Zamanı, zaman üstü kullananların yanında
Bediüzzaman Hazretleri ömrünün 40. yılında şunu söyler: “Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile dört kelam öğrendim.” Kelimeler, “mana-yı harfi, mana-yı ismi, niyet ve nazar”, kelamlar ise; “Ben kendime malik değilim; ölüm haktır, Rabb'im birdir ve ene tabir edilen benlik.”
Sadece nazarı merkeze alan bir-iki hususa temas edeceğim bu yazıda. Sabah tefsir dersindeydik. Nedendir bilmem; siyak-sibak münasebeti açısından bir yere oturtamadığım bir cümle sarf etti. Şaşırdım. Elimde kalem küçük defterime ağızdan çıkan bu cümleyi kaydederken, gözlerim etrafı süzmeye başladı. “Kim acaba?” dedim. Su-i zan mı? Belki. Ama sarf edilen cümleyi okuduğunuzda ihtimal bana hak verirsiniz. “Birisi, inciden, zümrütten, mercandan bir şeyler söylerken, kendi menhus zihin ve hayal dünyasında olanlar söylenenlerden istifade edemez.” Ağır hem de çok ağır bir söz. Menhus, erbabının malumudur “uğursuz” demek.
Bu cümle öncesinde Hocaefendi Rum Sûresi 41. ayet ve devamında yer alan mevzularla alakalı yorumlarda bulunuyordu. Kelâmi, felsefi ve tarihi boyuttan yaptığı derin açıklamalarda kullandığı dil dikkatimi çekmiş ve kendi kendime “bu kadar derin mevzuları hepimizin anlayabileceği bir tarzda söylemeye nasıl muvaffak oluyor” diye düşünüyordum. Çünkü söz konusu izahlar bir taraftan derin bir bilgi birikimi gerektirirken, diğer yandan analiz gücü ile oturmuş bir üslup gerektiriyordu. Hatta o an Mevlânâ ile Sadreddin Konevi mi yoksa Mevlânâ ile İ. Arabi mi arasında geçtiği söylenen muhavere aklıma geldi. Yaşadıkları zaman ve mekân dilimi açısından baktığımızda Mevlânâ ile Konevi arasında olması daha muhtemel olan bu muhaverede; İ. Arabi ekolünün temsilcisi ve hakîm-sufi diye nitelenen Konevi Mevlânâ'ya sorar: “Ben hayret ediyorum size. Bu kadar derin hakikatleri bu kadar basit bir dille nasıl anlatabiliyorsunuz?” Sufi-hakîm ekolünün temsilcisi sayılan Mevlânâ ise cevap verir: “Asıl, ben size hayret ediyorum. Bu kadar basit şeyleri nasıl bu kadar karmaşık bir dille anlatıyorsunuz?” Ama o araya giren söz beni düşünce dünyamdan kopardı, tekrar salona getirdi. O cümleyi duyar duymaz “belki su-i zann” dediğim etrafa bakmamın sebebi de bu. Acaba birisi başka şey ile mi meşgul oluyor yoksa?..
İnsanoğlunun en temel amellerinden biri öğrenme ve bu vesile ile kemali yakalamadır. Ne kadar güzel ve ne kadar veciz bir dille ifade eder Bediüzzaman Hazretleri bunu: “İnsanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür ” Fakat bunun için önce öğrenmesini öğrenmek gelir. Tabiri diğerle öğrenme metodunu öğrenmek şarttır. Hele Allah'ın cennete giden yolları kendisi için açtığı ilim yolcusunun yapacağı ilk iştir öğrenme metotlarını öğrenmek. Bu metotları öğrenmek yetmez; bilmek de gerekir; ardından tatbik etmek ve nihayet bu tatbiki şuurluca hayatına hayat kılıp istikrar içinde sürekliliğini sağlamak.
