• Anasayfa
  • Bamteli - Fethullah Gülen Web Sitesi

Âhiret yörüngeli hayat

Şinâsî, muvakkat bir yeisle, “Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe / Neyleyeyim yüz bulamam ye’s ile affım talebe.” der. Daha sonra bu sözü yanlış bularak şunları ilave eder:

“Ne dedim!.. Tevbeler olsun, bu da fi’l-i şerdir,
Benim özrüm günahımdan iki kat beterdir.
Nur-u rahmet niye güldürmeye rûy-u siyahım,
Allah’ın mağfiretinden de büyük mü günahım!..”

Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi, sohbet etmek üzere koltuğa yürürken Şinasî’nin bu sözlerini hatırlattı ve haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

Velî, vekîl, yardımcı olarak Allah yeter!..

Hiçbir şey, Allah’ın rahmetinden daha büyük olamaz. Cenâb-ı Hak, وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ “Rahmetime gelince, o her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.” (A’raf, 7/156) buyuruyor. Arzı, semayı, dünyayı, ukbâyı; insanı, hayvanı, cemâdı, meleği, ruhânîyi İlahî rahmet her şeyi kaplamıştır.

Besmele’de, lafz-ı celâle’den sonra “er-Rahman”, “er-Rahîm” geliyor. Ayrıca, Allah, “Raûf” diyor, “Atûf” diyor, “Latîf” diyor, “Hannân” diyor, “Mennân” diyor; esmâ-i İlahiyesini ifade buyuruyor; meseleyi sıfât-ı Sübhâniyesi ile irtibatlandırıyor. Böylece bizleri kat’iyyen ye’se düşmemeye de çağırıyor.

Esbâb bi’l-külliye sukût etse, elimizi atacak, tutunacak hiçbir şey kalmasa, yine وَكَفَى بِاللهِ وَلِيًّا “Dost ve koruyucu olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/45); وَكَفَى بِاللهِ وَكِيلاً “Kendisine dayanılıp güvenilecek ve bütün işlerin havale edileceği (vekil) olarak Allah yeter.” (Nisâ, 4/81); وَكَفَى بِاللهِ نَصِيرًا “Bir yardımcı olarak elbette Allah yeter!” (Nisâ, 4/45) fehvasınca, veli olarak O (celle celâluhu), vekil olarak O, yardımcı olarak O, yeter! “Artar” demeyin, “yeter!Her şeye yeter!..

Böyle bir mülahazanın içine itilme, bazen o mevzuda imtihandır. O’na karşı tavır ve davranış imtihanında kazanır mıyız, kayıp mı ederiz; elenip gider miyiz, yoksa kalburun üstünde mi kalırız?!. İnsanlar için çok sırlı bir imtihan Bazıları sarsılır; sarsıntı ölçüsünde imtihanı kaybederler. Bazıları “Artık her şey bitmiştir!” der, bir ölçüde imtihanı kaybederler. Bazıları bütün bütün yıkılır gider, imtihanı kaybederler. Bazıları “Galiba burada yaşamak daha rahat!” deyip zalim cepheye iltihak ederler; onlar, bütün bütün kaybederler; dünyada cezasını görür, âhirette de dünya kadar insanın hesabını verme mecburiyetinde kalırlar. Derecesine göre kayıplar yaşanır, kazanımlar yaşanır, bu türlü konularda, kadîmden bu yana.

Tatlı menkıbeler

Göreceksin ki âdet-i İlahî değişmez!” diyor M. Âkif. “Mazilere in mahşer-i edvarı bütün gez / Kânun-i İlahi, göreceksin ki, değişmez.”  Hiç değişmemiş âdet-i Sübhâniye İnsanların kıvamı için, öbür tarafa kesb-i liyakat etmeleri için, öbür âlemdeki şekillenmenin esasını/esas unsurlarını oluşturmak için

Bu hakikati görebilen, İlahî Kelam ile beraber kainatın ve hadiselerin dilini okuyabilen insan, ne zuhurlara, ne tecellilere şahit olur; imrenir, daha bir şahlanır, “Yol ne güzelmiş!..” der. Ne ayağına batan dikenden dolayı “Off!” der, ne başına inen balyozdan dolayı “Puff!” der; o hep “Ohh!..” der, yürür yoluna. Hep “Ohh!..” der çünkü hedefte öyle bir şey vardır ki!..

Bunların hepsini öbür dünyada bir kısım menkıbeler şeklinde anlatıp birbirinizi eğlendireceksiniz. O hâle gelecek çekilen sıkıntılar, ızdıraplar, elemler. “Şunlar da vardı!” diyeceksiniz ve güleceksiniz. Lağv ve lehv yok fakat neşe ile güleceksiniz. “Allah Allah! Mızrak sapladılar sinemize, iğne batırdılar ayağımıza, balyoz vurdular başımıza; sahur vakti evimizden aldı zulmettiler, zindana koydular hesapsız. ‘Şundan dolayı!’ demediler; demediler ki azıcık günahımızı, hatamızı da bilelim, müteselli olalım; bunu bile demediler. Ağzımıza fermuar vurdular, bizi kendimizi ifade etme hak ve imkânlarından mahrum bıraktılar!” diyecek ve birer menkıbe şeklinde anlatacaksınız.

Allah’ın vaz’ettiği haklardan mahrum bıraktılar!.. Hak ismine bağlı haklardan

“Hâlık’ın nâ-mütenâhî adı var, en başı: Hak.
Ne büyük şey kul için, hakkı tutup kaldırmak!
Hani, Ashâb-ı Kirâm, ‘Ayrılalım!’ derlerken,
Mutlakâ Sûre-i ‘ve’l-Asr’ı okurmuş, bu neden?
Çünkü meknûn o büyük sûrede, esrâr-ı felâh;
Başta îmân-ı hakîkî geliyor, sonra salâh,
Sonra hak, sonra sebat. İşte kuzum insanlık.
Dördü birleşti mi, yoktur sana hüsrân artık.”

Asr Sûresi’nin manasını, Âkif, böyle nazmen ifade ediyor. Evet, Ashâb-ı kirâm birbiriyle el sıkışıp sarmaş dolaş olduktan sonra, ayrılırken okurlarmış:

وَالْعَصْرِ * إِنَّ الْإِنْسَانَ لَفِي خُسْرٍ * إِلاَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَتَوَاصَوْا بِالْحَقِّ وَتَوَاصَوْا بِالصَّبْرِ

“Yemin olsun asra (hadiselerle yüklü zamana, bilhassa onun son parçasına). Şurası bir gerçek ki, hüsrandadır insan. Ancak iman edip, imanları istikametinde sağlam, yerinde, doğru ve ıslaha yönelik işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine (musibetler, Allah yolunda başlarına gelenler, dini yaşamadaki zorluklar ve nefsin/şeytanın günaha teşvikleri karşısında) sabretmeyi tavsiye edenler müstesna.

Âhiret, dâr-ı kudrettir

Evet Her şey, tatlı bir menkıbe şeklinde orada anlatılacak, مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ “O cennette koltuklar üzerine kurulurlar.” (İnsan, 76/13) مُتَّكِئِينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِلِينَ Onlara yaslanarak karşı karşıya kurulmuşlardır.”(Vâkıa, 56/16) Karşılıklı koltuklara kurulmuşlar “Koltuk” deniyor, ne olduğu belli değil. Bu oturduğum koltuk gibi bir şey değil; böyle bir şey dünyanın şatafatını ifade ediyor. Her halde içinizden geçen şekle göre şekil alıyor. “Ben şimdi şöyle yapayım, biraz daha rahat et!” diyor, kendi kendine. Çünkü o âleme “kudret dâiresi” diyor Hazreti Üstad, bu âleme de “hikmet dairesi” diyor.

(“Evet, dünya dârü’l-hikmet ve âhiret dârü’l-kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve bir senede yapılan işler, âhirette bir anda, bir lemhada inşasına işareten Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyanوَمَا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُ ferman eder.” Sözler, s.113 / Onuncu Söz)

Hikmet dairesinde, sebepler perdedir. Bir yönüyle, her şey, bir makuliyeti takip eder, akılla izah edersiniz. Âhirette, kudret diyarında ise, akıl yok demek değildir; fakat kudret öyle hâkimdir ki, aklınıza gelen şeyler, hatta aklınızın köşesinden değil “taakkul”ünüzden, “tasavvur”unuzdan, “tahayyül”ünüzden bile çarpıp geçen şeyler, ânında oluverir. فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ Pek muhteşem bir cennette; salkım salkım meyveleri, elle koparılacak mesafede.” (Hâkka, 69/22-23) Her şey, burnunuzun ucunda, arzu ettiğiniz, aklınızdan geçen her şey

Öyle bir kudret-i kâhire, bir irade-i bâhire, bir meşîet-i sübhâniye yeri ki, orada koltuklara oturmuş, dünyadaki sergüzeşti hikâye ediyorsunuz birbirinize. Buradaki o acılar, o elemler, o ızdıraplar, zâlimlerin hay-huyu, mazlumların âh u vâhı ve iniltisi, birer musikî şekline dönüşmüş. Bazen bir sabâ makamı zenginliği içinde, bazen bir uşşâk tatlılığı içinde, bazen bir hüzzâm veya rast zemzemesi içinde, bazen bir segâh letâfeti, bir hicaz letâfeti içinde o hikâyeleri, o sergüzeşt-i hayatı dinleyeceksiniz. Aklınıza gelen rahatlığın her türünü duyacak, iliklerinize kadar yaşayacaksınız. Şu kadar var ki, orada iliklerine kadar onu yaşama, o meseleyi burada tabiatın bir derinliği haline getirmeye bağlı.

Her obje, O’ndan bir nâme; her ses, O’ndan bir nağme

Her obje, O’ndan (celle celâluhu) size gelen bir nâme; her ses, O’ndan bir nağme. Nağmeyi dinlerken, kendinizden geçersiniz; nâmeyi de okur, “Rabbimden nâme!” der, üzerine kapanır ve öpersiniz onu. Onun ortaya koyduğu her şeyi öpersiniz. Burada varlığa, eşyaya ve hadiselere böylesine hallaç ederek yaklaşmak, böylesine bakmak, öbür tarafta da her meselenin öyle bir zemzeme, öyle bir demdeme haline inkılap etmesine vesile oluyor. Böyle bir yolda yürüyorsunuz.

Bazıları dünyayı her şey zannettiklerinden dolayı, taparcasına ona bağlanıyorlar; onun debdebesine, şatafatına, ihtişamına, rahatına.. gelip geçici rahatına Oysaki bugün yaşadığınız o muvakkat rahatlık, yer yer ölümü, toprağın altını, dar kabri düşündüğünüz zaman, zehir zemberek haline geliyor. Ama orayı geçici bir yol, bir köprü, bir koridor kabul ettiğiniz zaman, hiç görmüyorsunuz onu; çünkü nazarınız çok yukarılarda, yukarıların da yukarısında. Baktığınız her şeyde O’na dair bazı eserleri görüyorsunuz. Yol boyu nâmeler okuyorsunuz, yol boyu nağmeler dinliyorsunuz. Ve bunlar sayesinde dünyada mâruz kaldığınız şeyleri âdetâ hiç duymuyorsunuz. Gözünüz daha ileride, daha ileride, daha ileride “Rü’yet!” diyorsunuz, “Rıdvan!” diyorsunuz. “O dostların sohbetinde, onların maiyyetine erme!” diyorsunuz. اَللَّهُمَّ اَلْاِشْتِيَاقَ إِلَى لِقَائِكَ، وَإِلَى لِقَاءِ حَبِيبِكَ وأحِبَّائِكَ، أَبَدَ اْلآبِدِينَ وَدَهْرَ الدَّاهِرِينَ “Allah’ım! Her şeyden öte Zâtına karşı gönülden aşk u alaka, Sana kavuşma iştiyakı, Habîbine (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve sevdiklerine vuslat arzusu talep ediyoruz. Bunları ebedî, zaman üstü, zamanı aşkın olarak istiyoruz.” duası vird-i zebânınız olmuş.

Nitekim مَنْ طَلَبَ وَجَدَّ وَجَدَBir kimse, bir şeyin arkasına düşer, arkasına düşmede ciddiyet sergilerse, çok ciddî olursa, mutlaka peşinde koştuğu şeyi -Allah’ın izni ve inayetiyle- elde eder.مَنْ جَالَ نَالَBir şeyin arkasına düşer, sürekli cevelân ederseniz, bir maraton gibi koşturur durursanız, er-geç arkasından koşturup durduğunuz şeye, Allah ulaştırır (celle celâluhu).” Yol yorgunluğu, silinir gider kafanızdan.. döktüğünüz ter, silinir gider kafanızdan.. çektiğiniz eziyetler, silinir gider kafanızdan.

Vay bugün hakkı çiğneyen, hukukun üzerinde raks eden zalimlerin ötedeki acıklı hallerine!..

Bir de öbür tarafta zâlimlerin, gaddarların, hattârların, hak-hukuk tanımayanların, adalet ve hukuk üzerinde raks/dans edenlerin, hakkı ayaklarının altına alıp çiğneyenlerin başlarına gelecekler var.

Biraz evvel hak mevzuunun büyüklüğü ifade edildi: “Hâlık’ın nâ mütenâhi adı var, en başı Hak.” diyor Akif. Herhalde lafz-ı celâleden sonra; çünkü o, Cenâb-ı Hakk’ın zâtının ismi; öbürleri esmâ-i İlahiye. Esmâ-i İlahiye içinde de “Hakk”ın bir ağırlığı var; bütün hak-hukuk, ona dayanıyor: Bütün sübut meselesi, ona dayanıyor; vücud dediğiniz şey, ona dayanıyor; şuhûd dediğiniz şey, ona dayanıyor; zevk-i ruhânî dediğiniz şey, ona dayanıyor Hak ismine dayanıyor. Onun için Âkif onu, esmâ-i İlahiyenin başına koyuyor: Hak.

Hak, o kadar yüce olduğu halde, onu ayaklar altında çiğneyenlerin, ha varmış ha yokmuş gibi çiğneyenlerin öbür tarafa intikal eden hallerini, hakkı çiğneme hallerini, adaleti ayaklarının altına alma hallerini, millet ruhunu ayaklarının altına alma hallerini, orada onların karşısına çıkan şeylerle gördüğünüz zaman, yürekleriniz ezilecek, acıyacaksınız. Ne gibi acıyacaksınız? Size saldıracak bir kurt düşünün. Size saldıracaktı, yiyecekti; fakat ondan daha büyük bir panter veya -bağışlayın- bir ayı, bir aslan, bir kaplan saldırdı, onu parçaladı. Oysaki o sizi yiyecekti, yakaladığı zaman. Nasıl onun parçalanışını gördüğünüz zaman yüreğiniz sızlar, “Vay vahşi vay! Nasıl da parçalıyor?!.” dersiniz, belki inlersiniz. İnsanlığınızı yitirmemişseniz şayet, hâlâ içinizde şefkatin zerresi varsa şayet, ahsen-i takvîme mazhariyetin hususiyetlerini içinizde taşıyorsanız şayet, Allah’ı gösteren muallâ-mücellâ bir ayna olduğunuzun farkında iseniz şayet, sizi yemek isteyenin parçalandığı yerde bile, yüreğiniz sızlar, halk ifadesiyle “cızzz” eder yüreğiniz.

Size balyoz indirenler.. sormadan, haksız olarak derdest edenler.. iftarınızı zehir edenler.. imsakınızı zehir edenler.. zindanlarda Müslümanca yaşamanızı zehir edenler.. “Falan da var mı bu işin içinde?!.” deyip az irtibatı olana da gadredenler Fakire-fukaraya burs vermiş, fakire-fukaraya okumaları için kurslar açmış, fakire-fukaraya yardım olsun diye okullar açmış, dünyanın dört bir yanında rûh-i revânî Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) -şöyle böyle- tanınması için -bir yönüyle- bayrağını dalgalandırmış, marşını söylemiş, sevdirmiş, 170-180-200 ülkeye kendi değerlerini sevdirmiş; bütün bunlara düşmanlık yapanlar.. diş bileyerek bunların üzerine gidenler.. o tarafta sahip çıkan insanları tehdit eden veya para ile, pul ile başlarını döndürenler.. gadrin her türlüsünü, i’tisafın her türlüsünü, irtikabın her türlüsünü, ihtilasın her türlüsünü, zulmün her türlüsünü, gadrin her türlüsünü yapanlar.. yalanlara gırtlaklarına kadar tenezzül edenler.. iftiraların bini bir para, çok rahatlıkla kullananlar O insanların öbür tarafta çektikleri azabı gördüğünüz vakit, burada canavar gibi size saldıran o insanların orada parçalanmalarını, cayır cayır yanmalarını -onda hiç şüpheniz olmasın- gördüğünüz zaman, yüreğiniz “cızzz” edecek.

Allah’ım hidayetlerini murad buyuruyorsan, ne olur kalblerini yumuşat; yoksa Sana havale ediyoruz!..

Dua edin, Allah onları o durumdan kurtarsın ve size de orada o azabı çektirmesin, yüreğinize “cızzz” ettirmesin. Siz hep iyiliğin yanında, iyilik mülahazalarının yanında, iyilik dileklerinin yanında, peygamberâne himmetin yanında, re’fetin yanında, rahmetin yanında oldunuz/olunuz.

“Allah” ism-i şerifinden sonra, ism-i celâl ve celâleyi müteakiben “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” ile Kendini bize anlatıyor Cenâb-ı Hak (celle celâluhu). Burada da tecellî edecek o isimler, orada da. Ama burada celâlî ve ehadî tecelli olarak (birilerine göre) “Rahman” ismi; öbür tarafta “Rahîm” ismi. Kucaklayan isim. Herkesi kucaklayacak; hiçbir kimseyi o rahmetten mahrum bırakmayacak bir enginlik içinde ki, hadisin ifadesiyle, إِنَّ رَحْمَتِي سَبَقَتْ غَضَبِيYarış yapacaklarsa şayet, benim rahmetim gazabımın önünde, o maratonu kazanır. Rahmetim, gazabımın önündedir Benim.” Eğer rahmet ve gazap meselesi söz konusu olsa bir yerde, ikisi de birden, rahmet, öne geçer ve Ben ona rahmetimle muamele yaparım.

Hakkınızda ilahî takdir, bu; haklarında ilahî muamelenin o olduğunda hiç şüphe etmeyiniz.

Dolayısıyla ağzınız açılıp kapandıkça, dudaklarınız kıpırdadıkça şöyle deyiniz: اَللَّهُمَّ إِنْ كُنْتَ تُرِيدُ هِدَايَتَهُمْ “Allah’ım, hidayetlerini murad buyuruyorsan..” وَتَلْيِينَ قُلُوبِهِمْ “Kalblerini yumuşatmayı murad buyuruyorsan..” وَرَأْفَتَهُمْ، وَشَفَقَتَهُمْ، وَمُلاَيَمَتَهُمْ، وَمَحَبَّتَهُمْ إِلَيْنَا وَإِلَى خِدْمَتِنَا وَحَرَكَاتِنَا وَجَمَاعَاتِنَا “Bize, Hizmet’imize, hareketimize, cemaatimize karşı gönüllerinin re’fet, şefkat, mülayemet ve muhabbetle dolmasını murat buyuruyorsan ” Allah’ım, bütün bunlara karşı kalblerinin yumuşamasını ve içlerinde bir zerre rahmet hissinin tecelli etmesini murad buyuruyorsan, ne olur, bahtına düştük, bunu yap; Allah’ım onlar hakkında, bunu yap!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!.. Yoksa Sana havale ediyoruz!..

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Âhirete bakan göz ve güzel görmenin ölçüsü

Fethullah Gülen: Bamteli: Âhirete bakan göz ve güzel görmenin ölçüsü

Çay faslından hakikat damlaları: Sol göz dünyaya, sağ göz âhirete bakar!..

  • Her göz açıp kapamada nazar âkıbete çevrilirse, yol boyu meşakkatler de zevke dönüşür. En yüksek tepeler aşılırken, “Nasıl olsa önümüzde Firdevs var!. Nasıl olsa önümüzde Rıdvan var!..” denilirse, meşakkatli ve ızdıraplı yollar zevk ve lezzet güzergâhına dönüşür. Ne ki, bu şuur ancak iman, marifet ve muhabbette derinleşmeyle elde edilebilir. (00:38)
  • İnsan bir gözüyle dünyaya bakarken diğer gözüyle de sürekli âhirete nazar etmelidir. Sadullah Ağabey, “Kızımı gelin edemedim.. oğlumu everemedim.” diye diye ölen ve ruhunu teslim ettikten sonra sol gözü bir türlü kapanmayan bir hastasının halini yorumlarken demişti ki: “Sol göz dünyaya, sağ göz âhirete bakar. Tûl-i emel ile, dünyada daha yapacak işleri olduğunu düşünerek öldüğünden sol gözü açık gitti.” (03:27)
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde;

    مَا ليوَمَا لِلدُّنْيَا مَا أَنَا فيِ الدُّنْيَا إِلاَّ كَرَاكِبٍ اِسْتَظَلَّ تَحْتَ شَجَرَةٍ ثُمَّ رَاحَ فَتَرَكَهَا
    Benim dünya ile ne alâkam olabilir? Ben dünyada bir yolcu gibiyim ki o, bir ağacın altında muvakkaten gölgelenir, sonra da yürür yoluna gider ve orasını terk eder.

    buyurur. (06:38)
  • Dünyaya ve içindekilere ibret nazarıyla bakmak esastır. Nitekim, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, mezarlarda cahiliyeye ait bazı âdetlerin devam ettirildiğini görünce, mü’minleri kabristanlara gitmekten men etmişti. Fakat daha sonra bu yasağı kaldırmış ve “Ben size kabir ziyaretini yasaklamıştım; fakat artık onları ziyaret edebilirsiniz. Çünkü kabir ziyareti, dünya bağını kırar, ahireti hatırlatır.” buyurarak, kabir ziyaretine teşvik etmişti. Çünkü insanları tûl-i emelden kurtaracak en müessir nasihat, kabirlerde saklıdır. (07:50)
  • Mezar taşlarına nakşedilen ibretli sözlerden birinde şöyle denir:

    Çeşm-i ibretle nazar kıl dünya bir misafirhanedir,
    Bir mukim âdem bulunmaz ne acib kâşanedir,
    Bir kefendir âkıbet sermayesi şâh u geda,
    Bes, buna mağrur olan Mecnun değil de ya nedir?

    (09:49)
  • Alvarlı Efe Hazretleri der ki “Zâir olun kabristanı / Nice yüzbin emvat yatir / Müminlerin nuristanı / İman ile merdan yatir.” M. Akif ise şöyle söyler: “Bakma kabristanın ancak saha-i medhuşuna / Dur da bir müddet kulak ver nale-i hamuşuna.”(10:43)
  • Bir Hak Dostu şöyle seslenir: “Ey günah yüküyle düşe kalka yürüyen insan, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden ümidini kesme, O (çok şefkatli ve merhametli) raûf mu raûf! / Zinhar azıksız da yola çıkma, çünkü yol çok korkunç, mahûf mu mahûf!.” (11:46)
  • Bir savaş sonrası Nebiler Serveri (aleyhissalatü vesselam) bir kadının yana yakıla kendi yavrusunu aradığını gördü. Kadın yakaladığı her çocuğu sinesine basıyor, kokluyor sonra bırakıyordu. Nihayet kendi yavrusunu buldu, bağrına bastı. Doyma bilmeden onu öpüyor, kokluyor, tekrar bağrına basıyordu. Allah Rasûlü, bu manzara karşısında iyice doldu. Hıçkıra hıçkıra ağlayarak parmağıyla yanındakilere bu kadını gösterdi ve “Şu kadını görüyor musunuz?” dedi. Sahâbe cevap verdi, “Evet Ya Rasûlallah!” Allah Rasûlü tekrar, “Bu kadın şu kucağındaki çocuğunu cehenneme atar mı?” diye sordu. Sahâbe “Hayır ya Rasûlallah!” karşılığını verdi. İşte bunun üzerine İki Cihan Serveri şu hikmet dolu sözü söyledi: “Allah o kadından daha merhametli ve şefkatlidir.” (12:30)
  • Allah yolunda infak edilen servet, insanı Cennet’e taşıyacak vesilelerdendir. Bu açıdan sol gözle dünyaya bakılmalıdır ama sağ gözle de mutlaka âhirete nâzır olmalıdır. (15:47)
  • Kur’ân-ı Kerim, pek çok âyetinde dünyaya talip olanları, ahiret nimetlerini isteyenleri ve hem dünya hem de ahiretteki hayır ve bereketten istifade yolları arayanları anlatıyor. Ezcümle şöyle buyuruyor:

    فَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا وَمَا لَهُ فِي الآخِرَةِ مِنْ خَلاَقٍ وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي اْلآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ أُولَـئِكَ لَهُمْ نَصِيبٌ مِمَّا كَسَبُواْ وَاللّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ
    Bazı kimseler ‘Ey Yüce Rabb’imiz, bize vereceğini bu dünyada ver!’ derler. Bunların ahirette nasipleri yoktur. Bazıları da, ‘Ey bizim Kerim Rabb’imiz! Bize bu dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellikler ver ve bizi cehennem ateşinden koru!’ derler. İşte bunlar kazandıkları şeylerin hayır ve bereketini fazlasıyla bulurlar. Allah, hesabı çok çabuk görür. (Bakara, 2/200-202)

    (18:15)
  • Hazreti Mevlânâ, söz sultanlığı, zamanı aşmışlığı ve baş döndüren derinlikleriyle değil, kulluğuyla övünür, kulluğuyla coşar ve şöyle haykırır:

    مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ   مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ
    هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ   مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ


    Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.

    (20:30)

Soru: “Hakiki mü’min mutlak mânâda ne nikbîn, ne de bedbîndir; o, hakikatbîndir.” buyuruluyor. Günümüzün realiteleri, kendimizin, ülkemizin, Müslümanların ve insanlığın problemleri göz önünde bulundurulunca hakikatbîn olmayı nasıl anlamalıyız ki hem fazla iyimser olmayalım hem de bütünüyle karamsarlığa düşmeyelim? (23:03)

  • Bedbinlik, her şeyi olumsuz yanıyla ele alıp değerlendirme, hâdiseleri bütünüyle karamsar görme ve böylece ümitsizliğe düşme ruh hâlidir. Nikbinlik ise, hâdiselere iyi tarafından bakma, bazen güzel görünmeyen şeyleri dahi güzel görecek kadar iyimser olma demektir. Bu ruh hâleti bütünüyle kaldırılıp atılacak bir şey değildir. Çünkü Hazreti Pir’in ifadeleri içinde meseleye yaklaşılacak olursa, güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır. (23:32)
  • Hemen her zaman iyilerin yanında kötüler de bulunur. Bülbülün uğruna şakıyıp durduğu gül ağacı bile dikenlerle örülmüş gibidir. Nitekim Nâilî şöyle der: “Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib / Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib – (Gül dikene düşünce, bülbülün sinesi yaralandı / Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi)” (25:48)
  • “Kadd-i yâre kimisi ar'ar dedi kimi elif / Cümlenin maksûdu bir ammâ rivâyet muhtelif.” (Muhibbi) Ar’ar, eda endamıyla güzel görünmekle beraber dikenli ve yaklaşılması zor bir ağaçtır. Şair, sevdiğini ar’ara benzeterek onun iffetine de işaret ediyor. (26:30)
  • Mü’min, bir taraftan realiteleri görüp âdeta yüreği ağzına gelecek ölçüde endişe içinde endişe yaşamalı; fakat diğer taraftan, kendisini bekleyen vazifelerin çokluğunu görünce Hakk’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olup, sarsılmadan, ümitsizliğe düşmeden, aşk u şevkle yapılacak işlere koyulmalıdır. Evet, o, görülmesi gerekeni görmeli, realiteleri çok iyi okumalı, insani zaafları nazar-ı itibara almalı, mevcut şartları göz önünde bulundurmalı ve Allah’ın izn u inayetiyle, içinde bulunduğu durum itibarıyla yapılması gereken her ne ise, iradesinin hakkını verip onu yapmaya çalışmalıdır. (28:33)
  • Hakikatbin insan, esbabı görmezlikten gelemez; dahası, sebepleri yerine getirmeyi Müsebbibü’l-esbab’a karşı saygının gereği bilir. Hazreti Pîr umum Risalelerde bir taraftan sebeplerde kusur etmemeyi nazara vermiş, diğer yandan da esbap perdesini sıyırmak suretiyle Müsebbibü’l-Esbab’a kapılar aralamaya ve O’na baktırmaya çalışmıştır. Meselâ bir yerde sebeplerin hikmet-i vücuduyla ilgili olarak şöyle demiştir: “İzzet ve azamet isterler ki, esbab, perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve ehadiyet isterler ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.” Başka bir yerde de kudretin, umur-i hasise ile mübaşeretinin görünmemesi için sebeplerin vaz’ edildiğine dikkat çekmiştir. Demek ki sebepler, müessir-i hakiki değildir. Onlar Cenâb-ı Hakk’ın esmasının çok perdelerden geçmiş cilvesinin cilvesidir. Bu açıdan sebeplere, O’nun hatırına bir değer vermek gerekir; onları bütün bütün değerden düşürmek cebrîlik olur. Fakat sebepleri her şey gören bir insan da hiç farkına varmaksızın Müsebbibü’l-Esbap’tan gaflette bulunuyor demektir. (32:22)
  • Izdırar ve ızdırap bazen güçlü bir dinamik haline gelir. Nitekim, son birkaç asırdır mağdûriyet, mazlûmiyet ve mahkûmiyetler ağında kıvranırken belki on türlü belimizi doğrultma yolları öğrendiğimiz söylenebilir. Evet, şu son asırlar, milletimizi ayakları altına almış ve ezmiş.. o da bu düşmüşlük karşısında temrînat yapa yapa değişik şekilde kalkma, doğrulma ve ayakta durma yolları öğrenmiştir. (36:02)
  • İyi işleyen bir sistem, beraberinde körlük getirir; buna “sistem körlüğü” diyebiliriz. Mükemmellik de, beraberinde rehâvet getirebilir. Binaenaleyh, bugün üçüncü sınıf görülen milletler, daha alternatifli düşünebilirler. Tarih boyunca büyük medeniyetlerin kahir ekseriyetini bedevî kavimlerin kurmuş olması, belli ölçüde bundandır. (38:00)
  • İnsanlığa ve ülkemize hizmet adına yaptıklarımızı yeterli bulmadığımız ve “yeter” demediğimiz takdirde ilâhi tecelliler de “yeter” demez. “Yeter” deme bizden başlarsa, gökler ötesinde de “yeter” denir. “Yeter” demeyelim!.. (39:13)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Âhiretin inşâsı ve “hepsi Allah’a emanet!..”

Âhiretin inşâsı ve hepsi Allah’a emanet!..

Dil, gönle tercüman olduğu sürece kıymetlidir; şayet o, kalbden kopmuş ise, kurumaya istihkak kesbetmiş demektir.

“Gönül Seni bulmuş ise / Başkasını arar mı hiç?!. / Ateşine yanmış ise / Başka nâra yanar mı hiç?!.” İslam dünyasının derdi, O’nu (celle celâluhu) bulmuş gibi göründükleri halde, O’ndan (celle celâluhu) uzak bulunmaları… Dillerde vird-i zebân fakat esas “dil” olan gönüller, O’na (celle celâluhu) karşı ebkem.. gönül dili yok.. içten yöneliş, bütünüyle “Yok!” demeyeyim, “Zayıf!” diyeyim, “Yetersiz!” diyeyim.. bilgiler, “marifet”e dönüşmüyor.. marifet, “muhabbet” ile taçlandırılmıyor.. muhabbet “aşk u iştiyak” yolunu göstermiyor.. sadece sözler ile onun yolunda emeklemeler yaşanıyor.. düşe-kalka bir hayat!.. Herkes için olmasa bile, geceler çokları için zifiri karanlık. Geceleri derinlemesine ihya eden insanlar vardır içinizde; gecenin üçte birini, üçte ikisini, başını yere koyup sızlayarak geçiren insan sayısı az değildir. Fakat genele bakınca, meselenin çok yavaş gittiğinde şüphe yok, emeklediğinde şüphe yok!..

Evet, kalb/latîfe-i Rabbâniye, suskun; o susunca, bütün söz, şu iki dudak ve dile kalıyor. O da “dil” (gönül), bu da “dil” (lisan); o “dil” (gönül) susunca, diğeri “Galiba sıra bana geldi!” diye, önüne gelen her lakırdıyı ediyor. Onun içine “yalan” da giriyor, “tezvîr” de giriyor, “iftira” da giriyor, “isnad” da giriyor, “lağviyât” da giriyor, “lehviyât” da giriyor, “batılı tasvir” de giriyor, “fuzûliyât” da giriyor; giren girene, boş buldukları için. Kumandayı lisan ele alınca; esas dil/gönül susunca, “latife-i Rabbâniye” susunca, kalb dilsizleşince, “şuur” ve “his” meflûç hale gelince, heyecan-ı insaniye ölünce, aşk u heyecan felç olunca, meydan kalıyor iki dudak arasındaki “dil”e; o da önüne gelen her şeyi mırıldanıyor.

Ona “mırıldanma” denir, levsiyât neşreden gazeteler gibi, mecmualar gibi ve onları o hale getiren kirli düşünceler gibi, kirli kalemler gibi, şimdi kirli tuşlar gibi, kirli İnternet gibi, kirli telefonlar gibi; kirli hepsi… Ve hiçbirinin içinde kalb yok; sadece gevezeliğe açık, bütün potansiyeli ve imkânları ile gevezeliğe açık iki dudak arasındaki “dil” var. Kuruyası dil!.. İçeriden gelen şeyleri -şayet- seslendirmiyorsa, o, kurumayı hak ediyor demektir, kurumaya istihkakı var demektir. Ne yazık ki, “Ben Müslümanım!” deyip, günde beş defa O’na (celle celâluhu) karşı arz-ı ubudiyetini ortaya koymak üzere, mabede/secdegâha/namazgâha koşan, başını yerlere koyan, alnını yerlere süren, iki büklüm olan insanlar, böyle boş iseler şayet, bunların âleme verecekleri de çok fazla bir şey yoktur.

