• Anasayfa
  • Herkül Nağme - Fethullah Gülen Web Sitesi

395. Nağme: Hak karşısında mü’mince tavır

Fethullah Gülen: 395. Nağme: Hak karşısında mü’mince tavır

  • Cenâb-ı Hak, insanı yaratırken, yerinde “ben” deyip varlığını ortaya koyabilecek bir fıtratta yaratmış ve onun benliğini, bir taraftan irade, şuur, his, gönül; diğer yandan da şehvet, kin, nefret ve benzeri duygularla donatmıştır.
  • İnsan mahiyetindeki benlik, şehvet, öfke, inat ve hırs gibi boşlukların yüzleri terbiye ile bâkî gerçeklere ve uhrevîliğe döndürülürse, bunların hepsi insanın önemli birer derinliği haline de gelebilir. Bu duyguları kontrol altına alma kahramanlığını ortaya koyanlar, nefislerine köle olma ve şeytanın oyununa gelme zilletinden kurtulurlar. Zaten din, bizdeki iyiliğe açık nüveleri besleyip geliştirmek ve kötülük temayülleri taşıyan fena çekirdekleri de kurutup bodurlaştırmak için nazil olmuştur.. mahiyetimizde mündemiç bulunan şer meyillerinin önünü kesmek suretiyle kötü hasletlerin boy atıp karaktere dönüşmesine fırsat vermemek ve iyi yanlarımızı inkişaf ettirip bizi hakiki insanlığa ulaştırarak Cennet’e ehil hale getirmek için vaz’ edilmiştir.
  • Enâniyet, değişik kullanım şekilleriyle “ben” mânâsına gelen “ene”den türetilmiş bir kelimedir. Ene’yi, nefis yerinde kullananlar da olmuştur ki, bu yönüyle o, insanın gerçek kimliği, hakikati, daha da önemlisi kendi mahiyeti dahil pek çok hakaiki ölçüp belirlemede mühim bir unsur (vâhid-i kıyâsî), sınırlılığıyla sınırsızlığa ışık tutan bir projektör, tenâhîsi içinde Nâmütenâhî’ye bakan doğru sözlü bir şahit ve açılmaz gibi görülen mânevî kapıları açabilecek sihirli bir anahtardır. Bu anahtarı kullanmasını bilenlere Allah, varlık, eşya ve esrar-ı ulûhiyete ait öyle derin sırlarını açar ki, bu sayede “ene” –ben ve ego da diyebilirsiniz– insanın en nuranî derinliği hâline gelir ve “Kenz-i Mahfî”nin lisan-ı fasîhi olur. Onu bilmeyen ve mahiyetinden haberdar olmayanlara gelince, onlar için “ene” öyle bir gayya ve bir girdaptır ki, şimdiye kadar ne dev cüsseleri yutmuş, nice güçlüleri yere sermiş, ne hanlar devirmiş ve ne hanümanları yerle bir etmiştir. Yükselenler onun acz u fakr kanatlarıyla yükselmiş, çakılıp yerinde kalanlar da onun çalım, gurur ve iddialarının kurbanı olmuşlardır.
  • İnsan mahiyetindeki duygulardan biri de şehvettir; o, insanın meşru yollarla tatmini ve neslin çoğalması için verilmiştir. Dolayısıyla onun, bir taraftan bu duyguya tamamen inhimâk etmek gibi bir ifrattan, diğer taraftan da bütün bütün tecerrüt gibi bir tefritten kaçınması ve orta yolu bulması gerekir ki, o da meşru çerçevedeki zevklerle yetinip, gayr-i meşru isteklere karşı tavır almakla olur.
  • İnsandaki kötü duygulardan birisi de “inat”tır. Çok defa kuru bir inat adına insanlar birbirlerine düşmekte, aralarında ciddî kavgalar meydana gelmekte, hatta birbirlerini öldürmektedirler. Ne var ki, inadını iradesinin emrine alan bir insan, ne olursa olsun asla hak ve hakikatten ayrılmaz. Böyle bir kimsenin önünü tama, makam, mevki, şöhret, rahat ve rehavet gibi duygular kat’iyen kesemez ve o kişi, iradesinin hakkını tamı tamına vererek hak yoldan hiçbir zaman ayrılmaz. Böylece fena bir huy olan ve tamamen nefis mekanizması içinde yer alan inat duygusu, bu insanda hakta sebat ve hakikate teslim olma şeklinde kendisini hissettirir. Evet, artık şeytanî bir mekanizma olan inadın yönü müspete çevrilmiş ve bu sayede inat, insanın melekî yanında yer alarak onun melekiyetine hizmet eder hâle gelmiştir.
  • Mus’ab bin Umeyr (radıyallahu anh) hazretleri, Uhud gününde Allah Rasûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) önünde savaşırken, bir kolu koparılınca öbür kolunu, o da budanınca âdeta “Bir bu kaldı.” deyip, kin ve nefretle kalkan kılıçlara tereddüt etmeden boynunu uzatmıştı. İşte onun ortaya koyduğu inat çirkin bir sıfat değil hakta sebat idi.
  • Allah Rasûlü, her meseleyi ashabıyla istişare ederek onların düşünce ve görüşlerini alıyor, planladığı her işi mâşerî vicdana mâlediyor ve onun hissiyat, duygu ve temayüllerini âdeta blokaj gibi kullanarak, karar verdiği işlere mukavemet açısından ayrı bir güç kazandırıyordu. Yani yapılması planlanan işlere, herkesin ruhen ve fikren iştirakini sağlayarak projelerini en sağlam statikler üzerinde gerçekleştiriyordu. Hatta ashabının görüşünü kendi fikrinin önüne alıp onlara göre hareket ettiği de az değildi. Mesela, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam), Uhud Savaşı öncesi ashabı ile meşveret etmişti; kendi görüşü, Medine’de kalıp müdafaa harbi yapma istikametindeydi. Ancak, yapılan istişare sonucu, Medine’nin dışına çıkılarak taarruz harbi yapılmasına karar verilmişti. Bu karar gereği Nebiler Serveri (sallallahu aleyhi ve sellem) Uhud’a gitmişti. Bu noktada Seyyid Kutub’un şu enfes yorumu çok yerindedir: “Allah Rasûlü, Uhud’a çıkarken orada 70 kişinin şehit verilmesi değil, Medine’de taş taşın üstünde kalmayacağını bilseydi, meşveretin hakkını vermek için yine çıkacaktı.”
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz, Hudeybiye’de o ağır şartlar karşısındaki anlaşmayı onur meselesi yapmadı. Bu, geriye adım atma demek de değildi. Problemi çözme adına karşı tarafın hissiyatını da hesaba katmaydı. O tablonun gelecek adına vaad ettiği şeyleri çok iyi görme ve tabloyu doğru okumaydı.. inat etmeme, enaniyeti hesabına iş yapmama, kırıp geçirmeme ve gelecek adına bir sürü problem oluşturmamaydı.
  • Hazreti Ömer Efendimiz “el-vakkâf inde’l-hak” sözüyle anılmaktadır. Bu tabir, “her zaman doğrunun yanında yer alan, hak ve adaletten asla ayrılmayan, kendisinin rağmına olsa da mutlaka hakka boyun eğen, Kitabullah’ın hükmüne gönülden rıza gösteren ve hakkın söz konusu olduğu yerde anında frenlemesini bilen insan” demektir. Hazreti Ömer, yumruğunu kaldırıp tam hasmının gözüne indireceği bir anda, hakkın hatırı için öfkesini yutarak kollarını hafifçe iki yanına salıverecek kadar duygularına hâkim bir insandır. O, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi gibi hiçbir işi kendi düşüncesine göre yapmamış, hemen her meselesini mü’minlerle istişare etmiş; Kur’an’a, Sünnet’e ve İcma’ya uygun bir kararla karşılaşınca da hemen kendi düşüncesinden vazgeçebilmiştir. Şüphesiz onun bu hali, hâlis mü’minlerin ve takva ehlinin de halidir.
  • Seyyidina Hazreti Ömer, evlilik akdi esnasında tesbit edilen mehir miktarı hakkında üst sınır belirlenmesi gerektiğini söylüyordu. (Bu, Ömer’ce bir zühul sayılabilir, bize göre bir zühul da değildir. Çünkü evlenmeyi kolaylaştırmak adına çok önemli bir husus olduğundan bunu hemen her aklı başında insan düşünmüştür.) O, bunu mehir miktarının evliliğe engel olmaması için yapıyordu. Bir hutbe esnasında mescidde irad edilen bu beyan karşısında, bugün adını sanını dahi bilmediğimiz bir kadın şöyle demişti: “Ya Ömer! Bu konuda Efendimiz’den duyduğun bir söz, senin bilip de bizim haberdâr olmadığımız bir ifade mi var? Çünkü, Cenâb-ı Allah, Kur’an’da, ‘Ve âteytüm ihdâhünne kıntâran ’ (Nisâ Sûresi, 4/20) buyuruyor. Demek ki, kantar kantar mehir verilebilir.” Hazreti Ömer, o kadının itirazını yerinde bulmuş; kendi kendine “Yaşlı bir kadın kadar dahi dinini bilmiyorsun!” diyerek sözünü geri almış ve hak karşısında hemen boyun eğmişti.
  • Sizin gibi Kur’an’a, imana, milli mefkuremize ve gaye-i hayalimize hizmete kendini adamış insanlar, ileriye adım attıkları gibi yerinde yanlışlarından dönmeyi de bilmeli ve geriye adım atmada da diriğ etmemelidirler. O, ileriye doğru atılan adımların on katı adım sayılır. Efendimiz o idi, Raşit halifeler onlardı; bize demezler mi, “Siz kimin ümmetisiniz, kimi temsil ediyorsunuz, neyin arkasındasınız, Allah aşkına?!.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

397. Nağme: Kara propaganda ve nefis muhasebesi

Fethullah Gülen: 397. Nağme: Kara propaganda ve nefis muhasebesi

Fethullah Gülen Hocaefendi, birkaç saat önce yaptığı sohbetinde, Hizmet erlerinin, maruz kaldıkları kara propaganda karşısında nasıl davranmaları gerektiğini anlatarak sözlerine başladı.

Yapılacak işlerde mazi, hal ve müstakbelin beraberce ele alınması lazım geldiğini ifade eden Hocaefendi, her zaman ahiretin ve hesabın hatırda tutulmasının önemine değindi. “Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa “Selametle!” derler.” (Furkan, 25/63) ve “Boş söz ve işlere rastladıklarında vakarla oradan geçip giderler.” (Furkan, 25/72) mealindeki ayet-i kerimeleri hatırlatarak, kötülüklere aynıyla mukabele etmemek gerektiğini vurguladı. Bu cümleden olarak, “furuât” sözünü tenkit edenlerin yanlışlıklarına imada bulundu, “usûl” ve “furuât” kavramlarını açıkladı. Ayrıca, “mâlikâne” iftiralarına temas etti.

Mü’minlerin farklı içtihatlarda bulunabileceklerini ama katiyen hakperestlikten ayrılmamaları gerektiğini belirten Hocaefendi, Ashab-ı kiram efendilerimizin karşı karşıya geldikleri zaman bile çok hakperest davrandıklarını söyledi. Hazreti Ali ile Hazreti Zübeyr’i misal olarak serdeden Hocaefendi şu hadiseyi anlattı: Hazreti Zübeyr, Hazreti Ali’nin karşısına atını sürüp çıktıktan sonra bir bahtsız adam onu şehit etmişti. Hazreti Zübeyr’i şehit eden kişi, daha sonra Hazreti Ali’ye yaranmak ve ondan bir pâye koparmak için huzuruna gelmiş ve “Safiyye’nin oğlunu, senin hasmını öldürdüm.” deyivermişti. Buna karşılık Hazreti Ali, “Ben bu kulaklarımla Rasûl-ü Ekrem’den şöyle işittim: Safiyye’nin oğlu Zübeyr’in kâtilini Cehennem’le tebşir ederim!” demişti.

İnsanların hatalarını arama, gizli hallerini araştırma, kabahatlerin izini sürme, kulağı olumsuz sözler için kullanma ve dili gıybetle, iftirayla kirletme gibi çirkin günahların, kuyruğunu dikip bir köşede sinsi sinsi bekleyen bir akrep gibi bazı mü’minlerin gönül hayatına nasıl zehir akıttığına sözü getiren Hocaefendi, kimsenin günahının takipçisi olmamak, başkalarının hatalarını araştırmamak ve onların –amme hukukuna girmeyen– kusurlarına göz yummak gerektiğini ifade etti.

Hocaefendi, başkalarının günahlarını teşhir etmemek ve hiç kimseyi utandırmamak lazım geldiğini şerh ederken hiç unutamadığı üç hadiseyi ilk defa anlattı.

