Zulüm mola vermiyor

“Love is a Verb” belgeselinin Almanya Stuttgart’ta gösteriminin yapıldığı salonda ben de vardım. Program sonunda belgeselin yapımcı ve yardımcısı sahneye çıkıp sorulara cevap verdiler. Yardımcı Ken Hunter’in anlattığı bir hatıra çok dikkatimi çekti. Kanada’da belgeselin ilk gösterimi Tom Cruise’nin yeni çıkan ve dünyayı uzaylı yaratıklardan kurtaran adam rolünü oynadığı filminin ilk gösterim günüyle çakışmış. Bir başka tabirle her ikisi de aynı gün aynı saat aynı sinema ama farklı salonlarda gösterime girecek. Tom Cruise de gelmiş oraya. Öncesi veya sonrasında lobide Tom’un yanına gitmiş Ken Hunter ve şunu söylemiş: “Bir salonda tamamen hayali senaryo üzerine kurulu dünyayı kurtaran bir film, diğerinde ise gerçek hayatta onun için mücadele edenlerin filmi.”

Salondan kopan alkış tufanı karşısında cümlenin devamını getiremedi Ken Hunter. Aslında getirmesine de gerek yoktu; yoktu çünkü hakikatin ta kendisini ifade ediyordu bu cümle. Bundan öte söylenecek her söz yoruma, izaha, hatta propagandaya girerdi.

“Güldürmeyin insanı, Hizmet’in çalışmaları dünyayı mı kurtaracak?” diyenleri duyar gibiyim. Eğer “Hizmet’in mevcut ve muhtemel çalışmaları dünyayı kurtaracak” gibi bir iddiası olsa haklı olabilir böyle diyen veya düşünen insanlar. 35 yıldır bu işin içindeyim, böyle bir iddiayı hiç kimseden duymadım, bir satır yazı okumadım ama şunu duydum, okudum ve inandım; “Sen din, dil, cins, ırk ayrımı gözetmeksizin bağrını bütün insanlığa ummanlar gibi aç; gönlünde herkesin oturabileceği bir sandalye olsun; herkese hizmet götürmeye, derdine derman olmaya niyet et, bu yolda gayret et, sonucu O’na bırak ve unutma, O dilerse azlardan çok, yoklardan var olur.”

Nasıl oluyor bu? İnançla ve inancın içindeki sevgi ile. Geçenlerde sordular Fethullah Gülen Hocaefendi’ye inanç sevgi münasebetini. Bazı ayet ve hadisleri nazara verdi. “Birbirinizi sevmedikçe hakiki iman etmiş olamazsınız” hadisini söyledi mesela. İmanın tadını tatmış üç kişinin vasıflarını anlatan hadisi hatırlattı. Malum hadis, bu vasıfları “Allah ve Resulü kendisine başkalarından daha sevimli gelen, sevdiğini sadece Allah rızası için seven ve Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi kerih gören.” cümleleri ile anlatır.

Nasıl oluyor sorusunun cevabını işte burada aramak lazım; iman ve sevgi. İnsana insan olduğu için değer verme. Yaratılanı Yaradan’dan ötürü hoş görme. Rasyonel akıl bunu izah etmekte zorlanabilir. İhtiyaçlar, zaruretler içinde kıvranan, lihikmetin verilmiş hayvanî duygularını ön plana çıkartan insanlar ya da fani dünyayı baki ahirete tercih edenler gerçekten anlayamayabilir bunu. Sevgiden yoksun bir iman ne kendini iflah eder ne de dünyayı âbâd. Kinle oturup nefretle kalkan, öfke ile nefes alıp gazapla nefes verenler -inanın bana- anlamaz ve anlayamaz bunu. Mevlânâ’nın dediği gibi aynı dili konuşmak yetmez ve yetmiyor; aynı hissiyatı paylaşmak da gerekiyor.

İmanın da, sevginin de mahalli kalptir fakat akleden kalp. İmanın da sevginin de aracı gözdür fakat basiretle, firasetle, fetanetle bakan göz. Böylesi bir kalbe ve göze sahip olmayan kişi, aklın bir boyutunu teşkil eden zekâda zirve yapsa bile suretâ insan olsa da siretâ insan olduğu tartışılır. Böyleleri için rasyonalite neredeyse her şeydir. Halbuki ilmî veriler “Rasyonel düşünce yoktur, rasyonel dediğimiz her düşünce mutlaka ama mutlaka duygusal düşünceye gider dayanır.” diyor.

Geçenlerde katıldığım bir seminerde anlattı birisi bunu. Kısaca izahını aktarayım; ta ki bütün dünya insanlığını hedefleyen çalışmalarının altındaki hakiki nedeni bir başka yolla izah etmiş olalım. Dedi ki: “Ben Cenevre’ye geleceğim. Los Angeles uçağına binmem. Neden? Çünkü o Los Angeles’a gidiyor ve beni Cenevre’ye götürmez. Neden Cenevre’ye gideceksin? Toplantım var. Neden toplantıya katılacaksın? İşimin bir parçası. Neden bu işi tercih ettin, başka iş de bulabilirdin. Evet bulabilirdim ama bu işi seviyorum? Burada durun. Soruları uzatabiliriz ama nihayetinde iş “seviyorum”a gelip dayanacak. Orası ise duygusal alandır.