Oysa hep ümit ile yaşadık; belli bir kesimin bu duyguyu, bu düşünceyi canlandıracağı, bir yönüyle, hayata mal edeceği ümidi ve mülahazasıyla yaşadık. Bir yerde, bu “örnek oluşum”, imrendirici bir hüviyet, bir desen, bir şive kazanınca, o ses, o soluk ve o mûsikînin başkalarını da cezbedeceği ve celbedeceği ümidini yaşadık; Allah (celle celâluhu), o mevzuda inkisâra uğratmasın! Mebdei, oldu meselenin, belki… Belki de yanılıyor ve hüsnüzanlarımıza yenik düşüyoruz. Belki de şu anda çekilen şeyler, maruz kaldığımız şeyler birer şefkat tokadı mahiyetinde!..

İnsan dünyadaki her fiil, amel, tavır ve davranışıyla ahiretini ve öteye ait âbidesini inşâ etmektedir!..

Evet, belki de bir kısım zalimlerin, cebbârların, hattârların, fâsıkların, müfsidlerin eliyle maruz kalınan şeyler, Cenâb-ı Hakk’ın (celle celâluhu) ihsan ettiği konum ve durumun hakkı, hakkıyla yerine getirilmediğinden dolayı birer şefkat tokadı mahiyetinde: “Aklınızı başınıza alın! Siz, başka bir âlem için varsınız. Öbür âlemdeki şekillenmeleriniz, buradaki tavır ve davranışlarınızla olacak. Bir eğitim gibi bir şeydir bu; namazınız öyle, orucunuz öyle, haccınız öyle, kalbiniz öyle, diliniz öyle… Burada yaptığınız bu şeylerle, siz, bir yönüyle kendi ruh âbidenizi inşâ ediyorsunuz. Tabir-i diğerle, öbür taraftaki âbidenizi ihya ediyorsunuz!..”

Burada yapılan her şey, -bir yönüyle- öbür tarafta var olunması gerekli olduğu şekilde var olma yolunda yapılması icap eden şeylerdir. Tohum atma gibi, onun başağa yürümesi gibi, sonra çevrenin tımar edilmesi gibi, onun suya kavuşturulması gibi, güneş ile münasebetinin sağlanması gibi, karbondioksit almasının sağlanması gibi, oksijen atmasının sağlanması gibi… Her neye muhtaç ise şayet, onları yapmak suretiyle, esasen öbür âleme göre bir şekillenme oluyor. Ubudiyet, Allah’a kulluk, öbür âleme göre şekillenmenin temrinleridir. Âdeta insan burada, öbür âlemde nasıl olacaksa, ona göre kendini rehabilite ediyor ve öbür tarafta da burada yaptığı şeylere göre şekil alıyor. Kimisi Araf’ta kalıyor. Kimisi de maymunlar, hınzırlar, domuzlar gibi Cehennem’e yuvarlanıyor; çünkü o orada, buradaki şekli almış oluyor: كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ “…Onlara ‘Aşağılık ve sefil bir şekilde oraya buraya sığınan, fakat sığındıkları her yerden kovulan maymunlar olun!’ dedik.” (Bakara, 2/65)

Bu açıdan da insanın, sadece dünyayı “mezraatü’l-âhire” bilmesi, dünyayı “ahiretin mezraası” olarak görmesi değil, esasen kendisini de o mezraada bir unsur olarak görmesi çok önemlidir. Kendisini tımar etmesi, istemediği halde etrafında sürekli oluşan/gelişen dikenleri bir bir söküp atması, oranın gül bahçesi haline gelebilmesi için ona göre bir gayret sarf etmesi mühimdir. Zira, gül bahçesi olması lazım ki, etraf gül kokularıyla, ıtır ile üfül üfül koksun ve bülbüller o kokuya koşsun, yapraklara konsun, orada şakısın dursun!.. İnsan, burada kendisini ona göre hazırlarsa, bütün benliğiyle.. bütün benliğiyle dünyada “âhiret insanı” olursa.. bütün benliğiyle o istikametteki donanım için yatar-kalkarsa, koşturur durursa, emekleme değil.. takılıp yollarda kalmazsa ve meseleyi inkıtaa uğratmazsa buna muvaffak olur.

“Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana ve bir ân-ı seyyale vücûd-u münevver, milyon sene bir vücûd-u ebtere müreccahtır.”

Antrparantez şu hususu da arz etmek istiyorum: Bazen çok az zamanda çok hâlisâne yapılan şeyler, çok uzun zamanda yapılan şeylere tekâbül edebilir. Hazreti Pîr’in ifadesiyle, “Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.” Bazen insan öyle bir şey yapar ki!.. Hani mahşeri anlatan hadislerde görüyorsunuz: Orada bir kul, dönüp geriye bakıyor, “Cehennem’e götürün!” hitabı karşısında. Cenâb-ı Hak nida buyuruyor: “Sorun kuluma, niye geriye baktı?” Soruyorlar; “Ben, Zât-ı Ulûhiyet hakkında hiç böyle düşünmemiştim; hep hüsnüzan beslemiştim!” diyor. “Ben, hüsnüzannında kulumu yalancı çıkarmam!” buyuruyor Cenâb-ı Hak (celle celâluhu). Kim bilir, o kul bir zamanlar önemli bir şey yapmıştır, öyle derince bir şey yapmıştır ki, şart-ı âdî planında, öyle bir gönül ortaya koymuştur ki, kalbini öyle bir seslendirmiştir ki, belli bir dönemde!.. Sonra düşe-kalka yaşamıştır, bataklıklara girmiştir; fakat o “nüve” ölmemiştir bir yönüyle. İşte o yönüyle orada/mahşerde bir ümit halinde kendisini hissettirince, Cenâb-ı Hakk’a karşı da seslendirmiştir o ümidi. O’nun (celle celâluhu) konuşturmasıyla konuşur, öyle konuşmuştur; O (celle celâluhu) da o konuşmaya cevap vermiştir: “Döndürün kulumu, Cennet’e götürün!” demiştir.

Bir başkası ak saçı-sakalıyla mahşerde hesaba çekilir. Cenâb-ı Hak, “Niçin şu günahları işledin?” diye sorar. O da inkâra saparak günah işlemediğini söyler. Bunun üzerine Hazreti Erhamürrâhimîn, “Öyle ise onu Cennet’e götürün.”buyurur. Bu defa da melekler istifsar ederek, “Yâ Rab, bu insanın şu günahları işlediğini siz biliyorsunuz!” derler. Allah da onlara, “Evet öyledir ama ümmet-i Muhammed’den biri olarak ağaran saçına-sakalına baktım; ayıbını yüzüne vurmaya hayâ ettim.” der. Evet, o da kurtulur zira bir zaman yapmıştır -şart-ı adi planında- bir şey. Öyle bir şey yapmıştır ki, zerre kadardır fakat bir yönüyle batmanlara tereccüh edecek mahiyettedir. Evet bu, antrparantez idi.

Onun için ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücûd-u münevver, milyon sene bir vücûd-u ebtere müreccahtır.” Bazen, çok küçük şeyler büyük ehemmiyeti haiz olur. Bir dakika şuurlu olarak yaşama.. tam O’nu (celle celâluhu) görüyor gibi yaşama.. görülüyor olma mülahazasında durma ve onu bir rasathane gibi kullanma.. “Tam görüyorum; her şeyde O’nu müşahede ediyorum. O’nu müşahede etmediğim hiçbir ayna yok. Hatta kendim, aynanın karşısına dikilince, kendimi O’nu (celle celâluhu) aksettiren bir ayna gibi görüyorum!” İşte böyle bir mülahaza…

Hâşâ, O (celle celâluhu) ne cisimdir, ne cevherdir, ne arazdır, ne mütehayyizdir; “Yemez-içmez, zaman geçmez, berîdir cümleden Allah.” Fakat sen, bir aynasın!.. “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâka, hicâb et!” Kalbini temiz tuttuğun zaman, Sultan (celle celâluhu) tecelli eder oraya; orası, O’nun (celle celâluhu) tecelligâhı olur; sürekli tayf tayf üstüne, ışık hüzmeleri yağar oraya. Sen, O’ndan (celle celâluhu) gelen o ışıklar içinde hayatını hep böyle projektörlerin ışığı altında yürüyor gibi sürdürürsün. Her şey aydınlıktır senin için; böyle en acılı hadiseler karşısında bile her şeyi pırıl pırıl parıldıyor görürsün, Allah’ın izni ve inayetiyle.

O ân-ı seyyâle… O ân-ı seyyâleyi yakalama… Ama insan, bütün hayatını ona göre programlarsa şayet onu yakalayabilir. Zira Kadir gecesinin gizliliği gibi, Hızır’ın gizliliği gibi, Eşref Saat’in gizliliği gibi o da gizlenmiştir. Tâ zamanın her parçası, her dilimi değerlendirilsin; her insan bir Hızır gibi değerlendirilsin, her karşınıza çıkan insana bir Hızır nazarıyla bakma şeklinde o değerlendirilsin. Öyle olsun diye gizlenmiş onlar; Allah (celle celâluhu) gizlemiş.

Teheccüd, Hâcet namazı ve içten yakarışlarıyla gecesini ihya eden kaç insan vardır acaba?!.

Selef-i Sâlihîn’de olduğu gibi, gecenin üçte birini ihya eden ne kadar insan vardır içinizde?!. Bunca eltâf-ı İlahî karşısında bir taraftan kulluğun gerektirdiği sorumluluk; bir diğer taraftan da o ihsanlar karşısında şükür ile mukabele… Bütün bunlar öyle bir kulluğu gerektirmiyor mu?!. Ne kadar insan vardır gecesini ihya eden?!. Gecenin hiç olmazsa son sülüsünde -üçte biri demek; altı saatlik gece varsa, son iki saatinde- kalkıp başını yere koyma.. bir sekiz rekat teheccüd namazı kılma.. vitr-i vâcib o âna bırakılmışsa, onu yapma.. sonra Hacet namazı kılmış gibi ellerini açma ve O’na yakarma:

لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ أَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالْعِصْمَةَ مِنْ كُلِّ ذَنْبٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالسَّلَامَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ لَا تَدَعْ لِي ذَنْبًا إِلَّا غَفَرْتَهُ وَلَا هَمًّا إِلَّا فَرَّجْتَهُ وَلَا حَاجَةً هِيَ لَكَ رِضًا إِلَّا قَضَيْتَهَا يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ * اَللّهُمَّ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ لاَ إِلهَ إِلاَّ اللَّهُ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ سـُبْحَانَ رَبِّ السَّـموَاتِ السَّـبْعِ وَرَبِّ الْعَـرْشِ الْعَظِيمِ اَلْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ * اَللّهُمَّ كَاشِـفَ الْغَمِّ مُفَرِّجَ الْهَمِّ مُجِيبَ دَعْوَةِ الْمُضْطَرِّينَ إِذَا دَعَوْكَ رَحْمانَ الدُّنْيَا وَاْلاخِرَةِ وَرَحِيمَهُمَا فَارْحَمْنِي فِي حَاجَتِي هذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينِي بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ

“Halîm ü Kerîm Allah’tan başka ilah yoktur. Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Rabbim, Senden, rahmetinin gereklerini, merhametini celbedecek şeyleri, gerçekleşmesi muhakkak olan mağfiretini, günahtan korunmayı, her türlü iyiliği kazanmayı, her türlü günahtan da selâmette olmayı istiyorum. Bende bağışlamadığın hiçbir günah, gidermediğin hiçbir keder, Senin rızana muvafık olup da karşılamadığın hiçbir ihtiyaç bırakma Ya Erhamerrâhimîn. Allahım, Sen kullarının ihtilaf ettikleri şeylerde hüküm verirsin. Yüce ve Azim Allah’tan başka ilah yoktur. Halîm ve Kerîm Allah yegâne ilahtır. Yedi semanın ve Arş-ı Azîm’in Rabbi Allah’ı tesbih ederim. Hamd âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Ey kederleri gideren, tasaları kaldıran, Sana dua ettiklerinde çaresizlerin duasına icabet eden Allahım, ey dünya ve ahiretin Rahman ve Rahîm’i!.. Şu ihtiyacımın giderilmesi ve tamamlanması hususunda beni başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bana merhamet et.”

Duanın son kısmını “mütekellim ma’a’l-ğayr” (birinci çoğul şahıs) sigasıyla diyorum; böylece bütün kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı, dostlarımızı ve mağdurları/mazlumları duama katıyorum: فَارْحَمْنَا فِي حَاجَتِنَا هَذِهِ بِقَضَائِهَا وَنَجَاحِهَا وَفَلاَحِهَا رَحْمَةً تُغْنِينَا بِهَا عَنْ رَحْمَةِ مَنْ سِوَاكَ “Şu ihtiyaçlarımızın giderilmesi ve tamamlanması hususunda bizi başkalarının merhametinden müstağni kılacak bir şekilde bize merhamet eyle!..” Daha sonra da en büyük ihtiyacımızın ne olduğunu dile getiriyorum: حَاجَتُنَا: اَللَّهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ وَدِينَ الْإِسْلاَمِ فِي كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ * اَللَّهُمَّ نَصْرًا مِنَ اللهِ وَفَتْحَا قَرِيبًا فِي أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ أَقْرَبِ آنٍ وَفِي أَوْسَعِ أَوْسَعِ أَوْسَعِ إِطَارٍ؛ بِحَيْثُ مَا لاَ عَيْنٌ رَأَتْ، وَلاَ أُذُنٌ سَمِعَتْ، وَلاَ خَطَرَ عَلَى قَلْبِ بَشَرٍ “Allah’ım, zatında yüce olan adını, Hak kelamını, İslam dinini bugün de dünyanın her bir köşesinde bir kere daha yücelt; hakkı-hakikati bütün gönüllere duyur. Allahım, Sen’den yardım diliyoruz; din-i mübin-i İslam adına ve hafife alamayacağımız tarihî değerlerimizi dünyaya duyurma adına kapıları açmanı istirham ediyoruz. Allahım, engin bir fütûhât! En yakın, yakınlardan da yakın bir zaman ve en geniş, genişlerden de geniş bir çerçevede; ‘Kullarıma öyle sürpriz nimetler hazırladım ki, ne göz görmüş, ne kulak işitmiş, ne de insanın hatırına gelmiş!’ buyurduğun gibi, işte öyle sürpriz şekilde…” İcmali şu: Ne olur, en kısa zamanda nâm-ı celîl-i Sübhânî (celle celâluhu) değişik yerlerde bir bayrak gibi dalgalansın; biz de bakalım ona, içimiz inşirah ile dolsun. Nâm-ı celîl-i Muhammedî (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açsın dört bir yanda; biz de onu görelim, ona bakan insanların inşirahını kendi içimizde bütün derinliğiyle yaşayalım!..”

Evet, iktibas ettiğim bu dua, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hacet adına okuduğu dua idi. Bir de onulmaz gibi görünen bir derdi, bir hastalığı olan kimseye tavsiye edilen beyanı var Efendimiz’in: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِي، اَللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ  “Allahım Sen’den diliyor ve dileniyorum, Rahmet Peygamberi Hazreti Muhammed’i vesile edinerek Sana teveccüh ediyorum. Ya Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) şu hâcetimin yerine getirilmesi için seni vesile yaparak Rabbime yöneliyorum. Allah’ım peygamberimizi hakkımda şefaatçi eyle.” Bu söylenip sonra ihtiyaç seslendiriliyor. Me’surât’a (Allah Rasûlü’nün -sallallâhu aleyhi ve sellem- hayatın her alanına ait yaptığı dua ve zikirlere) bakılabilir. Ben, söz gelmişken, bunları okuyup bu arada vesile ittihaz ederek dua etmek istedim.

Gelin, Allah aşkına, kardeşlerimizin ızdıraplarını içimizde duyarak, “Ne olur Allah’ım!” diye inleyelim; ümmet-i Muhammed ve topyekûn insanlık için dil dökelim!..

Evet, en azından o gecenin sülüsünü ibadet ü taat ve duaya ayırma.. “Allahım! Gündüzün şu kadar zamanı bana ait… Zamanım, Senin verdiğin zaman.. ben, Senin verdiğin ben.. Senin verdiğin şuur.. Senin verdiğin mantık.. Senin lütfettiğin insanlık.. Senin bize bahşeylediğin, Hazreti Muhammed’e ümmet olma.. Senin bize bahşeylediğin, Kur’an-ı Kerim’e cemaat olma.. Senin bize bahşeylediğin, âhirzaman ümmeti, dini ikame eden ümmet olma… Bütün bunların karşılığında iki saat Sana veriyorum, az görme ne olur bunu!..” deme.. gecenin sülüsünde kalkıp ümmet-i Muhammed için, nâm-ı celîl-i İlâhî’nin (celle celâluhu) şehbal açması için, nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin şehbal açması için yalvarıp dil dökme…

Hususiyle mağduriyetlerin mağduriyet üzerine yaşandığı, mağduriyetler fâsid dairelerinin yaşandığı, mağduriyetlerin mağduriyetler doğurduğu, bir sürü insanın zulme uğradığı, gadre uğradığı, ırzın çiğnendiği, namusun pâyimal olduğu bir dönemde bütün mü’min kardeşlerin adına kalbin titreyerek, bütün benliğinle titreyerek, Allah aşkına, kalk alnını yere koy, gözyaşlarınla seccadeye boşal!.. O yaşlar, farkına varmadan tebahhur edecek, birer şahit gibi mele-i a’lâya yükselecek ve katiyen geriye boş dönmeyecek!.. Birer rahmet halinde yine senin başına yağacak onlar; O’dan sana geriye dönecek!.. Senin yaptığın şeyler bu kadarcık olacak; O’nunki (celle celâluhu) Kendi büyüklüğüyle mebsûten mütenasip olacak. Sen bir damla atacaksın; O (celle celâluhu) sana bir derya ile geriye döndürecek. Sen, bir zerre ile işe iştirak edeceksin; O (celle celâluhu) güneşler ile mukabelede bulunacak… Büyüklüğüne göre muamele yapacak!..

Gelin, Allah aşkına, o küçüklüğün -hiç olmazsa- gerektirdiği şeyi yerine getirelim; ümmet-i Muhammed’in üst üste mağduriyetler, mazlûmiyetler, mahkûmiyetler, ma’zûliyetler, mahrumiyetler yaşadığı bir dönemde, bütün onların ızdıraplarını içimizde duyarak, “Ne olur Allah’ım! Ne olur Allah’ım! Ne olur Allah’ım!..” diyelim.. ümmet-i Muhammed için dil dökelim.. esasen kalbin sesiyle dili dillendirelim.. dilimizi kalbin enstrümanı haline getirelim.. mızrap yemiş bir tel gibi, hakikaten dilimizin dediği her şey, gözlerimizde yaş haline gelsin; vücudumuzda bir titreme, bir ihtizaz haline gelsin.. ve içimizi O’na (celle celâluhu) öyle dökelim!..

Bunların hiç biri geriye boş dönmeyecektir. Belki bir vakt-i mev’ûdu vardır, bir miâdı vardır. Gelmesi mukadder vakit gelince, öyle bir lütfedecek, öyle bir sevindirecek, içinize öyle bir inşirah salacak ki, yüzünüzden sürekli çevreye tebessümler yağıp duracak. “Çok şükür! Demek ki o çekilen şeyler, bunlar içinmiş! Belli bir dönemde, muvakkaten ağlatmış ama öyle bir güldürüyor ki şimdi, hakikaten değermiş! Meğer o da ayrı bir lütufmuş; bizi uyarmak için, Kendine (celle celâluhu) uyarmak için, ayrı bir lütufmuş!..” diyeceksiniz. اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ، ثَبِّتْ قُلُوبَنَا عَلَى دِينِكَ؛ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ، صَرِّفْ قُلُوبَنَا عَلَى طَاعَتِكَ “Ey kalbleri evirip çeviren Allah’ım kalblerimizi dininde sabit kıl. Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!..”

Allah’ın pek çok arındırma potası vardır; bela ve musibetler de onlardandır.

Bu türlü belalar ve musibetler, eğer eltâf-ı İlâhiye’nin uyarmadığı “gönül”leri, uyarmadığı “ruh”ları, uyarmadığı “sır”ları uyarmak için ise, onlar da neticeleri itibarıyla lütuftur. Cenâb-ı Hak, bazen bu türlü şeylerle kullarını arındırır. O’nun çok farklı potaları vardır. Mesela, “ibadet u tâat” bir nevi potadır; orada insan şekilleniyor, onun tortusu akıp gidiyor, özü-usaresi yerinde kalıyor. Aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın bu türlü imtihanları, ağır tokatlamaları, hafif kulak çekmeleri, enseye şamar indirmeleri de birer potadır; bu bela ve musibetlere de öyle bakmak lazımdır.

Bazen uzak bazen de yakın gibi gördüğünüz insanlar tarafından gelir bela ve musibetler. Fuzûlî’nin ifadesiyle, “Dost, bî-vefâ; felek, bî-rahîm; devran, bî-sükûn / Dert, çok; derman, yok; düşman, kavî; talih, zebûn.”diyecek hale düşersiniz. Ben, son mısraı değiştirerek; “Düşman, kavî olsa da, talih, zebûn değil!” diyorum. İnanıyoruz ki her şeyin arkasında O (celle celâluhu) var. Tokadı vuran O ise, uyarmak isteyen O ise, kulak çeken O ise şayet, bizi iyi bir şeye yönlendiriyor demektir. Hadiselerin diliyle O (celle celâluhu) bize adeta şöyle diyordur: “Bakın sağanak sağanak başınızdan aşağıya şu kadar eltâf-ı İlâhiyede bulundum! Büyük devletlerin yapamadığı şeyi yaptırdım size! Kalbleri, size açtım; bütün gönüllere hakkınızda vüdd (alâka, kabul ve sevgi) vaz’ ettim, koydum… Yeryüzünde sizin için vüdd vaz’ edilsin.. gittiğiniz her yerde hüsn-i kabul görün.. herkes size sinesini açsın.. size binalar versin.. evladını getirsin size teslim etsin.. ‘Sizi candan vefalı insanlar gördük; böyle candan vefalı insanlara canlar fedâ olsun!’ desin… Böyle dediler ve size teslim oldular. Bütün bunları size Ben yaptım. Bunlar, Benim lütuflarım idi. Bu lütuflar ile sizin rükûda gibi sürekli iki büklüm olmanız gerekirdi. Aklınıza ‘Bir şey yaptık!’ diye herhangi bir hususun gelmemesi icap ederdi. Gelecekse şayet, tahdîs-i nimet nev’inden, ‘Evet var bunlar; evet var bunlar; fakat bunlar Sen’den!..’ mülahazası olmalıydı. كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ، كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ، كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ ‘Hepsi Sen’den, hepsi Sen’den, hepsi Sen’den!..’ -Tahdîs-i nimet nev’inden bir hatırlama olabilir. Bu mahzursuzdur, belki sevaptır; O’ndan geldiğini hatırlama ve hatırlatma adına sevaptır.- Ben, bunları yaptım. Siz de böyle diyecektiniz.. ve bunları Ben’den bilecektiniz. Şayet az zühul yaptınız ise, bir ân-ı seyyâle bu mevzuda gaflete daldınız ise, şayet yol yorgunluğuna düştü iseniz, şayet başarı sarhoşluğuna düştü iseniz, muvaffakiyet zehirlenmesine düştü iseniz şayet, sizin birer ikaza ihtiyacınız var; ikaz ediyorum bu defa!..” Dolayısıyla da bu bir “cebr-i lütfî”dir. Bir, böyle.

İnşaallah işin merkezinde de zâlimlerin kırılası ellerini Allah kırar; ya hidayet eder ya da ellerini kırar. Allah, öyle Allah’tır; yâ hidayet eder, ya kollarını-kanatlarını kırar, onları felç eder. İkisinden birini yapsın!.. Kendi (celle celâluhu) bilir; Sen bilirsin Allahım!..

“Hepsi Allah’tan idi ve hepsi O’na emanet!..” deyip, mazlumiyet ve mağduriyetinizin hasıl ettiği atmosferi hakkınızdaki evrensel merakı karşılama istikametinde kullanın!..

Evet, cebr-i lütfî… “Dünyanın değişik yerlerine gidin!..” işareti de onun diğer bir yanı. Mazlumiyet, mağduriyet, mahrumiyet, ma’zûliyet… Farklı hallerin farklı kelimeleri var: “Gadre uğrama” demek.. “zulme uğrama” demek.. “bir kısım insanî haklardan mahrum edilme” demek.. “hürriyetinizin elinizden alınması” demek.. “eşinizin hürriyetinin elinden alınması” demek.. “anasından yeni doğmuş çocuğun hürriyetinin elinden alınması” demek.. “mezâlimin hiçbir zâlimin yapmadığı şekilde, kâfirin yapmadığı şekilde yapılmasına maruz kalma” demek… Bir de “ma’zûliyet”; belli konumlara gelmişsiniz, ellerinin tersiyle itiyor, sizi sağa-sola savuruyorlar.

Öyle bir ma’zûliyet, öyle bir mağduriyet ve öyle haklardan mahrumiyet yaşıyorsunuz ki, acısı iliklerinize kadar işliyor bunun. Sizi bu halde, iki büklüm olarak, mazlum, mağdur gören insanlar, meselenin üzerine re’fet ile, şefkat ile eğildikleri gibi eğilecekler. Bir de size öyle bakacaklar ki şimdiye kadar öyle bakmamışlardır. Şimdiye kadar size bakarken, kendi dinî anlayışlarına ters, “ayrı bir cereyan” nazarıyla bakmış; düşman gibi görmüş ve adeta “Bir gün gelir, yamyamlar gibi, bizi yerler!” mülahazasını taşımışlardır. Sonra sizi mazlumiyet ve mağduriyetinizle ele alıp bakmış; “Allah Allah, çok da insan yiyenlere benzemiyorlar bunlar. Hele biraz daha yaklaşalım bunlara; bir çay içirelim, bir çaylarını içelim!” demişlerdir. Bu defa yaklaşmalar ve kaynaşmalar olmuştur. Böylece sizin gaye-i hayaliniz -mefkûreniz ne ise, o mesele- de dünya çapında bir mesele haline gelmiş olur.

Bu açıdan, Allah (celle celâluhu) Kendine ait meselelerin dar bir alanda kalmasını istemediğinden dolayı, bir taraftan sizi tedip ediyor. Fakat bir taraftan da nâm-ı celîl-i Sübhânîsinin (celle celâluhu) ve nâm-ı celîl-i Nebevînin (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyanın dört bir yanında şehbal açması adına, sizin mağduriyet ruh haletinizi, mahrumiyet ruh haletinizi, mazlumiyet ruh haletinizi bir kredi olarak değerlendirmek suretiyle esasen kendinizi anlatmanıza zemin/ortam hazırlıyor. Siz de kendinizi anlatıyorsunuz; orada burada, “Allah Allah! Ütopyalarda bizim arayıp da bulamadığımız şeylermiş bunlar!” diyorlar.. diyorlar… Çok yerde böyle dediler ve sahip de çıktılar. Senelerden beri o işi tahrip etmeye çalışan insanlar, tahrip adına bütün tahrip dinamiklerini kullandılar; fakat Allah yıktırmadı, yaptığını yıktırmadı.

Evet, كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللهِ “Hepsi, Allah’tan!” وَكُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ “Hepsi, şimdi Allah’a emanet!” Siz de öyle deyin: كُلٌّ، كُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ، كُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ، كُلٌّ أَمَانَةُ اللهِ؛ نُفَوِّضُ أُمُورَنَا إِلَى اللهِ، نُفَوِّضُ أُمُورَنَا إِلَى اللهِ، كُلٌّ فِي حِفْظِ اللهِ، كُلٌّ فِي حِرْزِ اللهِ، كُلٌّ فِي أَمَانِ اللهِ “Hepsi, hepsi Allah’ın emaneti ve O’na emanet!.. Hepsi Allah’ın emaneti ve O’na emanet!.. Hepsi Allah’ın emaneti ve O’na emanet!.. Esbap ve tedbire takılmadan, tefviz-i umur ediyoruz; Allah’a sonsuz güven ve itimâd içinde bütün işlerimizi O’na bırakıyoruz. Hepsini Allah’ın korumasına havale ediyoruz. Hepsini Allah’ın sağlam sığınaklarının içine almasını diliyor; hepsini Allah’a emanet ediyoruz.”Evet, bu itirafı, böyle bir duyguyu içinizde hâsıl etmesi bile, Tevhîd adına sizin için çok önemli bir kazanımdır.

Burada yaptığınız her şey ile âdetâ öbür taraftaki mahiyet dantelanızı örgülüyorsunuz.

Geriye dönüyorum: İnsan, bir yönüyle dünyada, öbür âlem için nasıl olacaksa ve nasıl olması gerekiyorsa, o şeklini hazırlama ameliyesi içinde bulunuyor. Namaz, insan için bir şey oluyor orada; oruç, bir şey oluyor; kalbî hayat, bir şey oluyor; ruhî hayat, bir şey oluyor. Ve Allah (celle celâluhu) öbür taraftaki akıbetinizi, sizin burada yaptığınız, yazıp-çizdiğiniz, ortaya koyduğunuz bu resme göre şekillendiriyor. Burada nasıl bir tavır sergiliyorsanız, onlar öbür tarafta alınıyor, değerlendiriliyor, yeni ifadesiyle “analiz”lere tabi tutuluyor, “sentez”ler yapılıyor ve bir Cennetlik ortaya çıkıyor. Alınıyor, analizler yapılıyor, sentezler yapılıyor, bir Cehennemlik ortaya çıkıyor; bir “veyl”lik ortaya çıkıyor, bir “gayya”lık ortaya çıkıyor, bir “esfel-i sâfilîn”lik ortaya çıkıyor, bir “Araf”takilik ortaya çıkıyor.

Burada yaptığınız her şey âdetâ öbür taraftaki mahiyet dantelanızın örgülenmesi mahiyetinde bir şey oluyor. Hareket ve davranış tığınızı sürekli ibadet ü taat adıyla/unvanıyla götürüp getirerek, hareket ettirerek, öbür tarafa ait bir kanaviçeyi örgülüyor gibi oluyorsunuz. Oraya gittiğiniz zaman da “Allah Allah! Meğer oruç, Reyyân’dan geçme imiş! Meğer abdest almak, Kevser-i Nebevî’yi içmek imiş; لاَ أَظْمَأُ بَعْدَهَا ‘Onu içtikten sonra artık bir daha susamam.’ hakikatini tatma imiş! Meğer şu kasrın arkasındaki şey, şu imiş! Meğer Cenâb-ı Hakk’ı görmenin arkasında, burada hep görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmek varmış!” diyeceksiniz.

Efendim, تَمُوتُونَ كَمَا تَعِيشُونَ، وَتُحْشَرُونَ كَمَا تَمُوتُونَ “Nasıl yaşıyorsanız, öyle ölecek, berzahı öyle geçirecek, öyle haşr u neşr olacak ve öbür tarafta o muameleyi göreceksiniz.” Öbür taraf, tamamen, burada örgüleniyor. Burada insan, kendi kendini -bağını/bahçesini tımar eder gibi- tımar ediyor. “Bir bağ ki görmezse terbiye tımar / Çalı-çırpı sarar, hâristan olur!”Görürse terbiye, bağistan olur, bostan olur, baharistân olur, Cennet olur. Vesselam.

اَللَّهُمَّ غَلَبَةً عَلَى أَعْدَائِنَا تُغْنِينَا بِهَا عَنْ تَأْيِيدِ مَنْ سِوَاكَ * اَللَّهُمَّ نُصْرَةً عَلَى أَعْدَائِنَا تُغْنِينَا بِهَا عَنْ نُصْرَةِ مَنْ سِوَاكَ * اَللَّهُمَّ عِنَايَةً مِنْ لَدُنْكَ تُغْنِينَا بِهَا عَنْ عِنَايَةِ مَنْ سِوَاكَ * يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ، يَا ذَا الْجَلاَلِ وَالْإِكْرَامِ

“Allahım! Bize karşı kin ve öfkeyle oturup kalkan hasımlarımıza öyle bir galebe çalmayı ihsan buyur ki, Sen’den gayrı bütün mâsivâdan bu konuda gelebilecek her türlü desteğe karşı bizleri müstağnî kılsın! Allahım! Yüce katından bizlere öyle bir nusret ve yardımda bulun ki, Sen’den gayrı bütün mâsivâdan gelebilecek destek, arka çıkma ve yardımlardan bizleri müstağni kılacak ölçüde olsun! Allahım! Sen’den gayrısının, bütün mâsivânın ihtimam, in’âm ve lütuflarından bizleri müstağnî kılacak bir inâyet-i kâmile ile bizleri serfirâz kılmanı diliyor ve dileniyoruz. Ey Erhamerrâhimîn, ey Celâl ve İkrâm Sahibi Rabbimiz!..”

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Ahlâkî çöküntü ve yenilenme cehdi

Fethullah Gülen: Ahlâkî çöküntü ve yenilenme cehdi

“Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhul!”