Hakkın hangi kriterlere göre tesbit edilebileceği üzerinde duran Hocaefendi, hak bildiğimiz mevzuya sahip çıkarken kendi muhasebemizi yapmaktan da dûr olmamamız icap ettiğini belirtti. Özellikle Hazreti Üstad’ın “Bana zulüm ve işkence yaptıklarının hakiki sebebini şimdi anladım. Ben kemal-i teessürle söylüyorum ki, benim suçum, hizmet-i Kur’aniyemi maddî ve mânevî terakkiyatıma, kemalâtıma alet yapmaklığımmış.” şeklindeki mülahazasını hatırlattı. İman ve Kur’an’a yapılan hizmetin, maddi beklentiler bir yana, varidat ve mevhibelere mazhar olma, velilik mertebesine erme gibi maksatlara da alet yapılmaması; hatta cennete girme, cehennemden uzak kalma gibi ulvî gayelere dahi vasıta kılınmaması; evvelen ve bizzat talebin ihlâs ve rıza-yı ilahi olması lazım geldiğini dile getirdi.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

398. Nağme: Her zaman sulh yolunda

Fethullah Gülen: 398. Nağme: Her zaman sulh yolunda

  • Hususiyle günümüzde nifak ve şikâkın çok köpürüp durmasına karşılık, tadil edici ve tansiyonu aşağıya çekici ilaç türünden bir kısım pozitif tavır ve davranışlarda bulunmak yeğlenir. Kopma ve parçalanmayı hızlandırmamak için bazıları sineye çekmeli ve karakterleri itibarıyla oldukları yerde durmalılar.
  • Bir dönemde, Hâricî, Harûrî, Zübeyrî ve benzeri isimler altında bir sürü insan, nüansların kavgasını vererek ortaya çıkmıştı. Onların içlerinde namaz kıla kıla alınları nasır tutmuş kimseler de vardı; fakat ihtilaf ve iftirâka öyle kilitlenmişlerdi ki, nüansların kavgalarını verirken aradaki bütün köprüleri yıkarlardı. Sabahlara kadar namaz kılarlar, kim bilir belki de üç dört günde bir Kur’an-ı Kerim’i hatmederlerdi ama vifak ve ittifaka gelince ilk mektebin altının altının altının altının altında bile yerleri yoktu. Dün öyle insanlar yaşadığı gibi bugün de aynı türden kimseler mevcut ve yarın da görülecektir bunlar. Bunları deşifre etmek ve bâtılı tasvir ederek sâfî zihinlerin idlâline gitmek doğru değil; ancak, bir realiteye dikkati çekip olabilecek bazı şeyler karşısında mü’minleri teyakkuz ve temkine çağırmakta da fayda var.
  • Adanmış ruhların faaliyetleri ve müesseseleri anılırken “Hizmet”, “Hareket”, “Cemaat” ve “Câmia” gibi farklı isimlendirmelerde bulunuldu. Aslında bu işin içinde her tür, her anlayış, her renk ve her desenden insan var; adeta çok nakışlı ve çok işlemeli gergef gibi bir şey. Bunlar, camide bir araya gelip beraberce saf tutan insanlara benzetilebilir; belki çoğu birbirini dahi tanımıyor ama bir makuliyette, bir mantıkiyette bir araya gelmişler.
  • 20 sene evvel, Kıtmir, konjonktürel olarak, dünyanın belli bir yere kayışı/gidişi karşısında bir toplantıda “Demokrasi, geriye dönüşü olmayan bir süreçtir.” demişti. Bugün belli şeylerle sizi karalayan insanlar, o kara ruhlu, kara kalemli, kara mürekkeple başkalarını karalamaya duran aynı insanlar, “Baksana adam demokrasi dedi!” dediler. Aradan beş on sene geçti, “demokrasi” dendi, elli defa dendi. Onu da aşarak, “laiklik” bile dendi. Onu hazmedemeyen, sindiremeyen insanlar tarafından tepki bile alındı başka bir dünyada.
  • Şimdilerde de Kur’anî bir makuliyet etrafında bir araya gelmiş fedakâr insanlar hakkında “örgüt” sözleri ediliyor. Müslümanların bunu yapacaklarını zannetmiyorum. “İhtimal ki, birileri birilerinin adını kullanmak suretiyle bunu yayıyorlar!” diyerek bir kere daha meseleyi hüsn-ü zannıma bağlıyorum.
  • “Örgüt” diyenlerin sözlerine müsaadenizle “haince” diyeceğim. Esasen resmî örgütler var. 30-40 senedir Kürt’üyle, Türk’üyle, Laz’ıyla, Çerkez’iyle, Zaza’sıyla (bir bütün oluşturan) Anadolu insanının başına bela olmuş, dış mihraklı bir kısım fitne ve fesat ocakları.. “örgüt” onlar.
  • Hazreti Bediüzzaman ta Meşrutiyet yıllarında, bundan yüz küsur sene evvel Medresetü’z-Zehra adıyla Van’da bir üniversite kurulmasını teklif ederken orada Arapça’nın farz, Türkçe’nin vacip ve Kürtçe’nin caiz gibi kabul edilerek hepsinin beraberce okutulması gerektiğini söylemişti. Biz düne kadar bunu telaffuz edemedik. Yine sizin gibi bu kervana gönül vermiş arkadaşlar, televizyonları, radyoları, lisan kursları ve üniversiteleriyle bu meseleye “evet” dediler. Bir cephe buna karşı “Barış sürecine katkıda bulunulmadı!” diyor. Hayır, vallahi bulunuldu billahi bulunuldu, tallahi bulunuldu. Hem de herkesten evvel bulunuldu. Bir kesim “bulunulmadı” demek suretiyle esasen “bir süreci baltalıyor” gibi göstermek istediler. Bir kesim de onu istemediklerinden dolayı ve hususiyle “Dershaneler de kapatılsın, biz de kendimize göre orada yurtlar, evler, pansiyonlar açalım; bölünmeyi hızlandıralım!” mülahazasıyla öyle söylediler; “Dershaneler kapatılınca meydana gelecek o boşluğu biz dolduralım!” düşünceleri şimdi tiz perdeden konuşuluyor. Yapılan işler isabetli miymiş, değil miymiş? Bugün insaf etmeyen bir kısım kimseler buna “evet” demeyecekler; ama gelecekteki nesiller ve tarih, yapılan yanlışlıkları lanetle yad edecek, “Bir boşluk meydana getirdiniz, yazıklar olsun size!..” diyecektir.
  • Kendi kardeşlerimden daha yakın saydığım Kürt kardeşlerimin bu mevzudaki boşluklarını doldurma, üniversitelerde/liselerde okumalarını sağlama ve şekavetle problemlerin çözülmeyeceğini anlatma adına bir gayret sergiliyorsam, buna sızma denmez. Bir insanın kendi ülkesinde vatandaşları için gerekenleri yapması hakkı ve vazifesidir.
  • Evet, kara ruhlu insanlar olumlu şeyleri karalamaya çalışıyorlar. Şimdilerde de “örgüt” diyorlar. Tabiri caizse, muhtelif ecnastan bir topluluk olan ve işin makuliyetinde bir araya gelen insanlardan oluşan bir camia.. “Okul açmak, kültür lokali açmak, okuma salonları açıp fakir insanlara bedava ders vermek hayırlı bir hizmettir!” düşüncesiyle sizi hiç tanımadığı halde gelip “Bir tane de ben yapayım.” deyip o işe iltihak eden insanların da bulunduğu bir camia.. böyle bir camiayı örgütle telif etmek mümkün değildir. Ayrıca, “örgüt” kelimesi terminoloji açısından çok farklı bir manaya da geliyor. Belli ki bir kasta iktiran ettirerek, arkasında bir kasıtla söylüyorlar bu kelimeyi.
  • Diğer taraftan bu camiaya örgüt derseniz, -hâşâ ben o terbiyesizlikte bulunamam- şimdiye kadar dinimize, diyanetimize kalbî ve ruhî hayatımız adına çok hizmet etmiş Küfrevî tarikatının temsilcisi Alvar İmamı’nın düşünce dünyası etrafında kümelenmiş insanlara da “örgüt” deme mecburiyetinde kalır, onlara da “örgüt” deme terbiyesizliğini sergilemiş olursunuz. Üftade Hazretleri’ne dayanan, Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri gibi milletimizin kalbî ve ruhî hayatına çok önemli hizmetler vermiş bir insanın çizgisinde hizmet etmeye çalışan, bir düşünce etrafında bir araya gelmiş insanlara da -binlerce ruhumuz onlara kurban olsun- “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Bir duygu-düşünce etrafında bir araya gelmiş insanlara karalayıcı mahiyette böyle bir nam taktığınız zaman, kendilerine göre bir anlayış, bir dünya görüşü, bir felsefe etrafında Muhammed Raşid Efendi hazretleri gibi büyük bir zata bağlanmış olan pırıl pırıl insanlardan oluşan Menzil Cemaati’ne de “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Türkiye’de yalancı bir şafağın atmadığı bir dönemde yüzlerce Kur’an kursu açan Süleyman Efendi Hazretleri’ne saygılarından dolayı, onun etrafında kümelenen, Kur’an kursları açan, yurt dışında da açılımlar yapan insanlara da “örgüt” deme mecburiyetinde kalırsınız. Dahası, Milli Görüş’e de bir “örgüt” deme zorunda kalırsınız.
  • Bir lokma yemeği yutmadan evvel çiğnemek ne ise, konuşmadan evvel düşünmek de odur. Keşke muhataplarım mü’min olmasaydı, daha rahat olurdum ben. Bir mü’min öyle lambur lumbur konuşmamalı. Ağzından çıkan şey, mü’mince olmalı, yere düştüğü zaman da tertemiz vicdanlar tarafından kabul kapıları ona açılmalı; “Yahu ne iyi ettin de bizim eksiğimizi, gediğimizi, yanlışımızı söyledin!” dedirtmeli.
  • Yapılan şey bir makuliyete, mantıkiyete bağlanıyor ve geleceğimiz adına önem arz ediyorsa, Türkiye’nin itibarı ve ikbal yıldızımızın parlaması adına bir şey ifade ediyorsa, bence o mevzuda da kararlı ve dik durmak lazım. Kimsenin kendi devletiyle ve başındaki iktidarıyla savaşma gibi bir niyeti yoktur; bunu öyle göstermek isteyenler -zannediyorum- ortada söz getirip götüren fitneciler, fesatçılar mekirciler, keydciler ve hud’acılardır. Cenâb-ı Hak ıslah eylesin.
  • Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hudeybiye’de çok ciddi bir problemle karşı karşıya kaldığı zaman dehalar üstü o yüksek fetanetiyle kendi aleyhinde gibi görünen bir tavır ve davranış ortaya koydu; kan dökmeden ve kimseyi incitmeden orayı aştı ve bir yönüyle gelecek nesiller adına, onların gönüllerine taht kurmaya ve işin inkişaf edip gelişmesine vesile oldu. İşte, Efendimiz’in hepimize örnek olması gereken o firaset ve fetanetine dikkat çekmek için Hudeybiye teşbihini değişik hususlara delaleti açısından değişik versiyonlar çerçevesinde arz etmeye çalıştım.
  • (Çözüm Süreci’yle ilgili sohbette üzerinde durulduğu üzere) “Eğer bir kadın kocasının kötü muamelesinden ve kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse, bazı fedakârlıklarda bulunarak sulh olmak için gayret göstermelerinde mahzur yoktur. Sulh hayırdır (elbette daha hayırlıdır.)” mealindeki (Nisâ, 4/128) ayet-i kerime meseleyi en küçük daire olan aileden başlatarak sulhun hayırlı olduğunu söylemiştir.Çünkü bir toplum yapısında bir aile, molekül mahiyetindedir. Bu molekül ne kadar sağlamsa, toplum da o ölçüde sağlam olur. O açıdan evvela Kur’an-ı Kerim’in bu irşadını hatırlatarak “Sulh hayırdır, nefisler cimrilik üzerine adeta kilitlenmiştir. Buna bağlı olarak insanlar birbiriyle huzursuzluğa düşebilirler. Hakemler tayin edin, hâkimlere müracaat edin, sulhu temin edin, uzlaşmayı sağlayın” dedikten sonra, Hudeybiye Sulhu’nu anlatıyorsunuz.
  • Bir başka Hudeybiye teşbihi 2004-MGK’nın kararıyla alakalıydı: MGK-2004 kararıyla ilgili Hudeybiye teşbihi yaparken, o arkadaşların askerlerle ve o günkü idarede bulunan kimselerle beraber o meseleye imza atmalarını, şartlar ve konjonktürün gereği olarak, tıpkı Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) bir gaileyi ucuz atlatma adına geriye adım atması gibi ele aldım. Hem de şu cümleyle dedim: “Bazen geriye bir adım atmak, ileriye on adım atma değerindedir.” Mesele siyakı ve sibakıyla ele alındığı zaman görülecektir ki, esasen orada imza atan arkadaşları korumaya ve mazur görmeye matuf bir ifade tarzıydı o.
  • Evet, o sohbette “Kolum kanadım kırıldı!” da dedim; zira o imzadan sonra birileri, bazı işgüzarlar, o meseleyi uygulayıp durmuşlar, fişler falan olmuş, devam etmiş. Keşke orada Allah’ın izniyle makul atlatıldıktan sonra bu mesele devam etmeseydi; duyduğumda “Kolum kanadım kırıldı!” dedim, bunu da başka türlü anladılar. Bu Hudeybiye örneğinde, MGK’da “imza atanlar”ı, “müşrik” olarak anlamak mümkün müdür? Peygamber kim orada? Oysa ki, orada onlara Peygamber yolunda hareket ediyor gibi bir bakma vardı. Takdir edileceği yerde, yine bir kısım, kara ruhlu, kara düşünceli, kara kalbli, karanlık yaşayan insanlar -keşke öyle olmasaydı- ortada fitne dellalları, bu meseleyi bu şekilde işâa etmek (yaymak) suretiyle toplumun değişik kesimlerini birbiriyle vuruşturma, karşı karşıya getirme gibi bir gayretkeşlik içindeler.
  • Ebu’l-Feth El-Büstî hazretleri ne güzel söylüyor:

    أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَ اسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانٌ
    “Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.”

  • Şeytandan istiâze adına okunabilecek dualar arasında sayılan

    رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ
    “Ya Rabbî! Şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım ve onların yanımda bulunmalarından da Sana sığınırım!” (Mü’minûn, 23/97-98)

    niyazını sürekli tekrarlamak lazım.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

399. Nağme: Hor bakma, gönül yıkma!..

Fethullah Gülen: 399. Nağme: Hor bakma, gönül yıkma!..

