasıyla eğlendiği için Fatih'te zındıktı. Bazı mısraları Ziya Gökalp aleyhinde yazıldığı sanıldığından İttihat Terakkicilere göre İtilafçıydı. 31 Mart'a sevinmediği için İtilafçılar nezdinde İttihatçıydı. İstiklalimiz kalmazsa ma'bedimizin de kalmayacağını söylediği için Şişli'de softaydı. Balkan Harbi'nde medeniyete tükürdüğü için saat beş çaylarında gerici adamdı. Göreneğe kızdığı için mahalle kahvesinde züppeydi. Mukaddesata inandığı için piyasada, borsada tufandan önceki adamdı. Meşrutiyet'te sokağın şuursuz heyecanını beğenmediği için fırkalarda hürriyeti anlamayan adamdı. Harb-i umumide Amerikan mandasına karşı çıktığı için mandacıların gözünde Amerika'nın keşfinden habersiz adamdı. Birilerinin gözünde dinde yeniliklere karşı çıkan adamken bazılarına göre İslam reformatörüdür. Maddeten de yanlış anlaşılan adamdı; onu İstanbul'da hoca, Mısır'da Hıristiyan sandılar. O, bu yanlış anlaşılmaların bedelini ağır ödedi. Ama her zaman kendi kendisi ve onurlu bir insan olarak kaldı."

Şimdilik bunu bir kenara bırakıyor ve Hocaefendi'ye geçiyorum. Önce, kendisinin Bediüzzaman Hazretleri hakkında 1993 yılında söylediği ve geçenlerde kaset kaydından yeniden dinlediğim için zihnimde alabildiğine canlı olan bir değerlendirmesi. Diyor ki: "Onu sizlere ne zaman anlatsam hakkını verdiğim, layık-ı vechiyle anlattığım kanaatinde değilim." Tam burada gözyaşlarına hakim olamıyor Hocaefendi ve bağrı yanık bir âşık misali titreyen sesi ile devam ediyor: "Ama olsun; başkalarının mübalağa olarak göreceği, sübjektif sayacağı değerlendirmeler yapıp insanları ondan uzaklaştırma yerine, onun hakkını yemeyi tercih ederim. Nasıl olsa Allah kalbimi biliyor..." diyor ve hıçkırıklara boğuluyor.

Mithat Cemal'in Mehmet Akif değerlendirmesinden sonra bunu da bir yere koyun. Şimdi gelelim asıl meseleye. İki yılı aşkın bir süredir bu sayfalarda, "huzurda" diyeceğim, Hocaefendi'nin ders ve sohbet halkasından ortam tasvirleri ile birlikte bazı sözlerini, tesbitlerini, düşüncelerini, kanaatlerini, hissiyatını aktarmaya gayret ediyorum. Bunları aktarırken ben nerede duruyorum? Objektif miyim, -ki bunun ne anlama geldiğini izaha çalışacağım aşağıda- yoksa mübalağaların bininin bir para olduğu sübjektif bir yerde miyim?

'Allah kalbimi biliyor...'

Çok açık, seçik ve net bir şekilde ifade edeyim; medh, sena ve mübalağa kulvarına girmemeye özenle dikkat ediyorum. Kendisinin Bediüzzaman Hazretleri için söylediği ve benim için bir ölçü ve kıstas olan o değerlendirmeyi ben de Hocaefendi hakkında uygulamaya çalışıyor ve, "Allah kalbimi biliyor. Mübalâğalı ifadeler kullanarak insanları onun yaptığı ayet tefsirleri, hadis şerhleri, fıkhi mütalaalar ve hayat felsefesi olabilecek genel değerlendirmelerinden uzaklaştırmak yerine kendisinin hakkını yemeyi tercih ederim." diyorum. Yapılagelen bu değerlendirmelerin dar bir çerçeve ile sınırlı kalmayıp bütün insanlığın istifadesine sunmak için böyle düşünüyorum. "Yakın körlüğü" ithamına maruz kalma ihtimalini göze alarak yapıyorum bunu hem de. Kimin söylediği değil, ne söylendiğinin daha önemli olduğuna inandığım için nazarları oraya doğru tevcih etmeye çalışıyorum. Bunu başaramıyor olabilirim; gökyüzündeki kameri gösterirken, kameri gösteren parmağa daha fazla vurgu yapıyor olabilirim. Eğer öyleyse düşünce ve niyetime rağmen bu benim hatamdır.