  • Hazreti Pir’in de dediği gibi enâniyet asrı bu asır. Herkesin enâniyeti, benliği bir buz parçası adeta. Onu eritebilmek için de imanın, iz’anın, ihsanın, belki ihlasın derin enginliklerine ihtiyaç var. Yoksa o aysberg gibi şeyleri başka basit göller, hatta denizler bile eritemez. Sımsıcak bir iman atmosferine, İslam atmosferine, ihsan atmosferine, ihlas atmosferine, iştiyak atmosferine ihtiyaç var ki o aysberg gibi şeyler erisin.
  • Bir de manevî hastalıkların görenekle bir kesimden başka bir kesime sirayet etmesi gibi ayrı bir tehlike var. Birileri o kadar rahat yalan söylüyor, iftirada bulunuyor; komplolar, hileler, ayak oyunları arkasından koşuyor ki, bunlar işlene işlene toplumda bir ahlak haline geliyor.
  • O bakımdan dinin temel disiplinleri adına çok sıkı durmak icap ediyor. Zerre kadarının bulaşmasına meydan vermemek lazım. Enâniyetin başını alıp gittiği, onu besleyecek şöhret, müşarün bilbenan olmak ve o istikamette kullanılan argümanlar gibi; mübalağalar, yalanlar, iftiralar, başkalarını karamalar, kendini masum, masun göstermeler ve hatta nübüvvet payesi sayılan sıfatlarla serfiraz görünmeler gibi faktörlerin çoğalıp yaygınlaştığı zamanımızda -gördüğünüz gibi- başkaları da o korkunç hataları hiç utanmadan, yüzleri kızarmadan telaffuz edebiliyorlar.
  • Toplumun perişan halini merhum Mehmet Akif’in şu sözleri ne güzel tarif ediyor:

    Hayâ sıyrılmış, inmiş öyle yüzsüzlük ki her yerde
    Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!
    Vefa yok, ahde hürmet hiç, emânet lâfz-ı bi-medlûl;
    Yalan râyic, hıyânet mültezem her yerde, hak meçhûl.
    Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
    Nazarlardan taşan manâ ibâdullâhı istihkar.
    Beyinler ürperir, yâ Rab, ne korkunç inkılâb olmuş;
    Ne din kalmış, ne îman, din harâp, îman türab olmuş!
    Mefahir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl
    Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, durmaz istiklâl!

Kurtuluşumuzun anahtarı yenilenme cehdi

Soru: “Şayet maruz kaldığımız musibetlerin sebebi bizim partallaşmamız ise, kurtuluşumuzun anahtarı yenilenme cehdidir.” mülahazası zaviyesinden, yenilenme denince neler anlamalıyız? Bu yenilenme hangi esaslarla mümkün olabilir?

  • İmanımızı bir kere daha gözden geçirme en önemli faktör, çünkü çağımızda bu mesele çok önemli. Hazreti Bediüzzaman diyor ki: “Bu çağın derdi imansızlıktır.” Öyleyse bu çağın derdine çare de reçete de imandır. İman esasları üzerinde durmak lazım.
  • “Ee.. biz inanıyoruz!” denebilir. Ekseriyet itibarıyla, kültür müslümanlığı bu. Neşet ettiğimiz kültür ortamı itibarıyla inandığımız şeyler var. İlmihali de hafife almıyorum ama Mızraklı İlmihali müslümanlığı müslümanlığımız. Camideki vaizlerin, imamların, hatiplerin müslümanlık adına ortaya attıkları dinamikler nelerse -onlara da can kurban, hafife almıyorum- o müslümanlıkla çağımızın dertlerine derman olunamaz. Onlar çağımızın dertlerinin reçetesi sayılamaz.
  • Bir kere daha şu kitabullah-ı azam Kur’an-ı Kerim’i ve kitab-ı kebir-i kainatı mütalaa edip tefekkür, tezekkür ve tedebbür ikliminde iman, marifet ve muhabbet adına sürekli beslenmeli. Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere inanmak gibi imanın bütün şubelerine yakîn hasıl etmeye çalışmalı.

Kur’an’a dönüş yılları

  • Dr. İkbal bir edip, bir şair, bir düşünür olmakla beraber, aynı zamanda bir zahid bir âbiddir. Londra’da 15-18 sene kadar kalmış, bir gece teheccüdünü kaçırmamış. Dolayısıyla Kur’an-ı Kerim’e karşı da ciddi bir alakası var. Diyor ki: “Ben hep Kur’an okuyordum da babam bana diyordu ki, ‘Oğlum Kur’an oku!’ Bir gün babama cevap mahiyetinde ‘Baba, dedim, ben her zaman Kur’an okuyorum.’ ‘Oğlum, Hazreti Muhammed (aleyhissalatu vesselam)’a inmiş Kur’an’ı, O’na inmiş gibi değil, şu anda Allah sana indiriyor gibi oku!’ dedi.” Zannediyorum tecdide bir de bu mülahaza ile bakmak lazım.
  • Hazreti Pir-i Muğan hiç olmazsa iki rekat teheccüd kılınması gerektiğini söylüyor, berzah hayatını aydınlatacak projektör gibi gösteriyor onu. Kabir sonrası hayatınızın aydınlanması o teheccüd namazına vabeste, diyor. Gecenin son üçte birinde kalkıp Cenab-ı Allah’a taabbüdde bulunmak, kemerbeste-i ubudiyette bulunmak kabir hayatını, berzah hayatını aydınlatabilecek bir projektör.
  • Kur’an’ı Kerim’i sana iniyor gibi ve her ayetin, başta seninle bir münasebeti olduğu mülahazası ile okuyacaksın. Hatta kafirlerle, münafıklarla alakalı şeyleri okurken bile “Galiba bende de bir kafir sıfatı var!..” düşüncesinden uzak kalınmamalı. Bir kafir sıfatı bulunmakla insan kafir olmaz, fakat her mü’minde kafir sıfatı da bulunabilir. Mesela gafil yaşamak, lâhî ve lâğî yaşamak, ömrünü, zamanını israf etmek kafir sıfatlarıdır. Yalan söylemek, iftira etmek, bunları görüp sessiz kalmak, onların yanında oturmak kafir sıfatıdır. Yani Kur’an-ı Kerim’in her ayetinin bize bir şey dediğine inanmakla ancak gönül dünyamızı ihya edebiliriz. Çünkü hatalar görülmeyince, kabul edilmeyince -zannediyorum- onların giderilmesine de gayret edilmez. Onlardan vazgeçmek, tevbe-yi istiğfarda bulunmak, her defasında 10-20-30 yıl sonra, yaptığımız o mesavî aklımıza geldiği zaman bir kere daha onun üzerine tevbe doluları yağdırmak, balyozları indirmekle giderilmesine çalışılmış olur.
  • Kültür müslümanlığı olarak, yetiştiğimiz kültür ortamından aldığımız şeyleri yeterli gördüğümüz için, bugün sadece Türkiye değil, bütün âlem-i İslam böyle yarım yamalak, nazarî müslümanlığın derbederliği içinde bocalayıp duruyor -hafizanallah-.

Yenilenme ve canlı kalma hususunda birbirimize destek olmalıyız

  • Buraya kadar söylenenler, bir bakıma, yenilenmenin nazarî yanıydı. Fakat zannediyorum, insanlar, Hazreti Pir’in ifadesiyle “kubbedeki taşlar gibi birbiriyle baş başa vermezlerse dökülürler.” Öyle baş başa vermeye ihtiyacımız var.
  • Birbirimizin devrilmesine meydan vermememiz için oturduğumuz, kalktığımız, gezdiğimiz, tozduğumuz yerleri mutlaka sohbet-i Canan hesabına değerlendirmeliyiz. Fuzuli konuşmak yerine açıp bir kitap okuyarak, müzakeresini yaparak, bunu yapamıyorsak açıp Cevşen’i, Evrad-ı Kudsiye’yi, Sekine’yi okuyarak zamanı israf etmekten kurtulmalıyız. Deme damara dokundurmadan, eksik ve yanlışlarımızın muhasebesini yapmalı ve olgunlaşmaya bakmalıyız. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun değişik kimselerin hataları karşısındaki tavrını örnek almalıyız. Peygamber Efendimiz, bazı şahısların hususi kusurlarını, umum heyet içinde, o şahsın ders alabileceği ama utanmayacağı, kendisini psikolojik suçluluk içinde hissetmeyeceği ve komplekslere girmeyeceği şekilde ifade buyururdu.
  • Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) birisini zekât âmili olarak bir bölgeye göndermişti. O şahıs da gittiği yerde halkın vermesi gereken vergileri toplayıp getirmişti. Ancak âmiller o dönemde âdeta bir vali ve hâkim gibi çok salahiyetli kimseler olduğundan kimi yerlerde halk vergilerinin yanında bu vazifelilere bazı hediyeler de veriyorlardı. İşte bu zat halktan topladığı değişik vergileri maliyeye teslim ederken, “Bunlar size aittir, bu da bana hediye edildi.” diyerek, kendisine verilen hediyeleri ayırmıştı. Bunun üzerine minbere çıkan Allah Rasûlü (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh), Allah’a hamd ve senâ ettikten sonra, o şahsı doğrudan muhatap alıp mahcup duruma düşürmeden, herkese hitap ediyor gibi genel bir üslûpla, “Ben sizden birini Allah’ın bana tevdi ettiği bir işte istihdam ederim. Sonra o kişi gelir, ‘Şu devlete aittir, bu da bana hediye edilendir.’ der. Eğer bu adam doğru söylüyorsa, anasının veya babasının evinde otursaydı da, hediyesi ayağına gelseydi ya?” buyurmuştu.

“Herkes evine dünyalıkla dönerken, siz Rasûlullah’la kalmaya razı değil misiniz?”

  • Huneyn vakasından sonra yaşananlar da bu güzel ahlaka bir misal olarak verilebilir. Bilindiği üzere, Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) henüz Müslüman olmuş ancak müellefe-i kulûb olarak gördüğü bazı Mekkelilere ganimetten pay vermesi ensar-ı kiramdan bazı gençleri rahatsız etmişti. Onlardan birkaçı şöyle demişti: “Daha onların kanı kılıçlarımızdan damlıyor, hâlbuki en fazla payı da onlar alıyor.” Durumdan haberdar olan Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), Ensar’ın tamamını toplayarak, bu sözü söyleyenlerin yüzlerine vurmadan umuma bir konuşma yapmıştı. Evvela Cenâb-ı Hakk’ın kendisini onlara bir nimet olarak gönderdiğini hatırlatarak şöyle buyurmuştu: “Ben geldiğimde, siz dalâlet içinde değil miydiniz? Allah, benimle sizi hidayete erdirmedi mi? Ben geldiğimde, siz fakr u zaruret içinde kıvranmıyor muydunuz? Allah, benim vesilemle sizi zenginleştirmedi mi? Ben geldiğimde siz, birbirinizle düşman değil miydiniz? Allah, benimle sizin kalblerinizi telif etmedi mi?” Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara her seslenişinde, Ensar da, “Evet, minnet ve şükran Allah’a ve Rasûlü’nedir.” diyordu. O Rehber-i Küll Muktedâ-i Ekmel Efendimiz de (aleyhi ekmelüttehâyâ) her zamanki gibi yine taşı gediğine koymuş ve konuşmasını şöyle tamamlamıştı: “Ey Ensar topluluğu! Herkes evine deveyle, koyunla dönerken, siz evlerinize Rasûlullah’la dönmeye razı değil misiniz?” Bunun üzerine Ensar-ı kiram efendilerimiz gözyaşları içinde, “Razı olduk!” deyip teslimiyet ve memnuniyetlerini ifade etmişlerdir.
  • Bu hâdiselerde görüldüğü üzere, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), kimsenin kusurunu yüzüne vurmadan, yumuşak tavrıyla bir hekim gibi hareket etmiş ve yağdan kıl çeker gibi bu problemleri çözmüştür. Birbirimizin yanlış ve eksiğini söylerken aynı üslubu takip etmeliyiz. Hazreti Nebiyy-i Zişan’ın üslubuna bağlılık içinde o eksiği gediği deme damara dokundurmadan hatırlatmalıyız.
  • Hâsılı, hayatımızı tefekkür, tedebbür ve tezekkürle değerlendirmeli; Sohbet-i Canan’la derinleştirmeli; sürekli kitap okuma, zikr u fikirde bulunma cehdi sergilemeli ve Allah’ın inayetiyle bu vesileler sayesinde hep canlı kalmalıyız. Hemen her konuyu evirip çevirip O’na getirmek suretiyle kurbet ufkuna yürümeliyiz. Böylece gönüllerimize asıl meselelerimizin gurbetini, yalnızlığını ve yetimliğini yaşatmamış oluruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Ahlakın Esasları: Hikmet, şecaat, iffet ve adalet

Fethullah Gülen: Bamteli: Ahlakın Esasları: Hikmet, şecaat, iffet ve adalet

  • Sofilerin “ümmühât-ı huluk” (güzel ahlakın ana kâideleri) dedikleri hususlar, insanın yeniden inşası ve yıkılmış ruh âbidesinin ikâmesi için zarurî olan, onu ayağa kaldıracak temel esaslar/rükünlerdir; buna peygamber ahlakının rükünleri ya da Kur’an ahlakının esasları da diyebilirsiniz. Bu rükün ve esaslar sayesindedir ki, Ashab-ı Kiram efendilerimiz, çok sağlam inşa edilmiş ve kıvamını bulmuş insanlar olarak çok kısa sürede çok büyük işler başarmışlardır. (00:36)
  • Ümmühât-ı hulukun başında hikmet gelir. Hikmet; faydalı ilim, irfan, herkesin bilmediği gizli sebep, fıkıh, felsefe, yaratılıştaki ilâhî gaye, sebeplerin ruhunu kavrama, eşyanın perde önü ve perde arkasına ıttıla, ibret almayı gerektiren herhangi bir söz, güzel huy, herkesin faydasına olan hizmet, bir kötülüğü önlemek veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir iş, sünnet-i seniyye, din, Kitap gibi pek çok manalara gelmektedir. Kâinat kitabını iyi okuma, fizikle beraber metafiziği ve maverâ-i tabiatı hesaba katma, teşriî hükümlere riâyetin yanı başında tekvinî emirleri de göz önünde bulundurma, bir yandan Cenâb-ı Hakk’ın mâhiyet-i eşyaya yerleştirdiği maslahatları, diğer taraftan da dinin özündeki gayeleri kavramaya çalışma gibi hususlar da hikmetin farklı yanlarını ifade etmektedir. Kur’an-ı Kerim’de, hikmet kelimesiyle genel olarak, nasihat ve öğüt, ilim ve irfan, vahiy ve peygamberlik, Kur’an’ın incelikleri ve ilâhî sırlar kastedilmiştir. Ayrıca, akıl gücünün vasat (itidâl) mertebesi, hikmet tabiriyle ifade edilegelmiştir. Kuvve-i akliye’nin ifrat (aşırı) hâline, hakkı bâtıl, bâtılı hak gösterme manasında “cerbeze”; tefrit durumuna, hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamama, en basit şeyleri dahi idrak edememe anlamında “gabâvet” ve “hamâkat”; mûtedil olanına da, eşya ve hadiseleri güzelce değerlendirip, lehte ve aleyhte olması muhtemel bulunan şeyleri birbirinden ayırabilme keyfiyetinin unvanı olarak “hikmet” denmektedir. Görüldüğü üzere, İslâm âlimleri, hikmetle alakalı çok farklı tarifler yapmışlar ve onun onlarca değişik manasını nazara vermişlerdir. Aslında, bu tariflerin herbiriyle hikmetin bir yanını dile getirmişlerdir. Fakat, çoğunluk itibarıyla, hikmeti “faydalı ilim ve salih amel beraberliği” şeklinde yorumlamışlardır. (05:45)
  • Hazreti Üstad, “Kâinat mescid-i kebirinde Kur’ân kâinatı okuyor, onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım. Hidayetiyle amel edelim. Ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup Hak’tan gelip hak diyen ve hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” ifadeleriyle, Kur’ân’ın, kâinat kitabını şerh ettiğini söylemiştir. Eğer Kur’ân-ı Kerim kâinatın çehresine kendi ziyasını neşretmeseydi, bu kâinat bir kısım kaoslardan, korkunç kâbuslardan ve dehşet veren hadiselerden ibaret kalacaktı. Biz her şeyin gerçek yüzünü, her bir varlığın Cenâb-ı Hakk’ın pırıl pırıl bir sanatı olduğunu Kur’ân’ın kainat çehresine çaldığı ziya sayesinde gördük ve öğrendik. Nitekim, Recâizâde Ekrem “Bir kitabullah-ı a’zamdır serâser kâinât. Hangi harfi yoklasan mânâsı Allah çıkar.” der. Hazreti Pir de kâinatın satırları teemmül edildiğinde onların mele-i âlâdan insana gönderilmiş birer mektup olduğuna dikkatleri çeker. Yani bu kâinatın sayfa ve satırları arasında gezen, onun kelimelerini kaldıran, harflerini yoklayan bir kimse onların manasının hep “Allah” diye haykırdığını görecek ve kendisi de Allah diyecektir. Çünkü böyle mükemmel bir sistemin başka bir şeye nispeti mümkün değildir. Gökleri ve yeri yaratıp onlarda mükemmel bir nizam kuran Allah olduğu gibi, insan mahiyetinde ve insan fizyolojisindeki ahengi temin eden de Allah’tır (celle celâluhu). İşte kâinattaki her bir eşya ve hadisenin O’nu hatırlatması da hikmetin ayrı bir yanını teşkil eder. (08:23)
  • Hikmeti, yerli yerince davranma ve her şeyi yerli yerince kullanma şeklinde yorumlayanlar da olmuştur. Mutedil ve müstakim olma mânâlarına da gelen bu son tespiti şu şekilde biraz daha açmak mümkündür: İfrat ve tefrite girmeden her şeyin hakkını verip itidali korumak.. sorumluluklarımızı şer’î çerçeve içinde anlamak ve yerine getirmek.. esbap dairesi içinde kaldığımız sürece sebeplere riayette kusur etmemek.. iyiliklerde dahi olsa aşırılığa girmeyip dinin, her şart altında yaşanılırlığı düşüncesini korumak.. ve hayatı Sünnet programlı yaşamaya çalışmak.. Hakk’ın takdirlerini kendi tercihlerimiz önünde düşünmek ve O’nun şer’î ve kevnî her türlü icraatını gönül rızasıyla karşılayıp “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah” mülâhazasını bir lahza bile hatırdan çıkarmamak. (09:38)
  • İslam’da amelî hükümler, ibadetler ve muamelât olmak üzere iki başlık altında toplanabilir. Sözlükte, boyun eğme, itaat etme, tapınma, kullukta bulunma manalarına gelen ibadet, Allah rızasını kazanmak için yapılan, Allah’a yakınlık kazandıran ve şekli Allah tarafından belirlenmiş bulunan, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek gibi şuurluca ortaya konan fiillere denir. Muamelat ise, evlenme, boşanma, akit, ceza, miras, şahitlik, alış-veriş ve davalar gibi ibadetlerin dışında kalan ve insanların gerek birbirleriyle gerekse toplumla olan münasebetlerini düzenleyen hususları ihtiva eden hükümlerdir. Taabbudîlik; ibadetleri sadece ubudiyet anlayışı ve kulluk şuuruyla yerine getirme, ibadetlerin arkasında emr-i ilahîden başka değişik sebepler aramama, onları zamanına, şekline ve keyfiyetine riayet ederek ifa etme ve neticesini de ahirette Allah’tan bekleme demektir. Genel manada ifade edilecek olursa, ibadetlerde taabbudîlik; muamelat alanına giren hükümlerde ise, hikmet ve maslahat esastır. Bununla beraber, her ibadetin pek çok hikmeti, her muamelenin de bir kısım taabbudî yanları vardır. Taabbudîlik, kulluk vazifesinin arkasında hiçbir şey aramama ve amelleri sadece Allah’ın emrine bağlama duygusunu, Allah’a (celle celâluhu) halisâne teveccüh hissini meydana getirdiği için çok önem arz eder. Hatta sadece ibadetlerde değil; ferdî, ailevî ve ictimaî hayatla alâkalı vaz’edilmiş esaslarda da bir taabbudîlik vardır. İnsan günlük hayatında yapageldiği işlerde ve muâmelâtta da sadece emredildiği için yapma niyetini gözetebilir. Âdiyât ve muâmelâtta akla, mantığa ve hikmete muvafık mânâlar daha çok görülse bile, insan onların da “emredilmiş olmaları”nı esas alabilir. Böylece ister ibadetlerini, isterse günlük hayatta yapageldiği şeyleri, taabbudîlik mülahazasına bağlı yapar ve kendisini hâlisâne kulluk ruhuna alıştırmış olur. Bu cümleden olarak, Peygamber Efendimiz’in ardından gitme ve O’na benzeme niyetiyle ortaya konan âdetler, örfî muameleler ve fıtrî hareketler dahi ibadet şeklini alır ve insana sevap kazandırır. Yeme-içme, oturup kalkma, alıp satma gibi sıradan iş, âdet ve muameleler esnasında ilahî emirleri ve Allah Rasûlü’nü düşünüp O’na tâbi olmaya niyetlenen insan, âdetlerini dahi ibadete çevirmiş ve böylece her hareketiyle sevap kazanmış olur. (10:05)
  • Ümmühât-ı hulukun ikincisi “şecâat”tir: Cenâb-ı Allah insana, dışarıdan gelecek saldırılardan kendini koruması için “kuvve-i gadabiye” (öfke hissi) dediğimiz bir duygu vermiştir. Bu duygu, hariçten gelen hücumları önlemek için itici bir kuvvet ve tedbirli olmaya yarayan bir güçtür. Korkulacak şeyler karşısında temkinli davranma ve onları telâşa kapılmadan savmaya çalışma anlamındaki yiğitçe duruşun, yani “şecâat”in kaynağı olan bu duygu; bütün kin, nefret, hınç, hiddet, dargınlık ve kızgınlığın da menşeidir. Bazıları, korkulmayacak şeylerden dahi korkar, sürekli vehimlerle oturup kalkar ve değişik paranoyalarla hayatı yaşanmaz hâle getirirler ki, bunların halini “cebânet” (korkaklık) kelimesi ifade eder. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, onlar âkıbeti hiç düşünmeden, ölçüsüzce ve muhâkemesizce her işe girişir ve neticesi mutlak felâket olan tehlikelere bile korkusuzca atılırlar. Kuvve-i gadabiyenin bu ifrat hâline de “tehevvür” (korkusuzluk ve saldırganlık) denir. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir.” hakikatine bağlılık içerisinde, başa çıkılmaz ve aşılmaz gibi görülen dâhiyeleri aşma istikametinde sergilenen performansın adı olan “şecâat” ise güzel ahlakın çok önemli bir esasıdır. (13:20)
  • Kör cesaret ve sağır şecâat bir fazilet değildir; şecâatin hikmetle dengelenmesi ve görür duyar hale getirilmesi lazımdır. (16:58)
  • Mute Harbi, kuvvetler dengesinin olmadığı, bir müslümana mukabil otuz kırk düşman askerinin saldırdığı bir savaştır. Bizans o günlerde dünyanın süper gücüdür; Müslümanlar ise Medine’de kendilerine henüz yer-yurt edinmeye çalışma konumundadırlar.. sayıları az, imkânları dar, arka çıkanları da yoktur. Fakat, iman, aşk, şevk, cihad, gazâ, şehadet gibi duygu ve inançlarla dopdolu üç bin insan, koskoca bir devletle çarpışmaktadır. Mute aynı zamanda, Allah Rasûlü’nün canı gibi sevdiği Zeyd İbn Hârise, Cafer İbn Ebî Talib ve Abdullah İbn Revâha’nın şehit düştüğü bir ulu meşheddir. Üç kumandanı peşi peşine şehit düşen askerin moral gücü malumdur. İşte Hazreti Halid kumandayı eline aldığında İslâm ordusunun hâli budur. Hazreti Halid üç gün üst üste, ordunun değişik kanatlarında yer alan insanları sürekli yer değiştirerek, Bizanslılara, takviye güçler geliyor imajını vermiş ve evvelâ moral olarak onları çökertmiştir. Bu arada cansiperâne savaşmış.. ve farklı rivayetlere göre o gün elinde 7 veya 9 kılıç kırılmıştır. Sonra da askerini usta bir manevra ile geriye çekebilmiştir. İşte Hazreti Halid’in böyle geriye çekilmesi, kısa veya uzun vadeli bir teknik ve taktiktir; tabir-i diğerle iki adım ileriye atlamak için bir adım geriye çekilmektir ve tam bir aksiyondur. Aynı zamanda şecâatin hikmetle dengelenmesinin çok güzel bir misalidir. (20:30)
  • Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in ve Ashab-ı Kiram’ın Hudeybiye’deki temkinli tavır ve davranışları da şecâat ile hikmet arasındaki münasebeti ortaya koyan güzel bir örnektir. (27:50)
  • Ümmühât-ı hulukun üçüncüsü “iffet”tir. Daha önce de işaret edildiği gibi, İslâm ahlâkçıları insanda üç temel duygunun bulunduğunu söylemiş; belli ölçüde de olsa hakikatleri görüp, fayda ya da zarar getirecek şeyleri birbirinden ayırma melekesine “kuvve-i akliye”; kin, hiddet, kızgınlık ve atılganlık gibi hislerin kaynağı sayılan güce “kuvve-i gadabiye”; arzu, iştiha ve cismânî hazların menşei kabul edilen duyguya da “kuvve-i şeheviye” demişlerdir. Kuvve-i şeheviyenin, hayâ hissinden tamamen sıyrılarak her türlü cürmü işleyecek kadar kayıtsız kalma şeklindeki ifrat hâlini “fısk u fücûr”; helal nimet ve lezzetlere karşı dahi hissiz ve hareketsiz kalma durumunu da “humûd” olarak isimlendirmişlerdir. Kuvve-i şeheviye açısından istikamet ve itidal üzere bulunarak, meşru dairedeki zevk ve lezzetlere karşı istekli davranmanın yanı sıra, gayr-i meşru arzu ve iştihalara iradî olarak kapalı kalma tavrını ise “iffet” kelimesiyle ifade etmişlerdir. Bu zaviyeden iffet, umumî manâsıyla, iradenin gücünü kullanarak cismanî ve behimî arzuları kontrol altına almak, zinadan ve sefihlikten uzak durmak demektir. Evet, “iffet”, dil, göz, kulak, el, ayak gibi uzuvları günahlardan koruyarak ve helal dairedeki zevk ve lezzetlerle iktifa ederek haramlardan uzak kalmaktır. Ahlâkî değerlere bağlı ve günahlardan âzâde yaşamanın en mühim vesilelerinden biri sedd-i zerâî prensibine uygun şekilde davranmak ve ayakları kaydıracak zeminlere hiç yaklaşmamaktır. İffeti, düşünce namusundan meslek ahlâkına kadar geniş bir çerçevede değerlendirmek daha doğru olsa gerektir. Nitekim, müstağni davranmak, başkalarına el açmamak, dilencilik yapmamak ve kimseye yüz suyu dökmemek de iffetin çok önemli derinliklerinden sayılmıştır. (31:10)
  • İffetin çok önemli bir buudu, istiğna ve beklentisizliktir. Gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür. Kim bilir onların içlerinde daha kaç yüz tane öyle müstağni insan vardı ama kendilerini ifşâ etmediklerinden dolayı isimleri siyer ve megazi kitaplarına girmedi. (36:02)
  • Ümmühât-ı hulukun dördüncüsü ise “adalet”tir. Dengeli olma, aşırılığa düşmeme, herkesin ve her şeyin hakkına riâyet etme, zulme girmeme mânâlarına gelen “adl” ve “adalet”, İslâm dininde ahlâkî ve hukukî yanlarıyla fevkalâde önemli bir esastır. (41:33)
  • “Mukabele-i bilmisil”de bulunmaya (bir davranışa aynıyla karşılık vermeye) din ruhsat tanımıştır. Fakat, öyle zaman olur ki, bir kötülüğe karşı siz de aynıyla mukabele ederseniz, çok daha olumsuz hadiselere sebebiyet verebilirsiniz. Bu açıdan, o ruhsatı günümüzün insanları kullanmamalıdır. Nitekim, Kur’an-ı Kerim’de düşmana ancak yaptığı kadarıyla karşılık verilebileceği beyan buyurulduktan sonra, “Eğer sabrederseniz, bu, sabredenler için daha hayırlıdır” (Nahl Suresi, 16/126) denmekte ve inananlar sabra teşvik edilmektedir. (41:52)
  • İman ve Kur’an hizmetinin gönüllüleri her zaman şu ayetin ışığında hareket etmelidirler:

    وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ اِدْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ
    “İyilikle kötülük bir olmaz. O halde sen kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak. Bir de bakarsın ki seninle kendisi arasında düşmanlık olan kişi candan, sıcak bir dost oluvermiş!” (Fussilet Suresi, 41/34)

    (44:38)
  • “Zalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı var / Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk’ın divanı var.” demişler. Fakat bence size zulmedenlerin Hakk’ın divanında cezaya çarptırılmaları isteğinde de bulunmayın. Sizi karşı cepheden görüp 40-50 sene en olumlu işlerinizi dahi sorgulayan insan hakkında bile “Allah seni cehennemle cezalandırsın!” demeyin. İlle de bir şey diyecekseniz, “Allah benim kalbimi de senin kalbini de ıslah eylesin!” deyin. (45:37)
  • Sabrın, sabırdan daha ötesine sabredeceğimi bileceği ana kadar dişimi sıkıp sabredeceğim. (48:28)

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Aksiyon Öncelikli Düşünce

Soru: 1) Normalde bütün hareketlerimizin mukaddem bir plan ve programa bağlı götürülmesi önemli bir disiplin olarak zikrediliyor. Diğer taraftan, hizmet felsefemizde “aksiyon öncelikli bir düşünce”nin varlığından bahsediliyor. “Aksiyon öncelikli düşünce” nasıl anlaşılmalı ve uygulanmalıdır?

Aktif sabırla sabredeceğiz

Aktif sabırla sabredeceğiz

“Dünya, içiyle-dışıyla bir kitap fuarı..
Nümâyân her yanında ulûhiyet esrârı,
Dönüyor, temaşa edince, insanın başı,
Marifet nurları sarıyor bütün efkârı.”

Bu nazar nerede, biz neredeyiz?!. أَيْنَ هُوَ، أَيْنَ نَحْنُ Koca kâinatı, bir “kitâb-ı kebîr” (büyük bir kitap) gibi, mütalaamıza sunmuş. “Arz” aşağıdan yukarıya olduğu için, orada “arz” tabirini -dil esprisi açısından- kullanmamak lazım; “sunmuş” ve “Alın, bu kitabı mütalaa edin!” buyurmuş. Derin bir kitap; okuyamıyoruz!.. Paragraflar arası, cümleler arası münasebeti kuramıyoruz. Efendim, Samanyolu’dur, başka kehkeşanlardır… Bir buçuk milyar galaksi varmış, her galaksi içinde şu kadar sistem, bir milyar sistem varmış… Sonra, “Kudret” ve “İrade”siyle önümüze serdiği, “Kudret ve İrade meşherleri” diyeceğimiz, “İlim” programına göre Kudret ve İrade meşherleri… Kocaman bir kitap, okuyamıyoruz onu!.. “Madem okuyamıyorsunuz; Ben size onun sayesinde kâinatı da okuyacağınız/okuyabileceğiniz bir kitap göndereyim! Bir Beyan!.. O Kur’an-ı Kerim, onu (kâinat kitabını) okuyor, onu dinleyin!..”

“Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor!”; Allah’ı tanımanın ve yaratılış sırlarına ermenin yolu, o sese kulak vermektir

Hazreti Üstad’ın ifadesiyle, “Sus; kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet, söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen, hakikati gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.” O kocaman meşherleri, kâinat kitabını hallaç edercesine Kur’an-ı Mu’cizü’l-beyan, okuyor. “Takıldığınız yerler varsa, benim Nebî’m (sallallâhu aleyhi ve sellem), ona tercüman; şerhler, hâşiyeler düşerek, ‘Sünnet-i Seniyye’si ile. Onu da tam anlayamıyorsanız, husûsî bir cemaat yarattım Ben (celle celâluhu); müçtehidîn, müceddidîn, ulemâ-i âmilîn/kâmilin. Onlar, o meselenin doğrusunu anladılar. Bir de kulaklarınızı onlara açın!”

Mesmûâta dair Allah’tan gelen mesajların yanında, bir de kulaklarınızı onlara açın. O zaman, kulaklarınızı açınca, gözünüz de açılacak. Evvelâ kulakları açmak, mesmûâta karşı. Çünkü sadece gözü açmak eğer yetseydi, kâinat kitabını hallaç edenler, Allah’a ulaşırlardı. Binlercesi, onu didik didik ettikleri halde, hâlâ yollarda; Firdevsî destanlar kesip duruyorlar, iki adım atamamışlar. Öyle ise evvelâ “mesmûât”, sonra “mubsarât”; kulaklarda tın tın hakikatin sesi, nağmesi; bestesi güftesine uygun, güftesi bestesine uygun. Onu dinleyin. Sonra kâinattaki besteyi de duyacaksınız, güfteyi de duyacaksınız/anlayacaksınız. Yazan’ı (celle celâluhu) da tanıyacaksınız, “Seslendiren”i (sallallâhu aleyhi ve sellem) de tanıyacaksınız, onun şerhini/hâşiyesini de tanıyacaksınız. Onu tanımanın yolu da, onları tanımadan geçiyor. Bu argümanları tanımadan ve doğru yorumlamadan, O’nu tanımak ve O’nu bilmek mümkün olmayacaktır.

Zira رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْ “Sizi en iyi bilen, Rabbinizdir” (İsrâ, 17/54) Kendini en iyi bildirme mevzuunda da, sizi gerekli donanımlarla donatmıştır; “Gelin, Beni bilin!” وَمَا خَلَقْتُ الْجِنَّ وَالْإِنْسَ إِلاَّ لِيَعْبُدُونِ “İns ve cinni, bana kulluk etsinler -İbn Abbas yorumuyla, Beni bilsinler, Beni tanısınlar- diye yarattım!”(Zâriyât, 51/56) Bilip tanımayınca, kulluk şeklî olur, folklor olur. Yatar-kalkarsınız, aç durursunuz, para harcar hacca gidersiniz; şekildir bunların hepsi. Fakat özü, esası ve ruhu, bir yönüyle o meselenin kalbe ve tabiata mal olmasıdır, sizin bir parçanız haline gelmesidir. Namazlaşmak, oruçlaşmak, haclaşmak; o işin tâ kendisi olmak. Kendisi olmayınca ki bu, meselenin “hakka’l-yakîn” ufkudur; onu -eskilerin tabiriyle-  “mahiyet-i nefsü’l-emriye”sine uygun, nasıl ise öyle, tanımanız mümkün değildir. Mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle tanımanız mümkün değildir; fakat tanıtmak için Allah, yapılacak her şeyi, on katı ile yapmış; laubaliler anlamasalar bile, lakaytlar anlamasalar bile!..