  • Önemli olan murad-ı ilahîyi gözetmek ve O’nun her icraatına saygı duymaktır. İstek, arzu ve tercihlerde Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğunu aramak; hâl, hareket, tavır ve davranışlarda O’nun rızasını kollamak; her hadise karşısında “Rab olarak Allah’tan razı olduk.” hakikatiyle soluklanmak çok mühimdir.
  • Olan şeylerde O’nun iradesi dışında hiçbir şey yoktur. Bazen Cenâb-ı Hak, sizi bir yere götürmek ve bir noktaya ulaştırmak için “Hoşunuza gitmeyen bir şey hakkınızda hayırlı olabilir” (Bakara, 2/216) hakikatini tecelli ettirir. Şer gibi gördüğünüz bazı şeylerle karşılaşabilirsiniz; fakat, onların sonu lütuf ve ihsandır. Latif isminin muktezası olarak, eltâf-ı sübhaniyesini başınızdan sağanak sağanak yağdırır. Onun önünde yıldırımlar şimşekler olabilir. Fakat sonra rahmet yere iner, her taraf dilnişin bahçelere dönüşür, gül bahçeleri olur. Sonra siz o muvakkat ürperti ve korkuyu da unutuverirsiniz; sadece tatlı bir hatıra kalır nöronlarınızda, korteksinizde. Sonra nakledersiniz hikaye olarak, naklederken de ayrı bir zevk duyarsınız.
  • Her şey bu günden ibaret değildir.. ve bugün olan şeylerden de ibaret değildir. Bugün olan hadiseler yarın adına çok önemli neticeleri bağrında geliştiriyorsa.. geceler bağrında nehârı geliştiriyorsa.. kışlar bağrında baharı geliştiriyorsa.. bu da Cenâb-ı Hakk’ın farklı bir telattuf tecelli dalga boyudur; çok farklı mahfazalar ve çok farklı esbab perdeleri içinde yine lütufta bulunuyor demektir. “Âbisten-i sefa vü kederdir leyal hep / Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar.” (Geceler hep sefa ve kedere gebedir / Gün doğmadan yarının rahminden neler doğar.)
  • Hoş görmek lazım. Olumsuz davrananları da hoş görmek lazım. İnsan tabiatında var tepeden bakma, hor görme, küçük görme. Bazen insan dünyevî imkanlara sahip olunca, başkalarını hor görme ve onlara tepeden bakma gibi bir hastalığa mübtela olabilir. Evet, o bir virüstür. Kur’an’a gönül vermiş olan, kendisini kalbî ve ruhî hayatlarının âbidesini ikame etmeye adamış insanlar, bundan uzak durmalıdırlar.
  • Bütün büyüklük imkanları, ortamı ve argümanları bulunduğu halde bile hakiki mü’mine düşen şey; fevkalade mahviyet, tevazu ve hacalettir. Allah sevmez tekebbürü. Bir kudsî hadîste, Cenâb-ı Hak, “Kibriya, Benim ridâm, azamet ise Benim izârımdır. Kim Benimle bu mevzuda yarışa kalkışır ve bunları paylaşmaya yeltenirse, onu Cehennem’e atarım.” buyurmaktadır. Hazreti Pir’in ifadesiyle, büyüklerde büyüklüğün alameti tevazudur; küçüklerde küçüklüğün emaresine gelince o da tekebbürdür.
  • İnsan bazen olduğundan fazla görünmek ve herkes tarafından bilinmek için, görünme tutkusuna ve gürültü çıkarma sevdasına düşebilir. Dünyevi bir beklentiye bağlı değilseniz -ki bağlı değilsiniz- kendinizi ifade etme adına herhangi bir gayrete girmemeli ve sizi kıymetinizin altına çekip götürecek o türlü şeylere tenezzül etmemelisiniz.
  • Bazen de güç ve kuvvet, insanda adeta bir virüs gibi tepeden bakma ruh haleti hasıl eder. Hakiki mü’min tepeden bakmamalı ve hiç kimseyi kendinden küçük/dûn görmemelidir. İbrahim Hakkı Hazretleri, “Hiç kimseye hor bakma / İncitme, gönül yıkma / Sen nefsine yan çıkma / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler ” der. Hiç kimseye hor bakma. Hor bakarsan sonra incitir ve gönül yıkarsın. “İş bende bitiyor” dersin. Bu duygu, insanı “Ben büyüğüm; imkanlarım, servetim, gücüm, kuvvetim itibarıyla beni dinleme, bana inkıyad etme, vesayetime girme mecburiyetindesiniz!” deme gibi yanlışlıklara sevkeder.
  • Hor bakmayın, sonra incitir ve gönül yıkarsınız; yıktığınız gönül, bir manada, zıllıyet planında, O’nun arşıdır. Mü’minin kalbine “arş-ı Rahman” denilmiş; o bir “beyt-i Hudâ” olarak görülmüştür. Alvar İmamı, “Kalb-i mü’min arş-ı Rahmân’dır / Onu yıkmak vebaldir, tuğyandır.” derken; İbrahim Hakkı Hazretleri de “Dil beyt-i Hudâdır ânı pak eyle sivâdan / Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde.” sözleriyle ve Nâbî “Âyine-i idrakini pâk eyle sivâdan / Sultan mı gelir hâne-i nâ-pâke, hicab et!” ifadeleriyle onun kıymetine vurguda bulunmuştur.
  • Allah, insana insanın kalbiyle bakar. “Allah (sizin cisim ve suretlerinize değil) kalblerinize nazar eder.” fehvâsınca da, O’nun insanla muâmelesi kalbe göre cereyan eder.
  • Mahviyet, tevazu ve hacalet, imana ve Kur’an’a kendini adamış insanların temel vasıfları olmalıdır.
  • Bazen Cenâb-ı Hak, büyük devletlerin yapamadığı şeyleri, beş-on insana yaptırtıyor. Türkçe Olimpiyatları’na, açılan okullara, arkadaşların fedakârlığına bakarak, farkına varmadan -hafizanallah- bazen şahsî enaniyetle/egoizmayla bazen de aidiyet mülahazasıyla insanda kendini büyük görme gibi bir hastalık olabilir.
  • “-Ci”yi de “-cu”yu da her türlü âidiyet mülahazasını kaldırıp atmak lazım. Olup biten şeyleri sadece Kur’an mâkûliyeti ve Kur’an mantıkiyetinde bir araya gelmiş insanlara Cenâb-ı Allah’ın ekstradan lütufları olarak bakmalı. Hatta çoğu zaman “Acaba istidrac mı?” korkusuyla titremeli.
  • Hangimiz gece kalkıp kırk rekat namaz kılıyor, secdede uzunca iç döküyor?!. Öyleyse, Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanları karşısında bir asâ gibi bükülmeli; bu büyük nimetlerin bizi baştan çıkarmak için liyakatimizin üstünde gelen birer istidrac olması endişesiyle tir tir titremeliyiz. Yaptığımız şey küçük dahi olsa, o büyük lütuflar karşısında iki büklüm olmalı, her şeyi Allah’tan bilmeli ve herkesi kendimizden aziz saymalı, herkesi nezd-i uluhiyette kendimizden daha makbul görmeliyiz.
  • “Allah’tan kork ve ma’ruftan hiçbir şeyi hafife alma!..” buyuruyor Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem). Kim bilir belki bazılarının ihlasla yaptığı bir zerre halis amel, sizin batmanlarla yaptığınız şeylere tereccuh eder, bilemezsiniz. Nezd-i ulûhiyette meselelerin değerlendirilmesi, tartılması, belli kriterlere tabi tutulması çok farklıdır, bizim anlayışlarımızı aşar.
  • “Benim yerimde aklı başında, tamamen ihlasa kilitlenmiş bir tanesi olsaydı, insanların böyle teveccüh etmesi, imkanlarını seferber eylemesi ile herhalde küre-yi arz üzerinde fethedilmedik yer olmayacaktı; ama bu iş bize düştüğünden, böyle güdük kaldı.” mülahazasıyla dolu olmalı ve nefsimize bakan yanıyla kendimizle böyle yüzleşmeliyiz.
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:

    اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي.. إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ
    “Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.”

    Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat, O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, kendini yerden yere vurma, meseleyi nefsin yetersizliğine bağlama ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığınma adına çok önemli ikazlar almış oluruz.
  • Bir parmak işaretiyle kameri iki şakk eden Sultanlar Sultanı, mutlak manada İnsan-ı Kâmil, “Zaafımı Sana şikayet ediyorum.” diyor. Bize düşen şey: O’nun arkasında bulunmanın hakkını vermek; fevkâlade mahviyet, fevkâlade tevazu ve fevkâlade hacaletle hareket etmek; yapılan şeylerin istidrac olabileceği korkusuyla tir tir titremek; “Allahım, bize bizden evvelkilerin emanetiydi, bizim buradaki densizliğimize binaen bunu bizim elimizden alma; gelecek nesillere, emin ellere bunu devredelim ve sonra dünyadan bu mevzuda nam, nişan, şöhret, mal, menal adına hiçbir şey kazanmamış olarak ruhumuzun ufkuna yürüyelim.” mülahazasını hep canlı tutmaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

400. Nağme: Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve şehitlik

400. Nağme: Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal ve şehitlik

  • Hazreti Üstad’ın eserlerinde yer verdiği şu mübarek beyan çok önemli bir hakikati ifade etmektedir:

    طُوبَى لِمَنْ عَرَفَ حَدَّهُ وَلَمْ يَتَجَاوَزْ طَوْرَهُ
    “Ne mutlu o adama ki, kendini bilip haddinden tecavüz etmez.”

    İnsan için her zaman haddini bilmesi, hatta kâmetinin altında görünmesi çok önemlidir. Her şahıs kendi haddini bilmelidir; ne var ki başkaları için had tayinine girmemelidir; “Falanın haddi şu kadardır, kıymet-i harbiyesi bu kadardır!” dememelidir. O, bilinemez; nezd-i ulûhiyete ait bir husustur. Bazen ortaya konan çok küçük bir amel, basit gibi görünen bir tavır ve pek dikkati çekmeyecek bir davranış ihlasa iktiran ettiğinden dolayı tasavvurları aşkın bir mahiyet alabilir. “Bir zerre ihlâslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır.”
  • Bazen çok küçük bir amel ya da çok kısa bir zaman dilimi insanın kurtuluşuna vesile olabilir. İmam-ı Rabbânî hazretleri gibi bazı ehl-i hakikat demişler ki: “Bir ân-ı seyyale vücud-u münevver, milyon sene vücud-u ebtere müreccahtır.” Doğurgan bir an.. sonsuzluğun peylendiği bir an, kısır bir hayattan daha kıymetlidir.
  • Kendimize bakarken -ye’se düşmemek kaydıyla- en küçük günah, hata ve kabahatimizi affedilmez gibi görmeli ve bir hak dostu gibi “Bu günahlarla tartarsa beni Deyyân / Kırılır arsa-i mahşerde mizan” mülahazasını taşımalıyız. Zira, böyle bir düşünce aynı zamanda sürekli tevbe sayılır.
  • Kusurlarımızı dağ cesametinde görmenin yanı sıra, en büyük iyiliklerimizi de çok küçük saymalıyız; hayr ü hasenatımızı gözümüzde hiç büyütmemeliyiz.
  • Hazreti Ömer (radiyallahu anh) çok büyük işler başarmıştı ama onları hep çok küçük görmüştü. Onun bu ruh haleti adeta Hazreti Abbas’ın rüyasına yansımıştır da “Ya Ömer, Cenâb-ı Hak seni ne ile affetti, hangi amelinden dolayı bağışladı?” deyince, şu cevabı vermiştir: “Bir gün sokağa çıkıp bakmıştım ki, bir çocuk bir kuşu yakalamış, elinde hırpalıyor. Hemen onun yanına koşmuş; cebimden üç-beş kuruş çıkarıp o çocuğa vermiştim. Böylece kuşu satın alıp âzâd etmiştim. Mizanda işte o amelimden dolayı kurtulduğumu söylediler.”
  • Hangi amelin ötede nasıl bir kıymete ulaşacağı burada bilinemediğine göre, insan her güzel işe kıymet vermeli, iyilik namına hiçbir şeyi küçük görmemeli ve önüne çıkan her hayırlı fırsatı öteler hesabına değerlendirme gayreti içinde olmalıdır. Ayrıca, maruf adına hiçbir şeyi küçük görmediği gibi münker (kötülük, çirkinlik, günah) hesabına da hiçbir şeyi küçük görmemeli ve günahın en basitinden bile uzak durmaya çalışmalıdır.
  • Diğer taraftan, başkalarının en büyük cürümlerini basit görmeli ve en küçük iyiliklerini dağ cesametinde saymalıyız. Evet, başkalarındaki güzel hasletlere yoğunlaşıp kötülüklerini görmemeye çalışmak ve insanları hep güzel yönlerine göre değerlendirmek ilâhî ahlakın bir buudu olarak kabul edilebilir. Mesela tek başına kelime-i tevhid ve kelime-i şehadet bile küçük görülemez; çünkü dinimiz, o mübarek ikrarla insanın ebedi kurtuluşa ereceğini ortaya koymuştur.
  • Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ruhunun ufkuna yürüdüğü gece, bir garib, kaldığı yerin penceresinde bir ses duymuş. Kuş gagalamaları gibi olan o sese önce aldırmamış; fakat ses de kesilmemiş. Bir kere daha bir kere daha.. “Ne ola ki?” diye perdeyi açınca görülmedik bir kuşun semanın derinliğine doğru açılıp gittiğini müşahede etmiş. Sonra o zat, kalkıp gideceği yere yürürken dostlarından biriyle karşılaşmış; onun “Turgut Özal vefat etti!” sözünü işitmiş. Anlaşılıyor ki sonsuzluğa açılan bir güvercin gibi kanat çırpan, o Hazret’in ruhuymuş.
  • Merhum Turgut Özal bir darbe üzerine idareye geçmişti, Allah onu istihdam buyurmuştu. Olumsuzlukların temerküz ettiği bir dönemde bazı şeyleri yırtarak bir kısım olumlu şeyler yapmak suretiyle merkezde çok küçük iyilikler muhit hattında çok büyük iyiliklere tekabül eder.
  • Belli bir dönemde dinî düşünce ve kanaat hürriyeti cami çerçevesine hapsedilmiş ve orada da bazı sınırlamalar getirilmişti. Hususiyle 163. Madde’nin hayatta olduğu zaman diliminde, camilerin dışında, herhangi bir dinî kanaati belirtmek bile, çoğu hukukçular tarafından, “dinî esaslara dayalı devlet kurma maksadıyla propaganda yapma” kategorisi içine sokulmuştu. Yani, o günkü anlayışa göre kalbî ve ruhî hayata müteveccih olan insanlar bir cemiyetin unsurları sayılırdı. Mesela, biri konuşuyor, siz de sadece dinliyorsunuz. Aynı duygu ve aynı düşünce etrafında bir araya gelme unsurları tamam Böylece siz, bir cemiyet teşekkül etmiş sayılıyorsunuz. Dolayısıyla, hepinizin, 163’ün birinci fıkrasına göre, iki seneden yedi seneye kadar tecziye edilmeniz gerekirdi. Böyle bir tahdidin sosyal bir hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayacağı açıktır. Fakat, bir dönemde bu ve benzeri kanunlar şahsî yorumlarla uygulanıyor, hatta altı yedi sene hapsi bile dindarlara az gören kimseler ne yapıp edip cezayı artıracak yollar arıyorlar; inananları mahkeme, hapishane ve sürgünler arasında dolaştırıp duruyorlardı. İşte, merhum Turgut Özal ciddi gayretlerle, onca zahmet ve meşakkatle o 163. maddeyi kaldırdı.
  • Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz bütün kemâlâtın eşsiz temsilcisidir. Fakat Hayber’de zehirlenmiş, rivayete göre o zehirlenme neticesinde senelerce sonra ruhunun ufkuna yürümüştür. İhtimal Hazreti Ebu Bekir efendimiz de zehirlendi. Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin efendilerimiz de şehit edildiler. Cenâb-ı Hak, insanların en güzelleri olan bu insanlara diğer sevapları yanında şehadet sevabını da lütfetti. Allahu a’lem, ruhunun ufkuna yürüdüğünde öyle bilinmez bir kuşun semanın enginliklerine doğru açılıp gitmesi o Hazret’in de zehirlendiğine ve şehadetine bir işaretti.
  • Houston’da ameliyat olduğu zaman merhum Turgut Özal’ı ziyaret etmiştim; sarıldı, hıçkıra hıçkıra ağladı; “Ben bu Hizmet’in önemini ve insanlık için ne ifade ettiğini bu çevremdekilere anlatamıyorum!” dedi, gözyaşlarıyla dert yandı.
  • Merhum Turgut Özal, vefatından bir hafta on gün evvel arkadaşlara haber gönderdi; “Orta Asya’da Hizmet’e karşı değişik olumsuz şeyler var; ben oralara gidip teminat olayım!” dedi. Pek çok ülkeye uğradı ve gittiği her yerde ülke başkanlarına “Bu arkadaşlara ilişmeyin; ben bunlara kefilim!” dedi.
  • Doğrusunu Allah bilir, karanlığa taş atar gibi söz söylemek insana yakışmaz, fakat inanıyorum ki, 163. Madde’yi kaldırması gibi hizmetleriyle beraber ortaya koyduğu civanmertlikler vesilesiyle Cenâb-ı Hak, Merhum’a şehitlik sevabını da lütuf buyurdu ve Firdevs’iyle sevindirdi.
  • Bugün insanların bir hayırlısını yâd ettik. 163. Madde’ye de “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” dedik. Birileri başkalarına karşı o ruhu yeniden hortlatmayı düşünüyorlarsa, Merhum’un o mevzudaki o olumlu gayretleri karşısında böyle bir niyet ve böyle bir düşüncenin ne derece bir densizlik olduğunu da doğrudan olmasa bile dolayısıyla ifade etmiş olduk.

