Onlar ve biz

Geçen hafta KU Leuven Üniversitesi’ndeki bir program vesilesiyle Belçika’daydım. Program sonrası şehir gezintisi yaptık, artık oranın yerlisi olmuş rehberimizle. Müthiş bir tarih bilgisi. Nereye gidersek gidelim, arabada hangi mevzuyu açarsak açalım o engin tarih bilgisi ile işe başlayan bir doktora talebesi rehber dediğim arkadaşımız. Ansiklopedik bir şahsiyet. Bu kadar bilgiyi nasıl hafızasında tutuyor diyeceğiniz türden. Halk deyimiyle ayaklı kütüphane. Öyle bir noktaya geldik ki; yeni bir mevzu açıldığında; “Ne olur Hz. Adem’den değil, Hz. İbrahim’den, Hz. Musa’dan başla” demeye başladık. Şaka mı? Hayır, gerçekten ciddiydik bunu derken.

Şehirde gezerken “Buraya mutlaka girmeliyiz.” dedi, bir kiliseyi göstererek. Aziz ilan edilmiş bir din adamı Papaz Damien. Kilise, bu ismi taşıyor. 16. Benedik ona azizlik rütbesini vermiş, 11 Ekim 2009 tarihinde. 1840-1889 tarihleri arasında yaşamış. Katolik. Misyoner okulunda eğitim görmüş. Hawaii’de cüzzamlı hastaların karantinaya alındığı Moloka bölgesine gönüllü olarak gitmiş. Amacı, dinini anlatmak ve oradaki insanlara faydalı olmak. Tedavisi yok cüzzam hastalığının ve bulaşıcı. Hastalığın kendisine de bulaşacağını bilmiyor mu diyebilirsiniz. Biliyor ve buna rağmen gidiyor. Zaten onun adını bugünlere kadar getiren ve Hıristiyan geleneğinde önemli bir makam olan azizlik noktasına çıkartan da o. “Yardım şehidi” bir diğer adı veya vasfı.

16 yıl yaşamış Damien, cüzzamlılarla birlikte. Kuzey Kohala’da görevini yaparken o an itibarıyla 816 cüzzamlının karantina altında yaşadığı yere gönüllü papaz göndermek istiyorlar. Damien atılıyor ortaya ilk önce. Moloka’ya varır varmaz bir kilise inşa ediyor. Ardından sosyal hayatın içine dalıyor. Lider kabul ediyor halk onu. O da onlardan aldığı güç ile birlikte yaşamanın kurallarını belirliyor. Basit denebilecek hukuki sistem ortaya koyuyor. Okullar açıyor. Evler yapıyor. Çiftçilik yapılmaya başlanıyor. Kilisenin ‘geri gel’ çağrılarını da kabul etmiyor ve gönüllü olarak yaşamaya devam ediyor orada.

Nihayet beklenen son geliyor. O da yakalanıyor bulaşıcı hastalığa. Tedavi için Honolulu’ya gidiyor. Sonuç olumsuz. Ve 15 Nisan 1889 günü vefat ediyor. Naaşı, Moloka’ya ilk geldiği gün dinlendiği ağacın altına gömülüyor. 15 Nisan, Hawaii genelinde Papaz Damien günü olarak kutlanıyor.

Cesedi paylaşılamıyor...

Bundan sonrasına dikkat edin; Belçika hükümeti 1936 yılında Damien’in cesedini asli vatanına getirmek istiyor. Ve doğduğu yer olan Leuven şehrine gömüyor. 1995 yılında mezarı açılıyor, cesedine işlem yapmak için. Sağ elini alıyorlar bu işlem esnasında ve Moloka’ya ilk mezarına geri götürüp gömüyorlar Hawaiililerin isteklerine tâbi olarak. Cesedi paylaşılamıyor mu diyeceksiniz? Belki!

O günden bu yana biyografiler yazılmış hakkında. Sinema filmleri yapılmış çeşitli dillerde. Belgeseller ve TV dizileri çekilmiş. Kiliselere, yardım kuruluşlarına, hükümet binalarına, okullara ismi verilmiş. Müzeler yapılmış onun adına.

Değmez mi diyebilirsiniz? Ölümü göze alarak hayatını dine ve insanlığa vakfetmiş bir insanın ardından o dinin mensuplarının ona sahip çıkmaları tabii değil mi? Elbette. Buna itirazım yok ve olamaz da. Her dinin, her kültürün, böylesi kahramanlarına sahip çıkması tabiidir, doğaldır. Onu sorgulamıyorum ama buradan hareketle kendimizi sorgulamak gerektiğine inanıyorum. “Biz neden Damien’den çok daha öte hizmetlere imzasını atmış insanlara sahip çıkmıyoruz?” sorusunu sormamız gerektiğine inanıyorum.