Atıp tutmayı bırakmak lazım; iddiayı bırakmak lazım!.. İddia, atıp-tutma, “olma”nın önünde en büyük bir engeldir. Bunları atmadan bir insan, “olma” denen o ufka ulaşamaz. O olmayınca da, hep “ham” tadı verir, ekşi, tuz-biber.

“Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim!..”

Bu girizgâhtan sonra bugünkü mevzuya geçelim: Malın mülkün gasp edilmesi, zindan, gaybubet, hicret. Bunların hepsi, musibet kategorisi içinde mütalaa edilebilecek şeyler. Bazılarına “tam musibet” denir, bazılarına “nisbî musibet” denir. Fakat hani bunların bir zâhiri durumları itibarıyla ifade ettikleri şeyler var. İfade ettikleri şeyler acı, ızdırap… Onun için dişini sıkıp sabretmek lazım.

Hazreti Ali’ye nispet edilir, Kıtmîr de Arapçasını tahta kulübeme asmıştım. O tahta kulübeden ayrılırken, sevdiğim arkadaşlarımdan -belli bir dönem belki talebelik yapan- bir arkadaşımız, her halde o levhayı aldı: سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي أَصْبَرُ عَلَى أَشَدَّ مِنَ الصَّبْرِ “Öyle dişimi sıkıp sabredeceğim ki, sabrın kendisinin de kafasına ‘Dan!’ diyecek; dahasına sabretmeye teşne bulunduğumu anlayıp da kafasına ‘Dan!’ diyecek!..”Sabır… Evet, bu söz, farklı bir meal ile bizim elektronik levhalarda da var.

Sabrın çeşitlerini biliyorsunuz. Önce, ibadet u tâate karşı sabır ki, hem onun sıkıntılarına/meşakkatlerine katlanma, hem de onun için zaman ayırma, ara vermeden, hiç fâsıla vermeden onu devam ettirme. Biz bunları ifade için sabra bir kelime daha ilave ediyor, “aktif sabır” diyoruz. Sadece durağan bir sabır değil, aktif sabır. Sürekli o sıkıntıları göreceksin ibadet u tâatten; mesela, hadis-i şerifin ifadesiyle, إِصْبَاغُ الْوُضُوءِ عَلَى الْمَكَارِهِ “Abdest almanın çok zor, çok çetin olduğu şartlar altında abdest alacaksın.” Namaza gitmenin çok zor, çok çetin olduğu bir dönemde, namaza gideceksin. Günlerin çok uzun olduğu yerlerde -Kutuplara doğru, Kuzey Kutba doğru- oruç gelip çatacak, oruç tutacaksın; yirmi saat belki, oruç tutacaksın. Takvimini, sana yakın -yirmi dört saatin söz konusu olduğu- yerlere göre ayarlayacağını fukahâ-i kiram söylüyor. Sabredeceksin; her gün bir kere daha kendini sabırla ortaya koyacaksın. Hacca giderken hem sıkıntısına, hem para harcamaya, hem orada maruz kalacağın şeylere sabredeceksin. Namazda sabredeceksin. Alın teri ile kazandığın şeylerde sabredeceksin!..

Bir de hani bir şeye daha sabretmek lazım: Alın teri ile kazanacaksınız. Sineleriniz, himmet ile çarpacak. Doğrudan dişinizden-tırnağınızdan -Türk atasözüdür, dişinizden-tırnağınızdan…- artırdığınız şeylerle eğitim faaliyetlerine hizmette bulunacaksınız; burs vereceksiniz, okul yapacaksınız, üniversiteye hazırlık kursu açacaksınız. Eğitimin her şeyin üstesinden geleceği inancıyla, malınızı bunlara harcayacaksınız. Evet, bu bir sabır ister. Fakat onun ötesinde daha ağır bir sabır da şudur: Siz bu mevzuda civanmertçe infakta bulunacaksınız; sahabe gibi, Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi, dişinizi sıkıp malınızın hepsini, yarısını, üçte birini, dörtte birini vereceksiniz; en küçüğü kazandıklarının dörtte birini vermişler, siz de vereceksiniz. Sonra elin oğlu gelip el koyacak buraya. Bir kısım gâsıplar tayin edecekler ve onlar da o müesseseyi sizin gözünüzün içine baka baka batıracaklar, iflas ettirecekler. Siz bakacaksınız; emeğiniz, semeğiniz, oradaki hatıralarınız, çok ciddî, derin, sizi yaralayan nostaljiler… Burnunuzun kemikleri sızlayacak… Bir zamanlar içinde bulunduğunuz, gezdiğiniz-tozduğunuz, hizmet verdiğiniz müesseseler; fakat Ali Baba’nın Haramîleri, günün SS’leri (Schutzstaffel; Hitler’in özel askerleri) gelip oraya el koyacaklar, gözünüzün içine baka baka. Bunu yaparken de bu “kâfirce işi, kâfirce işi, kâfirce işi” dinin ruhuna uygun yapıyormuş gibi arkalarındaki vandallara anlatacaklar ve onları da şeyin arkasından sürüklenen yığınlar gibi arkalarından sürükleyip götürecekler. Bir de bunları görüp, bunlara sabretme var!..

Belli bir dönemde, üniversiteden mezun olmuş, çiçeği burnunda arkadaşlar, ilk planda külah içinden kuraları çekmiş, coğrafyada yerini bilmedikleri ülkelere gitmişler; oralarda dişlerini sıkmış ve aynı zamanda bir amele gibi, halayık gibi çalışmış, müesseseler kurmuş, okullar açmışlar. Günümüze gelinceye kadar dünyanın yüz yetmiş küsur ülkesinde okul açmışlar. Sonra birileri güve gibi gidecek, oralara musallat olacak; onları kemirecek, bitirmeye çalışacak, yıkmaya çalışacak. Güvelerin onları yediğini görünce, içiniz yanacak, insan olarak, hayıflanacaksınız, “Yazıklar olsun size!” diyeceksiniz. Ama bunların hiçbiri, sizin o esnadaki yaralarınıza tedavi olmayacak, reçete olmayacak. Sabır!..

Evet, سَأَصْبِرُ حَتَّى يَعْلَمَ الصَّبْرُ أَنِّي صَبَرْتُ عَلَى شَيْءٍ أَمَرَّ مِنَ الصَّبْرِ “Sabrın sabırdan daha ötesine/acısına sabredeceğimi bileceği âna kadar dişimi sıkıp sabredeceğim.” Sabır, sabırdan daha ağırına, daha çetinine dişimi sıkıp sabredeceğimi anlayacağını âna kadar ‘Sabır!’ diyeceğim. Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsnâ’sı arasında, Ebu Hüreyre’nin rivayet ettiği isimler içinde, en son gelen اَلصَّبُورُ Allah, “Sabûr”dur. Hemen, insanları cezalandırmıyor; mehil mehil üstüne veriyor onlara. Hemen tecziye etmiyor, akıllarını başlarına alırlar, öbür tarafa bırakmazlar diye; fakat temerrüd edip, inat edip “İlle de benimki o tarafa kalsın!” diyen bir sürü mütemerrid var, münkir var, mülhid var.

Bu sabır çeşitlerine daha değişik şeyler de ilave edebilirsiniz. Mesela hususi mahiyette diyeyim ben: Maskat-ı re’sim (dünyaya geldiğim yer); içinde dedemin hânının bulunduğu, başkalarını misafir ettiği, doğup büyüdüğümüz ev; babamın, amcalarımın, belki onların babalarının, onların babalarının, onların da babalarının içinde doğup-büyüdüğü ev. O ev, bir restorasyondan geçirilerek vakfediliyor, milletimize bedava hizmet etsin diye. Gelip onun da tepesine konuyorlar. Yâ Sabûr!.. Üstadımızın gelip misafir olduğu -yine- dede hanı; misafirhane olarak yapmışlardı, orayı da. Yaz günlerini değerlendirmek için kadın-erkek talebeler, gidip orada kamp yapıyorlardı. Dede hanı; Üstad da Van’dan alınıp Korucuk köyünden geçirilirken orada misafir kalıyor. Orayı yeniden gözden geçirmiş, restore etmiş, kalınır bir hale getirmişlerdi. Fakat vakfa vermişler, hüsn-ü niyetle; “En emin bir yer; biz de emniyet ve güven içinde kullanırız!..” Ali Baba’nın eşkıyaları, gelip oraya da, onun tepesine de binmişler. Buyur, sabret; bütün bunlara sabret!.. Hepsinin içinde dünya kadar hâtıralarınız var; yatmanız var, kalkmanız var, oturmanız var, arkadaşlarla toplanıp görüşmeniz, konuşmanız var; geçmişiyle alakalı hâtıraları dillendirmeniz var, destanlaştırmanız var. Buyurun sabredin!..

Amnofis, böyle yapmamıştır; Ramses, böyle yapmamıştır; İbnü’ş-Şems böyle yapmamıştır. Bunlar, Mısır’ın meşhurları, herkes bildiği için söylüyorum. Sezar, böyle yapmamıştır; Hitler, böyle yapmamıştır. Biraz Lenin’den şüpheleniyorum, “O öyle bir şey yapmış mıdır acaba?” filan diye!.. Buna, insanın Leninleşmesi denir, Stalinleşmesi denir; isterse ara sıra, abdestli-abdestsiz, câmiye gelsin, ön saflara geçsin. “Bak, ben de geliyorum!..” Ubeyy İbn Selûl de öyle yapardı; öyle görünürdü. Abdesti var mıydı, yok muydu? Hatta gusül abdesti var mıydı, yok muydu, belli değil. Evet, bu yaptıkları şeylere bakınca, o mevzudaki o dinî hassasiyete riayet edeceklerine ihtimal vermiyorum ben. Ama bu mesâvîler, bu me’âsîler, öbür tarafta ortaya dökülecek; o günahlarla onları tartarken Hazreti Deyyân, arsa-i mahşerde kırılacak Mizân!..

Zindan, musibetin büyüklerindendir; ne var ki, hâlis mümin orayı muvakkat bir çilehane olarak görmeli ve dişini sıkıp “Medrese-i Yûsufiye” haline getirmelidir!..

Zindan… Her dönemde olmuş bu. Daha eskilere gitmeden, devr-i Risâletpenâhi’de zincire vurmuşlar sahabileri; babası vurmuş, annesi vurmuş. Çok benziyor; aile fertlerini birbirinden koparma mevzuunda, müşriklerin Müslümanlara yaptıkları şeylere o kadar benziyor ki!.. Mesela, Velid İbn-i Velid, Hazreti Hâlid İbn Velid’in ağabeyi. Babası, oğlunun adını da Velid koymuş. Hazreti Velid, ömrünü Mekke döneminde hep zincirde geçiriyor. Habbâb da öyle geçiriyor. Ve diğerleri… Orada çölde, o sıcakta, beyinleri kaynayarak ölüyor niceleri. Aynen… Günümüzde de nice insan öldü; nice insanın ırzına geçildi; nice insan, zindanlarda çırılçıplak hale getirildi; niceleri orada eskileri, o Firavunları unutturacak mezâlime maruz bırakıldı. Evet, zindan… Zindana karşı sabır, zannediyorum, belâ ve musibetlere karşı sabrın en ağırlarından bir tanesi.

Bir-iki defa o mübarek yerin (zindanın/Medrese-i Yûsufiye’nin) cefasını, Fakir de gördü. Fakat itiraf etmeliyim ki, ne 27 Mayıs’ta darbe yapanlar, ne o 12 Mart’ta darbe yapanlar, tutuk evine, sonra da hapishaneye koyanlar, bunların yaptıkları saygısızlıkların onda birini yapmadılar. Onlardan o saygısızlığı görmedim, mübalağa yapmıyorum; yine yiyeceğimizi veriyorlardı, bir tokat vurmadılar. Bir tokat vurmadılar, bir saygısızlık göstermediler. Günümüz SS’leri gibi gelip malınıza-mülkünüze el koymadılar. O 12 Eylül’de Bozyaka vardı, gelip el koymadılar. Yamanlar’ın bir binası bitmek üzere idi, birinin de temeli atılmıştı; gelip el koymadılar, “Bunlar bizimdir!” demediler. Bir şom ağızın “Milletin malını, millete iade ediyoruz!” dediği gibi demediler. Bağışlayın, bu çirkin laflar geliyor da, muktezâ-i zâhire mutabakatı açısından, kelâmın hatırına söylüyorum: “Vandal”, diyor ki, “Milletin malını, millete iade ettik!” O millet, canını dişine taktı, helalından kazandı ve her şeyin “eğitim” ile halledileceğine inanarak, okullar yaptı, yurtlar yaptı, pansiyonlar yaptı, fakir talebeye burs verdi. Fakat gelip SS gibi onun tepesine kondular. Milletin meşrû malının tepesine konuyorlar; örneğini verdim az önce. O askerî darbelerde, askerî hınç ile gelen insanlar, o terbiyesizliği, o saygısızlığı yapmadılar.

Bu itibarla da çok farklı bir dönem yaşıyoruz. Bu meselenin bir yanını, “zindan” teşkil ediyor. “Sen, ByLock kullanmışsın!”, zindan… “Senin üzerinden, üzerinde 1 rakamı yazılı dolar…”, Bir de “F” varsa seri numarasında, belli artık, tamam, “siz”den; zindan… İçeriye alıyorlar; “Sonra ifadeni alırız; hele bir sene yat, sonra düşünürüz onu! Bir yolunu buluruz onun!..” Bir “çatı dava” filan, milletin canına tak diyeceği âna kadar orada… Basit şeylerden dolayı zindan…

Orada dişini sıkıp sabretmek lazım; “Hakk’ın olıcak işler / Boştur gam u teşvişler / Ol, istediğini işler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!” deyip, dişini sıkıp sabretmek lazım. “Hakk, şerleri hayreyler / Sen sanma ki gayr eyler / Ârif, ânı seyr eyler / Mevlâ görelim neyler / Neylerse, güzel eyler!” de, dişini sık; zindanı “Medrese-i Yûsufiye” haline getir!.. Tutamadığın oruçları tut, kılamadığın namazları kıl; “Doğru kılamadım!” dediğin namazları kıl orada. Zindanı bir halvethâne -eski velilerin, hususiyle Halvetîler’in çilehaneleri gibi bir çilehâne- sayarak, orada tasaffî etmeye bak!.. Tâbir-i diğerle, “Hayvaniyetten sıyrılmaya, cismâniyeti bırakmaya, kalb ve ruhun derece-i hayatına -orayı miraç yaparak- yükselmeye bak!..”

Evet, zindan, bir Medrese-i Yûsufiye haline getirilmeli!.. Hazreti Pîr “Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir ve hapishane bir nevi Medrese-i Yûsufiye olur.” demiş. Hazreti Yusuf da orada nicelerinin imanına vesile olmuş ve Mısır’da, mebdei hapishaneden başlamak üzere Müslümanlaşma olmuş. Gönüllere girmeye bir seyahattir o. Bunları düşünmeli ki, şu anda çektiğimiz şeyleri tadil edici faktörlerdir bunlar. Dişini sıkıp sabretmek lazım; sabır zindanın da sevabını kazandırır. Ne gibi? Sürekli namaz kılmış gibi, oruç tutmuş gibi, Hacca gitmiş gibi sevap kazandırır.

Zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde büyük bir vebaldir

Belki bazıları da gaybûbet ediyor, oraya girmemek için, dışarıda duruyor. En azından, eşi vardır, çocukları vardır; onlar için teselli kaynağı. Veya bir yolunu bulup birine haber veriyor, “Falanlara bakın!” Bunun için gaybubet ediyor onlar da, bazen içte, bazen de dışta. Onlar da onun sıkıntısını çekiyorlar; çarşıya çıkamıyor, pazara çıkamıyor, işlerinin başına gidemiyorlar. Bir de bu arada “Her an bir baskın olabilir!” endişesiyle yaşıyorlar. Dahası, yakın akraba ve taallukatının yanında kalıyorlarsa şayet, “Siz niye böyle bir şakîyi, eşkıyâyı, terör örgütüne mensup birisini korudunuz, kolladınız?” derler, onlara da bir şey yaparlar diye, onun da sancısını çekiyorlar. Bu da yine büyük bir sabır mevzuu; ona katlanmak gerekiyor.

Burada antrparantez ifade edeyim: İster zindandaki, ister gaybûbet eden, zâlimin işini kolaylaştırmama adına, yaptıkları şeyleri yapmalılar. Zâlimin işini kolaylaştırmak, Allah nezdinde bir vebaldir, bir günahtır. Ne Efendimiz ne de diğer peygamberler ve selef-i sâlihîn, zalimlerin işini kolaylaştırmışlardır. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) Mekke müşriklerinden ayrılıp Medine’ye gitti. “Kaçtı!” demiyorum; “kutsal yolculuk”, “Sevr sultanlığı”, “kutsal yol”, “kutsal şehrâh”; çünkü umumî işlek yoldan gitmediler, âlemin gitmediği bir yol takip ettiler; “gitti!” demek de ne demek, “şereflendirme”dir o, başka bir yeri şereflendirdiler. Gitti Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem); kâfirin/zâlimin işini kolaylaştırmamak için. Hazreti Musa, Medyen’e gitti, Firavunların işini kolaylaştırmamak için. Koca “Nâsıralı Genç” diye bilinen seyyidinâ Hazreti Mesih, oradan oraya kaçtı, oradan oraya kaçtı; üç insan buldu, onlara bir şey anlatmak istedi; beş insan buldu, onlara bir şey anlatmak istedi. En-nihayet, bir yerde, Havarilerin de bulunduğu bir yerde, evini bastıkları zaman, Allah (celle celâluhu), Onu (aleyhisselam) vücûd-i necm-i nurânîsiyle mi, vücûd-i hâkânîsiyle mi, nezd-i Ulûhiyetine aldı, semalardaki tahtında, tahtını otağ yaptı, oraya oturttu. İşin mâhiyet-i nefsü’l-emriyesini idrakten âciziz. Söylediğim sözler biraz da o aczi aksettirici mahiyette; siz anlarsınız, Kıtmîr’in o mevzudaki hassasiyetini.

Bir de hicret meselesi var. Hicret… Şimdi, bir yönüyle boşluğa atılma gibi, bir çağlayana salınma gibi, bir şeye salınıyorsun ki, o deryanın nerede sona ereceği, nerede senin bir sahile yanaşacağın, yanaşıp dışarıya çıkacağın belli değil. Akıp gidiyorsun orada… Dolayısıyla mebdeinde çok ciddi bir ızdırap çekersin; çünkü bir meçhule doğru akıp gidiyorsun. “Kanada’ya mı gitsem, Brezilya’ya mı gitsem, Arjantin’e mi gitsem, Şili’ye mi gitsem? Nereye gitsem, nereye iltica etsem?!.” Bu, bir. İkincisi; “Malıma-mülküme el koydular, o gittiğim yerde ne yapabilirim?!” Soruyorum bazılarına, “Ne yaptınız?” Hiç öyle bir işin insanı değil; “Bir tane araba buldum, dolmuşçuluk yapıyorum!” diyor. Öbürü, “Biz de böyle beş-on kuruş bir şey bulduk; hanımlarımız -Allah razı olsun- orada ekmek yapıyorlar veya bizim yemek kültürümüze dair bir şey yapıyorlar, onu satıyorlar, onunla geçinmeye çalışıyoruz.” diyor. Bir iş tutturuncaya kadar ızdırap içinde kıvranıyorlar.

Hicret… Ve aynı zamanda bunlar, dışta muavenet oluşumları teşkil ediyorlar; bu kadarcık olsun eli kolu açık olmayan, daha doğrusu eli-kolu bağlı bulunan insanlara yardım etme adına heyetler oluşturuyorlar; “Acaba, bu elde ettiğimiz şeyden beş-on kuruş artırıp o mağdurların yardımına koşabilir miyiz?!.” Onu yapıyorlar. Şimdi bu yönüyle de hicret, hicrettir.

Esasen, bunların hepsi o ilklerin gölgesinde yaşanan mazlumiyet ve mağduriyetlerdir. O “zindan”ı, hakikî manada yaşayan, o “gaybubet”i hakikati manada yaşayan -ki, Efendimiz de yaşamıştır onu-, o “hicret”i hakiki manada yaşayan insanların zindanlarının, gaybubetlerinin, hicretlerinin gölgesi olarak, o işin izâfîsi olarak günümüzde de yaşanıyor.

Cenâb-ı Hak, her birimizi ayrı ayrı mağduriyetlerle imtihan ediyor; bize düşen, nerede bulunursak bulunalım, konumumuzun hakkını vermeye çalışmaktır

Cenâb-ı Hak, şöyle buyuruyor: وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ اْلآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ “(Bulundukları yerde inançlarından dolayı) zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri elbette dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhirette verilecek mükâfat ise şüphesiz daha büyüktür. Ah, (insanlar) bunu bir bilselerdi!” (Nahl, 16/41) Bir ayet, bu. “Zulme uğradıktan sonra hicret edenler var ya, dünyada, Ben onlara güzellikler hazırladım.” buyuruyor Allah (celle celâluhu). İnşaallah, günümüzdekiler de gittikleri yerlerde, Güzeller Güzeli’nin (celle celâluhu) güzelliklerini anlatmak suretiyle, “Şimdiye kadar niye gitmedik?” dedirtecek şekilde, çok önemli bir misyonu edâ etmiş olurlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. Hicret, bu. Cenâb-ı Hak, oralarda geniş imkânlar bahşeder, çok rahat hareket edebilirler.

Önemli olan, içinde bulunduğumuz konumu “rantabl” olarak değerlendirmektir. Şimdi buraya -min gayr-i haddin- çıkardınız. Ben buranın hakkını verdim veya veremedim, ayrı bir mesele. Fakat demek ki buraya çıkma bir şey ifade ediyor; öyle ise, buranın hakkını vermek lazım. Orada duran da, oranın hakkını vermesi lazım; şu mihraba geçen kimse de onun hakkını vermesi lazım; o minbere çıkan insan da oranın hakkını vermesi lazım.

Her konumun hakkını vermek lazım; her konumu, rantabl değerlendirmek lazım. Efendim, bunun açılımı şu: “Şimdi bu durumda daha ne yapılabilir? Bu imkânlar içinde daha ne yapılabilir?” مَا خَابَ مَنِ اسْتَشَارَ “İstişare eden, haybet yaşamaz!” “Şimdi bu pozisyonda olan insan, ne yapabilir? Ne yapmalı ki, yarın ‘Keşke şunu da yapsaydım!’ dememeli!..” Ortak akla müracaat ederek, meşverete başvurarak, işte o yapılmalıdır. Bazıları öbür tarafa gidince, “Keşke, keşke!” diyecekler. “Yarınlarda ‘Keşke, keşke!’ dememek için, şimdi ne yapmalıyım?” demeli, konumunu rantabl olarak değerlendirmeli, Allah’ın izni ve inâyetiyle..

“Doğacaktır sana vaad ettiği günler, Hakk’ın,
Kim bilir, belki yarın; belki yarından da yakın.”
(M. Akif)

***

“Mü’mine sadakat yaraşır, görse de ikrâh,
Doğruların yardımcısıdır Hazreti Allah.”
(Ziyâ Paşa)

***

Zâlimlere bir gün dedirtir Hazreti Mevlâ,
Tallâhi lekad âserekellahu aleynâ”
(Allah’ın kudreti bir gün zalimlere, Hazreti Yûsuf’un kardeşlerinin ona dediği gibi, “Şüphesiz ki, Allah seni seçkin bir insan halinde bize üstün kıldı.” (Yûsuf, 12/91) dedirtir.”
(Ziya Paşa)

Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Âlem-i halk, âlem-i emir ve dua âdâbı

Soru: 1) Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde, gerçek hak dostlarının dünyevî endişelerden sıyrılıp âlem-i halka ait bütün husûsiyetleri ve âlem-i emre ait bütün derinlikleriyle Hakk’a yöneldikleri anlatılıyor. “Âlem-i halka ait hususiyetler” ve “âlem-i emre ait derinlikler” ne demektir?

  • İlim nazariyesi (epistemoloji) açısından Allah’tan gayrı zâhir-bâtın, lâtif-kesif, meşhud-gayrimeşhud, canlı-cansız, dünyevî-uhrevî her şeye “âlem” denir. Bütün varlık ve onun perde arkası, Hazreti Zât’ın varlığının delili, icraatının belgeleri, kemâlinin aynaları, kaderi plân ve programının kitap ve defteri, belli bir tafsil adına her şeyin mahall-i taayyünü, aynı zamanda sıfat ve isimlerinin tecelli alanı olması itibarıyla görünen-görünmeyen hemen her şey O’na ait derin izler, emareler, nişanlar taşıdığından, hatta O’nu haykırdığından O’nun şahitleri mânâsına âlem unvanıyla yâd edilmiş, hepsine birden “avâlim” veya “âlemîn” denmiş; akıl, ruh, nefis, şuur, his ve idrak gibi O’nun “Ol!” deyivermesiyle meydana gelen emir kaynaklı şeyler âlem-i emre bağlanmış; maddî, cismanî, terkip ve tahlil hususiyetlerini haiz, müddete vabeste arzî ve semavî bütün nesneler de âlem-i halk çerçevesinde mütalâa edilmişlerdir. (01:02)
  • Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü'l-Esbâb'ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. (01:50)
  • Diğer bir ifadeyle, “âlem-i halk”, âlem-i maddî veya âlem-i şehadet de denilen görünen âlemdir; o âlemin küçük bir misali de insandır. Âlem-i emir ise, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir; bu âlemde esas olan madde değil, mânâdır. (03:00)
  • Tefekkür başlıca iki sahada geçekleşir: Enfüs ve âfâk. Bir başka ifadeyle, “insanın kendi zâtı” ve “haricî âlem.” Birincisine “enfüsî,” değerine “afakî” tefekkür denilir. Enfüsî tefekkürün iki ayrı sahası vardır: Birisi ruh, diğeri ise beden. Afakî tefekkürde ise bedenimizi kuşatan hava tabakasından yıldızlara ve ötelerine kadar bütün kâinatın düşünülmesi, tefekkür edilmesi söz konusudur. İnsanın, önce evinden çıkıp sonra çarşıları, pazarları dolaşması gibi, tefekküre de nefsinden başlaması sonra haricî âlemi dolaşması en doğrusudur. Nitekim, Mesnevî-i Nuriye’de “Nefsî tefekkürün tafsilatlı, afakî tefekkürün ise icmalî yapılması” tavsiye edilir. (04:32)
  • “Hads” Arapça menşe'li bir kelime olup Türkçe'de “sezgi”, Fransızca'da “entüisyon” (İngilizcesi: intuition) kelimesi ile karşılanır. Sözlükte, zihnin, kasıtsız ve ihtiyarsız bir şekilde öncüllerden (mebâdî) sonuçlara (metâlib) vasıtasız olarak hızla intikal etmesi, bir şeyin bilgisine aklı kullanmadan doğrudan bir biçimde sahip olma kabiliyeti; duyu organlarını, tecrübeyi ya da aklı kullanmadan kazanılan kavrayış olarak tarif edilmektedir. Bediüzzaman hazretleri, insan akıl vasıtasıyla Yaratıcısını tanımaya çalışmasa dahi, vicdanının onu bir şekilde Yaratanına yönlendireceğini belirtmektedir. Üstad, vicdandaki hadsten, yani kendi tarifi içinde “şimşek gibi intikal”den bahsetmiştir. Yani hads, vicdandaki ani intikal mekanizmasıdır. Hazreti Pir, onu “ilham”ın altında bir vicdan şubesi olarak görür (05:50)
  • Âlem-i emir, maddî ölçülere girmeyen ve daha ziyade kanunların hâkim olduğu bir âlemdir. Bu âlemde esas olan, madde değil, mânâdır. Mânâyı kavrama ve yakalama mümkün olmadığı için biz, sadece bu âlemin mülk ve halk âlemine uzanan fonksiyonlarını görür ve ancak bunlarla âlem-i emri anlamaya çalışırız. Meselâ bir tohum veya çekirdeği ele alalım. Maddî âleme ait olan bu tohum, içinde taşıdığı hayat düğümü itibarıyla, emir âlemiyle de alâkalıdır. Zira her tohum ve çekirdekte, onun hayatının tespit edildiği merkezi ve canlandırma, nemalandırma ve gelişmeye tâbi tutma kanunu vardır. Tohumdaki bu hayat düğümü çatlar, açılır, rüşeym başını çıkarır; derken filiz haline gelir ve nihayet ağaç olup meyve verir. Bu, ondaki nümüvv kanunu sebebiyledir. Fakat bu kanun, gözle görülüp elle tutulmaz.. sesi de duyulmaz. Sadece biz, bu kanunun hükmettiği vücuda ait o maddî varlığı fizikî gelişmesi içinde safha safha takip ederiz. Yani âlem-i halka bakan yönünü görüp müşâhede eder, âlem-i emr'e ait yönünü ise görmeyiz, fakat kabul ederiz; çünkü, maddî sebeplerin böyle bir netice vermesi mümkün değildir. (08:25)
  • İnsanın fizyonomisi, anatomisi, biyolojisi gibi onun maddî, cismanî varlığına yönelik hususları âlem-i halk; irade, latîfe-i rabbaniye, şuur, his gibi mânevî yönleri de âlem-i emir içinde mütalâa edilir. Ayrıca bu dört temel rükün yanında latîfe-i rabbaniyenin önemli birer buudu olan sır, hafî ve ahfâ da yine âlem-i emir içinde değerlendirilir. Âlem-i emri teşekkül ettiren bütün bu unsurlar, doğrudan doğruya ruhla irtibatlıdır. Bunların “seyr ü sülûk”ta, bizim dünyevî hayatımız adına da, uhrevî hayatımız adına da vaadettiği şeyler vardır.. ve tabiî ki, bunların insana ihsan edilmesiyle birlikte, onlarla hedeflenen bir nihaî gaye de söz konusudur ki, insan dünya hayatında hep bu gayeye erişebilme peşinde koşar. (08:50)
  • Mektûbât’ta şöyle denmektedir: “Vücut mertebeleri muhteliftir. Ve vücut âlemleri ayrı ayrıdır. Ayrı ayrı oldukları için, vücutta rüsuhu bulunan bir tabaka-i vücudun bir zerresi, o tabakadan daha hafif bir tabaka-i vücudun bir dağı kadardır ve o dağı istiab eder. Meselâ, âlem-i şehadetten olan kafadaki hardal kadar kuvve-i hafıza, âlem-i mânâdan bir kütüphane kadar vücudu içine alır. Ve âlem-i haricîden olan tırnak kadar bir âyine-i vücudun âlem-i misal tabakasından koca bir şehri içine alır.” (09:30)
  • Ehl-i sünnet inancına göre Cennet ve Cehennem yaratılmışlardır ve şu an mevcuddurlar. Fakat bugün ikisi de nüve halindedir ve an be an inkişaf etmektedir. Bir telkih (aşılama) vetîresine benzer şekilde, insanın amelleri de bir embriyolojik süreç içindedir; yapılan her hayırlı iş Cennet meyvesini, her şerli iş de Cehennem zakkumunu vermek üzere aşılanmaktadır. Her ikisi de vücud-u necm-i nuranisiyle Miraç’ı yaşayan Peygamber Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) gösterilmiştir. Kestirip atmamak gerekir ama Cennet ve Cehennem’in özellikleri, dünyada hikmetin ahirette ise kudretin hâkim olması gibi hususiyetler düşünüldüğünde, Cennet ve Cehennem, âlem-i halk ile âlem-i emir arasında enmûzec (nümune, örnek, öz) bir âlem gibi görünüyor. (11:00)
  • Her şeyi yaratılış hikmetine uygun şekilde kullanıp değerlendirmek lazım geldiği gibi, insan mahiyetine yerleştirilen manevi latifeler de mutlaka yaratılış hikmetleri istikâmetinde tetiklenip harekete geçirilmelidir. (14:56)

Soru:2) “Rabbinize için için yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin; (haddi aşmayın) gerçekten O, haddi aşanları hiç sevmez.” (A’raf, 7/55) mealindeki ayet-i kerimede işaret edilen “duada haddi aşmışlık” ne demektir? (16:35)