Bu nağme, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 15 Aralık 2013 tarihinde akşamleyin yaptığı sohbetin çay faslından oluşmaktadır. İlk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

401. Nağme: Yolsuzluk

Fethullah Gülen: 401. Nağme: Yolsuzluk

  • İnsanlara saygının önemli bir yanı, onları hep Cenab-ı Hakk’ın rahmâniyet ve rahîmiyetinin bir tecellisi olarak görmek, kucaklamak, bağrına basmak, sineni onlara da açmak.. ve yaptığı kusurlar karşısında kendi evladına tavrın gibi, yani hafifçe belki kulağını tutup çekebilirsiniz, azıcık okşayabilirsiniz, “bismillah destur” deyip başına bir şey gelmesin diye elinizle itebilirsiniz; bunları yapmadan da edeceğiniz şeyi edebilirsiniz.. bunlar ayrı bir mesele.. fakat kendi evladınıza gösterdiğiniz aynı şefkati bütün mü’minlere karşı gösterme bir esas olmalı ve bunda kusur edilmemeli. Aynen öyle de -günümüzde de yaşandığı gibi- evladınızın bir meâsîsi, bir mesâvîsi karşısında -yani isyana müteallik bir mesele veya seyyiâta müteallik bir mesele karşısında- hemen vurma, kırma, dövme değil de “Acaba ne yapayım ki ben bunu bundan sıyırayım ve kuve-i maneviyesini kırmayayım, incitmeyeyim, kendime karşı da tepkiye ve reaksiyona sevketmeyeyim!” Bu da şefkatin gereği.
  • Şefkat sizin mesleğinizde, hakkı ikame edenlerin mesleğinde, ruh abidelerini ikame etmeye kendini adamış insanların mesleğinde dört esas düsturdan biridir. İki de tâli düstur vardır. “Der tarik-i acz-i mendi lazım amed çâr-ı çîz / Acz-i mutlak, fakr-ı mutlak, şevk-i mutlak, şükr-ü mutlak ey aziz!.” Şefkat ve tefekkür tâli ama çok önemli.
  • Şefkat yöntemiyle açılmayacak kapılar yoktur. Hiddetle, şiddetle ve fezâzetle hiçbir problem çözülemez. Şiddet, hiddet, öfke.. bütün bunlar muvakkat birer cinnettir. Cinnetle insanlar tedavi edilemez. Mecnunlar, insanları tedavi edemezler. Aklı başında olmak lazım; o da şiddetten, hiddetten, gilzetten, fezâzetten, nefretten, kinden, gıybetten, iftiradan, riyadan, süm’adan, hüd’adan, mesaviden tecerrüde vabestedir. Bunlardan sıyrılmamış bir insanın kendi duygu ve düşünceleri çok âli bile olsa, Cibril-i Emin’in dudaklarından dökülmüş lal-ü güher gibi incilerden bile olsa, başkalarına bunları kabul ettirmesi mümkün değil. Şefkat, re’fet ve mülayemet mü’minde bir esas olmalı.
  • Kim nasıl davranırsa davransın, başkalarınının muamelesi, dünya görüşü, hayat felsefesi ve konumu ne şekilde olursa olsun, mü’mine düşen Kur’ânî olmak, Sahih Sünnet çizgisinde hareket etmek ve Raşid Halifelerin yolundan ayrılmamaktır. Bu cümleden olarak insanların ayıplarıyla meşgul olmak kat’iyen doğru değildir.
  • “Mü’min kardeşini bir günahla ayıplayan, o iş, başına gelmeden ölmez!..” buyuruyor İnsanlığın İftihar Tablosu. Şayet ayıp sadece ayıplamada kalmayıp -hafizanallah- gıybetlere giriliyorsa, bu istikamette bir de olmadık şeyler yapılıyorsa, iftiralarda bulunuluyorsa, nâsezâ, nâbecâ sözler söyleniyorsa.. bir de umum dünyaya yayarcasına, duyururcasına bu mesele icra ediliyorsa, bir de heyetler bu mevzuda gıybet tahtasına, iftira tahtasına raptediliyor, gez-göz-arpacık deyip onlar hedef alınıyorsa -hafizanallah- umumun hukuku söz konusu olması itibariyle âmme hakkıdır, Allah hakkıdır.. onca cemaat haklarını helal etmeyince -ben yine o tabiri kullanmak istemiyorum, başkalarının kullanmasına bağlayarak diyeceğim- eğer benim yerimde başka biri olsaydı: “Böyle densizce yaşayan insanlar, kat’iyen Cennet’e giremezler; başlarını yerden kaldırmasalar bile, İslam adına bazı şeyler yapsalar bile!..”
  • Koskocaman camiayı, kendini Allah’a adamış insanları.. dünden bugüne -dün belki sadece ehl-i ilhad yapıyordu şimdi asimetrik bir saldırganlık var- bir bitirme cehdi ve gayreti var. Fakat bütün bunlar karşısında sarsılmadan, belki sarsılabilir ama devrilmeden,

    رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ
    “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız.”

    diyerek, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) cedd-i emcedi Hazreti İbrahim (aleyhisselam) gibi Allah’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olmak suretiyle bu dâhiyeleri aşmaya çalışmalı; “Bu da geçer Ya Hû!” demeli, onun geçeceği anı intizar etmelidir.
  • Yakışıksız, münasebetsiz şeylere aynıyla mukabelede bulunmamalıdır. Mü’mine “alçak” dememelidir. Bir gün Allah (celle celaluhu) böyle diyeni, gerçekten realite planında alçaltır da tarihe öyle alçalmış olarak kaydedilir. Gelecek nesiller de onu alçalmış bir insan olarak yâd ederler.
  • Ayıplarla uğraşmak mü’minin işi değildir. Hem Kur’anın temel disiplinleri, hem Sünnet-i Sahiha’dan çıkan esaslar, hukuk sistemi açısından, fertlerin kusurlarıyla hususi mahiyette meşgul olmanın doğru olmadığını Kıtmir değişik vesilelerle arz etmiştir.
  • Nitekim yakın tarihte, Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Mâiz’i, huzurundan üç defa geriye çevirdiğini, dördüncü gelişinde ona şer’î ceza ne ise onu uyguladığını arz etmeye çalışmıştım. Keza arkadan gelen Gâmidiyeli kadını da Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geriye göndermişti. Fakat onlar ısrarlıydılar. Ancak öyle bir had tatbik edildiğinde arınacaklarına inanıyorlardı. Oysa ki gizli yapılmış günahlarda, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun mülahazası da bu istikamettedir; Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edersin, tevbede bulunursun derecene göre, inâbede bulunursun derecene göre, evbede bulunursun derecene göre; istiğfar edersin, “Allah’ım bütün müstağfirlerin istiğfarı adedince Sana istiğfar ediyorum!” dersin “ve Sana tevbede bulunuyorum, Sen Tevvâb’sın, tevbemi kabul eyle; Sen Münîb’sin, inâbeme benim cevap ver; Sen Hazreti Evvâb’sın, ne olur benim evbemi kabul buyur.” Bunlar “Zümrüt Tepeler”de geçen, Sofi telakkisiyle, Cenâb-ı Hakk’a çok farklı yönelmenin adları ve unvanlarıdır. Erbabı için, bunları burada tekrar etmek, açıklamak zaid olur. Şahsî günahlar karşısında yapılması gerekli olan şey, istiğfar, tevbe, inâbe ve evbedir. Fert bunu yapar, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla, keremiyle, rahmâniyetiyle, rahîmiyetiyle arınmış olur onlardan. Tevbe bir arınma kurnasıdır. Böylece tertemiz olarak Cenâb-ı Hakk’ın Firdevs’iyle serfirâz olabilir.
  • Fakat bazı cinayetler vardır ki, bunlar umumun hukukuna tecavüzle oluşmuş günahlardır. Âmme hakkıdır. Âmme hakkı aynı zamanda Allah hakkıdır. İster İslam’ın Hukuk Sistemi, isterse Modern Hukuk Sistemi âmme hakkına taalluk eden meselelerde kat’iyen müsamahaya gitmezler. Umumun hukuku söz konusudur. Umuma ait şeyler çalınmış çırpılmışsa, bunu ne Mecelle kurallarıyla siz şöyle böyle yumuşatabilirsiniz, ne de başka demagojilerle ve diyalektiklerle. Âmme hakkıdır bu. Umumun hukukuna tecavüz edilmişse, bir tek arpa umum milletin hakkıysa, o yenmişse, o mevzuda birisi göz yumuyorsa, o da o haramîlerle müşterek demektir. İşte orada göz yumulamaz. Burada bu göz yummama mevzuunda esas budur, temel budur, usul budur.
  • Belki üslupta hata yapılmış olabilir, usul vardır bu mevzuda. A’ya demek, B’ye demek, C’ye demek, bilmem H’ye demek de üsluptur. Fakat hiçbir zaman usul ve esas, üsluba feda edilmemelidir. O mesâvînin üzerinde durulmalı, nasıl yapılacaksa o pisliklerden insanlar arınmaya bakmalıdırlar.
  • Suçluluk psikolojisiyle suçlar görünmezden gelinerek harâmîlik, kırk harâmîlik görmezlikten gelinerek, “Acaba bunu kime atfetsek?!.” (bu mevzuda), gündem değiştirerek “Halkın dikkat nazarını kimin üzerine çevirsek ki, bir yönüyle belki halk nazarında bu mesâvîden sıyrılmış olsak?!.” demek.. Bunlar dine karşı diyalektik yapma demektir. Dinin temel disiplinlerine karşı demagoji yapma demektir hafizanallah. Bu da günahı ikileştirme demektir. Bu aynı zamanda toplumun birbirine çok yakın olan parçalarını, moleküllerini birbirinden koparıp atıp işe yaramaz hale getirme demektir. Hafizanallah.
  • Bu iki şeyi birbirine karıştırmamak lazım. Mâiz günahıyla, Gâmidiyeli kadın günahıyla, ferdî günahıyla karşınıza çıktığı zaman.. İmam Hâdimî’yle alakalı bir şeyi arz ettiğim zaman dediğim gibi, öyle üç defa dört defa gözlerinin kapağını silerek, “Acaba o mu, değil mi?” diye.. hayır bakma! “Lâ havle ve la kuvvete illâ billâh” de. “Allah’ım beni de bunu da mağfiret buyur!” de, çek git arkana bakmadan. Üzerinde durma; fikrinde, korteksinde ona bir yer ayırma. Bir dosyaya yerleştirme onu. Ve gördüğün zaman da kardeşin gibi yine sımsıkı sarıl. Bu ferdî bir hatadır. Fakat öyle hatalar vardır ki, toplumu temelinden sarsar. Onlara karşı müsamahalı olursanız, onların yaygınlaşmasına, bütün bütün o denâetlerin bütün toplumu sarmasına sebebiyet vermiş olursunuz. Bu açıdan da ister İslâmî Hukuk Sistemi, isterse de Modern Hukuk Sistemi o mevzuda işleyerek, akı ak, karayı kara olarak ortaya koyması lazım.
  • Bir şey olmuştur; ayetin ifadesiyle “Allah mü’mini aka çıkarır, temizler, paklar; bir yönüyle de öbürlerini eler, döker, onlar da elenmiş olurlar.” Hazreti Pir’in ifadesiyle, elmas ile kömür birbirinden ayrılmış olur. Elması, kömürü birbirinden ayırmadığınız zaman, elmasa bile onun yanında durduğundan dolayı, kömür nazarıyla bakılır.
  • Önemli olan arınmadır. İçindeki o pislikleri atarak, “Aktım, ak olmaya çalışıyorum, inşaallah hep ak kalacağım!” mülahazasına bağlı daha farklı stratejilerle, daha insancıl tavır ve davranışlarla, daha şefkatli bir muameleyle!.. Başkalarını da boy hedefi göstererek toplum nazarında bir kısım karanlık kalemlerle onları karalamak suretiyle teselli olmak, bu dünyada bir şey olsa bile öbür tarafta hiçbir işe yaramaz. Çünkü mesâvîyi Allah biliyor, harâmîliği Allah biliyor, hırsızlığı Allah biliyor, rüşveti Allah biliyor. Öbür tarafta teker teker tek arpadan hesap sorma esprisine bağlı olarak hepsinin hesabını Allah sorar.
  • Burada bir şey demek aklıma geliyor. Şimdiye kadar hiç dememiştim. Eğer bu mevzuda bir kısım arkadaşlar kendilerine verilen imkanlarla.. onlar nisbet yapıyorlar, falan filan diyorlar, f diyebilirler, g diyebilirler, ç diyebilirler, d diyebilirler.. diyorlar.. bulaştı bulaşmadı mülahazasıyla, belki cinayet sayılabilecek bir kısım icraatta bulunuyorlar. Şöyle demek geliyor yani içimden.. demeden kendimi alamayacağım. Hiçbir zaman da demek istemediğim bir şeyi demek geliyor içimden. Yoksa Doktor İkbal gibi, Hazreti Pir-i Muğan gibi, tel’ine, bedduaya “amin” dememek, onları etmemek genel şiarımızdır. Fakat eğer hakikaten bu olumsuz şeylerin üzerine giden arkadaşlar.. kimse onlar tanımıyorum, binde birini bile tanımıyorum.. bu işin üzerine “Hukukun ve aynı zamanda sistemin, dinin ve aynı zamanda demokrasinin gerektirdiği şeyler bunlardır.” deyip arınma adına, yıkanma adına, temizlenme adına, kirlerin öbür tarafa kalmasına meydan vermemek adına bir şey yaparken dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa bize de nisbet ediyorlar, dolayısıyla ben bizi de onların içinde görerek diyorum.. dinin ruhuna aykırı bir şey yapmışlarsa, yaptıkları şey Kur’an’ın temel disiplinlerine aykırıysa, Sünnet-i Sahiha’ya aykırıysa, İslam’ın hukukuna aykırıysa, modern hukuka aykırıysa, günümüz demokratik telakkilere aykırıysa.. Allah bizi de onları da yerlerin dibine batırsın, evlerine ateş salsın, yuvalarını başlarına yıksın. Ama öyle değilse, hırsızı görmeden hırsızı yakalayanın üzerine gidenler, cinayeti görmeyip de masum insanlara cürüm atmak suretiyle onları karalamaya çalışanlar.. Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, bir şey olmaya imkan vermesin.
  • Dememiştim, demeden edemedim. O kadar diş gösterildi, o kadar salya atıldı, o kadar kimse tahrik edildi, o kadar o “twit”lerde o mel’un düşünceler bir yönüyle vizesiz rahat dolaştı ki, demeden edemedim. Şimdiye kadar demediğimi dedim.
  • Allah her şeye nigehbân. Dünyada kıtmir gibi insanların bir dikili taşı olmadı. Altmış senedir değişik imkanlar onun da önüne geldi. Allah’a hep dua ettim, “Allahım, kardeşlerimi birilerinin iş yerinde, fabrikalarda çalışmadan halas eyleme. Allahım, beni onlarla utandırma.” dedim. İşçi olarak çalıştılar, işçi olarak emekli oldular ve hiçbir şeye sahip olmadılar. Çoğu kira evinde oturuyorlar. Kendi adıma da öyle düşündüm, onlar adına da öyle düşündüm. Cami penceresinde üç sene yatarken esasen, işte o dünyanın metaına temas etmemek için.. altı sene bir tahta kulübede döşeksiz yatarken, dünya mal u menaline meyletmemek için aynı şeyleri yaptım. Allah buna şahit. Ama başka türlü harâmîlik yapıp, milletin malına menâline el uzattıkları halde hala müslüman olarak görünüyorlarsa öbür tarafta neyin ne olduğu belli olacaktır.
  • Gönül, Çalab’ın tahtı / Çalab gönüle baktı / Kim gönül yıktı ise / O iki cihan bedbahtı. Bir sürü mü’minin gönlünü yıktılar. Kendimizi de istisna etmedim. Haksız, kimse, o mutlaka cezasını bulacaktır.
  • Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

