İslâm ve Âlem-i İslâm yanarken

Bir zaman, Türkiye dışından bir âlim zat, şöyle demişti: İsrâ Sûresi’nin ilk âyetinde Mirac’ın ilk safhası olarak Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) bir gece Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya taşındığı beyan edilir.

Yani, Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksâ arasında bir gecelik yol vardır; Mescid-i Haram kurtulduğu zaman Mescid-i Aksâ’nın kurtulması bir gecelik iştir; ama bu, bir miraç ister, miraç yolculuğuyla gerçekleşebilir.

Bu tesbit, âlem-i İslâm olarak asıl derdimize parmak basıyordu. Kur’ân, şöyle buyurur: “Allah, mü’minler aleyhinde kâfirlere asla yol vermeyecektir.” (4:141) Bu, âyetin indiği günden Kıyamet’e kadar bütün mü’minlere Cenab-ı Allah’ın bir va’didir. Bir atasözümüzde, “Dağ ne kadar yüksek de olsa, yol onun üzerinden geçer.” denir. Kur’ân, söz konusu âyetinde kapalı bir istiare ile şunu söylüyor: “Mü’minler, üzerlerinden geçmeye kâfirlerin asla yol bulamayacağı yükseklikte dağlar gibidir.” Peygamber Efendimiz’den itibaren fasılasız 11 asır bu gerçek kendisini ispat etti. Ama bugün 1,5 milyarlık âlem-i İslâm olarak sözümüz meselâ Peygamber Efendimiz (s.a.s.) aleyhinde bir karikatür hadisesinde, yüzölçümü Türkiye’nin 19’da 1’i, nüfusu 14’e 1’i kadar olan Danimarka’ya bile geçmemiş, üstüne üstlük dönemin Danimarka başbakanının NATO genel sekreteri olmasına Türkiye olarak onay vermemezlik edememişsek, ayaklar altında çiğnenip duran çakıl taşlarına dönmüşsek, her şeyden önce Kur’ân’ın va’dine muhatap mü’minler olabilmeye odaklanmalıyız.

Yalnız, meseleye bu temel gerçekten yaklaşırken şu riske dikkat etmek gerekir. Hz. Bediüzzaman (r.a.), “Zayıf, bazen acımasız ve zalim olur.” der. Yani âciz, ümitsiz, vicdanına baskı yapan bir vazifeyi yerine getiremeyen insan, meselâ görse ki, bir zalim bir mazlumu, zalim bir devlet mazlum bir halkı eziyor, vicdanını susturmak için “Ya bu insan da, bu halk da bunu hak etmişti! Neden zalimi üzerine çekecek şekilde davranıyor ki? Neden şöyle yapıyor ki?” şeklinde mazeretler üretmeye durur, zulmeder; zulme ortak, zalime yardımcı olur. İşte, asıl problemimizi, üzerlerinden yolların aşamayacağı yükseklikte dağlar gibi mü’minler olamama problemini dile getirir ve hissederken, bu zulme de düşmemek gerekir. Öyleyse, bir yandan asıl meselemiz olarak gerçek mü’minler olabilmeye gayret ederken, diğer yandan, ortaya çıkan diğer meseleleri bu asıl meseleye zarar vermeyecek şekilde çözme adına da yapılması gereken konjonktürel vazifeleri elbette yerine getirmeliyiz. Unutmamalıyız ki, Filistin meselesi olsun, diğer meseleler olsun, hasta bir bünyede, bünyedeki asıl hastalığın tezahürleri olarak ortaya çıkan rahatsızlıklardır. Bir yandan bütün imkânlarımızla asıl hastalığı tedaviye çalışırken, diğer yandan, bu hastalığın tezahürleri olarak ortaya çıkan hastalıkları da, ama asıl hastalığın tedavisine zarar vermemenin de ötesinde katkıda bulunacak şekilde tedaviye gayret etmeliyiz. O halde, Filistin’e, Irak’a, Afganistan’a, Somali’ye, Nijerya’ya, vb., bir yandan yapılabilecek konjonktürel yardımlar yapılırken, ama asıl yardımın mutlaka bu ülkelerde olması gerekmediği, bütün Müslümanlara, en muhtaçlar olarak kendimize asıl yardımın iman ve İslâm’ı ikame ile mümkün olabileceği unutulmamalıdır.

Her meselenin çözümü, öncelikle samimiyet ister. Bunun için de, İslâm’ın ve Müslümanların meselelerini, asıl hedef ve himmetleri iktidarlarını devam ettirmek, yeniden iktidar olmak üzerinde yoğunlaşan, dolayısıyla samimî olmak şöyle dursun, bu meseleleri sadece istismar etmiş, bir maymuncuk gibi kullanmış yönetimlerin istismarının elinden kurtarmak gerekir. Ayrıca, bu meseleleri, âcizliğin, zayıflığın bir diğer tezahürü, yapılması gerekene harcanacak enerjiyi boşa harcama demek olan manâsız protestolar kahramanlığına kurban etmekten de kurtarmak gerekiyor. Muhterem Hocaefendi ise, benim gibi birine muhakkak şöyle diyecektir: Bu meseleler karşısında en az içinde evimizin ve evlâdımızın yandığı bir yangını söndürme heyecan ve helecanı duyamıyorsak, onları yazmaktan ve konuşmaktan utanalım.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/ali-unal/islam-ve-alem-i-islam-yanarken_2232737.html