Sıralamadaki farklı mülahazalar mahfuz değişmeyen metotları okumak, dinlemek, düşünmek, izlemek, konuşmak, anlamak, anlamlandırmak -yorumlamak da diyebilirsiniz-, sormak vb. hususlardır. Her türlü ilim dalı için geçerli olan bu metotlara İslamî kültürün ilave ettiği ayrı bir husus vardır; susmak. Susmanın özellikle İslamî ilim tahsilinde ön sıralarda yer aldığını bilgi ve tecrübelerine dayanarak ifade eden birçok İslam âlimi vardır.
Susma ve onu takip eden diğer öğrenme araçlarını bir kenara bırakıp dinlemeye gelelim. İnsan neden dinlemez; hem de sözün sahibini dinlemek için geldiği bir ortamda. Dalgındır, yorgundur, uykusuzdur, sürecin uzunluğuna binaen dikkati dağılmıştır, tuvalet ihtiyacı galebe etmiştir vs. gibi onlarca, insanın beşeri yanını ön plana alan mazeret söyleyebiliriz. Bunlar herkesin bildiği ve kabullendiği gerçekler. Burada mesele o değil, mesele ders veya sohbet esnasında “kendi hayal ve zihin dünyasında menhus şeyler düşünme.” İşte neden sorusu bu bağlamda önemli.
Benim bu soruya cevap sadedinde söyleyebileceğim en önemli şey yine Hocaefendi'den nakillerle olabilir. Çeşitli vesilelerle bu mesele gündeme geldiğinde altını çizebileceğimiz nedenler olarak önce hased ve rekabet etme duygusunu söyler Hocaefendi. Mealen; “hased, çekememezliği tetikler; çekememezlik rekabeti. Sonra bu o insanın iç dünyasında öyle büyür, öyle genişler ki, onun bütün his ve düşünce dünyasını kaplar ve karşısındaki Müslüman bile olsa netice değişmez.” Sonra da “kendi nefsinin darlığına mahkûm insanlardır böyleleri” der.
Bir başka sebep olarak şunu nazara verir; kibir. Aynen aktarayım Diriliş Çağrısı adlı eserinden: “Kibirli bir insan da, kendini büyük kabul ettiğinden dolayı hakiki büyüklerin büyüklüğüne tahammül edemez. Hatta, bir üstadı, bir hocası, bir mürşidi varsa, onu bile hazmedemez. Zahiren mürşidini takdir eder ve onun ardı sıra yürüyor görünür ama haddizatında görünüşteki o takdir ve takibinden de içten içe rahatsızlık duyar. Azıcık mürekkep de yalamışsa, “Ben de bir kısım şeyleri biliyorum” der. Bazı insanların, Allah'ın te'yidine mazhar oldukları ve İlahi inayetle desteklendiklerine hiç inanmaz; benliğini aşıp başkasını kabule yanaşmaz. O hal üzere devam ettiği sürece de, hep bir darlığın pençesinde debelenip durur.”
Var mıydı o salonda böyle birisi veya birileri? Haşa ve kella. Kimse hakkında ahkâm kesip biçemem. Kalplerde geçen şeyleri sadece Allah (cc) bilir. Ama sözünü ettiğimiz cümlenin havaya söylendiğini de hiç kimse iddia edemez. Mutlaka bir mahmili vardı onun. Bediüzzaman Hazretleri'nin dediği gibi niyet ve nazar perspektifini iyi ayarlamalıyız. Özellikle Allah'ın lutfuyla “zamanı zaman üstü olmaya merdiven” olarak kullananların yanında. Niyetlerimiz halis, nazarlarımız istifadeye kurulu olmalı. Mevlânâ misal sehl-i mümteni ufkunun devasa kametlerinden bir diğeri olan Yunus Emre ile bitireyim: “Miskinlikte buldular; kimde erlik var ise; Merdivenden iterler, yüksekten bakar ise.”
Herkul Nağme 258'i bu bakış açısıyla bir kez daha dinlemenizi tavsiye ederim
- tarihinde hazırlandı.