Sızıntı’dan deryalara…

Geçen hafta İstanbul Fırat Kültür Merkezi’nde kalabalık bir katılımla 35. yılı kutlandı. Dergiye değişik katkılarda bulunan onlarca kişiye Vefa Ödülleri verildi. “Vefa” kavramının gündeme getirilmesi dahi başlı başına bir mesajdı.

Sızıntı ile tanışmam tam 33 yıl öncesine gidiyor. Lise ikinci sınıftayken, o zamanlar bir tıp talebesi komşumuz bazı yazılar okumuştu mahalleli bir grup gence. Büyük bir iştiyakla iki üç sayısını din dersi öğretmenime vermiş, o da çok hoşuna gittiğini belirtmişti. Otuz yıldır ise hayata bakışımda derin tesirler bırakan dergiyi aralıksız takip ediyorum.

Belki de bu takip ve etkileşim neticesinde aynı dergiye yazı yazmaya başladık. Yani bir dergi tasavvur edin ki kendi yazarını yetiştiriyor. Dünyada kaç dergi bunu başarabilir bilemiyorum. Sızıntı arşivine göre ilk yazımız Kasım 1990 sayısında “Et yiyen orkideler” başlığını taşıyor. Bir dergi, okuyucunu yazar haline getiriyorsa, bu onun bir ‘okul’ oluşunun sağlam bir delili sayılmaz mı? Edebî, dinî, kültürel alanlarda ve değişik dillerde birçok dergiye analık yapması da şayan-ı dikkat bir husus.

Evet Sızıntı, her şeyin ilimle olacağı bir devirde ilim-din bütünlüğünü sağlayan, kâinata bakışı anlamlandırarak, onu yaratılış gayesine göre açıklayan bir okul. Hemen bütün (b)ilim dallarıyla ilgili bilgiler bulmak mümkün onda. Hadiseler karşısında nasıl davranılması gerektiğini de ondan öğreniyoruz. Zira bilgi ve internet çağında tarihin en büyük dezenformasyonuna da maruz kalan günümüz insanının mutlaka kalben, ruhen, fikren sığınması gereken güvenilir bir liman gibidir Sızıntı.

Hadiselere sosyal tarih açısından bakılmasını önemserim. Son 35 yılı nazara aldığımızda Soğuk Savaş dönemiyle modernitenin dünya insanlığında bıraktığı derin (dehl)izleri müşahede ederiz. İnkarcılığın alıp başını gittiği, materyalizmin temel hareket noktası haline geldiği ve tüketimin gemi azıya aldığı bir zaman dilimi düşünün. Sızıntı, bu hengâmede ilhamını Kuran’dan alarak varlıklara ve hadiselere esma-i hüsna penceresinden bütüncül bakma becerisini geliştiren belki de yegâne dergi.

Dünyanın neresinde olursa olsun Türkler için ayrı bir önem arz ediyor. Hem Türkçeyi en iyi şekilde geliştirmek, hem de kendi değerlerimiz perspektifinden hayata bakabilmek adına… Nasıl vücudumuz için gerekli gıdaları hayatımızın devamı için ihmal etmiyoruz, ruh ve zihin dünyamızı da sürekli beslememiz aklın yolu değil mi?

Bir dergideki bütün yazıları hatmetmek zorunda değiliz, ama herkesin dikkatini çekecek en az üç-beş yazı rahatlıkla okunabilir bir ay boyunca. Fakat bu bir duruş meselesi. Yani okumayı önceleyen ve önemseyen bir duruş… Elbette günümüz insanına zor geldiğinin farkındayım okumanın. Ama başka çare var mı? Haydi siz söyleyin: Okumaktan başka çare var mı? Sadece bakarak şuur oluşmadığı ortada. Ancak Sızıntı gibi bir dergiyle kâinata ve hadiselere tefekkür ve hikmet nazarıyla bakma becerisini kazanabiliriz. Bunun yolu da düşünerek okumaktan geçiyor. İslamî telakkide derinleşmek, manevi beslenme ihtiyacını gidermek de…

Son iki yüzyılın temel problemlerine sahici çözümler sunan büyük bir misyon yüklendiğini söyleyebiliriz Sızıntı’nın. İnsanı kendi özü istikametinde yeniden inşa ederek topluma diriliş nefhaları üflüyor. Herkese denemesi bedava, her ay bir kaç yazı okuyun, ruh ve düşünce dünyanızda bir şeylerin kıpırdadığını fark edeceksiniz. Kendinize ve tarz-ı nazarınıza çeki düzen vermeye başlayacağınızdan şüpheniz olmasın. Bazılarının iddia ettiği gibi bazı bilimsel yazılardaki dilin ağırlığı ürkütmesin sizi. Dil gelişimi zaten değişik alanlarda, ama bazen anlaşılması için biraz düşünülmesi gereken yazılarla gerçekleşiyor. Okudukça zamanla alışıyor insan derginin diline ve virdine. Ve işte o zaman yelken açmış oluyoruz Sızıntı’nın bizi sürüklediği deryalara…