Bir gecede değişmeyecek ama...

Bu satırları yazdığım saatte mahkeme henüz Ekrem Dumanlı, Hidayet Karaca ve diğer tutuklular hakkında kararını vermemişti. Ama aslında tutuklama ya da beraat, karar ne olursa olsun yaşananın zaten pek de parlak sicili olmayan hukuk devletinin tam bir iğfali olduğunu anlamak için iddialara ve soruşturma sürecine yüzeysel olarak bakmak bile yeter.

Soruşturması 2008'de istihbarat raporlarıyla başlamış El Kaideci, yani şiddet yanlısı bir radikal örgütü çökertmek için gazete ve TV yoluyla komplo kurmakla suçlanıyor gazeteciler. Tüm dünyada casusluk (!) yapıyor dedikleri Cemaat, adını kimsenin bilmediği Tahşiye adlı bir örgütü kendisine rakip olarak görmüş ve güya Hocaefendi'nin sohbeti, dizi senaryosu ve gazete haberleri ile bu örgüte yönelik operasyon yapılmış. Sadece sohbetin 2009'da yapılmış olması bile açıklayıcı, ama doğrusu ben bu derece saçma iddialara açıklama yapılmak zorunda kalınmasından bile ülkem adına utanıyorum. İktidarın dünyaya El Kaidecileri mağdur ilan ederek haklarındaki algıyı daha kötüleştirmesine ise hiç değinmiyorum bile. Medya özgürlüğü gibi demokrasinin namusu olan bir alana tecavüz eden AKP'nin otoriterliği konusunda dünyada artık şüphe kalmadı.

İddialardan en önemlisi, terör örgütü kurarak devletin egemenliğini hedef almak. Hukuk karşısında boynumuz kıldan ince, buyurun soruşturun deyince de karşımızda sadece işin fıtratı gereği kurgu olan dizi senaryolarını, Hüseyin Gülerce ve Ahmed Şahin'in yazılarını ve gazete haberlerini görüyoruz. Bu nasıl egemenlikse iki yazı, bir haber ve belki çok kimsenin ismini bile duymadığı bir dizi marifetiyle ele geçiriliyor!

Özetle, profesör unvanını utandıracak şekilde "gazetecilikten yargılanmıyorlar" diyen Davutoğlu'nun aksine bal gibi gazetecilikten suçlanıyorlar. Aynı konuda haber yapan Vatan Gazetesi ve Ertuğrul Özkök'ün başına bir şey gelmemesi ise kuzuyu yemeye karar vermiş kurdun bahane bulmak için bir yıldır çırpınsa da ancak böyle dünyayı kendisine güldürecek iddialarla ortaya çıkabildiğini gösteriyor. Ne yazık ki tek bir adamı memnun etmeye hazır ve mesleklerinin yüz karası savcı, hâkim ve gazeteciler (!) olduğu sürece bu senaryo oynanacak ve pazarlanacak.

Hukuk devletinin tüm ilkelerini, adalet kavramını baskıya feda edenlerin dayandığı nokta kiralık bir hâkimin kapalı kapılar ardında dediği gibi ‘bunlar 2023'e kadar iktidarda' inancı. Bu noktada, gittikçe artan günlük despotizm örneklerinden sıyrılıp siyaset biliminin açıklayıcı kollarına kendimizi bırakmamız faydalı olabilir.

Baskın Oran'ın benzer rejimlerden örnekler verdikten sonra "çatıdaki yük artıyor" tespitiyle "baskı rejimlerinin çöküşü ani olur" dediği 12 Aralık yazısının aksine Soli Özel, 15 Aralık'ta popülist rejimlerin kendi kendini yok edeceği yanılgısına düşülmemesi gerektiğini yazıyordu. Özel'in hatırlattığı Hirshmann'ın ‘Çıkış, Ses ve Sadakat' klasik kitabındaki argümanlar baskıcı rejimler karşısındaki seçenekleri çok güzel özetliyor. Kitabın adının da söylediği gibi otoriterlik karşısında bir kısım pes edip terk ederken, bir kısım biat ediyor, kimileri de ses çıkarmayı tercih ediyor. İşin kötü tarafı, terk edenlerin genelde başka yerlerde var olma imkânı olan, yani aslında toplumda değişimi zorlayabileceklerin olması.

Biz biat etmeyi ve terk etmeyi seçmediğimize göre geriye tek bir seçenek kalıyor: Tepki vermek. Türkiye için hep hayalini kurduğum, herkesin pratikte eşit vatandaş muamelesi gördüğü ve devletin intikam aracı olmadığı bir ülkeden çok uzak olduğumuzu ve toplumun bir gecede değişmeyeceğini biliyorum, ama mücadele etmekten başka çaremiz var mı?

Bu meselenin hâlâ bir Cemaat-Erdoğan mücadelesi olduğunu sanıp sessiz kalanlar inşallah yarın çok geç kalmışız demezler. 

Zaman, kendisi gibi düşünmeyen herkesi hain ilan eden ve kontrolsüz güçle ülkeyi uçuruma sürükleyen despotizme karşı birlikte ses verme zamanı...

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/sevgi-akarcesme/bir-gecede-degismeyecek-ama_2265185.html