Bizler bugünün çocuklarıyız

Bizim milletimizin geçmişi, imana, İslam’a, Kur’an’a hizmet adına binlerce şeref levhasıyla dolu. O muhteşem geçmiş dile getirildiğinde hepimizin zihni, bir yönüyle, gayr-i ihtiyarî olarak oraya kayıyor. Bu sebeple şanlı geçmişimizi arzulamamak, hatta onun küçük bir neferi olmayı temenni etmemek mümkün değil. Felaket günlerimizin felâketzede şairi merhum Akif bu arzusunu şu muhteşem dizelerle seslendirir:

Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm.
Gördüm de hazânında bu cennet gibi yurdu.
Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum.
Yâ Rab beni evvel getireydin ne olurdu!

Bu hissiyata gönülden iştirak etmeyenimiz var mıdır? Hangimiz mesela, Kanunî dönemini paylaşmayı düşünmeyiz? Ya da hangimiz Sultan Fatih’in yanında, onunla beraber fetih türkülerini mırıldanmayı istemeyiz? İstanbul surlarının önünde, Balkan diyarında, Bosna vadilerinde o hünkâr-ı âzâmın sağında veya solunda, göğsümüzü siper edip ona kalkan olmayı düşünmeyenimiz çıkar mı içimizden? Bu muhteşem tarihe karşı içimizde her zaman gayr-i iradî bir sevgi ve alâka duyarız. Genlerimize işlemiştir adeta şanlı geçmişin her bir karesi. Şuuraltı müktesebatımız nakış nakış mazinin rengârenk iplikleriyle örülmüştür.

Maziye beslediğimiz muhabbet kadar, istikbale dair ümitlerimiz de vardır. Nebînin va’dinde, velinin yâdında, güvercinin kanadında, ümit dolu bir intizarla beklediğimiz mutlu geleceği hayal ederiz her birimiz. Bunu düşünürken içinde bulunduğumuz bir kısım karamsar şeylerden sıyrılarak hep geleceğe de akmak isteriz.

Biz vazifemizi yaparız

Dava düşüncesine, hizmet mefkûresine sahip isek, zaman zaman bu tür düşüncelere girmemiz normaldir. Vazife ve sorumluluğumuzun içinde olmasa da, hatta Allah’la pazarlık yapma mânâsına gelse de, bu tür şeyler aklımıza gelebilir. Bu, yaşadığımız dönemden şikayet manasında bir arzuya dönüşürse bu yanlış anlayışımızı, ihlasımızla, samimiyetimizle ta’dil ederiz. Böyle durumlarda, “Estağfirullah ya Rabbi, bu bizi alâkadar etmez, hangi dönemde yaşamamızın bizim için daha hayırlı olduğunu biz bilemeyiz. Bize ne! Biz vazifemizi yapar, şe’n-i Rubûbiyetin gereğine karışmayız.” der geçeriz. Ama ne kadar istikamet üzere olsak ve ayağımızı sağlam bassak da hayal ve düşünce dünyamız yer yer bizi bu eğri-büğrü düşüncelere götürüp kalbimizi kaydırabilir. Kayma deyince ifade etmek gerekir ki bu, imân adına kalbin kayması gibi affedilmeyen bir günah değil, belki masum bir seyyiedir.

Aslında, bizim için de, başkaları için de, o şanlı geçmişimiz, arzu edilmeyecek gibi değildir. Geleceğimiz de inşaallah o şanlı kökün sürgünleriyle geçmişe denk muhteşem olacaktır. Ancak Muhterem Hocaefendi bir sohbetlerinde “Ben, ne geçmişin o şanlı Fatihleri, Kanunileri olmayı, ne de geleceğin çok üst seviyede bu işi temsil edecek kudsîleri olmayı arzu ederim. Buna bedel günümüzde hizmet eden, sade ve basit bir nefer olmayı tercih ederim.” buyuruyor. Devamında da böyle düşünmesinin sebeplerini sıralarken, “Çünkü…” diyor:

1. Gelecekteki başarılar, muvaffakiyetler beraberinde gıybeti, hasedi, nefreti de getirecek. Paylaşılması zaruri görünen ganimetler olacak. Makam ve mevki sevdası insanların ruhunu saracak. Hırslar, kinler, nefretler kabaracak. Nerden mi biliyorsun? Biliyorum, zira bunlar insanın tabiatında var... Beşer tarihi şahittir ki, hemen her zaman, çile ve ızdırabı takip eden refah ve saadet dönemlerinde, insanlar eski safvetlerini, samimiyetlerini koruyamamışlardır. Dün aynı saflarda beraber mücadele edenler, böyle bir dönemde menfaat veya makam uğrunda birbirleri ile kıyasıya vuruşmuş ve sıkıntıda kazandıkları her şeyi rahat ve rehavete erince har vurup harman savurmuşlardır. İşin doğrusu ben, hizmet döneminden sonra, böyle dağdağa, yıkım ve döküntü devresini yaşamak istemem vesselâm..! Allah bize hizmet ettirsin; parsayı da kim paylaşırsa paylaşsın; hiç önemli değil. Muştusu çokları tarafından verilen o mutlu gelecek, gelsin de, bizi ister alsın bostancı yapsınlar, ister tutup sürgün etsinler; hiç fark etmez. Gider dağ başlarına çekilir ve hayatımızı zâhidane sürdürmeye çalışırız. İşte işe, bu açıdan bakınca, “Ben ne mâzide, ne de gelecekte değil de, günümüzde hizmet eden sade, tekdüze bir nefer olmayı her şeye tercih ederim.” diyorum.

Yaşanması gereken şimdiki zamandır

2. Bizler günümüzün çocuklarıyız. Ne geçmişe hulûl, ne de geleceğe nüfuz etmemiz mümkün değildir. Belki içimizden bazıları geleceğe kavuşacaktır ama esas, dolu dolu yaşanması gerekli olan hal-i hazır ve şimdiki zamandır. Yani geçmişe masal demeyeceğiz, geleceği de hülya görmeyeceğiz. Bir başka ifadeyle geçmiş bir “mezar-ı ekber”; gelecek de gulyabaniler ülkesi değildir; değildir ama o şanlı geçmişimize denk bir geleceğin hazırlanması da ancak şimdiki zamanı iyi değerlendirmeye bağlıdır. Onun için bu mülâhazalarla, günümüzde sadece hizmet düşüncesiyle oturup kalkan, gözlerini onunla açıp onunla kapayan ve başka hiçbir şey düşünmeyen nefer, başka dönemlerin şahlarından, meliklerinden daha hayırlıdır denilebilir.

3. Belli bir dönemde hizmet etmiş ve şart-ı âdî ölçüsünde bu işe iştirakte bulunmuş insanlar -hafizanallah- bunun gururunu ruhlarında taşıyabilirler. Bu ise, onların mükâfat adına bütün varını yoğunu alır götürür. Onun için, Müslümanların başarısından bir gün evvel, ikindi sonrası göçüp gitme gibi, bu dünyadan ayrılmak en güzelidir. Evet, işte o zaman, ‘Allah’ım emanetini al’ demenin tam zamanıdır.”

Evet, Hocaefendi bu hissiyatının sebeplerini böyle açıklıyor. Bugünün çocukları olarak bize de, maziden ilham alıp geleceğe dair ümitlerimizi bir nebze yitirmeden hali, zamanı ve bugünü en rantabl şekilde değerlendirmek düşüyor.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/suleyman-sargin/bizler-bugunun-cocuklariyiz_2220786.html