402. Nağme: Birlik, dirlik ve beraberliğin yolu

Fethullah Gülen: 402. Nağme: Birlik, dirlik ve beraberliğin yolu

  • Âdet olan şeylerde enbiya-i izamın taklit edilmesi ibadet sayılabilir. Başkalarının yaptığı şeyleri taklit birer saygının ifadesidir. Asıl mesele enbiya-i izâmdır; yemede, içmede, yatmada kalkmada, oturmada, konuşmada, hemen hayatın her yanında.. çünkü onlar bütün bir hayatı talim etmek üzere Allah tarafından gönderilmiş hususi, özel, âli payeli, mansıplı, semavî muallimlerdir -mücerred muallim tabiriyle ifade etmek istemedim-. Bir mecburiyet yoktur ille de onların o detaya ait taklitlerine; fakat hâlis bir niyetle detayda bile onları taklit ederek tavır ve davranışlarınızı bir yönüyle ibadet olarak, ibadet hanesine yazdırmış olursunuz. Âdetler de ibadet olur. Şöyle yerdi, şöyle içerdi, şöyle otururdu, şöyle kalkardı.. halkın içine çıktığı zaman çevreye şöyle tebessüm yağdırırdı.. en bedbin ruhlara bile onların yüzlerine bakmak suretiyle içlerine inşirah salardı. Bunlarda, belki başta iradeyi zorlayarak -her meselede öyledir zaten- biraz câli, sun’î, şeklî, nazarî durum; fakat sonra işleye işleye mesele tabiatın bir derinliği haline gelince, bu defa onları bir iç dinamizmle gerektiği yerde hemen ortaya koyar insan hiç farkına varmadan.. düşünmeden diyeceği şeyleri der. “Sübhanallah” diyeceği zaman düşünmeden der. “Allahu Ekber” diyeceği yerde düşünmeden der. İç heyecanının ifadesidir. Bütün bunlara isterseniz “iç tepki” deyin, “iç dinamizmin harekete geçirilmesi” deyin, isterseniz “vicdanın sesi-soluğu” deyin, isterseniz “latife-i rabbaniyenin dürtüsü” deyin, isterseniz “ruhun yönlendirmesi” deyin.. Bunlar sofi terminolojisi içinde mahiyet-i insaniyede çok önemli sistemler, mekanizmalar
  • Keşke her meselede mutlaka iktida edilmesi kazandıran o zatları taklit edebilsek! Her meselede İnsanlığın İftihar Tablosu başta olmak üzere, milimi milimine O’nun adımlarında O’nu izleyen, O’nu yakın takibe alan O’ndan sonraki sâdık u masdûk o büyük insanları.. ister sahabe-i kiram çerçevesinde meseleyi ele alırsınız, ister tabiin-i fiham efendilerimiz, isterse daha sonraki dönemdeki müçtehidin-i izam ve hiçbir asrı boş bırakmamak üzere o nurefşan Zât’ın zıll-ı ziyasını insanlara ifade etmek üzere gelen mücedditler.. sabit o hakikati insanların ruhunda her asırda yeniden bir kere daha bir yönüyle onun boyasını çalarak gözlere göstermek, ruhlara hissettirmek, kalbleri onunla heyecana getirmek üzere yenileyen insanlar.
  • Cenâb-ı Allah dinini her zaman “cedîd” kimselere, matlaşmamış, eskimemiş, paslanmamış, kalben ölmemiş, hep yeni ve zinde insanlara temsil ettirir. Nitekim, Mâide sûresinin 54. ayetinde şöyle buyuruluyor:

    يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللهِ وَلاَ يَخَافُونَ لَوْمَةَ لاَئِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ
    “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilsin ki), Allah öyle bir kavim getirir ki, O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı yüzleri yerde, kâfirlere (küfür sıfatlarına) karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücahede ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atâsı, ihsanı çok bol olan Vâsi’ ve her şeyi en iyi şekilde bilen Alîm’dir.”

  • Cenab-ı Hak, başka bir ayet-i kerimede de

    إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ
    “Eğer isterse sizi götürür ve cedid bir kavim getirir.” (İbrâhim Sûresi, 14/19; Fâtır Sûresi, 35/16)