Doğru söylüyor arkadaşım; sorun Hizmet katılımcılarının hepsine; eksi 60’tan artı 60 dereceye kadar olan iklimlerde kût u lâyemût ile dinini, dilini, ırkını, kültürünü bilmediği coğrafyalarda hizmet edenlere “neden” deyin, alacağınız cevapların hepsinin varıp dayanacağı son nokta iman ve sevgi olacaktır.

Başka bir hikâye; daha geçen gün Almanya’da birisi geldi yanıma. Çay içiyoruz karşılıklı. Ürkek ve çekingen bir tavrı vardı. Orta yaşlarda. İhtimal ikinci nesil. Esnaflık yapıyormuş. “Buyurun” dedim. Sesi alabildiğine titrekti. Kulağınızı kalbine verseniz küt küt küt diye attığını rahatlıkla duyardınız. Gözleri yaşlı: “Ne zaman bitecek bu süreç dedi.” Belli ki dertli. Ama derdin aynı derman olduğunu yaşanan hadiselerin üzüntüsünden dolayı geçici olarak unutmuş. Geceleri uyuyamadığından bahsetti. “Allah bilir” dedim önce. Hemen itiraz sesini yükseltti: “Onu biliyor ve inanıyoruz Hocam ama dayanamıyoruz.” Teskin etmeye çalıştım. Hukuki meselenin nasıl siyasi bir platforma taşındığını, bununla kalmayıp imanî bir zemine çekildiğini misallerle izah ettim. Hukuki ve siyasi zeminde cereyan eden hadiselere demokratik devletlerin nasıl tepki verdiğini anlattım. Asr-ı saadetten örnekler verdim. Tatmin oldu-olmadı, bilemem. Ben bildiğim kadarıyla vazifemi yaptım.

Sonra bu hadise üzerinde uzun boylu düşündüm. “İşi, eşi, ailesi, çevresiyle Almanya standartlarında mutlu ve refah içinde hayat sürdüren bu insanı böylesine üzen ne?” İlkelerini, prensiplerini, faaliyetlerini benimsediği hizmetine duyduğu sevgi. Ana vatanını ekonomik, siyasi, ilmî vb. alanlarda ileri demokratik ülkeler seviyesine çıkartacak süreçten geriye dönülmesinin hasıl ettiği üzüntü. Yani yine inanç ve sevgi.

“Zulüm mola vermiyor” diye başlık koydum yazıya fakat konuya giremedim. Sanırım girmeye de gerek yok. Çünkü zulüm gerçekten insanlığın ilk gününden beri farklı boyutlarıyla devam ediyor. İnsan kendine zulmediyor. Ailesine, akrabalarına, çevresine zulmediyor. Daha da acısı, insan-ı kâmil makamını ihraz etmesi gereken Müslüman, Müslüman’a zulmediyor. Hem de Allah’ın Kur’an’da onlarca ayeti ile emrettiği “zulmetmeyin” emrine rağmen.

Keşke 70-80 yıl önce birilerinin yaptıkları zulmü sürekli gündeme getirenler bugün kendi yaptıkları zulmü görseler. Keşke toplumsal parçalanmanın müsebbibi olduklarının farkına varsalar. Keşke gerçeklerle hiç örtüşmeyen hayal dünyalarında imrâr-ı hayat edeceklerine gerçekler âlemine bir dönseler. Haydi zulmü sıradanlaştırarak zalim sıfatını hak kazananlar görmüyor; bari zulme alet olanlar görseler.

Bir çift sözüm var onlara; zulmü sadece zalimler yapmaz. Otoriteden emir alan ve sonuçlarını düşünmeyen insanlar da zulüm yapar. Muhakemeyi klişe sözlere veya sloganlara indirgeyen insanlar da zulüm yapar. Başkalarının aklıyla düşünenler de zulüm yapar. Kendisi zalim değildir belki ama zulüm çarkının bir dişlisidir. Çarkın dişlisi olduğu için kendini sorumlu görmeyebilir ama sorumludur. Hem dünyada hem de ukbada…

Haktan inayet ola diyorum; diyorum çünkü zor. Gaflet perdesi her şeyin üzerini kapamış durumda. Tevazu görünümlü kibir halk tabiriyle “küçük dağları ben…” der havasında arz-ı dîdâr etti topraklarımızda. “Biz varsak, siz de varsınız. Biz yoksak siz de yoksunuz”, “AK Parti’nin olmadığı siyasetin istikrara kavuşması mümkün değil.” sözlerine başka türlü mana vermek mümkün mü?

Bir keşke daha deyip yazıyı bitireceğim: Keşke zulüm deryasında yüzüp mazlumun ahını görmeyen zalimler, zulmünü engellemek için kendilerine uzanan elleri görseler. Malum Efendimiz (sas) “Zalim ve mazluma yardım et” dedikten sonra “Mazluma yardımı anladık, zalime yardım ne demek?” diye soran sahabiye verdiği cevapta söylüyor; “Zalimin zulmünü engellemek, zalime yapılan yardımdır.”

Birileri ‘siyasi ahlak’tan mı bahsetmişti? Zulmün olduğu yerde ahlak olur mu Allah aşkına? Bediüzzaman’a kulak verin: “Kalb-i insaniden hürmet ve merhamet çıksa akıl ve zekavet, o insanları gayet dehşetli ve gaddar canavarlar hükmüne geçirir, daha siyasetle idare edilmez.”

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ahmet-kurucan/zulum-mola-vermiyor_2257745.html