  • Âciz, fakir, muhtaç ve kendine yetmediğinin şuurunda olan kulun, tazarru, tezellül ve alçak gönüllülük içinde, Rahmeti Sonsuz’a yönelip, hâlini O’na arz ederek istediklerini O’ndan istemesinin ayrı bir unvanı sayılan dua, kulun Rabbi’ne karşı iman, güven, itimat ve tevhid telâkkisinin bir gereğidir. Evet dua, sebepler üstü kutsal bir talebin Yüceler Yücesi’ne arzı ve Hakk’ın gizli-açık her şeye nigehban bulunmasına iz’anın da bir unvanıdır. (16:55)
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Herhangi bir kul, ellerini kaldırır ve Allah’tan bir dilekte bulunursa; acele etmediği takdirde kesinlikle duasına icâbet edilir.” Efendimiz, “Acele nasıl olur yâ Rasûlallah?..” diye sorulduğunda da şöyle mukabelede bulunmuştur: “Dua ettim ettim, kabul olmadı” der (de vazgeçer), işte bu yanlıştır; dua yerine gelene kadar ısrar etmek gerekir.” Evet, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) “şeksiz - şüphesiz, kabûl olacağından emin” bir halde dua edilmesini tavsiye buyurmuştur. (17:37)
  • Günümüzde, sadece beş vakit namazın veya belli bir kısım ibadetlerin sonuna sıkıştırılarak küçültülen dua, gerçekte hayatın ve hayat ötesinin en büyük lâzımıdır. Hayatı, duasız düşünmek mümkün değildir.
  • Dua, tazarru ve niyaz sultanı Efendimiz’in hayat-ı seniyyeleri âdeta bir yalvarış ve yakarış dantelâsı mahiyetindeydi: O, sabah kalktıklarında, akşamı idrak ettiklerinde, geceleri Hak karşısında divan durduklarında, abdeste yöneldiklerinde, namaza yürüdüklerinde, bu miraç ölçüsündeki ibadeti eda esnasında, ezanı dinlediklerinde, kametle kıyam ettiklerinde, Hakk’a kurbet vesilesi sayılan her ibadetin içinde ve sonunda, yeme-içme, uyuma, yolculuğa çıkma, seferden dönme, düşmanla karşılaşma, arzî ve semavî belâ ve musibetlere maruz kalma esnasında, sürpriz vak’alarla karşılaştığında, harika hâdiseleri müşahede anında, hastalık ve rahatsızlıklara müptelâ olduğunda, keder ve sevinç vesilelerinin zuhuru hengamında hep el açar, Rabbine yönelir; yerinde şükür ve senâlarla gerilir, yerinde tazarru ve niyazla iki büklüm olur ve sürekli O’na yalvarırdı. (18:20)
  • Soruya mevzu teşkil eden ayet-i kerimede Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Rabbinize için için yalvararak, başka nazarlardan uzak, gizlice dua edin; (haddi aşmayın) gerçekten O, haddi aşanları hiç sevmez.” (A’raf, 7/55) (21:06)
  • Hazreti Sâdık u Masdûk (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, laubali ve gafil bir kalbin duasını (ne dediğini bilmeyen insanın gafilce ve ciddiyetsizce yaptığı duayı) kabul etmez.” (21:20)
  • Cenab-ı Hak her şeyde olduğu gibi dua etme meselesinde de haddi aşanları sevmez. Şu kadar var ki “haddi aşma” çok fazla dua etmek demek değildir. Tefsirlerde “haddi aşma” meselesiyle alakalı bir kaç husus ifade edilmiştir: Dua ederken sesini çok yükseltmek, bağıra çağıra dua etmek ki bu hem ihlası zedeleyici bir durumdur, hem de huzurun edebine aykırıdır; mucize gibi duaya layık olmayan bir şey istemek; günah olan şeyleri talep etmek; dua ederken detaya inmek ve laf kalabalığı yapmak. (22:25)
  • Bir rivayette Sad bin Ebî Vakkas, başka bir rivayette de Abdullah bin Muğaffel hazretleri oğlunun dua ederken “Allah’ım, Cennet’e girdiğimde sağ tarafındaki beyaz köşkü senden dilerim.” dediğini işitmiş ve “Oğlum Allah’tan Cennet’i iste ve ateşten O’na sığın, ben Rasûlullah'ın (aleyhissalâtü vesselâm) “Bir zaman gelecek insanlar duada haddi aşacaklar.” buyurduğunu işittim.” demiştir. (25:15)
  • Hazreti Üstad, “Dua ve tevekkül meyelân-ı hayra büyük bir kuvvet verdiği gibi, istiğfar ve tevbe dahi meyelân-ı şerri keser, tecavüzâtını kırar.” buyurmaktadır. (26:26)
  • “O (ilah kabul ettikleri) nesneler mi üstün yoksa, çaresiz kalıp Kendisine yalvaran insanın duasını kabul ederek sıkıntısını gideren ve sizi dünyada halifeler (söz sahipleri) yapan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml, 27/62) ayet-i kerimesiyle bütün çaresiz fertlere ve problemlerle mücadele eden toplumlara yol gösteriyor. Izdırar halinde gönülden dua etmenin insanı/toplumu yeryüzü mirasçılığına kadar taşıyacağını ifade ediyor. Evet, Cenâb-ı Allah, bütün mazhariyetlerini Hak’tan bilen ve bir yandan imtihan ediliyor olabilecekleri mülâhazasıyla tir tir titrerken, diğer yandan da bütün iyilikleri, güzellikleri O’na bağlayarak, O’nun huzur-u mehabetinde her zaman saygıyla iki büklüm bulunan kullarını asla yalnız bırakmaz; onları dünyada nusretiyle teyit ederek “Yeryüzü Mirasçıları” olmakla şereflendirir; ahirette de, “Cennetü’l-Firdevs”in vârisleri kılar. İşte şahidi: “Şu bir gerçektir ki Biz, zikirden (Tevrat) sonra Zebur’da da, “Dünyaya salih kullarım vâris olacak.” (ve dünya onların rengine boyanacaktır şeklinde) yazdık.” (Enbiyâ, 21/105); “İşte gerçek mirasçılar bunlardır.. ve bunlar Firdevs cennetlerinde ebedî kalacak olanlardır.” (Mü’minûn, 23/10-11) İnsan böyle bir mazhariyeti Allah Teâlâ’dan dilemelidir ama dua ederken kendisini asla o mevkide görmemeli ve iddialara girmemelidir. (29:50)
  • Dualarımızda istikâmet; İ’lâ-yı kelimetullah, gönüllerin fethi, hizmette istihdam, hüsn-ü kabul ve ihlas taleplerinin beraber olmasına vâbestedir: Onun için şöyle diyoruz:

    اَللّٰهُمَّ أَعْلِ كَلِمَةَ اللّٰهِ وَكَلِمَةَ الْحَقِّ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ، وَاشْرَحْ صُدُورَنَا وَصُدُورَ عِبَادِكَ فيِ كُلِّ أَنْحَاءِ الْعَالَمِ إِلىَ اْلإِيمَانِ وَاْلإِسْلاَمِ وَاْلإِحْسَانِ وَالْقُرْآنِ وَإِلَى خِدْمَةِ اْلإِيمَانِ، وَاسْتَخْدِمْنَا فِي هَذَا الشَّأْنِ وَضَعْ لَنَا الْوُدَّ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي السَّمَاءِ وَاْلأَرْضِ وَاجْعَلْنَا مِنْ عِبَادِكَ الْمُخْلِصِينَ الْمُخْلَصِينَ الْمُتَّقِينَ الْوَرِعِينَ الزَّاهِدِينَ الْمُقَرَّبيِنَ الرَّاضِينَ الْمَرْضِيِّينَ الْمُحِبِّينَ الْمَحْبُوبِينَ الْخَاشِعِينَ الْمُتَوَاضِعِينَ الْمُتَخَلِّقِينَ بِأَخْلاَقِ الْقُرْآنِ. آمِينَ. أَلْفُ أَلْفِ آمِينَ. وَصَلِّ وِسِلِّمْ وَبَارِكْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَصَحْبِهِ أَجْمَعِينَ

    Allahım! Kelimetullahı ve kelimetü’l-hakkı dünyanın her yerinde bir kez daha i’lâ buyur. Bizim ve dünyanın her köşesindeki bütün kullarının kalblerini imana, İslam’a, Kur’ân’a ve iman hizmetine aç ve bizi bu vazifede istihdam eyle. Gökte ve yerdeki kulların arasında bizim için sevgi ve hüsn-ü kabul vaz’et. Bizi muhlis, muhlas, müttaki, vera’ sahibi, zâhid, kurbiyete mazhar, Rabbinden hoşnut ve Rabbi kendisinden hoşnut, Seni seven ve nezdinde sevilen, huşû sahibi, mütevazi, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmış kullarından eyle. Efendimiz Hazreti Muhammed’e, âline ve bütün ashabına da salât ü selâm eyle! Âmîn, binlerce milyonlarca defa âmîn! (33:45)

Allah, sabredenlerin yardımcısıdır!..

Fethullah Gülen: Allah, sabredenlerin yardımcısıdır!..

“Allah sabredenlerle beraberdir!..”

  • “Allah her sabredenin yardımcısıdır” deniyor. Sabır, Cenâb-ı Allah’ın bize mükellefiyet olarak yüklediği şeylere dişini sıkıp sonuna kadar, ölesiye katlanmak Bela ve musibetler karşısında sarsılmamak.. tıpkı arzın üstünde yüz, iki yüz metre boy atmış ve yerin derinliklerine doğru da yüz, iki yüz metre kök salmış ağaçlar gibi dimdik durmak Günahların ve masiyetlerin çağlayanlar haline gelerek çoklarını seylaplar önünde sürüklenen kütükler gibi önüne katıp sürüklediği dönemde bohemliğe düşmemek, garize-i beşeriyeye esir olmamak, şehevât-ı nefsaniyenin güdümüne girmemek, bedenin güdümünde yaşamamak Hep mealiye müştak, gözleri O’nda, O’nun nazarının kendi üzerinde olduğu mülahazasıyla yaşamak. Bunların hepsi, sabır çeşitlerindendir.
  • Evet, sabredilen konular itibarıyla sabır çeşit çeşittir; ibadetlere devam hususunda sabır, günahlara girmeme mevzuunda sabır ve musibetlere karşı sabır en çok bilinen sabır çeşitleridir. Dünyanın göz alıcı güzellikleri karşısında duygu ve fikir değişikliğine düşmeme, düşünce kaymaları yaşamama ve hep Kur’ânî çizgide yol alma da farklı bir sabır türüdür. Bunlara ilaveten bir de zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” söz konusudur.

Zamanın çıldırtıcılığına karşı da sabretmeli!..

  • Öyle meseleler vardır ki, arzulanan netice kader tarafından belli bir takvime bağlanmıştır ve o takvim bizim için gizli tutulmuştur. Böyle bir projeyi realize etmeye çalışırsınız fakat o çok zaman isteyebilir. Zamanın uzunluğu kısalığı biraz da insanların gücü-kuvvetiyle, yani manevi immün sistemiyle, iman-ı billah, marifetullah, zevk-i ruhani, aşk u iştiyak ve yakin-i tam gibi donanımlarıyla mebsuten mütenasiptir (doğru orantılıdır). Bu açıdan da zaman isteyen hadiselere karşı dişini sıkıp sabretmek lazımdır.
  • Cenâb-ı Allah, bir yumurtanın civcive dönüşmesini bile haftalara yaymış ve bize bu konudaki ilâhî ahlâkı talim etmiştir. Şayet bu tedricîliği ve zaman faktörünü hesaba katmaz, kuluçkaya yatmış tavuğu yumurtaların üzerinden vakitsiz kaldırırsanız sağlıklı civcivler elde edemezsiniz; dahası, yumurtaların da cılkını çıkartmış olursunuz. Aynen öyle de, bir milletin özüne dönmesi, yığınların insanî değerlere yönelmesi, ideal insanın, ideal neslin ve ideal toplumun yetişmesi birkaç ayda, birkaç senede olabilecek şey değildir.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu, cihanda eşi-menendi görülmemiş, melekutî bir mimardı; duygu ve düşünce dünyamızı, Allah’la münasebetimizi, ebedi hayata ait her şeyimizi ve kalbî hayatımızı imar eden, Allah’ın seçkin mimarıydı. Beşerin En Mükemmeli’nin (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) eliyle şekillenen ve Kur’an’ın mucizesi olan ısmarlama bir cemaatle bile yeni tip bir insanlığın oluşması ve huzur toplumunun olgunlaşması ancak yirmi üç senede gerçekleşebilmişti. Eğer böyle bir meselenin doğumu bile yirmi üç senede olmuşsa, onun “ba’sü ba’de’l-mevt”i de bu zaviyeden değerlendirilmeli ve bu mevzuda kat’iyen acûliyete girilmemelidir. İşte bu da ayrı bir sabrı gerektirmektedir.

Vuslata karşı sabır ve “gelebilirsin” mesajını intizar

  • Bunların hepsinin üstünde bir sabır daha vardır ki, o da adeta çıldırtan bir sabırdır; öbür dünyayı dört gözle istediği halde emre itaatteki inceliğin gereği olarak tezkeresinin dolacağı anı iştiyakla bekleyen Hak dostlarının sabrıdır. Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. “Vuslata karşı sabır” da diyebileceğimiz mukarrabine has bu sabır çeşidi, Hak dostlarının can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Ne zaman Allahım, vuslat ne zaman?!.” mülahazalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri ve dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmalarıdır.
  • Kemalâtın her şubesinde olduğu gibi vuslata karşı sabrın zirvesini tutan da yine İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. Allah Rasûlü, cismanî âlemdeki son anlarında, mübarek başının ağrısının dinmesi için, başına sımsıkı sargı sarmıştı. Hazreti Âişe Vâlidemiz, böyle hallerde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) ellerinden tutar ve O’na dua ederdi. Hazreti Âişe, yine dua etmek üzere o mübarek elleri tutmak istediğinde, bu defa Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) elini çekmiş ve اَللّٰهُمَّ الرَّفِيقَ الْأَعْلٰى“Allah’ım yüce dostluğunu istiyorum.” demişti. Yani Allah Rasûlü, artık murad-ı ilâhînin öteye müteveccih bir istikamette olduğunu anlamış; “Seni çağırıyorum ey Habibim, gel!..” mesajını almış ve kendi ruhunun ufkuna seyahate yönelmişti.

“Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) arkasındasınız ve onu tercih ediyorsunuz.”

  • Hususiyle dinin tamamen siyasi güdüme girdiği, çoklarının dinî duyguları, dinî hissiyatı, dinî argümanları dünyada bir yere varmak için kullandığı, kitleleri arkalarından sürüklemek isteyen insanlar arasında “görünme dindarlığı”nın yaygınlaştığı günümüzde ibadet u taate karşı sabır çok önemlidir. Evet, bugün camiye gelirken, oruç tutarken, başını örterken, “din-diyanet” derken bütün mülahazaları tamamen dünyayı hedeflemek olan bir sürü insan var.
  • Her hal ve hareketiyle dünya peşinde koşan kimselere Kur’an şu şekilde hitap ediyor: كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ“Hayır hayır! Siz, peşin gelir olarak (gördüğünüz dünyanın) peşindesiniz ve onu tercih ediyorsunuz. Âhiret’i ise bir kenara koyuyorsunuz.” (Kıyâme, 75/20-21) Hayır, siz dünyaya gönlünüzü kaptırmışsınız, ahireti elinizin tersiyle itmişsiniz. Hesaptan haberiniz yok; kabirden, münker-nekirin sualinden haberiniz yok; mizandan haberiniz yok. Gırtlağınıza kadar günah içindesiniz fakat hala kendinize göre dinden bahsediyorsunuz.
  • Dinin böylesine kalıplaştığı, müsemmasız bir isim veya sadece kılıf ve zarf haline geldiği, mazrufunun, içinin, özünün yitirildiği, tekkeden zaviyeye, ondan camiye kadar her şeyin fersudeleştiği bir dönemde, din-i mübinin usulüne, füruuna, ferâizine ve nevâfiline yürekten bir bağlılık göstererek, o mevzuda aşk ve iştiyakı canlı tutmak -zannediyorum-günümüzün hakiki mü’minlerine düşen en önemli vazifelerden biridir.

Hizmet erleri ibadette derinleşmeli!..

  • İnsan farz ibadetleri -keyfiyetlerine uygun şekilde- yerine getirerek Cenâb-ı Hakk’a yaklaşır. Farzlarla kurbeti yakalama en sağlam bir yoldur. Çünkü farz dediğimiz şeyler, dindeki zaruriyattır, olmazsa olmaz esaslardır. Hakikî zaruriyât imân esasları; bir manada zaruriyât da İslâm’ın şartlarıdır. Evet, farzlar çok önemli birer kurbet vesilesidir ki; farzları hakkını vererek eda etmek suretiyle Hak yakınlığına ermeye “kurbet-i ferâiz” denir.
  • Nafile ibadetler ise “cebren linnoksan” yani, “eksikleri kapama, yarayı sarma, gedikleri tıkama” vazifesi görürler. Farzlarında eksiği, gediği, kusuru olan insan nafilelerle onları telafi ettiği için, arzuladığı neticeye nafilelerin desteğiyle ulaşabilir. Öyleyse, ana atkılar yine farzlardır; nafileler ise, onların üzerindeki dantela gibi işlenmiş nakışlardır. Bu itibarla da, farzları nafilelerle tamamlayıp derinleştirme vesilesiyle Hakk’a yakınlık kesbetmeye “kurbet-i nevâfil” denmektedir.
  • Hizmet erleri, vakit namazlarını sünnetleriyle kılmalılar; dahası beş vakit namazdan başka nafileleri de eda etmeliler. Akşam namazını kıldıktan sonra evvâbinde de kusurda bulunmamalı; teheccüdü katiyen kaçırmamalılar. Ellerinden geliyorsa, bir işrak namazıyla günlerini aydınlatmalı ve duhâ ile bir kuşluk neşvesini günlerine kazandırmalılar. Böylece beş vakit namazın yerine adeta on vakte teşne bulunuyor gibi bir tavır ortaya koymalılar.

İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle yetinir!..

  • Diğer taraftan, Kur’an-ı Kerim, “Mü’min erkeklere söyle: (Kendilerine nikâh düşen kadınlar ve başka erkeklerin avret yerleri gibi, bakmaları haram manzaralar karşısında) bakışlarını kıssınlar ve mahrem yerlerini açmaktan ve gayrı meşrû ilişkilerden korusunlar. Böyle yapmaları, kendileri için en nezih ve en uygun davranış şeklidir. Muhakkak ki Allah, onların her davranışından, yaptıkları her hareketten hakkıyla haberdardır.” (Nur, 24/30) buyurmakta ve bir sonraki ayette aynı emirleri kadınlar için de tekrar etmekte; böylece inananları iffetli yaşamaya çağırmaktadır. Şu halde, her mümin elini, ayağını, gözünü, kulağını Allah’ın istemediği şeylere karşı korumak zorundadır.
  • Bediüzzaman Hazretleri “Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir. Harama girmeye hiç lüzum yoktur!” der. Mümin, meşru daire içinde yaşayıp gayr-i meşru sahaya nazar etmemeli, el uzatmamalı, adım atmamalıdır. İffetli bir insan, göz, kulak, el, ayak gibi bütün âzâların helal dairedeki lezzetleriyle iktifâ etmeli, hiçbir şekilde ve hiçbir yolla haram işlememeli, izzet ve haysiyetine dokunacak durumlardan da sakınmalıdır. Evet, o harama elini uzatmamalı, rüşvete tenezzül etmemeli; elini, ayağını, gözünü, kulağını, dilini, dudağını dünya sevdasıyla kullanmamalıdır. Mümin, Allah’ın verdiği o uzuvları ve nimetleri bütün himmetiyle O’na ulaşma istikametinde kullanmalıdır.
  • Hususiyle çoklarının dünyaya taptığı bu fesat asrında, “mü’minim” dedikleri halde dünyaya taptıkları, villalar arkasında koştukları, yattan yata geçtikleri, bir sarayı az görüp çeşitli sarayları kendileri adına dizayn ettikleri ve nifakın diz boyu, belki gırtlakta bir seviyeye ulaştığı bir dönemde, kendini iman ve Kur’an hizmetine adamış, milli ruhun ikamesine adamış, ruh ve kalb abidesini ikameye adamış insanlara düşen şey, başkalarının deli diyeceği kadar, dünya ve mâfihâyı elinin tersiyle iterek, ukbaya ve cemalullaha ölesiye bir iştiyakla müteveccih olmaktır.

“Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır.”

  • Cennet insanın nefsaniyetine ağır gelecek şeylerle kuşatılmıştır. Onları aşacaksın. Dikenli tarlaları geçerken ayağına dikenler batacaktır fakat “Ohh, ayağıma diken battı ama Allah yolunda, Rasûlullah’la aynı sofrada, aynı yemeğe kaşık çalma yolunda, Cebrail ile el ele tutma yolunda, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile aynı sofrayı paylaşma yolunda!..” diyeceksin. Meseleyi hep neticeye göre değerlendirdiğinizde dikenlerin batması bile size sunulmuş güller gibi gelecektir Allah’ın izniyle.
  • Evet, bu yolda mekârih (aklın zâhirî nazarına göre nâhoş, zor, çetin şeyler) yok demek değildir. Ama hedefte mekârihi hiçe indirecek ve sıfırlayacak öyle şeyler var ki!.. “Gelse Celâlinden cefa, yahut Cemâlinden vefa; ikisi de cana safa, lütfun da hoş kahrın da hoş.” diyecek ve Allah yolunda yürüyeceksiniz.
  • Şu kadar var ki, meşru dairede çalışan insanlar kazanabilir ve servet sahibi olabilirler. Çalışıp kazanmanın hakkını verebilirler. Zaten o babayiğitler şimdiye kadar o işi yaptılar Allah’ın izniyle. Büyük devletlerin yapamadığını, Allah, o Anadolu insanına yaptırdı. Yüz yetmiş ülkeye girmişler, 1400-1500 okul açmışlar, milyonlarca insana ruhlarının ilhamlarını duyurmuşlar. Hem de birilerinin bu meselede hizmet edenlere çelme takmalarına rağmen, efkarı ifsat etme gayretine rağmen, telefon telefon üstüne oradaki yabancı misyon şeflerine “aman bunları iflah etmeyin” deyip Yezitlik yapmalarına rağmen, Haccaclık yapmalarına rağmen, Amnofislik yapmalarına rağmen. Sadece bir-iki yerde küçük kırılmalar olmuş, çok küçük Allah öyle lütuflarda bulunmuş ki, kendilerine vücut enerjisi verdiği insanlar o enerjiyi o istikamette kullanmışlar, zenginler de servet imkânlarını o istikamette kullanmışlar. Kimse zorlanmamış. Kimse devlete talip olmak gibi boş bir sevdanın arkasına takılmamış.
  • Âlemi nasıl bilirsin? Kendin gibi!.. Birileri istikbal delisi, ikbal delisi, şöhret delisi, yan gelip kulağı üzerine yatma delisi Sadece dünyevî geleceğini mamur edip ahireti unutmuş deliler, “âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi” fehvasınca sizi de öyle bilebilirler. Ama her şeyin doğrusunu bilen birisi var ve bir gün onları ortaya koyacak izn-i ilahisiyle, lutf-u ilahisiyle, vüs’at-i rahmetiyle. Bunu gösterecek ve birileri hicaptan iki büklüm olacaklar. Ve siz de şükranla yine asa gibi büküleceksiniz. Birileri hicap hissiyle iki büklüm olurken siz de “Allah’a binlerce hamd u sena olsun, bize bu hayırları yaptırdı!.. Her şey Senden, Sen Ganisin, Rabbim Sana döndüm yüzüm!” diyeceksiniz.
  • Allah, sizi sevkettiği biraz sarp, biraz geçilmez deryaları olan, biraz yokuşları, uçurumları bulunan bu yolda işi sonuna kadar götürmeye muvaffak kılsın. Yezidlere, Haccaclara, Nemrutlara ve onların arkasındaki, dünya için, ikbal için, istikbal için kitle psikolojisiyle sürüklenmiş şuursuz, mantıksız, muhakemesizlere rağmen Allah (celle celaluhu) sizi yürüdüğünüz yolda muvaffak eylesin. İnayetini üzerinizden eksik etmesin.

Bütün terör örgütlerinin de masum insanlara terörist diyenlerin de Allah belasını versin!..

  • Nikbîn her şeyi iyi, bedbîn her şeyi kötü görür. Bunların ikisi de zararlıdır. İyiyi iyi, kötüyü de kötü görmek hakikatbînliktir. Allah sizi bizi hakikatbînlikle serfiraz kılsın.
  • Evet, günümüzde dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında yol-yön değiştirmeden Kur’ânî çizgiyi koruma adına sabır da çok mühimdir. Çünkü bu asırda insanlar bilerek dünya hayatını ahiret hayatına tercih ediyorlar. Bunu zavallı bir kısım safderun, muhakemesiz, müsvedde Müslümanlar da yapıyorlar. Kendisi “müsvedde” olduğundan dolayı başkalarına da müsvedde diyor; çünkü “âlemi nasıl bilirsin; kendin gibi”; o aynada kendini görüyor. Müsvedde Müslümanlar, dünyanın cazibedar güzellikleri karşısında kayıp gidiyorlar. İşte, onlara takılmadan, alicenâbâne, himmetperverane, “Allah” deyip, “Rasulullah” deyip yürümek ve kat’iyen dünyaya ve ehl-i dünyaya serfüru etmemek lazımdır.
  • Hâşimî ne hoş söyler: “Âkil isen rızk için gerdûn-ı duna eğme ser / Âsyâb-âsâ yürü var ekmeğin taştan çıkar” Yani, akıllıysan rızkın için alçak dünyaya baş eğme; yürü, değirmen misali, rızkını taştan çıkar.
  • Dünyanın o cazibedar güzelliklerine kapılmadan, aşağı insanlara boyun eğmeden, kendi düzenini kurarak, i’la-yı kelimetullah için, milli ruhu yüceltmek için, ruhunun abidesini ikame etmek için koşmak lazım. Bu süfyaniyet asrının süfyanlarının arkasından gitmeden Aslî süfyanlar, zıllî süfyanlar, izafî süfyanlar vardır. Bunlar, yapamadıkları şeyleri başkaları yapıyorsa, hazımsızlıktan, hasetten, çekememezlikten dolayı onu yıkmaya çalışmışlardır. Bugünkü tahribatın arkasındaki temel düşünce budur. Yoksa ne terör örgütü var ne de devlete talip olan var.
  • Bütün terör örgütlerinin Allah belasını versin!.. Pakrudin Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Pers Terör Örgütü’nün Allah belasını versin!.. Terör örgütü olmayana, “terör örgütü” diyenlerin Allah belasını versin!.. Paralel olmayana “paralel” diyenlerin de Allah belasını versin!.. Umduklarının aksiyle onları tokatlasın, yerle bir etsin, hazan yemiş yapraklar gibi savursun, gübreler gibi toprağın bağrına devirsin, gübre kılsın hepsini!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Allah'a Sığınıyoruz

Ne mutlu âhireti peyleme sevdasına tutulanlara; ne mutlu!.. Ne mutlu ki onlar, fâni ile bâkîyi birbirinden tefrik edebilecek dirayete, kiyasete, min vechin fetânete, min vechin firâsete sahipler. Neyin eğri, neyin doğru olduğunu görüyor, ona göre hüküm veriyorlar. Yürüyecekleri yolu, isabetli belirliyorlar. Önlerinde sürekli peygamberlerin izini görüyorlar; Râşid Halifelerin izini görüyorlar.

Kötülük ve zulüm treninin son istasyonu: Cehennem

“Sahabî hayatı, sahabî düşüncesi, sahabînin hayat yorumu, hayat felsefesi, sahabînin peylediği şeyler!” diyen bir insan, attığı her adımla ayağını onların bastığı yerlere bastığı için, o izlerin çağrıştırdığı dünya kadar şey oluyor. Bir adımını atınca, sadakat adına birden bire gözünün önünde Hazreti Ebu Bekir tebellür ediyor (billurlaşıp beliriyor, meydana çıkıyor). Hak ve adaleti ikâme adına bir adım attığı zaman Hazreti Ömer tebellür ediyor. Edep ve hayâ adına, bohemliğe karşı koyma adına adımını attığı zaman da Hazreti Osman tebellür ediyor. Hak ve hakikati ikâme etme adına, Hayber kapılarını koparma izine ayağını bastığı zaman ise, birden bire Hazreti Ali tebellür ediyor. Daha niceleri, daha niceleri… Ve her haliyle, sıkıntıda olsa bile, başına balyozlar inse-kalksa bile o izlerle ayakta duruyor. Ulusalcı balyozu, çağdaşçı balyozu, kuvvacı balyozu, müstebit balyozu, diktatör balyozu… Bunlar başına indikçe, o, âdetâ onları duymuyor bile!.. Takip ettiği izler, onu öyle sevdalı hale getirmiş ki, kendinden geçmiş, mest u mahmur; “heymân” yaşıyor, hafakan yaşıyor, heyecan yaşıyor hep orada. “Amanın bu izleri kaybetmeyeyim!” diye, o izleri yakın takibe alıyor, takip ediyor.

Efendim, “Bu yol, uzaktır / Menzili, çoktur / Geçidi, yoktur / Derin sular var!” diyor, yedi asır evvel yaşamış Yunus Emre. Elbette bir kısım sıkıntıları vardır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahih hadis-i şerifleri ile buyuruyor ki: حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ “Cennet çepeçevre nefsin hoşuna gitmeyen şeylerle sarılmış, Cehennem de (bedenî arzu ve iştihaları kabartan) şehevâtla kuşatılmıştır.” Cennet; âdetâ -bir yönüyle- insanın ağırına gidebilecek, üstesinden zor gelebileceği, biraz da cismaniyet ve belki nefsi itibarıyla hor karşılayacağı şeyler ile kuşatılmıştır. Biraz dikenler vardır o yolda. Dolayısıyla da insan bazen balyoz yiyebilir; bazen başından bir külünk yiyebilir; bazen sinesine bir mızrak saplanabilir, Hazreti Hamza’nın sinesine saplandığı gibi… Ama neticede varacağı yer, sevdalı olduğu yer, sevdalıların yeridir.

Gözünde hep orası olduğuna göre, orası gözünün önünde tüllenince… Hani, bilmem deniyor musunuz bazen?!. Böyle gözünüzü yumup اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ “Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut, koru!..” derken, magmalar gibi Cehennem ateşlerinin fışkırdığını, hayal dünyanız, gözünüzün önüne getiriyor. اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ “İşte bundan koru!..” diyorsunuz. Sonra وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ “Bizi Cennete dâhil eyle!..” falan derken, birden bire bakıyorsunuz ki, güller açıyor, lâleler orada boy göstermeye başlıyor, bülbüller şakıyor, saraylar peşi peşine diziliyor. Gözlerinizi kapayıp dediğiniz şeyleri derken, böyle bir dünyaya dalıyorsunuz. Yürüdüğünüz yolda bütün bu türlü şeyler ile karşılaşacağınızdan dolayı, balyozların acısını/sızısını bile duymuyorsunuz.

Fakat dünyaya tapan insan, “Dünya adına sahip olduğum şeyleri elimden kaçırırım!” diye her adımında ayrı bir karın sancısı yaşıyor; her adımında kasıklarını tutuyor, “Aman!” diyor, “Çok ağır geldi bana; ya elimden alırlarsa bunu, ya kaçırırsam bunu!” Dolayısıyla o mevzuda akla hayale gelmedik firavunluklara giriyor. “Aman, şunların bunu elimden kaçırma ihtimali var; şunların elimden alma ihtimali var!” diye, paranoyalara bağlı değişik mesâvîyi irtikâp ediyor, değişik mezâlimi irtikâp ediyor; mesâvî ve mezâlim yolunda, mesâvî ve mezâlimin insanı götürdüğü/taşıdığı yere gidiyor.

Mesâvî ve mezâlim treninin son istasyonu, Cehennem’dir, esfel-i sâfilîndir, “gayyâ”dır. Orada “Haydi herkes dışarıya!” dendiği zaman, nereye döküleceğini düşüneceksin!.. Ama “a’lâ-i İlliyyîn-i kemâlât”a (Cennet’teki en yüksek dereceye, Cenâb-ı Hak indinde en iyilerin ve kâmillerin derecesine) -bir yönüyle- teşne, gönül kaptırmış insanları da bir tren taşıyor; belki ayrı bir vasıta, daha hızlı bir vasıta taşıyor; belki kendileri melekler gibi kanatlanmışlar. “Haydi, aşağıya dökülün!” denip döküldükleri zaman, bülbül şakımalarıyla, güllerin onlara gülmeleriyle karşı karşıya kalacaklar.

Ve hele bir şey var, hele bir şey var, hele bir şey var ki!.. Onu müşahede edince, görüp ettikleri her şeyi unutacaklar. Hele bir şey var, hele bir şey var, hele bir şey var ki, görüp tattıkları, yaşadıkları her şeyi unutacaklar. فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأوْهُ * فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ اْلاِعْتِزَالِ “O’nu gördükleri zaman bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” Bir dakika rü’yet-i Cemâli, Cennet’in binlerce senesine fâiktir. Bu da kesretten kinaye; bir dakika rü’yet-i Cemâli, Cennet’in bir milyon senesine fâiktir. Çünkü sizin çehrenizden kâinatın çehresine kadar, sizin ahsen-i takvîme mazhariyet keyfiyetinizden kâinatın çehresine kadar her şeye serpiştirilen, içli-dışlı, maddî-manevî ne kadar güzellikler var ise, hepsi O’nun cemalinin tecellilerinden ibarettir.

Müjdeler olsun ıslah kahramanı gariplere!..

Öyle eltâf-ı Sübhâniye ile karşılaşacaksınız ki orada, “Ne iyi olmuş da çektirenlerin çektirmelerine katlanmışız.. فَصَبْرٌ جَمِيلٌ ‘Artık bize düşen, ümitvar olarak güzelce sabretmektir.’ demişiz.. وَاللهُ الْمُسْتَعَانُ ‘Yardımına müracaat edilip sığınılacak sadece Allah var.’ diyerek, Allah’a sığınmış; şikayet edeceksek, halimizi O’na açmış, O’na dert yanmış, niyazda bulunmuşuz.. إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي وَشِكَايَتِي وَكَمَدِي إِلَى اللهِ ‘Tasa, hüzün, şikayet ve şiddetli elemimi, yürek yangınımı Allah’a arz ediyorum!..’ demişiz.. يَا مَنْ هُوَ عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ ‘Ey kalbi kırıkları maiyyetiyle şereflendiren!..’ diyerek, O’nun kapısının tokmağına dokunmuş; ‘Ey kalbi kırıklarla beraber olan Zât! Senin kapının önündeyiz, elimiz de kapının tokmağında. Sana geldik; şu, tepemize balyozlar indiren insanlara karşı, Sana geldik!’ diye yakarmışız. İyi ki bunları yapmışız!..” diyeceksiniz.

Yol bu ise, ses-soluk da bu olacaktır. Yol bu ise, varılacak yer de orası olacaktır. “Haydi, aşağıya inin!” dedikleri yerde, indiğiniz yerde, birden bire İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşınızda bulacaksınız; aile efradı ile beraber, Ehl-i Beyt’i ile beraber. “Kardeşlerim, hoş geldiniz!” diyecek. Dünyadayken size “Kardeşlerim!” dedi mi, demedi mi?!. “Kardeşlerim, âhir zamanda gelecek!”