    buyuruyor. Dilerse böyle partallaşmış, eskimiş, dinin tozu-toprağı sadece üzerlerinde, kalblerinde onu derinlemesine yaşamayan, geceleri ah u vah etmeyen, başlarını yere koyup inlemeyen, derin bir muhasebe hissiyle kendilerini insanların en mücrimi görmeyen ve kendi hayallerinde büyüttükleri o cürümlere göre istiğfarla inlemeyen, tövbeyle o kapının tokmağına dokunmayan, inâbeyle sürekli O’nun murad-ı sübhanisini kollamayan, evbeyle her zaman “Dahası var mı ya Rabbi, öyle olayım!” demeyen insanları alır götürür -işe yaramadıklarından dolayı- yeni, cedit bir nesil getirir. Oturur kalkar hep onu düşünürler. Ve O’nun murâd-ı sübhânisine göre bir dünya kurgusunda bulunurlar; yani “İnsanlar keşke şöyle olsa, böyle derin olsa, imana saygıları olsa, insana karşı saygıları olsa, insan hürriyetine karşı saygıları olsa, insanları saygılarıyla ansalar.” (diye dertlenen) böyle bir kavim getirir. Ve insanlığın çehresi o sayede değişir. Yoksa duygu ve düşünce itibariyle partallaşmış, eskimiş şeyleri ruhaniler ve melekler alır bir tarafa atarlar, insan hiç farkına varmaz bunun.
  • Arkadan yeni bir nesil, topraktan başını dışarıya çıkaran rüşeymler gibi başını dışarıya çıkarır, başağa yürür. Bir müddet de o ceditlerle cedit bir dünya oluşur. İman, yeni gökten inmiş gibi duyulur. Herkes meseleyi Hazreti Ebu Bekir gibi, Hazreti Ömer gibi, Hazreti Osman gibi, Hazreti Ali gibi duyar. Aşere-i mübeşşere gibi duyar. Hak dostları gibi duyar. Sanki böyle gökten yeni inmiş şebnemler gibi ruh yapraklarına dökülmüş de tazeliğiyle onu duyuyor ve heyecana geliyor gibi hissederler ve din gerçek manada, İslamî ruh ve mana gerçek manada, mefkuremiz gerçek manada, ruh abidemizin ikamesi de gerçek manada ancak o cedid nesille gerçekleşir. Yoksa birbirinin ayağını kaydıran, istemediği insanlara çelme takan, nâsezâ nâbecâ sözlerle insanları karalayan insanlar, Müslümanlık deseler de ondan fersah fersah uzaktırlar. Din deseler de ondan fersah fersah uzaktırlar.
  • Müslümana “çete” diyen, “şebeke” diyen, “eşkıya” diyen ve onları inlere sığınmış goriller gibi, maymunlar gibi gören.. bunlar partallaşmış düşüncelerin sözlere, düşüncelere, ifadelere aksedişinden başka bir şey değildir ve bunlarla hiçbir eğri düzeltilemez. İnsanlığın beklediği o hakikatler hiçbir zaman bunlar sayesinde kazanılamaz. Emekler durur insanlık ve sürekli beklediği ümitlerinin inkisarıyla bir kere daha asâ gibi bükülür iki büklüm olur. Bir kere daha inler, bir kere daha inkisar yaşar. Bir kere daha ateş böceklerini Sirüs yıldızı gibi alkışlamış olmanın aldanmışlığı içinde hicap duyar, başını önüne eğer, “Affet beni Allahım!” der.
  • Hakka-hakikate hizmet edenler, adanmışlar.. ömürlerini bazıları itibarıyla cami pencerelerinde -iffetlerine toz kondurmamak için- geçiren insanlar.. o cami pencerelerini “in” şeklinde görme; iki metre genişliğindeki tahta kulübeleri “in” şeklinde görme, sırf halka el açmamak, dilenmemek, hak yememek için hayatlarını belli bir darlık içinde o darlığa mahkum ederek geçirmek isteyen insanların o darlıklarını “in” gibi görme, esasen “in”in neden ibaret olduğunu bilmemenin ifadesidir. Evet, böyle diyecekler ve sizi bu tür düşüncelerle mâşerî vicdanda belli şeylere mahkum etmek isteyecekler ama bunların hepsi seviyesizliğin ifadesidir. Betahsis “densiz” tabirini kullanmadım. Hakka gönül vermiş insanlar, Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın yolunda olanlar, bence aynı şeylerle de mukabele etmemeli. Hatta gözleriyle görseler bile.. Nitekim benim, velayetinden, hakka karşı gözünün açık olduğundan şüphem olmayan birisi, birisinin genel mefkuremize ve düşüncelerimize, gaye-yi hayalimize ve ideallerimize ters insanların arkasına takılıp -onlara takılmak suretiyle bir yere varacağını zanneden bir insan- onlar girdikleri yerde gorillere dönüşmüşlerdi, o da arkalarından girince, o da gorile dönüşmüş. Ama ben bunu kimseye söylemedim. Bunu kimseye söylemek bir insanı içine düştüğü o çamur içinde “Oh müstehak!..” demek gibi bir densizliktir. Mü’mine öyle bir densizlik yakışmaz.
  • Kimin “in”de olduğunu Allah görüyor. Hazreti Ruh-u Seyyidu’l-Enâm da onu görüyor. Mele-i A’lânın sakinleri de şahittir. Fakat siz bu türlü şeyler karşısında, Kur’an’a gönül vermiş insanlar.. her kategoride.. bir mefkurede, bir gaye-i hayalde, bir Kur’anî mantıkîlikte, bir Din-i Mübîn-i İslama ait mâkûliyette bir araya gelmiş insanlar.. (Bunları kategorilere ayırdığınız zaman şöyle olabilir: Kardeş seviyesinde olabilir; çok rahatlıkla, Sahabenin birbirini kucakladığı gibi kucaklayabileceğiniz insanlar. “Canım, ırzım, her şeyim sana feda olsun!” diyecek kadar yakındır. Dost olur, meselenin makuliyetinde sizin yanınızda olur. Taraftar olur, “Yapılan bu şeyler milletimizin geleceği adına çok faydalı şeylerdir!” der. Muhib olur, “Bu insanları sevgi alanının dışında tutmamak lazım”. Beyne beyne olur, ârafta olur; sağa bakar, sola bakar, bir yönüyle mâkulü orada görür ve mâkule göre karar verir, “Bu isabetli bir iş!..” der; “Mabede gitmek gibi isabetli bir iş!” der, “Dünyanın yeniden bir hakikat üzerinde bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşaması ancak bu sayede olacaktır!” der o âraftakiler. İşte böylesine gayr-i mütecânis fertlerden müteşekkil bir heyet ) Bunlar bir şey yapıyorlardır ve bunlar bu yaptıkları şeylerden dolayı ta’n u teşnîye maruz kalabilirler. “İnlerdeki maymunlar, goriller, ayılar, sırtlanlar, yılanlar, çıyanlar gibi ” “İn” deyince onlar anlaşılır. Bu türlü töhmetler, ittihamlar karşısında kalabilirler. Fakat böylesine seviyesizliğe böyle seviyesizce mukabelede bulunmamak lazım. “Allah bizi de sizi de affetsin!”, “Allah kalblerimizi ıslah eylesin!” demekle mukabelede bulunmak lazım.
  • Bir tavzihte daha bulunmak istiyorum. Siz şahitsiniz ben burada dedim ki: “Eğer birileri.. biz de dâhiliz buna ve bize nisbet edilen insanlar da.. -nisbetleri ne kadar doğru.. şu arz ettiğim kategori içinde olabilir- ve bunların binde birini ben tanımıyorum. Eğer onlar ve biz, bir yanlışlık yapıyorsak, Allah’ın ahkâmına göre, Cenâb-ı Hakk’ın murâd-ı Subhânîsine göre, adalet-i Kur’aniye’ye göre, modern hukukun adalet sistemine göre, bir yanlışlık yapıyorsak şayet, topluma hıyanet sayılacak bir yanlışlık yapıyorsak şayet, geleceğimizi karartma adına bir yanlışlık yapıyorsak şayet, Allah evlerimize ateş salsın, bizi yerin dibine batırsın!..” Bir şeye güvenerek böyle dedim. İnanıyorum ki, sizin içinizde, şu farklı kategorilere rağmen, şu gayr-i mütecânis toplumun değişik kategorilerdeki farklı renk, desen, şekil ve şivelerine rağmen, böyle bir şeye sukût etmiş insan yoktur inşaallah ve dolayısıyla da inşaallah Allah onların evlerine ateş salmaz. Sonra da dedim: “Hakka ve hakikate karşı saygısızlığı kim yapıyorsa, harâmîliği kim yapıyorsa, hırsızlığı kim yapıyorsa, milletimizin halâsı adına, arınması adına, aklanması adına, aklık peşinde koşanların aklanması adına, Allah onların evlerine ateş salsın.” Ama görüyorum ki sadece bu son kısmı bir yönüyle İnternette, “tweet”lerde, gazetelerde neşretmek suretiyle meseleyi çarpıtma hıyanetini irtikâb eden, kara ruhlu, kara düşünceli, kara vicdanlı, kara kalemli bir sürü kara-kapkara insan var. Meseleler böyle çarpıtılınca, bir kesime de meseleler öyle gidiyor; dolayısıyla toplumun değişik kesimleri birbirinden kopuyor ve uzaklaşıyor. Tavzihte bulunma lüzumunu hissettim; çünkü çirkin, densiz, seviyesiz bir iftira ve çarpıtmaydı.
  • Haziran fırtınasında dine-diyanete karşı gelenler, kesme, biçme, yapıştırma, montajlama şeklinde o türlü bantları öyle yaptı, piyasaya sürdü ve bir şeyi karartmaya çalıştılar. Fakat oyunları tutmadı. O adliye içinde hakkaniyete bağlı, adalete bağlı, kalbiyle, ruhuyla, latîfe-i rabbânisiyle dipdiri hâkimler de vardı. İnşaallah hepsi öyle olsun, inşaallah hepsi öyledir. Ve Cenâb-ı Hak onlara o mevzuda doğruyu, isabeti gösterdi ve doğru ve isabetli bir karar verdiler, sıyrılma imkânı oldu. Buraya da geldi 300 sayfalık iddianame. “Bakarken, sağa bakman gerekirken sen sola bakmışsın, niye sola baktın?!. Efendim öne bakman lazım gelirken bazen dönüp arkaya da bakmışsın?!.” falan. Buradaki savcı, New Jersey’in başsavcısı, hezeyan sayılabilecek bu iddianamenin değişik paragrafları, maddeleri hakkında, meseleyi o kadar çok komik bulmuştu ki, hakkâniyetli davranmıştı. Falanın filanın bu mevzuda yardımı ile değil, hiç tanımadığımız, etmediğimiz bir insan, vicdanın sesini ve soluğunu dinleyerek burada, meseleleri yerinde değerlendirmiş ve ona göre bir rapor göndermiş, oradaki insaflı hâkimler de ona göre karar vermişti.
  • Hiç kimseye karşı medyûniyetimiz yok, hiç kimseden hakkımızın dışında da bir talepte bulunmadık. Ancak din-iman hizmeti adına, mefkûre donanımı adına, gâye-i hayâli ikâme etme adına, insanlığın kalbde, gönülde, ruhta, sırda, histe, hafîde, ahfâda bir ba’s u ba’de’l-mevt yaşaması adına verilen hizmeti dinamitlemeye karşı da, karşı çıkmak, bunu tasvip etmemek, ama centilmence, ama efendice, kimseyi kırmadan incitmeden.. bu da Hakkın hatırına bir vazifedir. Bunu yapmamak, Hakk’a karşı saygısızlık olur. Allah’a hesap veririz. Burada da dimdik durma bizim vazifemizdir. Misyonumuzun gereğidir.
  • O misyonu temsil eden insanlar, -yine siz o kategoride mütalaa edilen insanlara havale edin- demek ki mesele çok sâlim; akl-ı selîm, kalb-i selîm, ruh-u selîm, vicdan-ı selîm olan insanlar bu meseleye “evet” diyorlar. Problemi olan insanlar “hayır bu olmasın” diyorlar. Akılda, kalbde, ruhta, histe, vicdanda problemi olanlar; yani selîm akla, selîm kalbe, selîm hisse, selîm vicdana sahip olmayanlar, bu mevzuda meseleye problem nazarıyla bakıyorlar. Bütün o çirkin planların, projelerin, komploların arkasında olan şey odur.
  • Müstakîm harekete komplo deniyor, hıyanetin denâetin deşifre edilmesine komplo deniyor; hıyanet ve denâet müdafaa edilmeye çalışılıyor.
  • Kimsenin hıyanet ve denâetini deşifre etme gibi bir vazifemiz yok. Fakat birileri onu yapmışsa, yapıyorsa şayet, ele almışsa, üzerine yürümüşse, o da bizi aşan bir mevzu. O mevzuda müdahale etme durumunda değiliz. Elli defa değiştirmeden sonra, operasyondan sonra, hâlâ birileri çıkıp böyle yapıyorsa, deriz ki: “Ne yapalım değiştirdiniz, aynı adamlar aynı şeyleri yapıyorlar. Değiştiriyorsunuz yine aynı şeyleri yapıyorlar. Ne yapalım!..”
  • El-İnsaf. İnsaf dinin yarısıdır. İnsafı olmayan dinin yarısını kaybetmiştir. Burada er-geç hüsran yaşar, orada da ilahî hizlâna maruz kalır. Allah sizi bizi ve bütün mü’min kardeşlerimizi öyle bir hüsran, öyle bir hizlândan muhafaza buyursun.
  • Başka türlü konuşamayız zaten. Şahısları söz konusu edemeyiz. Şahsî ayıpları setretmeyi vazife biliriz. Ve onunla Cenâb-ı Hakk’ın bize lütufta bulunacağına inanırız. Onu dinimiz adına bir sorumluluk biliyoruz, dinimiz adına önemli bir vazife biliyoruz. Ama birileri tarafından bazı şeyler deşifre edilmişse ve onu önleme bizim elimizden gelmiyorsa şayet, o mevzuda isnâdât karşısında herhalde tavzih adına, tashih adına bir şey söylemek.. kendini dine, imana, hizmete vakfetmiş bu insanların itibarı adına, onların karalanmaması adına onu da bir vecibe biliyoruz.
  • Bunca insan senelerden beri -altmış seneden beri neredeyse Hazreti Pir’in ve onun talebelerinin hayatıyla irtibatlandırılacak olursa şayet- kulübe gibi, “in” gibi yerlerde yaşıyor, hakkı, hakikatı neşrediyorlardı ve dünyevî bir beklentileri de yoktu. İsteselerdi onlar da bir şey olurlardı. İçlerinde olacak insanlar da vardı, belki isteselerdi olurlardı. Fakat öyle değil. Esasen gaye-i hayalimize, o yüksek mefkuremize, millet ruhunun yeniden canlandırılmasına, tarihî misyonunu milletimizin ifade etmesi adına, devletler muvazenesinde belli bir dönemde muvazene unsuru olmasını yeniden elde etmesine matuf gayretler adına akla hayale gelmedik çileler çekilmiş, ızdırablara maruz kalınmış. Bizim çektiğimiz onların çektiğinin yanında onda bir kalır, onda bir bile olmaz.
  • Altmış senesinden bu yana, bugün şunu bunu tenkit eden insanlar, ekmeğe “pepe” dedikleri dönemde polisler tarafından tazyik ediliyor, ölümle tehdit ediliyor, bazen birisi imdata yetişmezse şayet bir suikaste maruz bırakılıyorduk . Askerlik öncesi Askerde de içeri atılıyorsunuz, sadece Allah, Peygamber dediğinizden dolayı. Ondan sonraki hizmet hayatında, vazife hayatında başımıza gelen şeyleri sizler biliyorsunuz. Onda birine maruz kalan insanlar, onu destanlaştırdılar, onu bir kahramanlık saydılar. Biz bütün hayatımız boyunca hep aynı şeyleri yaşadık.
  • Kimsenin bir müslümana karşı -hafizanallah- çelmeye getirme, onu elenseye alma, onu kündeye getirme gibi bir düşüncesi yok. Allah herkesi istediği şeyde payidar eylesin. Daha ilerisine, daha ilerisine, daha ilerisine Türkiye’de zirveyi tutmanın dışında, isterse Avrupa’da da zirveyi tutsunlar, Asya’da da zirveyi tutsunlar, Afrika’da da zirveyi tutsunlar; liyakatleri varsa ve mâşerî vicdanın kabulüne mazhar iseler olsunlar, öyle dua edelim. Allah payelerini artırsın, arş-ı kemalata yükseltsin onları.
  • Fakat bizim öyle bir derdimiz hiç olmadı, hiç olmaz. O türlü şeyleri söylemeden hicap duyuyorum. Bir insanın dünyaya en çok meyledeceği zaman, gençlik zamanıdır. Yirmi yirmibeş yaşındayken o türlü şeyler ayağımın ucuna kadar geldiği halde ittim, bugünleri de görmeden ittim. Allah’a hamd ederim dünyaya karşı hiçbir talebim olmadı. Bir tane dikili taşım olsun, onu bile taleb etmedim. Onun için ömrüm cami penceresinde, tahta kulübede, şimdi de sürgünde geçiyor. Kirasını vererek bir vakfın mekanının bir odasını kullanıyorum burada. Mâşerî vicdan da bunu böyle bilsin. Su-i zan edenler su-i zanlarından vazgeçsinler. Ben hakkımı helal ederim yerden göğe kadar. Fakat Allah hukukuna taalluk eden meselelerde ahirette paçalarını kurtaramazlar, yakalarını kurtaramazlar.
  • Ben kirli demiyorum, mâşerî vicdanın kirli diye kabul ettiği bazı durumlar olmuşsa, onlardan arınmanın yolu, kursaklardaki, kolonlardaki o şeyleri atmak suretiyle aklanmaktır. Aklanmak suretiyle itibarımızı bir kere daha yenilemektir. Millet ruhunda vahdeti temin etmek, vifak ve ittifak yollarını araştırmaktır. Vifak ve ittifak yollarına müteveccih her hamle, Allah’ın izni ve inayetiyle tevfik-i ilâhinin en önemli vesilesidir.
  • “Girmeden tefrika bir millete düşman giremez / Toplu çarptıkça yürekler, onu top sindiremez.” Yüreklerin toplu çarpmasını sağlamak lazım. Birine çete, birine eşkıya, birine “in”deki goril, maymun gibi bakarsanız, gönüller bu ölçüde yıkılırsa, bunlar bir yönüyle mantık ve maslahatın gereği iltizamlarını devam ettirseler bile kalben sizi duadan dûr ederler. Ama biz etmeyeceğiz, duadan dûr etmeyeceğiz. Allah topyekun milletimizi payidar eylesin. Payesini ta arşa çıkarsın. Efradı beyninde adaletin teessüsüne onları muvaffak kılsın. “Milletin efradı beyninde olmazsa adalet / Çakılır zemine arşa çıkan paye-i devlet.” Ona meydan vermemek için milletin efrâdı beyninde adaletin tesisine bakmak lazım.

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin 22 Aralık 2013 tarihinde (Türkiye saatiyle 10:30′da) yaptığı sohbet. İlk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

403. Nağme: Hüzünlü bayram, hüzünlü gurbet

Fethullah Gülen: 403. Nağme: Hüzünlü bayram, hüzünlü gurbet

Yeryüzündeki bütün mazlumların acılarının dinmesi duasıyla, Ramazan bayramınızı gönülden tebrik eder, iki cihan saadeti dileriz.

Burada bayram programımız sabah namazından sonraki uzun tesbihâtın ardından başladı.

Özellikle ülkemiz, milletimiz, ümmet-i Muhammed (aleyhissalatü vesselam) ve genelde bütün insanlık için yaklaşık bir saat dua edildi.

Bayram namazı, hutbesi ve duası tamamlandıktan sonra muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi misafirlerimizin bayramlarını kutladı; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in yaptığı üzere bayanların namaz kıldığı yere de uğrayıp onları da selamladı; kısa bir süre hasbihalde bulundu. Akabinde çocuklara harçlık ve çikolata dağıttı, onların gönüllerini aldı.

Bayram programımıza ait özet görüntüyü arz ediyoruz.

404. Nağme: Ekmel’in manası ve irfan ufku

404. Nağme: Ekmel’in manası ve irfan ufku

Özel sohbetleri yayınladığımız “Nağme” bölümünü, buhranlı dönemde bazı kötü niyetli insanlara malzeme vermiş olmamak için uzun zamandan beri yenilemiyorduk.

Fakat, Fethullah Gülen Hocaefendi konuşsa da konuşmasa da, biz ders ya da sohbet neşretsek de etmesek de, ifsada kilitli insanlar çarpıtacak malzeme mutlaka buluyor ve bühtanlarını aralıksız sürdürüyorlar.

“Bari masum insanların istifadesine daha fazla mani olmayalım!” düşüncesiyle bugün bir kere daha “Vira bismillah!” diyoruz.

Allah’ın izni ve inayetiyle, ehl-i nifakın tahrif ve iftiralarına aldırış etmeden, burada duyup dinlediğimiz hakikatleri en kısa sürede sizlere de ulaştırmaya gayret edeceğiz. İnşaAllah, bir periyot gözetmeden, görüntülü ya da sesli kaydedebildiğimiz sohbet, hasbihal ve dersleri aynı gün neşretmeye çalışacağız.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

405. Nağme: Nifak çağı ve Cumhurbaşkanlığı seçimi

Fethullah Gülen: 405. Nağme: Nifak çağı ve Cumhurbaşkanlığı seçimi

Fethullah Gülen Hocaefendi, Türkiye saatiyle, 7 Ağustos 2014 Perşembe 00:15’te sona eren yeni sohbetine Nâilî-i Kadîm’in şu beytini okuyarak başladı:

“Gül hâre düştü, sîne figân oldu andelib
Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib.”