Mesela; yaşayan bir örnek Hocaefendi. Şahsından bağımsız bir şekilde önce onun bizatihi dine ve insanlığa yapmış olduğu hizmetleri gözümüzün önüne getirelim. Kur’an kursu hocalığı ile başlayan hayatından bugüne kadar yetiştirmiş olduğu talebeleri teker teker ele alalım; İslamî ilimlerde tefsir, fıkıh, hadis, kelam, tasavvuf, siyer, tarih hatta Arapça dil öğretimi konularında ortaya koyduğu çalışmalara bakalım. Bütün bu sahalarda yapageldiği yorumların kimi Batı üniversitelerinde ders kitabı olarak okutulduğunu, kimilerinde akademik mukayeseli çalışmalara konu edildiğini, ilmî konferanslarda tartışıldığını düşünelim.

Ardından eğitim hizmetlerine atlayalım. Ortaya koyduğu kabullenilebilir ve sürdürebilir esaslar istikametinde etrafına yüzlerce, binlerce gönüllü insanın toplandığını, onların bu esasları bir eğitim modeli haline getirdiğini ve sadece Türkiye insanına değil, dünyanın dört bir yanında ete kemiğe büründürerek dolaşım alanına soktuğunu nazara alalım. Bu vesile ile “insanı insanın kurdu” olmaktan çıkartıp “kardeşi” olmaya doğru yönlendirecek; ekonomik, siyasi, kültürel sömürgenin önünü alacak en temel adımların atıldığını ve şimdilerde bunun meyvelerinin görülmeye başlandığını görelim. Eğitimin yanı sıra sağlık, insanî yardım, ticarî yatırımları merkeze alan işadamları kuruluşlarını değerlendirelim.

İnsaf kavramı isyan ediyor

Sözü uzatmanın manası yok; küçümsemek için demiyorum ama 816 cüzzamlı insan için hayatını feda eden Damien’e gösterilen ilgi ve alâkanın kaçta kaçını acaba teori ve pratikte bütün bu hizmetlere imza atan Hocaefendi’ye gösteriyoruz? Bakın o insanın hayatına. Takipler, zulümler, hapisler, mahkemeler, delilsiz suçlamalar, hakaretler, nefretler ve daha neler neler. Hele son aylarda aynı değerleri paylaştığımız, aynı kıbleye yöneldiğimiz dost bildiklerimizin yaptıkları. İnsaf kavramı bile isyan ediyor yapılanlara. Yazının başlığını ilk bitirdiğimde gayri ihtiyari Papaz Damien ve Fethullah Gülen Hocaefendi yapmıştım. Ama ülkedeki akıl tutulmasından ve her şeyden büyük bir kara propaganda üretmekle görevli kalemşorlardan endişe ettim ve vazgeçtim. Bu ikisinin din adamı olmaları ve insanlığa hizmet hariç benzerliği yok. Hatta benzerlik var dediğim bu ikisinde bile farklılıklar söz konusu. İlki, dinleri farklı. İkincisi insanlığa hizmetin çapı, kapsama ve etki alanı birbiri ile mukayese edilemeyecek kadar uçurumlarla dolu.

İnsafsızlar demişken herkes mi böyle? Tabii ki değil? Merhum Özal’ı hatırlayın. Mehmet Keçeciler anlatıyor, 1986’da Hocaefendi’nin Burdur’da yakalanmasının ardından hükümet olarak yaptıklarını yeni yayınlanan “Merkez Siyasetin Perde Arkası” kitabında. Bir suçu olmadığı halde keyfî tasarruflarla 1980 askerî ihtilal komitesi tarafından arama listesine konulan Hocaefendi için gece Bakanlar Kurulu toplantısı yapıyorlar. 6 yıldır yapılan kanunsuz takibatı kanunî çerçeve içine oturtup zulme son veriyorlar. Tam da bu noktada insan düşünmeden edemiyor; mukayeseden kendi alamıyor.

Her neyse; yazıyı, “Hocaefendi Türkiye’ye gelsin mi?” diye soranlara merhum Aydın Bolak’ın 2004 yılında bir TV programında verdiği şu cevapla bağlayayım: “Gelmesin diyorum!.. Gelmesin, çünkü hâlâ Türkiye’de büyüklüğünü idrak edemeyen küçükler var. Büyük meseleleri küçük insanlar anlayamaz. Piyonlar hep küçüktür. Zaten büyük olsalardı, piyonluğa razı olmazlardı. Hazımsızlık, küçüklük alâmetidir. Gelme Hocam!..”

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/onlar-ve-biz_2220785.html