Neden mi böyle yapıyorum? Çünkü, "Üstadınız layuhtî değil. Onu hatasız zannetme hatadır." kültürünün çocuğuyum ben. "Kardeşlerim! Ben bir söz söylediğim zaman, ben söylemişim diye alıp hemen koynunuzda saklamayın. Alın sözlerimi, mihenge vurun. Mihenginiz Kur'an ve hadis olsun. Eğer sözlerim altın çıkarsa alın koynunuzda saklayın; yok eğer bakır çıkarsa bin gıybeti de peşine takınız ve bana geri yollayınız..." sözleri ile büyümüş bir insanım. "Haddimden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlâs lâzımdır..." düsturunu çok küçük yaşlarda düstur olarak benimsemiş bir mahallenin sakiniyim.

Bununla beraber ben objektif olmayı tarafsız olmakla karıştıran bir insan değilim. Objektif olmak demek taraf olmamak demek değildir. Herkes bilsin ki ben tarafım. Hocaefendi tarafında yerimi alıyorum; onun durduğu yerde duruyorum. Çünkü inanıyorum ki; objektif olmak, adaletli olmak demektir. Nısfet duygusu ile hareket etmek demektir. Meselelere önyargısız yaklaşmak demektir. Nasıl taraf olmazsınız ki Mithat Cemal'in Mehmet Akif için yaptığı türden değerlendirmeleri hak edecek ölçüde bir düşmanlık var Hocaefendi'ye karşı; hem dost hem de düşman çevreden. Böylesi haksızlıkların irtikab edildiği bir yerde objektiflik namı altında tarafsız olmak demek adaletsizliktir, insafsızlıktır.

Nitekim, Mehmet Akif hakkında Mithat Cemal'in yaptığına benzer bir değerlendirmeyi, Doğan Koç, akademik bir makalede Hocaefendi için yapıyor. Akademik usullere göre eleştirme değil, aksine hasmâne hislerle sadece Hocaefendi'yi karalamayı amaç edinen 450'ye yakın İngilizce ve Türkçe kitap, makale, gazete haberi, internet haberi inceleyerek bir veritabanı oluşturuyor Koç ve bir sonuca ulaşıyor. Burada, ne denildiğini aktaracak ama kimin neden ve hangi sebeple dediği üzerinde durmayacağım. Bunun için makalenin tamamını okumanızı öneririm.[1]

Koç'un yaptığı tesbitlere göre Hocaefendi; "CIA ajanı, Vatikan kuklası veya Papa'nın gizli kardinali, Kripto-Yahudi, İslam'ın Truva Atı, ılımlı İslam yanlısı, Amerika'nın Humeyni'si, Türkiye'de laik devleti yıkıp İslam devleti kuracak olan şeriatçı, yeni Osmanlı İmparatorluğu ve halifeliğin diriliş gayesini gözeten birisi, Amerika'nın Büyük Ortadoğu Projesi'nin Türkiye temsilcisi, Siyonist bağlantıları ve gizli ajandası olan aşırı milliyetçi..."

Zihin değil mide bulandıran bu nitelendirmeler, İngilizce ve Türkçe kaynaklara göre değişiklik arz ediyor tahmin ettiğiniz gibi. Karalamanın yapılacağı yere göre mahiyet değiştiren ama son tahlilde itibarsızlaştırma hedefine hizmet eden ve bu yönüyle tek merkezden kumanda edildiği izlenimi veren bu çalışmalar karşısında nerede durmamız gerekir sizce?

Objektiflik deyip, tarafsızlık deyip, insafı, hak ve adaleti bir kenara mı bırakmalıyız? Yoksa insaf deyip, hak ve adalet deyip duruş yerimizi mi belirlemeliyiz? Kendilerini karşıt cephede konumlandıran ve düşman olarak tanımlayanların düşmanlıklarına amenna ama ya dostların vefasızlıklarına ne demeli? Sadece iman ortak paydasında buluşmak bile vefa demeyi, vefalı olmayı gerektirmez mi?

[1] http://ejeps.fatih.edu.tr/docs/articles/122.pdf (Bu çalışma genişletilmiş şekliyle "Strategic Defamation of Fethullah Gülen. English vs. Turkish" adı altında kitap olarak da yayımlandı.)