(Gül dikenliğe düşünce, bülbülün sinesi yaralandı
Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi.)

Fethullah Gülen Hocaefendi şunları söyledi:

Gül dikenliğe düşünce bülbül dilgir olurmuş. Bir hâre -dikene- bakarmış bir de güle, zar koparırmış. Nâilî-i Kadîm Tahlili uzun söz ister. Çünkü sebk-i hindi üzerine söylenmiş. Ama günümüzü güzel ifade ediyor. Belki o ifadeye ilave edilecek bir şey var. Gülünüz hâre düşse de, siz bülbül iseniz, bence güle zar etmemek lazım. “Âşıkım dersen bela-yı aşktan âh eyleme / Âh edip ağyarı âhından âgâh eyleme!” “Şuara leşkerine mir-i livâdır sühânım” (Sözüm, şâirler ordusuna bayrak emîridir.) diyen şairler sultanı Fuzuli’nin bu da. Biraz değiştirerek “Dertliyim dersen bela-yı dertten âh eyleme / Âh edip dert bilmezleri âhından âgâh eyleme!” Ocaklar gibi yan ama gam izhar eyleme, derdini kimseye duyurma. Böyle bir dönemde yaşıyoruz.

Asıl yiğitlik, sürekli kötülük yapana karşı da iyilik yapabilmektir!

Kalbin de tıpkı mide gibi bir hazım, bir sindirme sistemi varsa, ona göre de bir takım enzimler varsa ki biz var olduğunu söylemeye çalışıyoruz; iman-ı billah, hakiki iman, marifetullah, muhabbetullah, iştiyak likaullah ve iştiyak likaurasulillah gibi enzimler “Gelse celalinden cefa yahut cemalinden vefa ” Sürekli mızraklansan, sürekli iğnelensen, sürekli sağdan soldan çuvaldızlar yesen de bunlarla onları eritmeli, bir ‘of’la bile kendini ifade etmemelisin. Geçmişti daha evvel; “Sabır kurtuluşun sırlı anahtarıdır.”Gelen şeyler bazen sağdan gelir, bazen soldan gelir; bazen önden, bazen arkadan, bazen alttan, bazen üstten. Bazen evinizin içinden gelir, bazen secdede yanınızda durandan gelir. Bazen dirsek dirseğe, diz dize, topuk topuğa temas ettiğiniz insanlardan gelir. Asıl yiğitlik bunları hazmetmek, ses çıkarmamak ve yiğitçe ‘Hakkım helal olsun!’ diyebilmektir.

Hakkın müdafaası olarak tashih hakkınız, tavzih hakkınız, tekzib hakkınız ve icabında bu meş’um ağızları susturma adına karakterinize yakışır şekilde, insanca hatta melekî, melekutî yanınızla bunlara cevap verme hakkınız mahfuzdur. Fakat aynı hırçınlıkla coşma, taşma; ille de dediklerini diyeceğim, ettiklerini edeceğim, söylediklerini söyleyeceğim, yazdıklarını yazacağım, çizdiklerini çizeceğim ve bir kategori içinde mütalaa edeceğim, karalayacağım, tutmasa bile üzerinde iz bırakacak şekilde çamur atacağım gibi uğursuz, densiz tavır ve davranışlara mukabelede bulunmama yiğitliktir.

Seyyidina Hazreti Mesih (aleyhisselam) ruhta derinliği temsil eden enbiya-ı izamdan biridir. İnsanlığın İftihar Tablosu ahir zamanda onun ineceğini söyler; şahs-ı manevi olarak ya da başka şekilde, detayda münakaşaya girmemeli, asılda mutabakat sağlamak lazım. O, “senin sağ tarafına bir tokat vururlarsa, dön bir tokat da sol tarafına vursunlar ama tokatla mukabelede bulunma!” buyurur. İşte bu sözün sahibi söz sultanı der ki: “İyilik sana karşı iyilik yapana iyilik yapma değildir. Sürekli başından aşağıya kötülük yağdırana iyilik yapmak, işte asıl iyilik odur.” Zannediyorum günümüzde o ruha dilbeste, o ruha hayranlık ve iştiyak izhar eden insanlara düşen de böyle davranmaktır. Şayet böyle davranmazsanız, karakterlerinin gereği bölüp-parçalamayı, insanları birbirine düşürmeyi şiar haline getirmiş bazı kimselerin yaptıklarına aynı şeylerle mukabele ederseniz, bir ayrılığı ikiye katlamış olursunuz. Birbirinizden uzaklaşmayı ikiye katlamış olursunuz. Sonra bir gün taraflardan biri bir nedamet duyarsa, iki katlık bu mesafeyi kat etme enerjisini sarf etme mecburiyetinde kalır. Siz durduğunuz yerde durmalısınız. Uzaklaşanlar bir gün dönüp gelirse, sadece kendi uzaklıklarını kat etmiş olurlar. Onlara da o kadar zahmet çektirmiş olursunuz. En kötü insanlara bile kötülüklerine mukabil o kadar zahmet çektirmeme kararında, niyetinde, azminde, centilmenliğinde bulunmak lazım.

Böyle bir devir yaşıyoruz. Çünkü bu devir nifak devri İslam dünyasında. Mine’ş-şark ile’l-garb, mine’l-cenub ile’ş-şimal, bir nifakın bütün İslam dünyasında hakim olduğu bir dönem yaşıyoruz. Eğer realiteleri görmezsek, konjonktüre vakıf olmazsak, farkına varmadan bir şeyler yapıyoruz zannederek çok kötülükler etmiş oluruz İslam’a, hafizanallah. Kim kötülük yaparsa yapsın, kötülükle mukabelede bulunmamak lazım.

O saldırganlara sadece acınır!

Bunları söylemek pek hoşuma gitmiyor, ama malum ama meçhul bir takım kimselere karşı Gönüllerinizde siz iz sürerek kim olduğunu anlarsınız onların. Onun için bunları söylemek pek hoşuma gitmiyor. Ama sizin de gördüğünüz gibi öyle bir dönem ki Mesela deseniz “İnsanları cennete götürmek istiyoruz!” İçinizde bu pozitif, müspet mütalaaya itiraz edecek var mı? “Yolunu, yöntemini bulduk, gözleri görmeyenlere değneklik yaparak, ayakları tutmayanları sırtımıza alarak onları cennete götürmek istiyoruz!” deseniz. Şu an öyle bir çarpıtma ahlakı yaşanıyor ki, size şöyle derler: “Yahu dünyada bu kadar yapılacak iş varken hala kaçamak oynuyorlar. Cennete gideceksiniz de ne olacak?” İşte böylesine çarpıtmaların zirve yaptığı bir dönemde herhalde bir kesime çok akıllıca davranmak, Muhammedî ruhla davranmak, Muhammedî ahlakla davranmak (bin kere salatu selam olsun O’na), Seyyidina Hazreti Mesih ruhuyla hareket etmek, Yunus Emre ruhuyla hareket etmek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz, derviş gönülsüz gerek” demek lazım. “Dervişlik hırka ile taç değil / Gönlünü derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil!” El-âlem payelerle kendilerini ifade ededursunlar, payeleri kendi hesaplarına kullansınlar. Sizin için en büyük paye tevazu, mahviyet, hacalet, kendini sıfırlamadır. Sana ‘varsın’ dediklerinde kendi üzerine bir çarpı çekme, ‘yok’a nasıl var diyorsunuz’ diye itirazda bulunmadır. Yokta var olduğunu iddia eden varlıkta yokluğu bilemez, sohbet-i yar lezzetini -beyim- ağyar olan bilemez. Varsın başkaları bunu bilmesinler. Zaten her halleriyle de bilmediklerini ortaya koyuyorlar.

Bir mübarek müesseseyi, senelerden beri hep iyiliğin dili, tercümanı olmaya çalışmış bir müesseseyi protesto niyetiyle, onların duvarlarının dibinde tel örgülerini aşmak üzere adeta -keşke onu da demesem- Bastille kaçkını gibi insanlar toplanmış, birini de omuzlarına almışlar, orada bayrak indirmeye çalışıyorlar. O omuzlarda olan da demek onların serkârı. En çok bilenleri!. “La ilahe illa Muhammed, La ilahe illa Muhammed” diyor. Demek ki hayatında kelime-i tevhidi, kelime-i şehadeti bile söylemesini öğrenememiş. Onlara “kaçkın” dedim, siz beni mazur görün, onlar da lütfen bu eksikliklerini görsünler. Şimdi bir insan böyle bir şey söylese, dersiniz ki, “Sürç-ü lisan oldu.” Fakat çevresinde kitle psikolojisiyle hareket eden o yığın da –Birinin dediği gibi ben “çapulcu” demeyeceğim. Çünkü o bana çirkin geliyor. Lisan bozukluğuna maruz kalmış bir hasta insanın kullanacağı tabirdir o- 50 tane 100 tane adam da aynı şeyi tekrar ediyor, “La ilahe illa Muhammed, La ilahe illa Muhammed” diyorlar. Meseleye baktığınızda bu bir yanıyla şirktir. Sözde birilerine karşı tevhid dersi verme adına şirk mırıldanıyorlar ama farkında değiller.

Birilerini ta’n u teşniye matuf bunları söyledim zannetmeyin. Size söven, sayan, aleyhinizde olan, bu anlayışta ve mantalitedeki insanlara bence sadece acınır. O çirkin seslerini çıkarmamak için biraz bal, biraz kaymak, bir lokma üzerine sürülerek onlara atılır, konuşup günaha girmesinler diye. Kemik de demedim, çünkü o da başkasına atılır. Eğer azıcık insafları varsa, zannediyorum, seslerini keserler. Azıcık imanları varsa, seslerini keserler. Azıcık iz’anları varsa, seslerini keserler. Zira hayvanlar bile, en vahşi hayvanlar bile, bu kadar centilmenliği katiyen karşılıksız bırakmamışlardır.

Yumuşak söz, yumuşak kalbin sesi soluğudur; aksi ise

Firavun gibi, Amnofis gibi bir mütemerride -en sevdiği kulunu tehlikeye atma demektir- “korkuyorum beni öldürürler” diyen bir kulunu gönderiyor ve fakat ona ve kardeşine diyor ki “Firavun’a gidin, yumuşak bir dil kullanarak duygu ve düşüncelerinizi seslendirin!” Amnofis bu, kavmini kast sistemine göre hafife alan, “Siz sadece mahluksunuz, bana hizmet etmek için yaratılmışınız!” diyen; diğer bir ayette de “Sizin -haşa- yücelerden daha yüce tanrınız benim!” diyen Amnofis. Şimdi böyle birine Allah şanlı elçisini gönderirken “kavl-i leyyin” diyor. “Ya Rabbi niye kavl-i leyyin (yumuşak söz) diyeceğiz ki?” Yumuşak söz, yumuşak kalbin sesi soluğudur, yumuşak düşünmenin sesi soluğudur, yumuşak tavrın sesi soluğudur. Hırçınlık, huşunet, çekememezlik, hazımsızlık, kin, nefret ve intikam duygusu şeytanın huyudur. Secde etmedi, sonra hala temerrüdü içinde. Zayıf bir hadiste, Cenâb-ı Hak tarafından “Git Hazreti Adem’in mezarı başında ona secde et, yine kabul edeceğim!” denildiğinde de “gitmem” der inadına. Kinin, nefretin abide şahsiyetini arıyorsanız budur. Her devirde bunun peyrevleri de olmuştur. Yumuşak davranır, yumuşak konuşur, düşüncelerinizi yumuşak bir üslupla ortaya koyarsanız, ihtimal aklını başına alır, o da düşünür ve sonra haşyet duygusuna yönelir. “Bakın, bu kadar temerrüdüme, bu kadar hoyratlığıma, bu kadar kabalığıma, bu kadar intikam hissime rağmen mukabelede bulunmadılar!” der. Ve böyle de olmuştur, o Amnofis

İsterseniz muhavele, isterseniz mülaane, isterseniz mübahele diyebilirsiniz. Ben “Kötülüğü biz yapıyorsak, Allah’ın laneti bizim üzerimize olsun, yoksa kim yapıyorsa onların üzerine olsun!” dedim. Buna bir yönüyle mübahele denir, bir yönüyle mülaane denir; Nur Sure-i Celilesinde açıkça ifade ediliyor lanetleşme. Bir kısım ehl-i tahkik nezdinde de muhavele denir; kim yanlışsa onun Allah’a havale edilmesi demektir. Bu tabir de çok çirkin, mümin için kullanılmaz ama bir kısım zilzurna cahiller, kalktı buna beddua dediler, beddua şeklinde algıladılar, son söylenen sözleri de yine beddua diye algıladılar.

Şimdi toplum böyle mük’ap bir cehalet yaşıyor. Antrparantez arz ediyorum: Mük’ap cehalet, herkesin bildiği bir şey olmayabilir. Terminolojimize Ziya Gökalp’ın kazandırdığı bir şeydir. Bir basit cehalet vardır, bir muzaaf cehalet vardır, bir de mük’ap cehalet vardır. Basit cehalet, insan bilmez; muzaaf cehalet, bilmediğini bilmez; mük’ap cehalet, bilmediğini bilmez ama kendini biliyor zanneder. Mük’ap demek üç buudlu, üç derinlikli cehalet demektir. O mük’ap cahiller, meseleyi farkı şekilde sağa sola çektiler, değerlendirdiler. Bunlar arasında kendini kalemşör sayanlar da var, sütun tutanlar da var, jurnalde yeri olanlar da var. Çok farklı şekilde değerlendirdiler bunları; ta’n u teşniye vesile yaptılar, karalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Evet bu açıdan da böylelerinin üzerine giderken bile kavl-i leyyin deniyor. Onlar diyorlar ki “Allahım bu adam taşkınlık yapar, üzerimize gelir, korkuyoruz bundan.” Allah da onlara tenbih buyuruyor: Korkmayın Allah sizinle beraberdir, en iyi gören O’dur, en iyi bilen O’dur. Havale edin O’na, O bu problemleri halletsin, parçalanmaya çalışılan bu toplumun sağa sola saçılmış enkazını Allah (celle celaluhu) yeniden bir araya getirsin.

