Bu yol uzundur

Her insan, mefkûresi kadar kıymetlidir. Mefkûresi olmayanın, diğer varlıklardan çok bir farkı yoktur. Mü’mine gelince; onun tek mefkûresi vardır, o da bütün insanlığın Allah’ı ve Resûlullah’ı tanıyıp sevmesi. Hakiki mü’min hayatı sadece bunun için yaşar. Bütün gayretini, himmetini bu gayeye teksif eder. Mutluluğu başkalarının mutluluğunda, kurtuluşu da onların kurtuluşunda arar. Ve bilir ki bu yol uzundur, menzili çoktur, geçidi yoktur ve kendisini yutmaya, içine çekmeye hazır pek çok bulanık ve derin sular vardır.

Ancak o, gönül verdiği bu ideal uğruna kandan-irinden deryaları geçip gitmeye azimli ve kararlıdır. Önüne çıkan engellere takılmadan, muvakkat sıkıntıları büyütmeden hedefine doğru yürümeye devam eder. Yolun sonunda bir muvaffakiyet elde ettiğinde de, her şeyi Yüce Yaratıcı’ya verecek kadar edeplidir. Onun aldığı her nefesi hizmettir ve hayatını bu nefesler sayesinde sürdürür. “Hizmet varsa şayet, yaşamaya değer” düşüncesindedir. Bundandır ki hizmet adına hiçbir işten geri durmaz. “Benim sorumluluğumda değil bu mesele” deyip kenara çekilmez. Bilakis, ortada kalmış herhangi bir iş için herkesten evvel kendini mes’ul ve vazifeli görür.

Tabii ki işler, her zaman istediği ve arzuladığı gibi gitmez. Şartlar amansız bir hal alır bazı zamanlarda. İhanete, iftiraya, yalana, nifaka, kine, hasede maruz kaldığı da olur. Ama o, bu uğurda başına ne gelirse gelsin asla ümidini ve inancını kaybetmez. Böyle durumlarda Zübeyir Ağabey’in mektubundaki “Vazifen, dikenler arasında güller toplayacaksın. Ayağın çıplaktır batacak, elin açıktır, ısıracak. Buna sevineceksin.” cümleleri yankılanır gönül semalarında. Doğrulur yerinden ve hiç yılgınlığa düşmeden yoluna devam eder. Çünkü daha baştan bu yolun sarp ve yokuş olduğunu kabul etmiştir. Ama himmeti âlîdir. Zira “Hocası” ona, önünü kesen cehennemden çukurlar dahi olsa üstünden geçip gitmesini tembihlemiştir.

Hizmet insanı, uğruna baş koyduğu davanın karasevdalısıdır. Hayaline başka bir sevdanın girmesine tahammülü yoktur. Davasını kıskanır bütün sevdiklerinden. Uğruna canı-cananı feda edecek kadar vefalıdır mefkûresine. Böyle bir karasevdadan ötürüdür ki, hizmet yolunda katlandığı fedakârlıkların ve çektiği sıkıntıların hiçbirini bir daha aklına getirip bunlardan fazilet devşirmeye çalışmaz.

Hizmet insanı, insanlığa hizmet düşüncesini her türlü nefsani ve cismani arzunun üstünde tutar. Onu bütün beşeri istek ve iştihalara tercih eder. Ballar balını bulduktan sonra, kendi kovanlarının peşine düşmez. Gelecek nesillerin güzel günler yaşaması adına türlü sıkıntılara göğüs gerer. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “maddi-manevi füyuzat hislerinden fedakârlık eder.” Muhterem Hocaefendi’den aldığı “beklentisizlik ve adanmışlık” terbiyesini hayatının hâkim rengi haline getirir. “Hizmette önde, ücrette en arkada bulunma” felsefesiyle makam mansıp mücadelesinden ve kelepir sevdasından uzak durur.

