Sivil toplum ve kuvvetin metamorfozu
Türkiye’de politik sitemin öngördüğü mekanizmalarla yani parti taraftarlığıyla yetinen pasif vatandaşlıktan aktif katılımcı vatandaşlığa ve kurumsallaşmış demokrasiye “geçişi” zorlaştıran baskıcı bir gelenek tekrar varlık kazanmaya başlamıştır.
Türkiye’deki tahakkümcü siyaset geleneği sadece belirli politika alanlarını değil patrimonyal bir zihniyete dayalı olarak sosyal hizmetlerin yerine getirilmesini de tekelleştirmeye çalışmıştır. Halbuki kararların sürekli olarak toplumsal katılıma izin vermesi ve hızlı değişim koşulları altında konsensüs sınırlamalarına sistemin açık olması gerekir. Buna sivil demokrasi diyoruz. Yargının bağımsızlığı ve sivil mütekabiliyet alanı oluşturma hususunda ısrar yolları aranmalıdır. Bu talepler, iktidar desteğiyle kurulan bazı think-tanklerin sözcülerinin öne sürdüğü gibi siyaset yapma ısrarı gibi tanımlanırsa son derece çelişkili bir yaklaşım ortaya çıkar. Epeydir geliştirilen bu açıklamaya göre Hizmet hareketinin bitirilmek istenmesinin sebebi veya bu kadar baskı yapılmasının nedeni sivil ve toplumsal alandaki aktivitesi değilmiş. Yani geniş uluslararası networkü; güçlü dayanışmalar ortaya koyan adanmışlık tarzı; ötekilerle sulh köprüleri kuran sosyallik düşüncesi ve toplumu kutuplaştırma çabalarına karşı partizanlık dışı tavırlar sergilemesi baskının sebebi değilmiş. Hatta küresel bir hareket olarak bağımsız duruşu, 160 ülkede sergilediği temkinli yaklaşımları; her coğrafyada siyasi eylem yerine diyalog ve iletişim merkezli davranması, bu nedenle selefî ya da İslamist ideolojileri rehber edinmemesi, çünkü düşünce köklerinin dışarıdan değil kendinden olması veya “örnekleri kendinden bir hareket” tesis etmesi; radikal paradigmalara boyun eğmemesi; tümüyle sivil olan vakıf ve araştırma merkezlerinin faaliyetleri; medyadaki varlığı; bir türlü vesayet altına alınıp biat ettirilemeyen hür düşünce ve hür teşebbüsten yana tavrı; eğitime yaptığı yatırımları; kendisinin ve ahlakî öncüsünün ortaya koyduğu sivil yorum ve tefsirlerin otonom özelliği; vatandaşlar arasında kazandığı sempati ve takdir düzeyleri; toplumun her kesimini “kendi konumunda kabul etmeye dayalı” iletişimci-tasavvufî yaklaşımları; etkin çalışan işadamları dernekleri vs… Tüm bunlar değilmiş sebep. Son açıklamalara göre Hizmet’e baskının, onu bitirme çabasının ve bütün kuşatmanın yegane sebebi Hizmet gönüllülerinin bürokraside bulunmalarıymış. Sivil toplumun bazı öğelerini anti-demokratik usullerle yok etmeye çalışmanın basit gerekçesi buymuş. Tek aktörlükten destek alan medyalardan gelen bu kadar anti-Hizmet kampanyalarının sebebi bir yerlerde var olma suçuymuş. Öyleyse tüm tasfiyelere rağmen “ilânihaye” devam eden karalama ve bitirme kampanyasının sebebi nedir?