Fitne ve fesadın boy gezdiği bir dönemde ıslah kahramanları, ıslah âbideleri… Gönülleri ıslah etmek, onların içindeki çirkinlikleri temizlemek, tezkiye etmek ve onların yüzlerini Hakk’a tevcih etmek için gayret sarf eden insanlar… طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ، اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ O gariplere, bir yönüyle her biri bir çeşit gurbete saçılan o insanlara ne mutlu!.. Onlar, elin-âlemin fitne-fesat çıkardığı, ortalığı bozduğu, yaşanmaz hale getirdiği dönemde saçıldıkları her yerde, başağa yürürler, ıslahçı olarak hareket ederler!.. Bozulmuş dimağları, huzura erdirirler; sarsıntı içinde olan kalblere kuvve-i maneviye olurlar; vicdanları rahatlatırlar, Allah’ın izni ve inâyetiyle. طُوبَى لِلْغُرَبَاءِ، اَلَّذِينَ يُصْلِحُونَ مَا أَفْسَدَهُ النَّاسُ İnsan şeklindeki bazı mahlukların halkı ifsat ettikleri dönemde, ahsen-i takvîme mazhariyetin hakkını veren ve onu koruyan, onu ayaklar altına almayan insanlar; onlar ıslahçılar…

Efendim, varsın o yol “uzun” olsun, “menzili çok” olsun, “geçidi yok” olsun, önünde “derin sular” olsun, aşılmaz uçurumlar bulunsun!.. Sonuçta konaklayacağınız yer, o ebedî saadet diyarı ise… Bu konaktan sonra… Ki burası “İki kapılı bir handır; konan göçer, konuk eğlenmez!” Fakat eğlenebileceğiniz bir yer, orası ise şayet, “Allah’a binlerce hamd u senâ olsun!” diyeceksiniz.

Peygamber Efendimiz ufuk karartan şeylerden Allah’a sığınıyordu

Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in şu duayı çok tekrarladığı rivayet edilmektedir: اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلمٍ لاَ يَنْفَعُ وَمِنْ قَلبٍ لاَ يَخْشَعُ وَمِنْ نَفْسٍ لاَ تَشْبَعُ وَمِنْ دَعْوَةٍ لاَ يُسْتَجَابُ لَهَا “Allah’ım! Fayda vermeyen ilimden, saygıyla ürpermeyen gönülden, doyma bilmeyen nefisten ve kabul edilmeyen duadan Sana sığınırım.” Ayrıca O’nun daha başka musibet ve marazlardan da istiâzede bulunduğu nakledilmekte; bu cümleden olarak, Allah Resûlü’nün “yaşarmayan gözden” de Allah’a sığındığı söylenmektedir.

Bir, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) genel karakteri, bir de sığındığı şeylerin (müsteâzun minh) keyfiyetleri nazar-ı itibara alındığı zaman, o müstesnâ gibi görülen şeyleri de onların içinde görmek, biraz o ifade tarzının tabiatının gereğidir: Böyle düşünen, böyle eden, böyle söyleyen bir insan, bunları da söylemiştir. Çünkü deyip-ettiği şeylere bakıldığı zaman, esasen bunlar aynı kategoriye dâhil şeylerdir. Ama bazıları çok önemli olduğundan dolayı, belki meseleyi ilk rivayet eden insanlar, o önemli şeyler üzerinde durmuşlardır. Onların olmaması insan için çok olumsuz şeyler “vaîd”inde (وَعِيد), tehdidinde bulunduğundan dolayı onlar üzerinde durmuşlar. Pozitif şeylerin mevcudiyeti de güzel şeyler “vaad” (وَعْد) ettiğinden dolayı onlar üzerinde durmuşlar.

Hani bunlar olmaması gerekli olan şeyler olduğundan dolayı, bunları yaptığınız zaman kötülük yapmış olursunuz esasen; bir yönüyle kendi dünyanızı, kendi ufkunuzu karartmış olursunuz. Dolayısıyla Allah Resûlü, ufuk karartan şeylerden Allah’a sığınıyor.

Allah’ım, fayda vermeyen ilimden Sana sığınıyoruz!..

Birinci olarak, başta buyuruyor ki: أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ “Faydalı olmayan ilimden Sana sığınırım!”Ee Kur’an-ı Kerim, كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا “… (Onların durumları) tıpkı ciltlerle kitap taşıyan merkebe benzer…”(Cuma, 62/5) diyor. Yığın yığın kitap… Boyları aşkın kitaplar yazmış, etmiş; doktora üstüne doktora yapmış, duayen hale gelmiş. Fakat Sâdî’nin ifadesiyle, okuduğu şeyleri tabiatına mal edememiş, onu amel ile taçlandıramamış ise şayet.. meseleyi “marifet”e çevirememiş ise.. marifeti “muhabbet”e çevirememiş ise.. muhabbeti “aşk u iştiyâk-ı likâullah”a çevirememiş ise, beyhude yorulmuş o. Kur’an, lisân-ı nezihiyle meseleyi anlatırken böyle anlatıyor; bağışlayın, “sırtında kitaplar taşıyan eşek” diyor ona.

Günümüzde de çoktur böyle diplomalı cahiller. Ağızlarından hep zift akıyordur. Yalanlar, tezvirler mubah onlar için; iftiralar mubah onlar için; meseleleri ters anlamalar mubah onlar için. Bunların okudukları ilimler… Boyunuzu aşkın kitaplar da yazsalar… Hatta bunların çoğu İslam’ın kalbî ve ruhî hayatı ile ilgili kitap bile ortaya koysalar… Bunları tabiatlarına mal edememişler ise şayet.. söyleyecekleri/edecekleri her şey, Cenâb-ı Hakk’ın ortaya koyduğu kıstaslara göre değil ise.. attıkları her adım o kıstaslara göre değil ise… Allah Resûlü’nün Allah’a sığındığı ilim, işte o ilimdir. اَللَّهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ “Allah’ım, faydasız ilimden Sana sığınırım!..” Bir yönüyle, beni alıp Allah’a ulaştıracak, beni alıp Cennet’e ulaştıracak, beni Allah’ın nimetlerine ulaştıracak bir ilim değil ise, yerin dibine batsın öyle ilim! Efendim, biz de diyelim: اَللَّهُمَّ إِنَّا نَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ “Allah’ım! Faydasız ilimden Sana sığınırız!”

Çok kitap okuma, çok kitaba bakma, o çok önemlidir, bir yönüyle; fakat gerçek önemi onun, hayata mal olmasındadır. Sâdî, Gülistan’ında -Zannediyorum başına doğru bir yerde; unuttum, şimdi hatırımda değil, çünkü altmış sene evvel bakmıştım.- diyor ki: “Sen, ilmin ile amel etmiyorsan, sen cahilin tâ kendisisin!” Bilmez, bilmediğini de bilmez, kendini biliyor zanneder. Ziya Gökalp ifadesi ile “mük’ab câhil”, üç derinlikli cahil demek bu. Bilmiyor, bilmediğini bilmiyor; fakat kendini biliyor zannediyor.

Bu, öyle tehlikeli bir canavardır ki, hafizanallah, dünya kadar insanı şaşırtır, yoldan/şirazeden çıkarır ve onları da birer canavar haline getirir, sonra toplumun üzerine saldırtır onları. Bazı yerde ehl-i imanı kaçırırlar, eşkıyanın insan kaçırması gibi; götürür derdest ederler, onları zindanlara atarlar. Kaçırma projeleri/planları oluştururlar: “Şimdi bizim kaçırma usulümüzü öğrendiler, bunun önünü alabilirler; yeni projeler oluşturmamız lazım! Dünyanın her yerinde, ne kadar temiz ses-soluk var ise, hepsini kesmemiz lazım ki, bizim karbondioksitimizi ‘oksijen’ diye yudumlasınlar insanlar!” derler. Çünkü vicdan bozukluğu yaşıyorlar, dimağ tefessühü yaşıyorlar, ruh dejenerasyonu yaşıyorlar.

Bunları değiştirmek çok zordur. Zannediyorum Râşid Halifeler döneminde de olsalardı bunlar, Müseylemetü’l-kezzâb’ın saflarında yerlerini alırlardı. Geri dönecekler de Tuleyha’nın yanında yerlerini alırlardı. Bohemliğe düşkün olanlar da Secâh’ın yanında yerlerini alırlardı. Ama hiç biri Ebu Bekr u Ömer u Osman u Ali’nin yanında yerlerini almazlardı. Bir daha diyelim: اَللَّهُمَّ إِنَّا نَعُوذُ بِكَ مِنْ عِلْمٍ لَا يَنْفَعُ

Allah’ım, Zâtına karşı saygıyla ürpermeyen gönülden Sana sığınıyoruz!..

İkinci husus olarak, Efendimiz, وَمِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ “Ürpermeyen kalbden, Allah’ım, Sana sığınırım!” buyuruyor. Bu duada zikredilen kelime “huşû” (خُشُوع / خ-ش-ع); “haşyet” (خَشْيَة / خ-ش-ي) ayrı bir şey. Huşû, bir yönüyle insanın tavırlarına da akseden şeydir; o, insanda, Allah karşısında duruşu belirleyen bir derinliktir. Şununla ifade edilebilir: İhsan şuuru ile, sürekli Allah tarafından görülüyor olma mülahazası ile hareket eden insanın halidir. لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ diyor Efendimiz; “Eğer kalbinde huşû (خُشُوع) olsaydı, o, aza ve cevârihine de aksederdi.” İşte huşû, öyle bir şey. Öbürü (haşyet), fokur fokur, içten içe, magmalar gibi kaynayıp duruyor; berikine gelince, o -bir yönüyle- lavlar gibi dışarıya vuruyor. Eğer Allah’a karşı böyle bir huşû ve haşyet var ise insanda, o gözünün irisine kadar, yüzündeki takallüslere kadar, el-ayak hareketlerine kadar, ses tonuna kadar, vurgulamalarına kadar, beyan keyfiyetine kadar, ortaya koyduğu fikirlere kadar her şeyine aksedecektir. لَوْ خَشَعَ قَلْبُهُ لَخَشَعَتْ جَوَارِحُهُ buyuruyor, Efendimiz.

Hani, Sir James Jeans karşısında İn’amullah’ın dediği şey var: Değişik sözler eviriliyor, çevriliyor bir şeye geliyor; orada (Pakistanlı) İn’amullah ona diyor ki… Sir James Jeans, filozof, hakperest esasen, bir yönüyle Pascal gibi. Manastır’ın pencerelerinden bakıp da -Hazreti Pîr-i Mugân’ın ağacın üstünde durup “Dinle de yıldızları, şu hutbe-i şirinini / Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.” dediği gibi- gökyüzünü temâşa edip “Allah’ım! Allah’ım!” diye inleyen insan, filozof… Ama temsil ve hal ile kendisine gidilmediğinden dolayı, bir yönüyle, A’râf’ta kalmış. A’râf’ta kalmış; fakat hep doğruyu arama, hep doğru peşinde koşma, onun şiarı olmuş. O Sir James Jeans da öyle birisi. Söz eviriliyor, çevriliyor, ona geliyor; İn’amullah da hemen yapıştırıyor: إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ “Gerçek şu ki, kulları içinde, Allah karşısında, ancak âlimler saygıyla ürperir.”(Fâtır, 35/28) Sir James Jeans, “Ne bu?!” diyor. İn’amullah, “Bu, Kur’an’dan bir ayet” diyor. “Bunu Hazreti Muhammed mi söylüyor?” “Hazreti Muhammed söylüyor!” “O bunu diyorsa, O, peygamberdir!” diyor. Anlayan, meseleyi başka türlü anlıyor. Bakın biz de okuyoruz: إِنَّمَا يَخْشَى اللهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ Gerçekten ilmi sindirmiş insanlar, bütün benliğine mal etmiş insanlar, nöronlarına nakşediyor gibi onu nakşetmiş insanlar…

O davranışlarına öyle aksedecek ki, onu gören herkes لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ diyecek. O hadis ricâli (Efendimiz’in hadislerini nakleden râvîler) içinde böyle insanlar vardı. Sokakta gezerken, onu görenler, لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ diyorlardı. Tavırlarından dökülüyordu, iki büklümdü, Allah tarafından görülüyor olma tavrını sergiliyordu. وَمِنْ قَلْبٍ لَا يَخْشَعُ Ürpermeyen kalbden Allah’a sığınıyor; latife-i Rabbâniyesi sürekli huşû ile köpürüp duruyor; dolayısıyla da bu onun tavır ve davranışlarına da aksediyordu. Bir temsil, bir hâl sergiliyordu ki, halledilmedik mesele kalmıyor; o temsil ile temessüle geçmeyecek insan da kalmıyordu.

Eksiğimiz/gediğimiz, bu olduğundan dolayı, o güzel sistemi, İslam sistemini, Allah sistemini, dünyaya olduğu gibi duyuramadık! Bilmem kaç asırdan beri… Hazreti Pîr “Üç asırdan beri, rahnedâr olmuş bir kaleyi tamir ediyoruz!” diyor. Üç asırdan beri… Demek ki -min vechin- surların bir kısmı yıkıldı, bazı yerlerde çatlamalar oldu, kubbede kopmalar oldu, dökülen taşlar oldu. Peşi peşine bütün bunlar oldu; bize gelinceye kadar hepsi zıp zıpır, “Müslümanım!” diyen cahillere kaldı. Dolayısıyla bu harap olmuş kale, tamir edilmek ister. Esasen o da tavır, davranış, temsil derinliğine bağlıdır. Onu görmeyince, insanlar niye sizin arkanızdan gelsinler ki?!.

Allah’ım, doyma bilmeyen nefisten Sana sığınıyoruz!..

Peygamber Efendimiz, mezkûr duada üçüncü olarak, وَمِنْ نَفْسٍ لَا تَشْبَعُ “Doymayan nefisten de Sana sığınırım!” buyuruyor. Hafizanallah, dünyaları versen doymayan nefis, hadisin ifadesiyle. Efendimiz ifade buyuruyor sahih hadiste: “İki dağ altını olsa, bir üçüncü dağı da ister.” Öyle bir tevehhüm-i ebediyet vardır ki!.. Tûl-i emel akıntılarına/çağlayanlarına kendini salmış; sürekli sürüklenip gidiyor; ne verirseniz verin, doyma bilmiyor!..

Evet, وَمِنْ نَفْسٍ لَا تَشْبَعُ “Doymayan nefisten, Sana sığınırım!” Bir tane bir yerdeki varlığıyla yetinmez. Mesela, hafizanallah, Karun gibi davranır. Bir yerde bir hazine yaptı; “Yahu ne olur, ne olmaz; bunun kilidini kırar veya bir anahtar uydurur, çalarlar. En iyisi mi, bir hazine de başka bir yerde yapayım, bir hazine de başka bir yerde yapayım, bir hazine de başka bir yerde yapayım!” Ee nereden çıkarıyorsun bunları?!. Kur’an, onu anlatırken, buyuruyor: وَآتَيْنَاهُ مِنَ الْكُنُوزِ مَا إِنَّ مَفَاتِحَهُ لَتَنُوءُ بِالْعُصْبَةِ أُولِي الْقُوَّةِ “Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı.” (Kasas, 28/76) Kuvvetli on tane insanın, anahtarlarını taşıyacakları şekilde hazineleri vardı. Ee canım, büyük, o cami anahtarları gibi, şunun sapı gibi bile olsa, yine de on tane insanın taşıyacağı şeyi düşününce, her halde kucak kucak anahtar. Demek ki yirmi yerde, otuz yerde… Bakın, birine razı olmuyor.

Demek ki bir yerde bir tane villa yapıyor; “Yahu burada bıktım usandım; böyle, ülfet ünsiyet oldu; çocuklar hep çıkıyor, çıkıyor, aynı yeri görüyorlar; aynı bahçe!..” falan.. “Bu, bülbülün bile canını sıkar. Bir tane de başka bir yerde yapayım, bir tane de başka bir yerde yapayım! Ne olursa olsun; hatta tabii dengeye bile, ekosisteme bile dokunarak da olsa, falan yerde on bin tane ağacın kesilmesi pahasına, bir tane de orada yapayım. Bir tane de denizin kenarında yapayım; millet hazır, plaja girerken böyle, o enteresan şeyleri, bünyeleri temâşâ etmek için, gözlerimizin aydınlığı adına temâşâ etmek için, bir tane de denizin yanında yapayım. Bir tane de dağın başında yapayım; dağ, fazla oksijen almak için. Bir tane de çukur bir yerde yapayım, bilmem ne için. Bir tane de bilmem nerede, bir tane de bilmem nerede!.. Bunlar yetmez canım, bir de filolarımın olması lazım, denizin enginliklerine de yelken açmam lazım. Orada da neler oluyor, neler bitiyor, onları temâşâ etmem lazım!” Siz, bunlara itiraz etseniz, derler ki: “Âyât-ı tekvîniyeyi temâşâ etme adına, Zat-ı Ulûhiyetin eserlerini görme adına insana ne kazandırıyor, ne kazandırıyor; siz bilmiyorsunuz. Aklı ermeyen insanlar olarak ne diye bunlara itiraz ediyorsunuz?!.” Hemen orada meseleye dinî bir menât (temel, dayanak, merci) bulmak suretiyle kandırmayı pekiştirmeye çalışırlar.

Doymayan nefis… Allah Resûlü, bunu o kadar tehlikeli buluyor ki, üçüncü derecede, faydasız ilim ve haşyetsiz kalbden sonra “doymayan nefis” diyor.

Allah’ım, icâbet edilmeyen ve kabule mazhar olmayan duadan Sana sığınırım.

Bir de وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا “Yapıldığı halde kabul olmayan duadan…” diyor, hafizanallah. Tirmizî hadis-i şerifinde, “kabul olmayan dualar” adına Allah Resûlü şöyle buyuruyor: إِنَّ اللهَ لَا يَقْبَلُ دُعَاءً مِنْ قَلْبٍ غَافِلٍ لَاهٍ “Allah, ne dediğini bilmeyen, söylediğinden habersiz olan bir kalbin duasını kabul etmez.” Ne dediğinin farkında olmadan, ezberlediği şeyleri söylüyor. Hakikaten, dediği şeyler, doğru. Mesela diyor ki: اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ، اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ “Allah’ım bizi Cehennem ateşinden uzak tut! Allah’ım bizi ateşten koru! Bizi Cehennem’den âzâd eyle!..” Söylüyor fakat ne dediğinin farkında değil.

Biraz evvelki mülahaza ile, اَللَّهُمَّ أَجِرْنَا مِنَ النَّارِ derken, gözleri kapayıp Allah huzurunda bulunuyor olma mülahazasıyla, hakikaten magmalar gibi veya lavlar gibi fışkıran bir Cehennem’i hayalinde canlandırmaya çalışmalı: “Allah’ım! İşte ben, ondan Sana sığınıyorum! Allah’ım, işte ben, ondan Sana sığınıyorum!” demeli!.. Duygusu/düşüncesi, Sırât gibi olacak bir yönüyle; Allah (celle celâluhu) o sığınmayı boş bırakmaz. Duygusu/düşüncesi; zihninde, bakışında bir Sırât gibi temessül edecek ve sonra da kendini o Sırât’ın üstünde görecek. Bir de وَأَدْخِلْنَا الْجَنَّةَ مَعَ اْلأَبْرَارِ “Ve bizi dâhil eyle Cennet’e, ebrâr (iyiliğe kilitli sâlih kullarla) beraber!..” derken, birden bire Cennet’in bağının/bahçesinin, otunun-ağacının, selvisinin-bilmem nesinin salınıp durduklarını görecek ve kendinden geçecek, mest olacak..

Efendim, وَمِنْ دَعْوَةٍ لَا يُسْتَجَابُ لَهَا “İcâbet edilmeyen davetten (duadan/yakarıştan) Sana sığınırım!” Gönülden dua etmek lazım; “lâğî-lâhî” (faydasız, manasız ve şuursuz) olarak değil, eğlence değil. Esasen, ellerimizi kaldırdığımız zaman… Birinin mülahazası ile arz edeyim: Bilmem kaç insan vardır, ellerini kaldırdığında, heyecanından, ellerinin içine bir şeylerin yağdığını hisseden? Ellerinin içine bir şeyler yağıyor gibi olur, gerçekten Allah’a teveccüh etmiş insanın. Şimdi o diplomalı cahiller belki bunu da sorgularlar; “Yok öyle bir şey. İlmihaller yazmıyor öyle bir şeyi!” derler. A be ilmihâlci adam!.. Sen, ilmihalin ötesinde bir şey bilmiyorsun ki!.. Sen, kalbinden habersiz yaşıyorsun, ruhundan habersiz yaşıyorsun!.. كَمَثَلِ الْحِمَارِ يَحْمِلُ أَسْفَارًا Sen, o kadar konsantre olunca, tepeden tırnağa sende bir ihtizaz hâsıl olacak, kalbinin ritmi değişecek ve ellerine de âdetâ bir şeyler yağıyor gibi olacak. Objektif değil. Zorlayın kendinizi!.. Allah huzurunda durduğunuz mülahazası ile, ciddî bir konsantrasyon ile, eskilerin ifadesiyle “im’ân-ı nazar” ile, O’nun tarafından görülüyor ve O’nu görüyor olmaya tâlip olma mülahazasıyla yaptığınız zaman, Allah (celle celâluhu) duayı kabul buyuracak… Bir, bu.

Bir ikincisi: Dua yapar, yapar… Allah (celle celâluhu) kulun duasını istiyordur; onun defter-i hasenâtına onun geçmesini istiyordur. Dolayısıyla da vereceği şeyi, kulunun çok dua etmesine bağlamıştır. Bu da hadis: يُسْتَجَابُ لِأَحَدِكُمْ مَا لَمْ يَعْجَلْ يَقُولُ: دَعَوْتُ فَلَمْ يُسْتَجَبْ لِي “Herhangi birinizin duasına icabet buyurulur, acele etmezse şayet.”Nasıl acele ediyor? “Dua ettim ettim de kabule karîn olmadı!” diyerek… Kırk sene dua etsen, Allah (celle celâluhu) seni kırk sene kapısında, kapısının eşiğine, rahmet eşiğine, şefkat eşiğine, re’fet eşiğine baş koymuş, yalvaran bir insan haline getirir: “Aferin Benim kuluma! Kırk sene, Ben, kulumun istediğini tam vermedim ama onu tam mahrum da etmedim. Yürüdüğü yolda avanslar verildi, değişik şeyler aldı ama kendi istekleri tamamen yerine getirilmedi. Fakat Benim kahraman kulum, hiç yılmadan, kırk sene, gönlünden gele gele, kalbinde ürpertiler hâsıl ede ede hep dua etti!”

Evet, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kabul olmayan duadan da Sana sığınırım!” derken, lâğî-lâhî duadan ve duaya karşı bıkkınlık yapan insanların dualarından istiâzeye işarette bulunuyor, Allahu a’lem. Hazreti Pîr diyor ki kulunç rahatsızlığı için, “Otuz senedir şifa duasını ettiğim halde, duam zahirî kabul olmadığından, duayı terk etmek kalbime gelmedi. Zira hastalık, duanın vaktidir; şifa, duanın neticesi değil.” Vakıa yirmi bir defa zehirlenmiş. Bunlardan dolayı ben öyle “Allah’ım, bunları benden al, beni zehirleyenleri Sen de zehirle!” falan dediğini bilmiyorum; ben öyle bir şey görmedim; yok, öyle bir şey demiyor. Affediciliği ve bağışlayıcılığı şiar edinmiş bir insan. “Hakkımı helal ettim!” diyor. Bütün kötülükleri sayıyor, sıralıyor, paragraf paragraf; insanın içini bulandıracak şeyler yapılmış ama “Hakkımı helal ettim!” diyor. Evet, âbide şahsiyetlere düşen şey!..

“Allah’ım, Sen’den diliyor ve dileniyoruz, gözlerimize yaş ver ve bizi ağlat”

Ha, bu -antrparantez- size de düşen, bize de düşen şeydir. Balyozculara karşı, külünkçülere karşı, sürekli sizin üzerinize mızraklarla gelenlere karşı, sizi zindanlara atanlara karşı, şakî bir şebeke gibi gösterenlere karşı, siz de “Hakkımı helal ettim!” demeye kendinizi hazırlayın. Efendim, bu, yiğitçe bir şey olacak, babayiğitçe bir şey olacak.

Tabii ki, şimdi kıskaçlarına düşmemeye bakmak lazım; onun çarelerini araştırmak lazım; o mevzuda stratejiler oluşturmak lazım. Ama aştı sizi her şey, geldi çattı size her şey; o zaman da affa kendinizi hazırlayın. Çünkü insanca tavrın gereği budur!..

El-âlem insanca tavır yapmıyor… وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ “Size yapılan bir haksızlık ve kötü muameleye mukabele edecek olursanız, size yapılanın aynısıyla mukabelede bulunun. Fakat sabreder de mukabele yerine af yolunu seçerseniz, böyle davranmak, sabredenler için hiç kuşkusuz daha hayırlıdır.” (Nahl, 16/126) Sabrederseniz, bu, sizin için daha hayırlıdır!.. Hazreti Üstad, aynıyla karşılık vermeye  “mukabele-i bi’l-misil kâide-i zâlimânesi” diyor. Kötülüğe kötülük ile mukabele değil…

“İhsan, sana ihsanda bulunana ihsan değildir; ihsan, sana kötülükte bulunana karşı yapılan iyiliktir.” diyor Hazreti Ruhullah, Hazreti Mesih. Sana kötülük yapana iyilikte bulun!.. En azından bir tebessüm tasaddukunda bulun; tebessüm… Evet, karakteriniz, bu sizin. El-âlem canavarca davranmış… Ee, canavar, canavarca davranır. Allah, seni-beni insan yaratmış; bize düşen şey, insanca davranmaktır. Fedakârlıkta bulunulması, caiz olmayan bir şeydir, bu; fe-da-kar-lık-ta bu-lu-nul-ma-sı ca-iz ol-ma-yan bir şey, hakiki mü’min için.

Diğer bir husus da وَمِنْ عَيْنٍ لاَ تَدْمَعُ “Yaşarmayan gözden de Sana sığınırım!” Allah Teâlâ, şakır şakır gözyaşı dökmeye bizi muvaffak eylesin!.. Üç asır evvel biz, gözyaşlarını gömdük; üzerine de kocaman kayalar koyduk, “Bir daha kalkmasın!” diye. “Yerin altında otu-ağacı beslesin, bir su olarak; bize lazım değil!” falan dedik. Oysaki Cehennem’in alevlerini söndürecek bir iksir var ise, o da gözyaşlarıdır. Duaları kanatlandırıp Allah’a uçuracak bir şey var ise, o da Allah için dökülen gözyaşlarıdır.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) beyanı: وَلَا تُكْثِرِ الضَّحِكَ فَإِنَّ كَثْرَةَ الضَّحِكِ تُمِيتُ الْقَلْبَ “Çok gülmeyin! O, kalbi öldürür!” Kur’an da şöyle buyuruyor: فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلاً وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا “Çok az gülünüz ama çok, çok, çok ağlayınız!” (Tevbe, 9/82) Seccadeleriniz ıslansın; hal dili ile “Yeter yahu! Sıkılacak hâle geldim, yeter yahu!” desin. Gece karanlıkta, Berzah yolunda projektörler yakmaya çalıştığınız anda, gözyaşlarınızı da -bir yönüyle- onlara gaz gibi, enerji gibi gönderin! Onlar, daha güçlü aydınlıklar meydana getirecektir. Allah, o türlü gözlere sahip olanlardan eylesin!..

Vesselam.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Allah'ın Sevki ve Onun Vesileleri

Sohbetlerde ve eserlerde üzerinde çokça durulan sevk-i ilahî ve insiyak tabirlerinden maksat nedir? Sürekli doğru yolda yürümek ve hep hayırlı işler yapmak için en büyük teminat sayılan sevk-i ilahîye ve insiyaka mazhar olmanın vesileleri nelerdir?

  • Sevk ve insiyakın manaları... (00.35)
  • Sevk-i ilahî ve irade münasebeti... (02.20)
  • Bazen içte tüllenen bir his, bir duyuş, bir arzu ya da bir temayül umumî dirilişe yürümenin başlangıcı olabilir. (05.30)
  • Bizden çok akıllı insanlar var; bizim içeriye adım attığımız kapının önünden defalarca geçmişler ama içeri girmeyi hiç akıl edememişler. Fakat, Cenâb-ı Allah, bizi bu salih daireye yönlendirmiş, bize giriş kapısını göstermiş ve sonra da halkada kalabilmemiz için inayetini yâr etmiş. (06.45)
  • Sâlihlerin huzurunda onların insibağına ermek sevk-i ilahînin en büyük vesilelerinden biridir. (09.00)
  • Hazreti Üstad'ın talebelerinin sadâkati ve Zübeyr Abi'nin beraat kararını reddedişi... (11.07)
  • Sevk-i ilahîye mazhariyetten sonra, Kur'an hâdimleri şeytanların hücumlarına daha çok maruz kalırlar. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle çok uğraşırlar. (12.10)
  • Mazhariyet ile kaybetme doğru orantılıdır; insan, ne kadar yukarı çıkmış ve ne ölçüde yükselmişse, düştüğünde de o kadar derin bir çukura yuvarlanır. (15.33)
  • Mehmet Kırkıncı Hocaefendi'nin akıbet endişesi... (16.45)
  • Mü'min, farzlarla velayet kapısını aralar ve içeriye adım atar; nafileler sayesinde farzların eksiklerini ve noksanlarını tamamlayınca tam bir velayete ulaşır; işte o zaman, Cenâb-ı Hak onun gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili ve tutan eli olur. (18.40)
  • Bir mollanın tevekkül anlayışı.. ve öksürükle gelen helva... (21.00)

Allah'ın Yardımı ve Sihirbaz Cellat

“Zaman gösterdi ki: Cennet ucuz değil, Cehennem dahi lüzumsuz değil.”

Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki: أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Yoksa siz, daha önce geçmiş ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan Cennet’e gireceğinizi mi sandınız?!. Evet, onlar öyle ezici mihnetlere, zorluklara dûçâr oldular ve öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ve yanındakiler, ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ diyecek hale geldiler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” (Bakara, 2/214)

“Siz, sizden evvelkilerin başlarına gelenler başınıza gelmeden, Cennet’e gireceğinizi mi zannediyorsunuz?!.” Hazreti Nuh’un, Hazreti Hud’un, Hazreti Sâlih’in, Hazreti Musa’nın, Hazreti İsa’nın, Hazreti Zekeriya’nın, Hazreti Yahya’nın… Aynı zamanda mutlak manada insan-ı kâmil, belki vesile-i hilkat olan Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın çektiği şeyler… Onlar hiç hak etmemişti çektiklerini; fakat Cennet yolunun yolcularının başına gelmesi mukadder olan şeylerdi onlar.

“Sizden evvelkilerin başlarına gelenler başınıza gelmeden, Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz?!.” مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا Değişik sıkıntılar, baskılar, tazyikler, tagallüpler, tahakkümler, tasallutlar, saldırmalar, hazımsızlıklar, yapılan şeyleri yıkmalar, tahripler, karşı çıkmalar, güzergâh emniyetini tehlikeye atmalar, pozitif bütün şeylere karşı ilân-ı harp etmeler… Bunlarla yüzleşmeden, karşı karşıya gelmeden, Cennet’e gireceğinizi mi sanıyorsunuz?!. وَزُلْزِلُوا “Sarsıldılar!” diyor; adeta fay kırılmalarına maruz kaldılar; kırılmaları kırılmalar takip etti. Fiil kipinin esprisi, muttasıl kırılmalara dikkati çekiyor. وَزُلْزِلُوا Sürekli… Meçhul fiil olduğundan dolayı da “Allah, sarstı, zelzele verdi, fayı kırdı!” demiyor, “Sarsıldılar!” diyor; fiil, nâib-i fâile nisbet ediliyor.

Öyle bir sarsıldılar ki; حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ Bırakın başkalarını, Peygamber ve hemen arkasındakiler, yani Bû-Bekr u Ömer u Osman u Ali, Talha vu Zübeyr u Sa’d u Saîd… Bunlar bile مَتَى نَصْرُ اللهِ dediler: “Yâ Rab! Nusretin ne zaman?!.” Oysaki onlar, öylesine “Tevekkül”, “Teslim”, “Tefviz” ve “Sika”ya kilitlenmişlerdi ki, her şeyi Allah’tan biliyor, Allah’a güveniyor ve Allah’a dayanıyorlardı. Bir gün Cenâb-ı Hakk’ın onlara yardım edeceğine inançları tamdı. Ama can gırtlağa gelmişti ve öyle sıkışmışlardı ki, onlar bile o Akrabü’l-mukarrabîn ile مَتَى نَصْرُ اللهِ “Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman yetişecek?!.” dediler.

Sebepler bilkülliye sukût etmişti; kullanacak hiçbir sebep kalmamıştı. Şerirler, şirret kılıçlarını kullanıyor, salya atan dilleri ile onların üzerine gidiyor, her yerde onların aleyhinde havayı bozuyor ve zihinleri bulandırıyorlardı. Nöron kirletmesine kendilerini adamış/vakfetmişlerdi. Şimdilerde, devletin imkânları ile bugün bir yerde, ertesi gün başka bir yerde, daha ertesi gün daha başka bir yerde bir yalan ile, “Size bir hava meydanı!”, “Size bir liman!”, “Size bir yol!”, “Size bir saray!”, “Size bir restorasyon!” yalanları ile, iftiraları ile, kandırmaları ile yapıldığı gibi, bütün yolları kesiyorlardı. Hayır adına koşturan o insanları engellemek, tökezlemelerini sağlamak için -veya “tökezlemelerine sebebiyet vermek için” demek, kelimenin nüansı açısından daha doğru- ellerinden gelen her şeyi yapıyorlardı, maalesef. Dolayısıyla, bunlara maruz kalanlar مَتَى نَصْرُ اللهِ dediler.