Hizmet insanı sadece Hakk’a dilbeste olmuştur. Bu sebeple, ahiret yolundaki hizmetlerin mükâfatını dünyada beklemek görgüsüzlüğünde bulunmaz. Dünya ve içindekilerin fânî, ahiretin ise akıllara durgunluk verecek derecede muhteşem ve bâkî olduğunu bilir. Buradaki her nimeti aslında cennetten tükettiğinin farkındadır. “Siz bütün nimetleri dünyada iken tükettiniz ve onlardan faydalandınız, burası için bir şey bırakmadınız!” (Ahkaf/20) ilahi beyanını ürpertiyle hatırlar.

Başarılar beraberinde takdirleri, tebcilleri ve alkışları getirir. Nefsin kolayca kanıp kendini kaybettiği imtihanlardır bunlar. Hizmet insanı bu teveccühlere –haklı dahi olsa- asla bel bağlamaz. Hele, başkalarını kendinden küçük görme, onları işlerinde yetersiz ve başarısız kabul etme gibi basitliklere girmez. Gönlünü, kalbini bu türden aşağılık beklentilerle bulandırmaz. Ruh safvetini bozmak endişesiyle tir tir titrer. Zira Hak nezdinde “Allah’a selim bir kalble gelmekten başka, hiçbir şeyin fayda etmediğini” (Şuara/89) Kur’an’dan öğrenmiştir.

Hizmet insanı, Nurlar’dan ve Sohbetler’den aldığı feyizle, sebeplere hakiki tesir vermez. Onlara riayeti “memuriyetin gereği” olarak görür ve her şeyin tek sahibinin Allah olduğuna iman eder. Kendince mühim gördüğü vesileleri birer birer elinden alınsa bile asla bedbinliğe düşmez. Hadiselerin görünen yüzünün arkasındaki “Murad-ı İlâhî’yi” anlamaya çalışır. Zahiren olumsuz gibi görünen durumlarda bile “Gelse celâlinden cefa/ Yahut cemâlinden vefa/ İkisi de cana safâ” der, sabırla beklemeye koyulur. Müzakere ettiği “Ölçüler ve Yoldaki Işıklar” ona kahrı-lütfu bir bilme olgunluğuna erişmezse, hizmete dair her hamlesinde benliğin kızıl pençesiyle kıstırılacağını öğretmiştir. Bu sebeple nazarlarını sebeplerden alır ve bütün benliğiyle Müsebbibü’l-esbâb’a yönelir. Derdini O’na açar, içini O’na şerheder, istediklerini O’ndan ister ve her şeyi O’ndan bilir.

Hizmet insanı, arkasına düştüğü Zat’tan şunu öğrenmiştir; “hakikati bulmak ve ona gönül vermek ne kadar önemliyse, bulduktan sonra vefalı olup o yolda sebat göstermek de en az o kadar önemlidir. Vefa göstermek için kıymet bilmek gerekir. Kıymet bilmek ise, Peygamberlerin yüklendiği bir vazifeyle şerefyab olduğunu unutmamaktır. Bu sebeple, muhtaç sinelere iman ve Kur’an nurlarını götürmenin izzetini ruhta ve gönülde doyasıya yaşamak lazımdır.”

Şeytan çok defa, hayatını irşad ve tebliğ yörüngeli yaşamayanları yoldan çıkarır. Onları türlü tuzaklarla, korkularla, imtihanlarla saptırmak ister. Aynı zamanda onlar, vahyin bereketinden, Nebiler Serveri’nin (sallallahu aleyhi ve sellem) feyiz ve himmetinden mahrum kalırlar. Bu sebeple hizmet insanı her şart ve durumda, aşina bir sima bulup hakkı ve hakikati anlatmanın yollarını aramalıdır. Bunun dışındaki her gaye ve düşünce şeytanın bir aldatmacasıdır ve azaba, ikâba davetiyedir.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/suleyman-sargin/bu-yol-uzundur_2250932.html