Hizmetin yukarıda sıralanan tümüyle sivil toplumsal özelliklerine rağmen, isminin önünde profesör unvanı bulunan bir araştırmacı bile cemaatler sivil toplumun parçası değildir, zaten ülkemizde sivil toplum yoktur diyebiliyor. Bunun adı totalitarizmdir. Doğrusu bilerek veya bilmeyerek asıl hedefleri “örten” tespitler yoluyla, topluma karşı Carl Schmittçi otoriter müdahaleyi meşru kılmaya çalışıyor bu eğitimli aktörler. Son kertede hep elitist, korporatist ve ancak üsttenci cumhuriyetçiliğin izin verdiği kadar eşitlikçi ve yine jakoben korumacı; bu minvalde cemaatlerin Türkiye’ye müdahalenin bir parçası olabileceği iftirasıyla hareket eden sözde akademik pozisyonların [ki bunun anlamı gerek duyulursa devlet onları keyfî biçimde bertaraf eder düşüncesidir (siyasi arbitrarism)], yani nihai analizde hep etatist (devletlü) pozisyonların “sivillik zaten yoktur” noktasına varmaları demokrasi karşıtı bir tutumdur. Türkiye’nin yakın tarihi bu anti-demokratik tutumların ne kadar vahim sonuçlara yol açtığına şahittir.
Eğer Hizmet’i bitirmeye çalışmanın sebebi bürokrasi meselesiyse aşağıdaki sorulara cevap verilmesi gerekmez mi? Örneğin dershaneler niye bu kadar ısrarla kapatılmak istenmektedir? Öğrenci evi kurgusunun önce halkın gözünde itibarsızlaştırılacağı sonra da müdahaleye tabi tutulacağı yönündeki toplumsal anksiyete niye oluşmuştur? Eğer sorun bürokrasiyle ilgiliyse aynı endişeler niye öğrenci yurtları için de taşınmaktadır? Çeşitli toplantılarda bazı işadamları dernekleri, bazı gazete ve televizyonlar niye akredite edilmemekte, sivil oluşumların bilgi alma özgürlüğü niye engellenmektedir? Hizmet gönüllüleri niye sürekli teyakkuz haline mahkum edilmekte ve niye bazı komplolar yoluyla veya illegal örgüt iftiralarıyla, hatta terör ithamlarıyla sivil bir hareketin bitirilmek isteneceği yönünde kaygılar oluşturulmaktadır? Demek ki, bir kesimin üstüne bu kadar ağır biçimde gidilmesinin nedeni olarak bürokrasi tezinin öne sürülmesi mantıksız bir iddiadır. Asıl amaç Hizmet’in bitirilmesidir. Çünkü basitçe resmî kurumlara değil bir hareketin toplumsal köklerine müdahale edilmek istendiği açıktır. Hizmet’in temel sosyal yapı taşlarına darbe vurulmaya çalışıldığı aşikârdır.
Burada tümüyle onto-politik bir pratik yürütülmektedir. Meşhur “paralellik” iddiası bir paravandır. Siyasi baskıya meşruiyet kazandırmak için anlatılan bu iddiayı söylem analizine tabi tutarsak, yapılmak istenen şeyin vahim bir müdahaleye perde oluşturma çabası olduğu anlaşılır. Çarpıcı yolsuzlukların üstünü paralellik iddiasıyla örtmeye çalışmak yeni vesayetçiliğin tezahürüdür. Paralellik iddiasının cazibesi aslında otoriter hegemoniyi yansıtmasından kaynaklanır. Yoksa siyaset sosyolojisinde bir “leit-motif” (yinelenen motif) olmaktan başkaca bir fonksiyonu yoktur. Gelinen noktada paralellik söyleminin iktidar ihtirasına saplananlar adına büyüleyici olma sebebi, söylemin “asıl hedefini” gizleyebilme becerisinde yatar. Yoksa paralel devlet, devletin kullandığı meşru şiddet aygıtları dışında, yani yasa dışı biçimde silah kullanan, yine şiddetin gücüyle halktan vergi toplamak gibi illegal işlere bulaşan oluşumların meydana getirdiği örgütlenmeye denir. Bunun dışında hiç kimse ve hiçbir hareket demokratik toplumlarda paralellikle suçlanamaz. Suçlanıyorsa bir kesimi hizaya getirme çabası vardır; siyasi gücü tek ve hegemonik kılma, otoriter bir egemenlik haline getirme çabası söz konusudur. Halbuki devlet halkındır, vergileriyle devleti var edenlerindir, yolsuzluğu örtmeye çalışan siyasi tahakkümün nesnesi değildir.