İşte esbâb bil-külliye sukût edip nur-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur edince… Vâhidiyyet de diyebilirsiniz; kimisi öyle diyor, Hazreti Pîr böyle diyor: Nur-i Tevhid içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor. Onlar tam Allah’ı birlediklerinden, “Allah’ım! Sen, Sen!..” dediklerinden dolayı… Hatta kuyu dibindeki Hazreti Yusuf gibi, balığın karnındaki Hazreti Yunus İbn Mettâ gibi… Sebep, yok; bütün sebepler “elvedâ” edip ayrılmışlar, ebedî yokluğa gömülmüşler âdetâ… İşte o zaman insan, bütün vicdanı ile, bütün vicdanî sistemleri ile, yani latife-i Rabbâniyesi ile, hissi ile, şuuru ile, mantığı ve muhakemesi ile, مَتَى نَصْرُ اللهِ diyor.

“Allah’ım! Yardımın ne zaman? Artık bittik!..” demekti bu, “Bittik!..” İşte o zaman, أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “İyi bilin ki Allah’ın yardımı yakındır.” Başa gelenler öylesine zirve yaptığı zaman.. doruğa ulaştığı zaman.. iş gidip “gayretullah” çeperine dokunduğu zaman… İşte o zaman, أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ “Allah’ın nusreti yakındır!”Allah, yakın zamanda onlara nusret ediyor; size de nusret etsin inşâallahu teâlâ!

Çekiyorsunuz, inşaallah, o inayet koşacak sizin de yardımınıza

Cenâb-ı Hak nusretini, çoğunuza başka yerlerde yüce mefkûrenizi anlatma fırsatı vererek lütfediyor. Esâsât-ı diniyenin temel disiplinlerini, geleneklerinizi ve an’anelerinizi dünya pazarlarında peyleme.. bunların sergisini yapma.. bir yönüyle, dünyadan alacağınız şeyleri almak için onları bir emtia gibi kullanma.. verme-alma muamelesine girme.. dolayısıyla böyle bir alış-veriş ile onlarla diyalog tesis etme.. çaylarını içme, çay içirme.. yemeklerini yeme, yemek yedirme.. güzelliklerinizi teşhir etme.. insan olarak onların da güzellikleri vardır, o güzelliklerden de istifade etme…

İşin hakikatini, mâverâsını (arka planını) göreceğimiz âna kadar bir kısım sıkıntılar olacak… Ashâb-ı Kirâm, Mekke-i Mükerreme’den, beldelerin en kerîminden beldelerin en münevverine, Medine-i Münevvere’ye hicret etmişlerdi. Orası Yesrib iken, nurlanıyor, medeniyet merkezi haline geliyordu onlar sayesinde. Onlar da oraya gittiklerinde, belli bir dönemde tanınmadılar, sindirilemediler. Hatta hayatlarının sonuna kadar onları sindiremeyen münafıklar oldu; onları geldikleri yere döndürmek için hep ayak oyunları ile, ellerinden gelen her şeyi yapmaya çalıştılar. Müreysî Vakası, senelerce sonra olan bir vakadır; o zaman bile “Eğer Medine’ye dönersek, azizler zelilleri oradan çıkaracak!” diyordu şom ağızlı birisi; günümüzün şom ağızlılarının dediği gibi: “Size burada yaşama hakkı yok!”Başlarında, İnsanlığın İftihar Tablosu, Şeref-i Nev’-i İnsan, Ferîd-i Kevn ü Zaman’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) bulunduğu Müslümanlara, O’na en yakın olanlara, Ebu Bekir’lere Ömer’lere, Osman’lara, Ali’lere, “Size Medine’de, münevver medeniyet merkezinde yer yok! Mekke-i Mükerreme’ye, yeniden!..” diyorlardı. Senelerce sonra, hâlâ o duyguyu paylaşıyorlardı; o duygu ile onlara karşı koyuyorlardı. Ve Müslümanlar yine çekiyorlardı, yine çekiyorlardı.

Çekme, böyle zirvede, Hicret-i Seniyye’nin beşinci senesine kadar, yani Hendek Vakası’na kadar devam etti. Bu, ne demek?!. Mekke-i Mükerreme’de, Peygamberlik on üç sene… O on üç senede çektiğini de kimse çekmemişti O’nun. Alvar İmamı’nın ifadesiyle diyeyim; o, başka bir mülahaza ile söylerdi: “O çekilen şeyler, Everest Tepesi’nin başına konsaydı, o dağ, tuz-buz olurdu!” Fakat İnsanlığın İftihar Tablosu, zerre kadar eğilmedi. O’nun asâ gibi eğildiğine kimse şahit olmadı. Ne boynunu sıktıkları zaman, ne sırtına bindikleri zaman, ne ölüm için şeytanın verdiği kararlara uyup evinin önünü kestikleri zaman ve ne de evine baskınlar yaptıkları zaman… Hiçbir zaman eğilmedi. Hep gözleri Allah’ın açacağı kapıda idi, bekliyordu. Recâ hissi, her gün biraz daha artıyordu. Ümitle her gün biraz daha ciddî metafizik gerilim içine giriyordu.

Çektiler… Cumbasında, Kur’an-ı Kerim okuyan Hazreti Ebu Bekir’e müdahale ediliyor. Bilal-i Habeşî, kuma yatırılıyor, üzerine taşlar konuluyor. O sıcakta beyin kaynar ve bir yönüyle bozulur. Böyle bir sıcakta kuma yatırıyorlar, üzerine de taşlar koyuyorlar. O yine orada hiç yılmadan, “Ehad! Ehad! Ehad!..” diyor. Ve esbâb bil-külliye sukût ettiğinden, nur-i tevhîd içinde sırr-ı Ehadiyyet zuhur ediyor; o da “Ehad! Ehad! Ehad!..” diyor, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ediyor.

Ve gün geliyor, Allah (celle celâluhu) onlara bir ferec ve mahreç ihsan ediyor: أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ مَسَّتْهُمُ الْبَأْسَاءُ وَالضَّرَّاءُ وَزُلْزِلُوا حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللهِ أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ Evet, مَتَى نَصْرُ اللهِ “Allah’ım, yardımın ne zaman?!.” diyorlar. Allah buyuruyor ki: أَلاَ إِنَّ نَصْرَ اللهِ قَرِيبٌ

Şu kadar var ki, bu, böyle olmasa bile, esasen siz hedeflediğiniz şeyi elde etmiş olacaksınız; إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالنِّيَّاتِ “Ameller başka değil ancak niyetlere göredir.” fehvasınca, elde edeceğiniz şeyi, Allah’ın izni ile şimdiden elde etmişsiniz. لَوْ كَانَتِ الدُّنْيَا تَدُومُ لِوَاحِدٍ – لَكَانَ رَسُولُ اللهِ فِيهَا مُخَلَّدَا “Şayet dünyada birinin ebedîliği söz konusu olsaydı, İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) onda ebedî kalırdı!” Evet, eğer dünyanın ebedî olması söz konusu olsaydı, yüzü suyu hürmetine yaratılan Hazreti Muhammed Mustafa, ebedî olarak kalırdı!.. Fakat…

Gelir bir bir, gider bir bir, kalır Bir,
Gelen, gider; giden, gelmez! Bu bir sır.
Gelirse, gelir bir kıl ile, eyleme tedbir;
Giderse, gider; eylemez bir koca zincir.(Anonim)

Acib bir kârubân-hane bu dünya,
Gelen gider konan göçer bu elden,
Vefası yok sefası yok fani hülya,
Gelen gider konan göçer bu elden.(Alvarlı Efe Hazretleri)

Siz de, biz de, onlar da, hepimiz gideceğiz öbür tarafa. Ama kaybetmiş insanlar olarak değil, kazanmış insanlar olarak gitme cehd u gayreti içinde olmalıyız. İnşaallah öylesiniz. İnşaallah metafizik geriliminiz hep devam eder; yapmanız gerekli olan şeyi, bugüne kadar yaptığınız gibi, bundan sonra da yaparsınız!..

Hizmet insanı için en büyük tehlikelerden biri: Meylürrahat

“Meylürrahat” tehlikelidir. (Rahata düşkünlük de diyebileceğimiz “meylürrahat”, aynı zamanda, dünyanın cazibedar ve zahirî güzellikleri karşısında hevesin uyanması ve insanda çalışmaya karşı bir gafletin hâsıl olması demektir.) Bir yönüyle daha hayattayken, kendini ölümün kucağına atma ve manen ölme demektir meylürrahat. Hele insan, onu tabiatının bir yanı haline getirmiş ise, hafizanallah, sıyrılması da çok zordur.

Yirmi Üçüncü Söz’de, farklı şekilde meseleye yaklaşılırken, yiyip, içip, yan gelip kulağı üzerine yatma, hayvanlara mahsus bir fiil olarak anlatılıyor. Vakıa hayvanlar, her zaman yan gelip kulakları üzerine yatmazlar. Hususi ile insanların terbiye ve te’nîsine tâbi tutulmuş, uysal, evcil hayvanlar… Bunlar, bir yönüyle kendilerine yüklenen vazifeyi yaparlar. Samanlıkta yerler-içerler fakat boyunlarına boyunduruğun konulacağı veya memelerinden sütün sağılacağı ya da yavrularına süt verecekleri meselesi, her zaman onların ihsasları içinde söz konusu olan şeylerdendir. Onun için, onları bu mülahaza ile nazar-ı itibara alan Kur’an-ı Mu’cizü’l-beyan, insan olma vazifesini yerine getirmeyen insanlara, كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ “Onlar, hayvanlar gibi, hatta hayvanlardan da daha aşağıdırlar!” (A’râf, 7/179) diyor. Yani, hayvan, şöyle-böyle ihsaslarıyla ne yapacağının farkındadır. Dar ihsas dairesi içinde, insan gibi öyle kafasında her şeyi çözebilecek nöronları yoktur; öyle bir mantığa ve muhakemeye sahip değildir. Ama hayatını ve hayatına başkalarının hayatları da bağlıysa şayet onların hayatını devam ettirme adına yapması gerekli olan şeyler mevzuunda, bir hassasiyet-i fevkaladesi vardır. Dolayısıyla bunda da tam bir “meylürrahat” olduğu söylenemez.

Onun içindir ki, “meylürrahat”a “cellâd-ı sehhâr” denebilir; esas, insanı büyüleyen, hipnoz yapan, sonra da -bir yönüyle- kellesini alan, onu boğazlayan bir şey demektir, hafizanallah.

Meylürrahat’ın temelinde olan şeylerden biri, insanın bir gâye-i hayalinin olmamasıdır. Bu, mefkûreden mahrum yaşaması ve moda ifadesiyle bir ideale sahip olmaması demektir. Bu da yine Hazreti Pîr’in beyanına bağlanacak olursa, “Gâye-i hayal olmazsa veyahut nisyan veya tenâsî edilse; ezhân, enelere dönüp etrafında gezerler.” Nisyan veya tenâsî edilse: Ya doğrudan doğruya unutulsa veya unutma tavrı içine girilse. “Tefâ’ül” (تَفَاعَلَ) kipi إِظْهَارُ مَا لَيْسَ فِي الْبَاطِنِ İçte ve işin aslında olmayan bir şeyi varmış gibi gösterme manasını da muhtevidir. Esasen çok da unutulacak gibi değil, ama… Hani tabipler, eskiden “temâruz” (تَمَارُض) derlerdi; bu, “hasta olmadığı halde hasta görüntüsü sergileme” demekti. “Tenâsî” de o esasen. Gâye-i hayal, unutulacak gibi değil; fakat kimi insan o mevzuda öyle bir gaflet içinde bulunuyor veya öyle hipnoz yapılıyor ki ona, unutuyor veya unutmuş gibi davranıyor.

Şeytan mı yapıyor, nefis mi yapıyor, hevâ mı yapıyor; yoksa şeytanın misyon ve vazifesini yüklenmiş insî şeytanlar mı yapıyorlar onu?!. Yapabilirler; çünkü Kur’an-ı Kerim buyuruyor, En’âm sûre-i celîlesinde: وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ “Böylece biz her peygambere, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Onlardan kimi kimine, aldatmak için birtakım yaldızlı sözleri vahiy gibi telkin ederler. Eğer Rabbin dileseydi, bunu yapamazlardı. O halde onları, düzmekte oldukları yalanlarıyla baş başa bırak!” (En’âm, 6/112) Demek ki, insanlar, şeytanlara; şeytanlar da insanlara lafların en süslü-püslüsünü vahyediyorlar. Kur’ân, bunu “vahiy” sözü ile ifade ediyor. Burada da “vahiy” kelimesi ile ifade edilmesi, bir şey hatırlatıyor insana: Meselenin en tehlikeli telkini, esasen dini kipler içinde, dinî argümanlar içinde sunulmasıdır. Ayette, “fısıldıyor” değil, “vesveseye bağlı sunuyor” değil, “yüvesvisu” değil; “yûhî” deniyor. Bu ifadeyle, insî ve cinnî şeytanların sanki doğru bir şey söylüyormuş gibi, sanki onu ayağa kaldıracak, onu insanî kıvama ulaştıracak, ahsen-i takvîme mazhariyetin gereklerini yerine getirecek kıvam yolunda bazı şeyler söylüyormuş gibi davrandıklarına işaret ediliyor.

Kur’an-ı Kerim’in bir kısım şeyleri ifade etmede seçtiği kelimeler, çok önemlidir. Buradaki, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا beyanında, “yûhî” fiiline de bu açıdan bakılmalıdır. “İlk defa Âdem aldandı, evlatları da aldandı!” diyor Efendimiz; “Âdem, nisyan etti/unuttu; evlatları da unuttu!” buyuruyor; meseleyi âdetâ genetiğe bağlar gibi bir şey söylüyor. Şeytan O’nu (aleyhisselam) aldatırken nasıl davranıyor, ne diyor?!. “Cenâb-ı Hak, bunu yasak etti; esasen siz burada böyle ebediyetten mahrum kalasınız diye!” Sûret-i haktan görünme… Şimdi Cennet’te kalma, Cenâb-ı Hakk’a sürekli muhatap olma, dolayısıyla ân-ı seyyâlesi cihanlara bedel olan bir hayatı yaşama söz konusu… Orada öyle bir şey ile vuruyor ki!.. “Bak; sen bu memnu meyveye yaklaşırsan şayet, burada ebedî kalacaksın!” diyor. İşte bu “sağdan vurma” demektir. Ve nitekim orada yine ifade ediyor: قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلاَ تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ “Şeytan, devam etti: Öyleyse, madem Sen beni azdırıp saptırdın, ben de andolsun, o insanları saptırmak için Sen’in dosdoğru yolunun üzerine oturacağım. Oturup, kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından kendilerine yaklaşacağım. Onların çoğunu şükredenler olarak bulmayacaksın!” (A’râf, 7/16-17) “Sağdan gelirim, soldan gelirim!..” Sağdan gelmesi, sûret-i haktan görünmesi, bir kısım kutsal argümanları kullanmak suretiyle aldatması demektir.

Şimdi, يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا beyanı, bunlara da işaret etmektedir. Şayet şeytanlar bu şekilde hipnoz yapıyorlarsa, bir yönüyle, aldanan insan yer, içer, yan gelir kulağı üzerinde yatar; hayvanın yapmadığı şeyi yapar. Dolayısıyla Kur’an da ona, كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ der.

Rahata düşkünlük kanserine karşı en müessir iksir

İnsanı ayakta dimdik tutacak şey, bir yüce gâyeyi realize etmeye matuf yaşamasıdır. Her yerde nâm-ı celîl-i İlâhî’nin bir bayrak gibi dalgalanmasını sağlama… Nâm-ı celîl-i Muhammedî’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir bayrak gibi dalgalanmasını sağlama… Madem O (sallallâhu aleyhi ve sellem) onu istemiş veya öyle olacağını size vaad etmiş: “Adım, güneşin doğup-battığı her yere ulaşacaktır!” Yani, her yerde “Muhammedun Rasûlullah” denecektir. Şimdi insan böyle bir yüce gâye-i hayale dilbeste olmuş ise, herhalde rahattan rehavetten sıyrılır. O, rahatı onda görür; çünkü artık canını o uğurda fedâ edeceği Cânân’ı bulmuştur.

Seyyid Nigârî diyor ki: “Cânân dileyen, dağdağa-ı câna düşer mi?” “Cânân” diyor. “Cânân dileyen, dağdağa-ı câna düşer mi? / Cân isteyen, endişe-i cânâna düşer mi?”Canına takılıp kalmış isen sen, kendini rahata salmış isen sen, Cânân’ı düşünmeye yer kalmamıştır. Jalûzilerini kapamışsın, kapıyı kapamışsın sen onlara karşı. Ama sürekli “Cânân!” deyip, oturup kalkıyorsan… Hani sizin aranızda cây-i istimal (bir kullanma biçimi/şekli/yeri, çok kullanılan bir husus) var: “Sohbet-i Cânân”. Evet, oturup kalktığınız her yerde O’ndan bahsetme, sözü evirip çevirip hep O’na getirme, “Allah!” deme, “Peygamber!” deme… İşte orada (mescidin duvarındaki tablolarda) لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ، مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ Bir tarafta Allah, diğer tarafta Muhammed. Diğeri, اللهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ Öbürü, إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللهِ أَتْقَاكُمْ Bakın, Lafz-ı Celâle’nin olmadığı (bir tablo) yok. Şurada da أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ var.

Neden sizin dilinizde de hep O olmasın?!. Neden kalbiniz, hep O’nunla çarpmasın?!. Neden heyecanlarınızla hep O’nu ifade etmeyesiniz?!. Bence, o uğurda çok rahatlıkla insan, ruhunu fedâ etmeye teşne bulunmalı!.. Belki rahat işte orada olur. “Ben rahat edeceğim!” diye kendini rehavete salmada değil, yan gelip kulağı üzerine yatmada değil, kalbî huzuru/itmi’nanı orada olur. Ee Kur’an-ı Kerim buyuruyor: أَلاَ بِذِكْرِ اللهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ “Dikkat edin ki, -Eskiler şöyle derlerdi: Âgâh u mütenebbih olun ki- kalbler, Allah’ı anmakla oturaklaşır, itmi’nâna ulaşır.”İtmi’nân da kalbin hevâ tesirinden sıyrılması, nefs-i emmâre olmaktan sıyrılması, nefs-i mutmainneye ulaşmasıdır. Nefsin “Râdıye” ve “Mardıyye” olması, “Safiye” ve “Zâkiye” ufuklarına kanat açması yolunda atılan bir adımdır esasen kalbin itmi’nâna ulaşması. Allah, kalblerimizi itmi’nan ile taçlandırsın, inşâallahu teâlâ.

Fakat gönlün O’na verilmesi lazım, âdetâ ölesiye O’na verilmesi lazım. “Cânân” dedim Nigârî’den: “Cânân dileyen, dağdağa-ı câna düşer mi? / Can isteyen, endişe-i cânâna düşer mi?” Son iki mısraı, biraz daha öldürücü: “Girdik reh-i sevdâya…” Reh-i sevdâ, aşk yolu demektir. “Girdik reh-i sevdâya, cünûnuz…” O yolun delisiyiz! “…Bize namus lazım değil, ey dil ki, bu iş, şâna düşer mi?” Anlamayanlar öyle derler: “Yahu deli mi bu adamlar?!” Ee işin esası da odur: Bir insan, dinî değerlerine hizmetten ötürü olan gayretleriyle anlaşılamıyorsa… O başkalarının anlayamayacağı şekilde, elinin tersiyle dünyayı itercesine, “Vârımı ol dosta verdim hânumânım kalmadı / Cümlesinden el yudum, pes dû cihânım kalmadı.” dediği için yadırganıyorsa… Başkaları onun bu haline bakınca, “Deli!” diyeceklerdir. Ne var ki, insan “Dininden dolayı kendisine ‘Deli!’ denmedikten sonra imanda kemâle ermiş olmaz!” Nitekim büyük tabiîn Hasan Basri hasretleri diyor ki: “Siz, sahabeyi görseydiniz, onlara ‘deli’ derdiniz. Onlar da sizi görseydi, ‘Bunlar inanmamış!’ derlerdi.” Böyle…

Dolayısıyla, şayet Cânân istiyorsa canını… “Girdik reh-i sevdâya, cünûnuz, bize namus lazım değil!..” O zaman, haysiyet, şeref, her şey ayakaltına… “Allah!” diyorsan, “Peygamber!” diyorsan, o ölçüde bir fedakârlığı sergilemen lazım. “Şuarâ leşkerine mîr-i livâdır sühanım!” Yani, “Şairler ordusuna, benim sözüm/beyanım, emir bayrağıdır” diyen Fuzûlî de der ki: “Cânımı Cânân istemiş, vermemek olmaz ey dil / Ne niza’ eyleyeyim; o, ne senindir ne benim!” Evet, “Cânımı Cânân istemiş, vermemek olmaz ey dil / Ne niza’ eyleyeyim; o, ne senindir ne benim!” “Cânımı Cânân isterse, minnet cânıma / Can, nedir ki, onu kurban etmeyem Cânânıma?!.”

“Can, nedir ki, onu kurban etmeyem Cânânıma?!.” Şimdi insanın gönlü, bu duygu ile, bu düşünceler ile, bu heyecan ile çarpıyorsa, zannediyorum bunların bahis-mevzuu edilmediği yerleri, davul-zurnanın hâkim olduğu yerler gibi görür ve öyle bir yere girdiği zaman içi bulanır, bir an evvel oradan çıkmak ister. Onun için mü’min, gâye-i hayal adına hep O’nu hedefe koymalı ve “Ben, ne yapmalıyım ki -Bu tabir de O’nun hakkında kullanılır mı?!- O’nun gözüne gireyim?” demelidir. “Ne yapmalıyım ki O’nun gözüne gireyim?!” sözünü müteşâbih ifadelerden kabul edebilirsiniz; evet, yorumlayabilirsiniz: Yani, ben tamamen gözlerimi O’nu görmeye teksif edersem, hep O’nu görmeye müteveccih yaşarsam, görülüyor olma mülahazasını bir rasathane yaparak görüyor olma mülahazasına müteveccih yürürsem, O da bana o görme mukabelesinde bulunur; görme mukabelesinde bulunur, boş bırakmaz.

Rahata düşkünlük kâtili ruhunuzu kabzetmeden evvel

Hazreti Bediüzzaman “Sonra umum meşakkatin anası ve umum rezaletin yuvası olan meylürrahat geliyor. Himmeti kaydeder, zindan-ı sefalete atar. Siz de لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ اِلاَّ مَا سَعَى olan mücahid-i âlicenabı o cellâd-ı sehhâra gönderiniz.” diyor. Zira Necm Sûresi’nde şöyle buyuruluyor: وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ اْلأَوْفَى “İnsan, emek ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez. Bu gayretinin semeresi de ileride ortaya çıkacaktır. Emeğinin karşılığı kendisine tam tamına ödenecektir.” (Necm, 53/39-41) “İnsana, sa’yinden başka ne vardır ki?!. Ve o, sa’yinin karşılığını görecektir.” M. Âkif, Yeis-Ümit şiirinde ifade eder bunu:

Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!

Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?
…Ye’s öyle bataktır ki; düşersen boğulursun.
Ümide sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, ümidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me’yûs olan ruhunu, vicdânını bağlar.

Sonra der ki bir başka şiirinde;

Cihan kânun-i sa’yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? ‘Leyse li’l-insâni illâ mâ-se’â vardı!..

İnsana, sa’yinden başka ne vardır ki? وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلاَّ مَا سَعَى * وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى * ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ الْأَوْفَى İnsan, sa’yinin karşılığını, o mevzudaki cehdinin karşılığını mutlaka görür. Yani, “Ben kim, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak kim? Nâm-ı Celîli, dünyanın dört bir yanında bayrak gibi dalgalandırmak kim?” Sen, O’na dayanıyorsan, رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.” (Mümtehine, 60/4-5) diyorsan, öyle güçlü bir kaynağa, öyle bir kuvvete dayanmışsın ki!..

Yine Akif’in sözünü hatırlatıyor bu: “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol -varsa- budur, bilmiyorum başka çıkar yol!”Allah’a dayanmışsan, o istikamette de say’ u gayret içindeysen, Allah’ın izni ve inayetiyle yapamayacağın hiçbir şey yoktur. Dünyanın rengini değiştirirsin, şu kapkaranlık dünyaya bir atlas urba giydirirsin, Allah’ın izni-inayetiyle. İslam’ın kanayan yaralarını tedavi edersin. İslam dünyası canavarların boy attığı, salya döktüğü, diş gösterdiği, çirkin canavar dünyası haline gelmiştir. Ama sen, bu dünyanın rengini/desenini değiştirmeye azmetmiş isen, Allah’ın izniyle, o istikamette de sa’ye sarılmış isen, yan gelip kulağının üzerine yatmıyorsun demektir. Çünkü çok yüksek bir mefkureyi adeta oksijen gibi yudumluyorsun, yudumladıkça da “Hel min mezîd!” diyorsun, “Daha yok mu?!.”

Evet, Gedâî’nin sözü: “Bak şu Gedâ’nın haline / Bend olmuş zülfün teline.” Bend olmuş… Mecaz bunlar. Hak dostu, yetmiş yaşında, diyor ki: “Bak şu Gedâ’nın haline / Bend olmuş zülfün teline.”Allah’a bağlılığı kastediyor veya Peygamberin zülfünün teline bend olmuş. “Bend olmuş zülfün teline / Parmağı, aşkın balına / Bandıkça, bandım bir su ver!..” “Hel min mezîd!” Bandıkça, “Bir su daha ver, bir su daha ver, bir su daha ver!” diyecek; bir türlü doyma bilmeyecek; derinleştikçe derinleşecek, derinleştikçe derinleşecek. Bunu, isterseniz, “Fenâfillah”, “Bekâbillah Ma’allah” mülahazaları ile -Tasavvufî ifadelerle- değerlendirebilirsiniz. O konumda ele alabilirsiniz bu meseleyi; çünkü “Nâmütenâhî istikametinde seyir, nâmütenâhîdir.” Allah, nâmütenâhidir; tam vuslata mazhar olduğunuz zaman ve Cemâl-i bâ-kemâlini gördüğünüz zaman bile, nâmütenâhî olduğundan dolayı, “Allah’ım! Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) temâşâ ettiği ölçüde, acaba bizim için de mukadder mi? Ben, ona da talibim! Ben, ona da talibim!..” Hafizanallah, O’nu geçmek mümkün değildir ama söz konusu temaşaya talip olmalı!.. Ona talip olursan, yolun neresine kadar gidersen git, yolun sonundaki iltifâtât-ı İlâhiyeye mazhar olursun; Allah’ın izni-inayetiyle, o iltifata mazhar olursun.

Evet, sözün başına geldik: “Keşke sevdiğimi sevse kamu halk-ı cihan / Sohbetimiz cümle hemân, kıssa-i Cânân olsa!..”Kâfiye… Oldu mu?!.

Bu bölüm ilk olarak www.ozgurherkul.org'da yayınlandı.

Allah’a neden tevekkül etmeyelim ki?!.

Fethullah Gülen: Allah’a neden tevekkül etmeyelim ki?!.

  • Fırtınalar ne kadar muhalif eserse essin, hakiki mü’minler, tam bir tevekkül içinde, hızlarını biraz daha artırmaya bakarlar; sistemlerini daha bir ciddi nazar-ı itibara alır, gözden geçirirler; şartların, genel durumun ve atmosferin müsaadesi nispetinde hızlı hareket etmeye çalışırlar.

Yaşadıklarımız, Allah’ın cebrî lütuflarıdır!..

  • Sıkıştırılan insanlar -zannediyorum- o sıkışma içinde biraz durur, düşünür ve alternatif yollar oluştururlar. Belki şartların el verdiği, başkalarının destek olduğu, dayanağın/payandanın mebzulce bulunduğu geniş zamanda insan bir kısım hususları düşünemeyebilir. Ama şartların el vermediği yerlerde, o güne kadar hiç akla gelmeyen enteresan, sürpriz şeyler insanın aklına gelebilir. İhtimal, muztarrın duasının kabul edilmesi de bununla alakalıdır. Öyle bir ıztırar hali söz konusu olmayınca, sıkışmış bir kalble, çaresizlik ruh haleti içinde ve yürekten Cenâb-ı Hakk’a teveccüh olmayabilir. Nasıl olsa her şey -halk ifadesiyle diyeceğim- “tıkırında gidiyor” ise, insan -bir yönüyle- duyması gerekli olan endişe verici şeyleri duyamayabilir. “Çaresiz, dua ettiği zaman o duaya icabet eden kim?” İşte o ruh haleti ve böyle bir sıkışmışlık, dua, tazarru ve niyaz adına öyle şeyler ilham eder ki; sâir rehavet ve rahatlık zamanlarında, herkesin el verdiği, destek olduğu dönemlerde, insan, Rabbimize karşı o ölçüde bir münasebeti düşünemeyebilir. Bu açıdan da sıkıştırılmada bile bir vech-i rahmet söz konusudur. Hazreti Pîr “cebr-i lutfî” tabirini kullanır; evet, yaşanılanlar bir yönüyle cebrî bir lütuftur.
  • Allah Teâlâ cebren size bir lütufta bulunuyor. Bir yönüyle sizi daha duyarlı, daha hassas, daha alıcı bir hale getiriyor. O hale gelince, ciddi bir metafizik gerilim olur. Sonra da Allah’ın izni ve inâyetiyle itilirsiniz, yan yana gelirsiniz, kafa kafaya verirsiniz; enerjiniz birden bire o sinerji ile artar, köpürür. Allah’ın izniyle, o güne kadar yaptığınız şeylerin on katını yapabilirsiniz.

Elmas ile kömür ayrılıyor

  • Bu arada, sizinle aynı duygu ve düşünceyi paylaşmayan ve aynı recâda müttefik olmayan insanlar da şöyle böyle elenir giderler. Çok tekerrür ettiği gibi, altın-kömür birbirinden ayrılır. Elmas ruhlar, kömür ruhlu insanlardan ayrılırlar.
  • Yine de öylelerine sırt dönmemek, onları terkliğe terk etmemek ve kendilerini terk edilmişlik içinde hissetmelerine meydan vermemek lazım. Ama bununla beraber çok defa sizinle yürüdükleri yolda size ayak bağı olduklarını da unutmamak lazım. Böyle bir dönemde o korku, o telaş, o endişe, o ye’se kapılmışlık, o recâsızlık gibi estirdikleri hava ile -zannediyorum- sizin kuvve-i mâneviyenizi de kırarlar. Bu açıdan, bazı kimselerin “Kalbimiz sizinle beraber ama şimdilik bizimle meşgul olmasanız ” deyip bir kenara çekilmeleri iyi olmuştur. Biz de onu öyle olduğu gibi kabul edelim; onların o dediklerini tebessümle karşılayalım. Bir vech-i rahmet vardır. İnşaallah, iyi zamanda yine yanınıza gelirler, siz de meseleyi hiç görmemiş gibi davranırsınız; tam öfkelenilecek yerde öfkenizi yutarsınız.
  • Kur’an-ı Kerim, “O müttakîler ki, bollukta da darlıkta da Allah yolunda infakta bulunurlar, kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah, böyle iyi davranan ihsan ehlini sever.” (Âl-i İmrân, 3/134) mealindeki ayet-i kerimede öfkesine mağlup olmayanları, bilakis onu yenip akl-ı selimle hareket edenleri nazara vermektedir. Öfkesini yutan, hiddet ateşini sabırla içinde tutup boğarak söndüren, zarar gördüğü kimselerden öç almaya gücü ve kudreti olsa dahi intikama kalkışmayan ve kötülük edenlere karşı afv ile muamelede bulunan kimseleri takdirle anmaktadır.

Öz kimliğimize sâdık kalmalıyız

  • Bazı ahvâl oluyor ki, bazı şeyler insanlık piyasasında, pazarında, çarşısında revaç buluyor. Bir dönemde bakıyorsunuz ki yalan, râiç. Bir bakıyorsunuz, bir yerde tezvîrât başını almış gidiyor. Bazı dönemlere bu türlü mesâvî hâkim oluyor. Birileri, birilerini sürekli çekiştiriyor, iftirada bulunuyor, intikam hissiyle hareket ediyor. İntikamını alamayınca oturup düşünüyor; “Ne desem? Ne etsem? Nasıl karalasam?” diyor. Dolayısıyla atmosfer bu mülahazalarla ve bu mülahazaların seslendirilmesiyle kirleniyor. İşte böyle bir dönemde insanın kendisi olması; kendi öz kimliğini koruması çok önemlidir.
  • Allah ile münasebetimiz açısından kendi kimliğimizi sık sık birbirimize hatırlatmamız lazım. Biz mü’miniz! Mü’min, yeryüzünde emniyetin ve güvenin teminatçısıdır. Herkes en mahremini -eşini, kızını- götürüp onlara teslim edebilir ve gözü arkada kalmaz. Hiç olmayacak emanetler onlara tevdî edilir; sahiplerinden daha ciddî bir hassasiyetle o korunmuş olur. Mü’min budur! Mü’min gezip dolaştığı her yerde bir güven atmosferi oluşturur. Bu, hakiki mü’min olanların gerçek kimliğidir. Bu gerçek kimliğin de arka planı esasen Allah ile münasebettir. Allah ile münasebet meselesini ifade eden şeyler de ubûdiyet-i tâmmedir, ihlas-ı tâmmdır, ihsan-ı tâmmdır, rıza-yı tâmmdır, tevekkül-ü tâmmdır, teslimiyet-i tâmmedir, sika-yı tâmmedir. Bunlarla insan Allah ile münasebetini takviye etmiş, kopmaz hale getirmiş olur.

Ahirzaman nezlesi ve Zükâm’a tutulanlar

  • Hazreti Sâdık u Masduk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz’in “Âhir zamanda bir duman zuhûr edecek; kâfirleri öldürecek ve mü’minleri de zükâm yapacaktır.” buyurur. Âhir zamanda öyle şeyler ortaya atılacaktır ki, inançsızlar hemen kendilerini salıverecek, gördükleri karşısında adeta baygınlaşacak, sonra şuursuzca onların içine atlayacak ve helâk olup gideceklerdir. İnananlar ise, neticesinin nereye varacağını bilemedikleri o sonradan doğma şeylere belki hemen kendilerini kaptırmayacaklardır ama onlar da bir baş dönmesi, bir bakış bulanıklığı ve kısa süreli de olsa bir şaşkınlık yaşayacaklardır. Arap dilinde bu husus “umumî havadan etkilenme neticesinde gözlerin yaşarmasını, burnun akmasını ve beynin karıncalanmasını” hatırlatan bir deyim olarak “zükâm” ile ifade edilmektedir ki; biz bunu, kendi lisan zevkimiz zaviyesinden “Bazı fanteziler öyle câzip hale gelir ki, insanların başları döner, bakışları bulanır, ağızlarının suyu akar ve kendilerini onların içine bırakıverirler.” şeklinde anlayabiliriz.
  • Bu açıdan “kendi kimliğimiz” derken, üzerinde hassasiyetle durduğumuz şey, düşüncelerimiz, tavırlarımız ve davranışlarımız itibarıyla bir farklılık ortaya koymak; asla şirretliklere, bağırıp çağırmalara girmemek; ayrıca yalana-dolana, iftiraya, tezvîre, tenkîle, tehcîre, tehdîde, insanları korkutmaya ve sindirmeye matuf şeylere kulak asmamaktır.

Aldananlardan olmamak için siz kendinize bakınız

  • Hazreti Pir, bizim hesabımıza şöyle diyor: “Eyvah, aldandık! Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat bir uykudur; bir rüya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi bir rüzgâr gibi uçar, gider.” Evet, bu kısa ömür, bu kısa dünya hayatı çok çabuk bitecektir; insana düşen aldanmamaya çalışmaktır.
  • Ebediyet âlemine adımınızı attığınız zaman geriye dönüp bakacaksınız: “Allah Allah, dakikaymış bu ya!” diyeceksiniz. Hele o cennetin göz kamaştıran, şûle-feşân, dilnişîn bağ ve bahçeleri, yalıları, villaları ve bunların üstünde bunları gölgede bırakacak şekilde Cenâb-ı Hakk’ın cemâl-i bâkemâlini müşahede etme, “Ben sizden razıyım!..” hitabıyla orada kendini salma öyle şeylerdir ki dakikası dünyanın binlerce senesine muâdil gelir. Öbür tarafa gittiğiniz zaman göreceksiniz bunu. Bu açıdan aldanmamak, bu kısa dünya hayatında güft-ü gûya, dedikoduya, başkalarının yaptığı çirkinliklere iştirak etmemek lazım.
  • Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulmaktadır.

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعاً فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan sonra sapanlar size zarar veremez. Hepiniz dönüp dolaşıp Allah’ın huzurunda toplanacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir bildirecek, karşılığını verecektir.” (Mâide, 5/105)

Tevekkülümüz Allah’adır!..

Soru: Hazreti Nuh, Hazreti Hud ve Hazreti Salih (alâ Seyyidinâ ve aleyhimüssalâtü vesselam) efendilerimizin tehdit ve hakaretler karşısında

وَمَا لَنَا أَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ

dedikleri anlatılıyor. “Bizi yollarına hidayet eden, o yolda hıfz u inâyetini de yâr edecektir!” manasını da barındıran bu ayet, “Cenâb-ı Hakk’ın verdikleri, vereceklerinin referansıdır” mülahazasıyla değerlendirilebilir mi?

  • Bütün Enbiya-ı İzam bir kısım farklı kelimelerle hep bu büyük hakikati vurgulamışlardır: Allah’a tevekkül ve teslimiyet! Sanki rahat hareket edebilmemiz ve yollarda şaşkınlığa düşmememiz adına ayetin her bir kelimesi bizim için de bir parmak işareti veya bir parola gibi “Arkadaş, bu yolda yürü, yol budur; rehberler bu yolda yürümüştür!..” demektedir.
  • Zikredilen ayet-i kerimede mealen şöyle buyurulmaktadır: “Biz neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki yürüdüğümüz/yürüyeceğimiz yollarımızı bize O gösterdi. Bize verdiğiniz her türlü eza ve sıkıntıya kesinlikle sabredeceğiz. Tevekkül edenler yalnız Allah’a dayanıp güvenmelidirler.“ (İbrâhîm, 14/12)
  • Ne diye Allah’a tevekkül etmeyeceğiz, ne var ki tevekkül etmeyelim? Bizi bizim yollarımıza, İslam yoluna hidayet etmiştir. Eğer dayandığımız Allah ise ve hepimiz ümmühât itibarıyla sırât-ı müstakimdeysek, bundan sonra sizin bize yapacağınız şeylere, and olsun, dişimizi sıkıp sabredeceğiz, istediğiniz kadar eziyet edin. Niye tevekkül ile sabretmeyeceğiz ki? Esasen tevekkül edecekler de, edeceklerse, Allah’a tevekkül ederler.
  • Hazreti Pir, “Mahlûkatın solukları sayısınca Allah’a giden yollar var!” diyor. Usulde değişiklik yok, temel disiplinler zaviyesinden hep aynı; fakat mizaçlar, meşrepler, mezâklar, mezhepler, tarz-ı telakkiler, değişik zamanlar, şartlar ve konjonktür açısından detaya ait meselelerde farklılık olduğundan dolayı ayette “yolumuz” yerine “yollarımız” deniyor.

Nimet içre nimetler

  • Bizi yollarına hidayet eden, o yolda hıfz u inayetini de yâr edecektir. Bundan daha büyük paye olamaz. Bir gün acımızdan ölsek, döşeğimiz kum, yorganımız da atmosfer olsa, yine de “Bizi yoluna hidayet eden, o yolda hıfz u inayetini de yâr edecektir” deyip, yol değişikliğine gitmememiz lazım. Çünkü kazanmışız Allah’ın izni ve inayetiyle. İnsan, dünyayı kaybetmekle bir şey kaybetmiş sayılmaz; esas ahiretini, Allah’la münasebetini, Efendimiz’le irtibatını, Kur’an’la alakasını kaybediyorsa, o zavallı sadece kaybetmekle kalmıyor, kendi de bu dünyada bir yitik gibi yaşıyor demektir.. düşünce dünyasının yitiği, toplumun yitiği!..
  • Cenâb-ı Hak pek çok nimetler vermiştir. Şimdiye kadar verdikleri de bundan sonra vereceklerinin referansıdır. Mesela, Hazreti Pir’in, “Ey nefis! Ubudiyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, belki netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet, biz ücretimizi almışız.” mülahazasıyla söyleyecek olursak, yoklukta kalmamış vücuda gelmişiz, camid gibi kalmamış canlı olmuşuz, canlılıkta kalmamış insan olmuş, insan-ı mümin olmuşuz, Efendimiz’e ümmet olmuşuz Bütün bunlar Cenâb-ı Hakk’ın fazl u ihsanıdır; biz çizgimizi korursak, Mevla, bize has lütf u keremini devam ettirecektir. Allah Teâlâ’nın verdiği şeyler, vereceklerinin referansıdır. Umumi manada meseleye böyle bakmak lazımdır.
  • Normo planda da şöyle bakılabilir: Allah Teâlâ sizi ümmet-i Muhammed’den yapmış fakat bir faik yanınız daha var, elhamdülillah: Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Kardeşlerime selam olsun!..” diyor. Bu iltifat-âmiz ifadenin içinde aynı zamanda sizi şahlandırmaya yetebilecek bir teveccüh var. Kim o “kardeşlerim” hitabının muhatapları? Âhirzamanda boyunduruk yere konduğu zaman, onu kaldıran insanlar, gurebâ. İnsanların başlarını alıp bozgunculuk yaptıkları bir dönemde, canlarını dişlerine takarak ıslah hareketi arkasında koşanlar. “Acaba ne yapsak da insana asıl mahiyetini bir kere daha duyursak?” diyenler.

Allah, adanmış ruhları zâyi etmeyecektir!..

  • Bu, bizim gibi insanlarla, hatta böyle bir cemaatle olacak şey değildir. Ama düşünün, en büyük devletlere, en büyük milletlere, en güçlü oldukları dönemlerde lütfetmediği şeyi Cenâb-ı Hakk size lütfetmiş. Dünyanın 170 küsur ülkesine gidilmiş. Geriye ne kalmış ki? Koca koca devletlere müyesser olmayan şeyi, Allah Teâlâ ekonomik durumu bazen sürüklemede, bazen yüzükoyun giden böyle bir milletin evlatlarına yaptırıyor. Bunu yaptırmışsa şayet, hiç tereddüdünüz olmasın, bu verdiği şeyler, bir gün sizin dünyada bir ses ve soluk haline gelmeniz, dünya çapında umumi kardeşliği tesis etmeniz adına en inandırıcı bir referanstır. İnanın! Bunları vermişse, bir gün onu da verecektir. Ne diye sizi dünyanın değişik yerlerinde gezdirsin?!. “Her işte hikmeti vardır, abes fiil işlemez Allah.”
  • Mevlâ, sizi sevketmiş; siz de cihana açılmış, kendinizi bir yerde bulmuşsunuz; aynı zamanda da hüsnü kabul görmüşsünüz. Tahribatçılar gitmiş, kafa karıştırmaya çalışmışlar. Oradakiler onlara demişler ki: “Gidin Allah’ınızı severseniz. Biz yirmi senedir bu insanları tanıyoruz, sizin güft u gûnuza (dedikodunuza) mı kanacağız?!.” Bütün bunlar öyle ikrâm-ı ilahîdir ki, Allah (celle celaluhu) bunları yapmışsa, bir gün sizi, insanların el ele gelmesine, sarmaş dolaş olmasına, kardeşleşmesine ve problemlerin bir yönüyle daralıp lokalleşmesine de vesile kılacaktır.
  • Evet, Allah Teâlâ’nın şimdiye kadar verdiği nimetler, bundan sonra vereceklerinin en inandırıcı referansıdır. Buna da herkesten evvel bu işe kendini adamış fedakâr ruhlar inanmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Allah’ın Sâdık Kulu

Soru: 1) Çok farklı kesimlerden bazı insanların sadece “Allah’ın Sâdık Kulu” filmini seyredip “Bizim aradığımız insan tipi de işte bu!” dediklerine şahit olduk. Mezkur sinema çalışmasının ve onun hakkındaki değerlendirmelerin zât-ı âlinizde hâsıl ettiği mülahazalar nelerdir? Selef-i sâlihîni ve onların temsil ettikleri hakikatleri imrendirici şekilde anlatabilmek için yapılması gerekenleri lütfeder misiniz?

  • Ne yaparsanız yapın ve nasıl anlatırsanız anlatın, bakış zaviyesi yanlış ve önyargılı kimseler hiçbir şey anlamayacaklardır. Bu türlü insanlar, bir peygamber döneminde yaşamışlarsa, inançsız ve inkarcı oluşlarına bahane sadedinde peygamberin melek olarak inmesi gerektiğini söylemiş, hak elçisinden mucizeler talep etmiş ama gördükleri harikulade hadiseleri bile -hâşâ- nebinin sihir yaptığına bağlamış ve asla temerrütten vazgeçmemişlerdir. Tarih boyunca böyle olduğu gibi bugün de bazı kimseler inatlarından katiyen kurtulamayacak, meselelere tarafsız bakamayacak ve önyargılarını aşamayacaklardır. Bu böyle bilinmelidir ki, onca anlatma gayretlerinin neticesiz kalması Hak erlerine inkisarlar yaşatmasın. (02:10)
  • Biz doğru bildiğimiz ve inandığımız meseleleri, dinimizin emirlerini her türlü şart altında arızasız, kusursuz, milimi milimine yaşamak zorundayız. Mesela, ister başka dinlerin müntesipleriyle ister Müslüman ama ibadet konusunda ihmalleri olan kimselerle bir diyalog toplantısındaysak, orada da dinimizin emirleri karşısında fevkalade hassas olduğumuzu ortaya koymalı ve nezakette kusur etmeden müsaade alıp namazımızı ikame etmeliyiz. İslam ahlakı ve insanlarla muamelelerimiz açısından kılı kırk yararcasına hareket eden hal insanları olmalıyız. (07:53)
  • Diğer taraftan, münkerâttan uzak durma, günahın her türlüsüne ciddi tavır alma, muharremâta karşı kapı üstüne kapı, onların üzerlerine de sürgü üzerine sürgü çekme ve bir de bu şekilde vefamızı ortaya koyma mecburiyetindeyiz. (10:13)
  • Hem dinin emirlerini yerine getirme hem de yasakladıklarından uzak durma mevzuu çok önemli olduğu gibi bunda temadi (devam etmek, sürüp gitmek, istikrar sergilemek) de çok önemlidir. Zira, zıp orada zıp burada görünenlerin inandırıcı olmaları mümkün değildir. (11:22)
  • Tebliğ, temsilin gücüne inzimam etmezse çok fazla tesirli olmaz. Temsil noktasında eksik kalan bir tebliğ bütün bütün tesirsiz olmasa da beklenen tesiri de gösteremez. Günümüzde dinin anlatılması hususundaki eksik-gedik de bundan kaynaklanmaktadır. Unutulmamalıdır ki, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) doğruluğu bilinen, güvenilirliği kabul edilen bir insandı; tebliğ vazifesini eksiksiz yapıyordu. Bununla beraber, onun tebliğden daha önemli bir yanı, hatta tebliğin birkaç kadem önünde bir yanı vardı, o da “temsil” idi. (13:10)
  • Hazreti Üstad’ın etrafında ilk safı teşkil eden insanların onu ve gaye-i hayal bildiği hakikatleri çok güzel temsil etmiş olduklarına inanıyorum. O insanlardan biri Hazreti Pîr’in, “Şark’ı bir dolaş gel” demesi üzerine Erzurum’a da uğrayan Muzaffer Arslan’dı. Onu gördüğüm ana kadar hem babamın anlatmalarından hem de okuduğum kitaplardan dolayı içimde ciddi bir sahabe sevgisi oluşmuştu ama Ashab-ı Kiram’ın yaşadıkları hayatın artık bir ütopya gibi olduğuna dair düşünceler içerisindeydim. Merhum Muzaffer Arslan’ı görünce, onun bir sahabe hayatı yaşaması, sadeliği ve samimiyeti bana çok tesir etmişti ve “Meğer ütopya değilmiş, işte aradığım insanları buldum” demiştim. Merhum’un soba borusu gibi olmuş pantolonunun iki dizi de yamalıydı. Ceketi de işte ona göreydi. Fakat bu sadelik bana apayrı duygular ilham etmişti. Ayrıca ibadette derinlik vardı; namaz kılışları, dua edişleri bana bambaşka görünmüştü. (14:33)
  • Nur’un kahramanlarından Ahmed Hüsrev Efendi’nin, tevafuklu Kur’an-ı Kerim yazma ve Risaleleri teksir etme yolundaki gayret ve fedakârlıkları… (17:05)
  • Saff-ı evveli teşkil eden o bir avuç sâdık insan, Allah’ın sâdık kulunun sâdık dostlarıydı. İşte o sâdıklar, kendisine fevkalade makamlar verilmesini değil sadakat ve vefa gösterilmesini bekleyen Allah’ın sâdık kuluna candan sahip çıkmış, birer vefalı talebe olarak çok güzel bir temsil sergilemişlerdir. (19:20)
  • Farklı bir zeminde neşet etmiş olduğunu zannettiğim bir bacımızın “Allah’ın Sâdık Kulu” filmini seyrettikten sonra yazdığı yazıyı dinlerken hıçkırıklarımı tutamadım, hıçkıra hıçkıra ağladım. “Bu mevzuda senin kadar cesurca, yiğitçe hissiyatımızı ifade edemedik, vefasız insanlarız bizler!” demek içimden geçti. (23:00)

    Sohbette işaret edilen yazıya ulaşmak için tıklayınız.

Soru: 2) Hazreti Üstad’ın Barla hayatını anlatan “Allah’ın Sâdık Kulu” filminin devamı gelecekse, sonraki bölüme “Çağın Muzdaribi” ya da “Izdırap Timsali" denebileceğini ifade buyurmuştunuz. Özellikle bu isimleri teklif etmenize vesile olan duygu ve düşünceler nelerdir? (24:00)

  • Hiçbir nebi, hiçbir veli ve hiçbir büyük mürşid çilesiz olmamıştır. Çile ve ızdırap bu yolun kaderi gibidir. (24:24)
  • Hazreti Üstad’ın en önemli yanlarından biri de çile ve ızdıraptır. Onun şu sözleri bu çile ve ızdırabın ifadesidir: “(…) Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harblerde, bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” (25:56)
  • Gök ehlince elden ele dolaşan dua, bir muztarrın tavır ve davranışlarıyla sergilediği hal duasıdır, ızdıraplı sinenin Cenab-ı Hakk’a havale ettiği yakarışlardır. (28:30)
  • Evet, Hazreti Üstad’a “Izdırap İnsanı”, “Çile İnsanı”, “Kendi İçin Yaşamayan İnsan”, “Milletimin imanını selamette görürsem cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım diyen insan”… Zannediyorum, değişik bölümlerin her birine bu türden başlıklar konabilir ama daha cazibini o işi yapan arkadaşlar belirleyebilirler. (29:57)

    Çay Faslından Hakikat Damlaları… (30:27)
  • İnsanlık tarihinde, davranış, gayret ve cehdlerini takdir, tebcil ve iltifatlara bağlamış ve muvaffak olmuş tek insan gösterilemez. Bazen muvakkat bir parlama görülmüş, fakat o da hemen sonra sönüp gitmiştir. Hele Müslümanlıkta.. hele Müslümanlık içinde de her meselesini ihlasa bağlamış Hazreti Pir-i Mugân, Şem’-i Tâbân’nın yolunda.. takdir ve tebcil insanların merdudu olmalıdır. (30:45)
  • Halkın benzin, gaz vermesiyle hareket edenler, halk tulumbaları kapatıp benzini, gazı kesince durmaya mahkumdur. İç dinamizm Allah’la irtibatlı olmalı, Allah’la beslenmeli; hiçbir zaman hiçbir benzin istasyonuna, bir takdir istasyonuna, bir tebcil istasyonuna uğrama ihtiyacı duyulmamalı!.. (34:53)
  • Mü’mine imanından dolayı deli dememişlerse, o, imanda kemale ermiş sayılmaz. Evet, kim inanılması gerekenlere tam inanır, takvanın hem mehafet buuduyla hem de tekvinî esaslara riayet yanıyla kanatlanırsa, kalbini Allah sevgisiyle mamur kılar, gerekirse malını, canını ve bütün varlığını Hak yoluna feda etme ruhuyla dolarsa ve Allah’ın himayesine sığınır, her işinde Cenâb-ı Hakk’a güvenir, O’na tevekkül ederse.. artık o, öyle namaz kılar, öyle oruç tutar, öyle hacca gider ve öyle mücahede eder ki, bu işin neşvesine akıl erdiremeyenler, onu ne zaman görseler ya hayran olmaktan veya “Bu olsa olsa delidir” demekten kendilerini alamazlar. (38:36)
  • Takdire lanet.. tebcile lanet.. beklentiye lanet!.. (40:08)

Aman zehirlenmeyin!..

Fethullah Gülen: Aman zehirlenmeyin!..

Peygamber Efendimiz bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz defa istiğfar ederdi; biz de hiç olmazsa günde yedi veya on defa gönülden bağışlanma dilesek!..

  • Günümüzün insanı genel tavırları itibariyle her şeyi halletmiş gibi ciddi bir emniyet içinde yaşıyor; istiğfar ve tevbe gibi çok önemli dinamiklere uzak bulunuyor.
  • Bağışlanma talebinin sözle yapılanına “istiğfar” denir. İstiğfar; insanın, içine düştüğü bir hatanın pişmanlığıyla kıvranarak Cenâb-ı Hak’tan kusurlarının affedilmesini ve günahlarının bağışlanmasını istemesi, afv ve mağfiret dilemesi demektir. İstiğfar, bir başlangıçtır; onun devamı ve müntehası ise, tevbe, inâbe ve evbedir.
  • Tevbe; hataları itiraf edip pişmanlıkla kıvranmak, fevt edilen sorumlulukları yerine getirerek, yeniden toparlanıp Cenâb-ı Hakk’a yönelmektir. Hakikat ehlince tevbe; duyguda, düşüncede, tasavvur ve davranışlarda Zât-ı Ulûhiyet’e karşı içine düşülen muhalefetten kurtulup O’nun emirleri ve yasakları zaviyesinden, yeniden O’nunla muvafakat ve mutabakata ulaşma gayretidir.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) mâsum ve masûn olduğu halde bazen bir mecliste yetmiş ya da yüz kere istiğfar ederdi; kendi ufku itibariyle, seyyidü’l-mukarrebin olması açısından ve imamlığı zaviyesinden, dualarında adeta nefsini yerden yere vururdu. Bu haliyle de bize nasıl davranmamız gerektiğini talim buyururdu.

Ne kadar değişik zehir ve ne çok zehirlenen insan var!..

  • Nefsini sık sık sorgulamayan, istiğfar ve tevbe ihtiyacı hissetmeyen bir insan bütün mesâvîye karşı kapıları aralamış sayılır ve hiç olmayacak şeylerle çarpılır. Çarpıldığı her şey de onu felç eder, hafizanallah. Dünyanın cazibedar güzellikleri zehirler, felç eder. Basit bir aile muhitinden, bir gecekondudan bir gündüz-konduya gelince saltanat zehirlenmesine maruz kalır.
  • Basit bir muhitten biraz daha alımlı çalımlı bir muhite gelme.. basit bir takdirden herkes tarafından takdir edilir bir duruma yükselme.. acz, fakr ve kuvvetsizlikten birden bire hiç ummadığı şekilde bir kuvvet ve bir iktidarı elde etme.. Cennet’in kenzi olan “Lâ havle ve lâ kuvvete”yi tamamen kendinde görme.. “istediğimi yaparım, istediğimi işlerim” mülahazasına kapılma.. biraz okuyup yazınca kendini her şeyi bilir zannetme Bunlar kendisini sık sık kontrol etmeyen/edemeyen, günde birkaç defa ister istiğfar, ister tevbe, ister inâbe, ister evbe havuzunda arınmaya çalışmayan kimselerin zehirlenmeleridir.
  • Meseleyi nefis muhasebesine bağlı götürmeyen, nazarı sürekli kalbî ve ruhî hayatta olmayan, günde bir kaç defa “Allahım, her amelimde ihlaslı olmayı, rızana ermeyi, Sana halis aşk u iştiyakla dolu bulunmayı diliyorum, lütfet!..” demeyen insanlar, sayılan hususlardan biriyle zehirlenmekten kurtulamazlar.

Yollar yürünerek alınabilir; azim, irade ve gayretle bugün olmazsa yarın zirvelere ulaşılabilir

  • Marifet, muhabbet ve hal Müslümanlığının oluşma süresi, istidat ve kabiliyetlere göre farklılaşabilir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri gibi inkişafa açık müstaid bir fıtrat bile bazı şeyleri altmış yaşından sonra duyup hissettiğini söylemiştir. Hazreti Cüneyd’in bu sözünü, onun altmış yaşına kadar ciddi bir şey duymadığı, görmediği, tatmadığı şeklinde anlamak elbette ki doğru değildir ve böyle bir anlayış o mümtaz ruha karşı saygısızlık olur. Demek ki o büyük insan, gözünü insan-ı kâmil ufkuna dikmiş hep oraya bakıyordu ama o ufka dair bir kısım esintileri duymak belli bir zamana vâbesteydi. Belki de o, bu sözüyle insanlardaki istidat farklılıklarına dikkat çekmek istemişti.
  • Her mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, kulluğa dair sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi gerekir.
  • Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar.” ve “Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur.” hakikatleri hep hatırda tutulmalıdır.

“Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

  • İnsan, kusurları ve günahları açısından kendisine derin ve kuşatıcı bir bakışla bakmalı; en küçük olumsuzluklarını Everest Tepesi kadar büyük görmelidir. Hani bir Hak dostu diyor ya, “Beni günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde arş-ı mizan” Mü’min, kendine öyle bakmalıdır.
  • Esved b. Yezîd hazretleri bütün hayatını dini omuzunda taşımakla ve halis kullukla geçirmiş. Her zaman dini hecelemiş, hep dinle gecelemiş, başka hiçbir şey düşünmemiş. Ruhunun ufkuna yürüme mevsimi gelince, iki büklüm olmuş, ağlamaya durmuş; endişesi yüz kıvrımlarında, gözünün irisinde okunuyormuş. Demişler ki; “Nedir bu hıçkırıklar, günahlarından mı yoksa ölmekten mi korkuyorsun?” Bunun üzerine o büyük Hak dostu, “Hayır hayır, iş çok ciddi; ben günahlarımdan ya da ölümden değil, küfür üzere ölmekten korkuyorum.” cevabını vermiş.
  • Vakıa, ümidini yitirmemek ve reca hissini hep canlı tutmak da bir esastır. “Ger günahım kûh-i Kaf olsa ne gam ya Celîl / Rahmetin bahrına nisbet ennehü şey’ün kalîl” (Ey güzel isimlerinden birisi de Celîl olan ulu Sultanım! Gerçi benim günahlarım, büyüklüğünü takdir edemediğim Kaf dağından daha büyüktür. Fakat dağlar kadar günah işlemiş olsam da ne gam; yine kaçkınlar gibi dönüp dolaşıp Senin kapına geldim ya! Hem benim dağlar cesametindeki günahlarım Senin rahmet, merhamet ve af deryalarına nispetle bir “şey-i kalîl”dir; deryada damla bile değil.) Evet, bu reca hissini de yitirmemek lazımdır.
  • İmam Gazzali hazretlerinin yaklaşımıyla, insan hayattayken hep havf yörüngeli yaşamalı, Allah karşısında mehabet duygusuyla oturup kalkmalı; fakat can hulkuma gelip el el ile, ayak ayak ile “elveda, elfirak” dedikleri zaman da hep reca soluklamalıdır. İmam Şafii’nin dediği gibi demelidir: “Kalbim kasvet bağlayıp yollar da sarpa sarınca, ümidimi affına merdiven yaptım. Günahım gözümde büyüdükçe büyüdü ama onu alıp affının yanına koyunca, affını tasavvurlar üstü büyük buldum.”

Kimisi makam, kimisi servet, kimisi iktidar ve kimisi de maharetle zehirlenmiş

  • Evet, zehirleyen faktörler pek çoktur. Mesela, biraz evvel ifade edildiği gibi, gecekondudan, Eşrefpaşa’dan veya Kasımpaşa’dan bir yerlere sıçrayan külhaniler farkına varmadan öyle zehirlenirler ki, kendilerini bir şey görmeye başlarlar. Bir yerde okuduğumu hatırlıyorum: Esasen Hâmân mezar bekçiliği yapıyormuş. Mezar bekçiliğinden Amnofis’in yanına yükselince ve orada şeytânî dehasıyla artık her dediğini dedirtip yaptırınca zehirlenmiş.
  • Cenâb-ı Hak, Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) kavminden olan Kârun’a, hazinelerinin anahtarlarını bile güçlü, kuvvetli bir topluluğun zorla taşıdığı büyüklükte bir servet vermiş, fakat o, bu serveti kendi becerisiyle kazandığını iddia etmiş. Hakk’ın, kendisine yaptığı iyilik ve ihsanlara bir şükür ve teşekkür ifadesi olarak insanlara iyilik yapacağı yerde, iyiliğin asıl sahibini unutmuş, kendini bencilliğin gayyalarına salıvermiş ve sahip olduğu servet u sâmânla şımarmış, böbürlenmiş, ferîh fahûr yaşamaya ve ifsada başlamış. O da mal, mülk ve servetle zehirlenmiş.
  • Amnofis, halkı ezmek, zayıflatmak, tesirsiz kılmak, sonra da ezikliği kabul ettirerek kitleleri küçük olmaya ve küçük kalmaya alıştırmak suretiyle herkese boyun eğdirmiş. O da karşısında tasmalı ve prangalı halayıklar görmesi sebebiyle zehirlenmiş.
  • Samirî ise marifetiyle zehirlenmiş. O aklı eren, konuşmasını bilen, el ve ayak hareketleriyle değişik beceriler sergileyebilen bir insanmış. Fakat o da kendisine bahşedilen bu mârifet ve kabiliyetleri bir buzağı heykeli/putu yapmada kullanmış ve bu sebeple tepetaklak devrilip gitmiş.
  • Demek ki, sanatla veya bir başarı ortaya koymakla da zehirlenme oluyor. İnsan, sürekli kendisini kontrol altına almazsa ve dini disiplinlerle kendisini rehabilite etmek suretiyle ahsen-i takvime mazhariyetinin gereklerini yerine getirmeye çalışmazsa, hafizanallah, kendini salmış sayılır. Dolayısıyla da o türlü sebeplerden biriyle zehirlenmesi kaçınılmaz olur.
  • En tehlikeli mesh (suret değiştirme, hayvan şekline bürünme) nedir biliyor musunuz? İnsanın, mesh olduğunun farkına varamamasıdır; hâlâ kendini Müslüman zannetmesi ve hala “onu getireceğim” iddiasında bulunmasıdır. Böyle bir gafletin zararı, sadece -bağışlayın- o ferdi küstahlaştırması, şirazeden çıkarması ve meshe maruz bırakması değil, aynı zamanda o yanlış İslamiyet telakkisiyle bir toplumu korkunç bir badire içerisine atmasıdır. Maalesef, günümüz İslam dünyasında böylesine bir fecaat, böylesine bir şenaat, böylesine bir denaet yaşanmaktadır.

“Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma!..”

  • Dünyevî beklentilere bağlı olan herhangi bir hizmet akîm kalmaya mahkûmdur. Ancak “Varım ol Dost’a verdim hânümanım kalmadı / Cümlesinden el yudum pes dü cihanım kalmadı” mülahazasıyla, yürüdüğünüz yolda sonuna kadar yürürseniz, sizin karşınızda bütün kuvvetler, aysbergler bile olsa, tuz-buz olur erir gider Allah’ın izni ve inayetiyle.
  • Allah’ın lütfettiği hizmet ve muvaffakiyetleri O’nun lütfu olarak bilmek lazımdır. Allah Teâlâ’nın kendi büyüklüğünü göstermesinin vesilelerinden birisi de çok küçük unsurları kullanarak çok büyük neticeleri halk etmesidir. O dilerse, çok küçük ve sıradan insanlara, dâhi ve güçlü kuvvetli kimselerin başaramayacağı işleri gördürür.
  • Mazhar olunan başarılar ve güzellikler illa bir sebep ve vesileye bağlanacaksa, şöyle demeli: “Demek arkadaşlar arasında ciddi bir vifak ve ittifak var ki Cenâb-ı Allah tevfikini yâr ediyor. Hizmet gönüllüleri arasındaki kardeşliği bir vesile ve teveccüh kabul ediyor; o teveccühe teveccühle mukabelede bulunarak muvaffakiyetler lütuf buyuruyor.”
  • Her fert, bir yönüyle kendi sa’yinin de işin içinde olması itibarıyla, “Ya Rabbî, bana lütfettiğin bu nimetlerin birer istidraç olmasından Sana sığınırım!” demelidir. Alvar İmamı nasıl diyor: “Değildir bu bana layık bu bende / Bana bu lütf ile ihsan nedendir?” Hazreti Pir de bu düşünceyi farklı bir ifadeyle şöyle dile getiriyor: “Nefis cümleden edna, vazife cümleden âlâ.”Yine, “Sen, ey riyakâr nefsim! Dine hizmet ettim diye gururlanma. ‘Allah bu dini, fâcir bir adamla da te’yid ve takviye eder.’ sırrınca, müzekka olmadığın için, belki sen kendini o racül-i fâcir bilmelisin!” diyerek bu hususa dikkat çekiyor. Kim diyor bunu? Doğduğu günden itibaren gözünün içine günahın girmediği bir insan söylüyor. Niye söylüyor bunu? Talebelerine ders vermek için: İşte böyle düşünün, Cenâb-ı Hakk’ın lütuflarını sahibinden bilin!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Anne - babanın üslûbu

Soru: Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Fâtıma'nın (radiyallahu anha) bir işaretiyle hemen onun evine gitmesi, her haliyle ilgilenmesi nazar-ı itibara alınırsa, anne-babaların evlenen çocuklarına karşı tutumları nasıl olmalıdır? Günümüzde evlenen gençler, anne-babaların, kayınpeder ve kayınvalidelerin alâkalarını kendilerine müdahale gibi anlıyorlar; bu konuda sırat-ı müstakim esasları nelerdir?

  • İnsanlığın İftihar Tablosu, Cenâb-ı Allah'ın "benzersiz ve örneksiz yaratan" manasına gelen "el-Bedi" ism-i cemîline de mazhar olduğundan her meseleyi evveli ve âhiriyle birden görüp hep en uygun şekilde hareket etmiştir.
  • Rehber-i Ekmel Efendimiz, dünyevî işler için bir yardımcı isteyen Hazreti Fâtıma annemize ukbanın yamaçlarını göstermiş ve onun nazarlarının sürekli ahirete müteveccih olması gerektiğini işaret etmişti.
  • Hazret-i Fâtıma'nın hazîn sözleri ve gözyaşları...
  • Anne-babalar, çocuklarının uygun olmayan isteklerine nasıl mukabele etmeliler?
  • Anne-baba, çocuklarına karşı öyle şefkatli davranmalı ve bu konuda öyle istikrarlı bir tavır sergilemelidir ki, çocuk, onların her zaman kendi yanında olduğuna ve ne yaparlarsa yapsınlar onun iyiliğini düşündüklerine imanın bir rüknü gibi inanmalıdır.
  • Evde, çocukların görüp duyabileceği şekilde tartışan ve kavga eden anne-babalar birbirlerinin kredilerini bir anda tüketmiş, itibarlarını yiyip bitirmiş ve çocuklarını da güvensizliğe, saygısızlığa, aileden uzaklaşmaya itmiş olurlar.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.