Tasfiye adı altında yapılanların çoğu hukuken meşru sayılabilecek işler değildi. Çünkü kimse sosyal hayattaki kimliğinden, sevdiği saydığı kişilerden dolayı bulunduğu yerdeki görevinden el çektirilemezdi. Elbette, eğer bir bürokrat hukuksuz işler yapıyorsa hakkında “bireysel” soruşturma açılır ve mevzuata göre gereği neyse yapılır. Fakat toplu halde ve anlamlı bir gerekçe göstermeden “Kafkaesk bir iz sürme” ve “panoptik bir bakış” yoluyla insanları yerinden etme kabul edilemez. Son soruşturmalarla ilgili olsun olmasın onlarca kamu görevlisinin tasfiye edilmesi hakkaniyet ilkesinin çiğnenmesi demektir. Bu durum önü alınamayan mağduriyetlere yol açar, açmıştır. Masum vatandaşları gittikleri liselere veya dershanelere göre ayrıştırmak, işe alırken liyakata göre değil de yazılı olmayan “ayrımcı” kriterlere göre “mülakat” yapmak ve böylece yeni bir dinî kimlik avcılığına girmek ancak anti-demokratik rejimlerde mümkün olabilir.
Siyaseti yönlendirme konusundaki haksız ithamların sebebi “dindar toplumsal alanı” istisnasız ve katışıksız bir tarzda lojistik ve stratejik bir destek unsuru haline getirmektir. Buna bağlı en derin amaç ise kuvvetler ayrılığı ilkesini aşındırıp kuvvetler kaynaşmasını arzulayan parti devletini kurmaktır. Aslında bir kesime baskı yapılmasının sebebi yeni bir siyasetin vesayeti altına girmemeleri, muktedirin siyaseti için uysal koyun haline gelmemeleridir. İddiaların aksine, siyasileştikleri için değil, sözde STK bildirilerinde görüldüğü gibi siyasileşmedikleri için baskı yapılıyor. Bu durum köşe yazılarında açıkça belirtiliyor. Örneğin “ideoloji yoksunluğu” ile suçlanıyorlar. “Sekülerleşmek” ile itham ediliyorlar. İslamcı değil “Müslümancı” olmak gibi nevzuhur tabirlerle ötekileştiriliyorlar. Tutarsız biçimde sunulan yönlendirme iddiasının en belirgin özelliği herkesi tek kalıba sokmaya çalışan otoriter bir rejim için ideolojik meşruiyet arama çabasıdır. Devlet ve toplumun otoriter tarzda birleşimini savunan bu Schmittvari Metamorfoz, “total devlete” dönüşmek demektir veya kuvvetleri kaynaştırarak devletin eşsiz yöntemlerle topluma hırslı bir müdahalesi anlamına gelir. Bunun diğer bir adı da Agamben’in tabiriyle “Bütün Yaşamın Siyasileştirilmesi”dir. Sivil toplumun tümüyle politize edilip homojenleştirilmesidir. Üstelik insanlar sosyo-kültürel aidiyetleri nedeniyle yerlerinden edilecekse yakınlık hissettikleri grup ve insanlar da, yani milyonlarca sivil birey de sakıncalı vatandaşlar olarak tanımlanmış olmuyor mu? Bu gerçekten Kafkaesk bir takiptir.
Bu süreçte sivil bir kesimi cuntacı gibi kara propaganda tabirleriyle yaftalayan, iki tarafı birbirine düşman etmeye çalışan psikolojik harpçilerin etkisi büyüktür. Zira düşünmeye, analiz etmeye çalışan insanların bile üstüne etiketler yapıştırılmaktadır. Vatandaşları bu fişlerle kategorize etmek ve sadece yorum ve fikirlerinden dolayı itham etmek, dosyalara kaydetmek, mezun olduğu okul, devam etmiş olduğu kurs, katıldığı sohbet, dinlediği konferans nedeniyle sakıncalı görmek halkın çok iyi bildiği o “eski” sürek avının başladığını gösterir. Türkiye etatizme (baskıcı devletçiliğe) geri dönüyor. Zulümse aynı zulüm.
Doç. Dr. Uğur Kömeçoğlu, Süleyman Şah Üniversitesi
- tarihinde hazırlandı.