Bir uğrak yeri olarak Anadolu ve birlik ruhu

Bu toplum tek bir kategoriye irca edilecek gibi değildir. Anadolu, memerr-i akdâmdır, herkesin uğradığı bir yer. Hunlar gelmiş geçmişler, Hititler gelmiş geçmişler, değişik Oğuz boyları gelmiş geçmiş, batıya doğru geçmişler. En son Kayı boyu gelmiş. Belki ilk defa Malazgirt’le -makamı bin defa Firdevs olsun- Alparslan cennet mekan Hazretleri Anadolu’nun kapılarını açıyor. Daha sonra da Anadolu’da o akvâm-ı muhtelifeyi, gayr-i mütecanis toplumu, bir araya getirme onlara müyesser olmuş, Allah’ın işi. Bir yönüyle Hulefa-i Raşidin’den sonra belki en mükemmel bir devlet idaresine, ütopyalar üstü bir devlet idaresine sahip olan Osmanlı’ya müyesser olmuş.

Siz hangi ırktan geliyorsanız, mesela Türk’sünüz, iftihar edebilirsiniz. Bir insanın mensup olduğu milletle iftihar etmesi tabii hakkıdır. Fakat bu katiyen başkalarını tahkir etmeyi gerektirmez. O surette kendi milletinizin kıymetini de bilmiyorsunuz demektir. Kur’ân, Zat-ı Uluhiyet’le alakalı bir meseleyi anlatıyor: “Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret edip sövmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakaret etmesinler!” (En’am, 6/108) Elin alemin zinhar Lat’ına, Menat’ına, Uzza’sına, Zeus’una, Afrodit’ine sebbetmeyin, uygunsuz, nâsezâ nâbecâ söz söylemeyin; kalkar onlar sizin Allah’ınıza, Peygamberinize söz söylerler, o sözü siz söylemiş olursunuz. Bilenler için İslami ahlak budur. Siz şimdi kendi milletinizi seversiniz. Hazreti Pir’in dediği gibi, mesleğin muhabbetiyle yaşama, milliyetin muhabbetiyle yaşama, hangi ırka mensupsan onun muhabbetiyle yaşama.. fakat bu, başkalarına adaveti, düşmanlığı gerektirmez. Türkiye’de akvam-ı muhtelife var. Mesela, Babil’den gelmiş Ekrad kardeşlerimiz var; bir dönemde sultanlık kurmuşlar ki dünyaya bedel; bir dönemde dünyanın kaderine hakim olmuşlar ve bugün sizin bir parçanız. Bu parçayı görmezlikten gelmek, körlüktür. Abazalar vardır, hafife alamazsınız. Sen ne olursan ol, milletini seviyorsan, başkalarını hafife alamazsın. Gürcüler vardır, Türkler vardır, Boşnaklar vardır, Arnavutlar vardır, Makedonlar vardır, daha dünyanın dört bir yanından gelmiş hatta farklı din mensubu insanlar vardır; Süryaniler vardır, Nasturiler vardır. Kendi içlerinde de onların farklı farklı mezhepleri vardır. Yiğitlik ve istikamet, bir yönüyle dünyada sesin, sözün geçerli olması meselesi, bütün bunların hepsini tefrik etmeden bağrına basabilme yiğitliğidir.

Bazıları da kalkmış, Rusya’nın içinden gelmiş; hatta bir mülahazaya göre Devlet-i Aliye’yi parçalamak için içine girmişlerdir. Karadeniz’de oturmuşlardır, sonra Türklerin içinde erimişlerdir. Sen birine Laz, birine Abaza, birine Kürt dediğin takdirde, kalkar kendine “Sen de falan filan!” dedirtmiş olursun. Bu açıdan, insanları tefrikaya, ihtilafa sevk etmeden, parçalamadan, bölmeden milleti bir arada tutabilme, herkese bağrını açabilme esastır. Bir söz var; “Vicdanınız öyle bir enginlikte olmalı ki, kim olursa olsun, kalbinize girdiği zaman ayakta kalma endişesine kapılmamalı.” Günümüzde o Mevlana ruhuna, Yunus Emre ruhuna, o başka Hünkar ruhuna sahip olmaya ihtiyaç var. Bu kadar engin kucaklı olmak lazım.

“Bağrım sana da açık, gel seni de bağrıma basıyorum!”

Bir hususu bir defa daha arz edeceğim müsaadenizle. Kıtmir, o kadar sabırlı değil, bilirsiniz. Ama altı-yedi aydır birisi “Yüz elli iki yüz kadar hakaret lafı, küfür söylendi” dedi. Zannediyorum Amnofis Hazreti Musa’ya bunun onda birini söylememiştir. Ama siz de şahitsiniz ki, ben bir tek kelimeyle mukabelede bulunmadım. Çıkar bir televizyonda konuşurdum, en azından burada konuşurdum. Şu çirkin kelimeler bitsin, bakalım artık ne bulacaklar, ne diyecekler.. yeter falan

İşte bir gün bir tanesi yine -herhalde aynı genleri taşıyanlardan bir tanesi- Koca Mevlana çarşıda yürürken karşısına dikiliyor. Sahih hadis-i şerif’lerde “Yetmiş bin tane taylasanlı Süfyan’a arka çıkacak, arkasından gidecek!” deniyor, ihtimal öyle yobazlardan bir tanesiydi. Günümüzde de lâyuad velâyühsâ mevcuttur bunlar. Karşısına çıkıyor, “Yok sen ‘yetmiş iki millete kapım açıktır, bir ayağım İslam’ın merkezinde, bir ayağım yedi düvel içinde dolaşıyor’ diyorsun. Sen melunun tekisin, kâfirin tekisin, müfsidin tekisin.. sizin dininizden bile şüphe ediyorum, sülüksünüz, siz paralelsiniz, siz aşağılık mahluksunuz, siz organizasyonsunuz” ağzına ne geliyorsa, dağarcığında ne varsa söylüyor. İhtimal bunları söylemek için de günlerce fikir yormuş, dağarcığına doldurmuş bunları; bir kaç defa da tekrar etmiş, ezberlemiş; sonra o şefkat, merhamet, mülayemet insanının karşısına çıkmış; hepsini birden onun üzerine karbondioksit atıyor gibi püskürtmüş. Hazret, fevkalade temkinle, tedbirle, teyakkuzla, basiretle dinlemiş. Bakmış dağarcıktaki şeyler bitti, diyeceği bir şey kalmamış. “Sözün bitti mi?” demiş. “Bitti vallahi, diyecek bir şeyim kalmadı.” Elli senedir aleyhimde yazı yazan birisi de öyle demişti Kıtmire: “Valla elli senedir yazı yazıyorum, artık şimdi diyecek bir şeyim kalmadı.” Hazreti Mevlana, “Kardeşim, bağrım sana da açık, gel seni de bağrıma basıyorum” demiş. Bence günümüzün insanına, insanlığını müdrik olan insanına, ahsen-i takvime mazhar olan insanına düşen şey budur. Kıtmir’in ilk defa bu mevzuda söylemek istediği şey bu olsun. Burada sizi veya başkalarını incitir bir lafta bulundumsa Allah beni affetsin..

Cumhurbaşkanlığı seçimi ve oy tercihi

Soru: Cumhurbaşkanlığı seçimiyle alakalı değerlendirmelerinizi ve tercih hususundaki tavsiyelerinizi lütfeder misiniz?

Bu çok önemli bir mesele; çünkü daha sonra herhalde parlamentonun, bakanların intihabı da biraz o işe bağlı; onların isabetli seçimi de biraz ona bağlı. Türkiye’nin geleceği de ona bağlı. Türkiye son iki üç dört beş senedir problemler sarmalı içinde, çevresinde dost kalmamış garip bir ülke olma durumunda. Yeniden yeni hatt-ı muvâsalalar temin ederek, köprüler kurulması.. Mısır ile bir münasebet içinde bulunma, Suriye ile bir münasebet içinde bulunma.. Irak ile bir münasebet içinde, Pakistan ile bir münasebet içinde, Somali ile, Sudan ile, Fas ile, Tunus ile, Cezayir ile.. hatta Avrupa Birliği peşinde senelerden beri koştuğumuzdan dolayı, demokratik değerler ve kriterler adına öyle olma peşinde koştuğumuzdan dolayı, Avrupa devletleriyle, Avrupa Parlamentosu ile.. tâ 51’li yıllardan bu yana içinde bulunduğumuz NATO ile münasebetlerimizi yeniden tesis etmeye matuf yumuşak bir atmosferin oluşması Bu kendi içimizde bile birbirimizle geçinemediğimize göre, sanki dünya ile geçinememe meselesi tabiî bir hal almış, “Biz işte böyle biriyiz!”. Hayır, bunlar aşılmalı, kendi içimizde de bu problemler giderilmeli.

Âkif’in sözü:

Tefrika girmeden bir millete düşman giremez
Toplu çarptıkça yürekler onu top sindiremez.

Ondan dört buçuk asır evvel yaşayan Yavuz Selim cennet mekân:

Milletimde ihtilaf ü tefrika endişesi,
Hattâ kûşe-i kabrimde bîkarar eyler beni.
İttihad etmekken a’dâya karşı çaremiz,
İttihad etmezse millet, dağidar eyler beni.

Evvelâ, bir molekül mahiyetinde diyebileceğimiz, kendi ülkemizde o vahdet ruhunun, o sevgi atmosferinin, o herkese kucağının açık olması düşüncesinin, engin insânî anlayışın hakim olması lazım ki, burada tecrübeyi kazanmış ve o testten geçmiş insanlar olarak, buradaki tecrübelerimizi değerlendirerek, başkalarıyla da yeniden bir dostluk tesis edebilelim. Bu açıdan da bu türlü intihaplar çok önemli.

Ama biraz evvel arz ettiğim gibi insanımızın çoğu böyle kitle psikolojisiyle.. Batıda da olan o kitle psikolojisiyle.. bütün o ihtilaller tarihinin arkasında hep o derme çatma düşünce vardır. Biri çıkmış ortaya, “yürüyün” demiştir ve onlar da yürümüşlerdir. Doğru mu değil mi belli değil!. Böyle bir durum! O açıdan da yanlış intihaplar olabilir. Dolayısıyla bu yanlış intihaplar Türkiye’deki ihtilafı, iftirakı yeniden körüklemiş olabilir. Oysaki, herkesin kucaklanması lazım. Yoksa bu bizi bulunduğumuz bölgede yapayalnız bırakır. Çok dostumuzun var olduğu söylenemez şu anda. Birileri bize dost gibi görünüyorsa, bize dost olmada onların da belli çıkarları vardır. Çıkarların fasl-ı müşterekinden dolayı sûrî dostluklarını devam ettirmeye çalışıyorlar. Yoksa yürekten bir dostun var olduğu katiyen söylenemez. Bunları söylerken de bilgi iddiasında bulunmayacağım, fakat artık ayağa düşmüş bilgiler olduğundan, Kıtmir’in bilmesinde de bir mahzur, bir iddia yok herhalde.

İsabetli bir intihapta bulunmak lazım. Bu bir! Temhidin bir parçası.

İkinci parçası şu: Ben hayatımda şimdiye kadar “falana filana oy verin!” demedim. Katiyen! Zaten bir dönem takip ediliyordum, ben de kaçıyordum. O kaçmada da güzel bir bahane bulmuştum, altı sene kaçtım. Bana “Ya kaçmasan!..” falan diyenlere diyordum ki: “Yahu ben Efendimiz’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) güçlü değilim ki! O da Mekkeli mütemerridlerden ayrıldı, Medine’ye gitti -kaçtı tabirini betahsis kullanmadım-. Ama Hazreti Musa kendisi kullanıyor; Mısır’dan Eyke’ye firar ediyor. Hazreti İsa saklanıyor. Hazreti Nuh kavminden sıyrılıyor. Ben de bunları söylüyordum. O büyük insanlar da temerrüd karşısında, tasallut karşısında, ısırma karşısında onlardan uzakta durmayı tercih etmişler. Buraya son gelişim de bir kaçma değil, hastaneye geldim. Haziran fırtınası kopunca, “Hele biraz daha duralım, hele biraz daha duralım; Türkiye için problem olmayalım!” Sûrî çağrılar da oldu. Herhalde adımı anmamaya yemin etmişlerdi, yeminde keffaret lazım gelir (!) diye “Pennsylvania, Pennsylvania, Pennsylvania” oldu. Belki yemin etmişlerdir, siz öyle düşünün. Yoksa tenezzül etmemeye bağlı bir ad anmama meselesi demeyelim buna, yine meseleyi hüsn-ü zanna verelim.

Ama buradayken, referandumda ben hiç yapmadığım şeyi yaptım. Dedim ki: “Mezardakiler bile kalkıp gidip demokrasi yolunda, evrensel insan haklarını gerçekleştirme yolunda, Avrupa Birliği yolunda, Ortadoğu ile iyi münasebetlere geçme yolunda, hukuk sistemimizdeki bu olumlu, pozitif değişim için herkes oy versin!” dedim. Bir candan dostum şimdi diyor ki -Allah uzun ömür versin- “Bunlar hakkında yanılmışız!” İhtimal ki ben de o referandumda öyle demekte yanılmışım. Hazreti Pîr diyor ki: “Biz ki müslümanız, aldanırız fakat aldatmayız.” Hadis diyor ki: “Mümin, saftır (temiz kalbli ve hüsn-ü zanlıdır), kerimdir; fâcir/münafık ise hilekârdır, leîmdir (ayak oyunlarıyla hayatını sürdürür, alçakça davranır.)”Evet, mü’min civanmert bir insandır, aldanabilir. Münafığa gelince, ayak oyuncudur o ve leîmdir o. Bu açıdan da aldanabiliriz o referandumda öyle demede. Ve onlar “Biz aldandık” diye onun da canına okudu, değiştirdiler o meseleyi. Şimdi tevbeler tevbesi geyik avına!.. (Gerçi referandumdaki destek bir partiye değildi, ama) bir daha böyle seçim mevzuunda “Aman falana şöyle yapın, filana böyle yapın!” dememe gibi bir şey var kafamda. Bana ne? Fakat bir şey söyleyeceğim burada, hakikat adına bir şey söyleyeceğim.

Bir daha falan mı filan mı demem. Hayatımda zaten bir kere oy kullandım. Bakın 74 yaşındayım, bir kere. Onda da onların sevdiği bir insana kullandım, içinde merhum Turgut Özal da vardı, ondan dolayı biraz da belki. O da ben oy kullandığımdan dolayı kaybettiler, daha evvel kazanmışlardı. Arkadaşlarım bana dediler ki, “Hocam kazanmasını istemediğimiz bir yere oy kullansan da, onlar da kaybetseler!” “Onun da, dedim, Allah’a hesabını veririm.”

Kendisinde nifak alametleri bulunana oy vermeyin de kime verirseniz verin!..

Ama bir şey söyleyeyim: Milletimizin basîreti vardır bence. Şahıs mahıs değil. Bence seçecekleri insana bakmalılar! Yalan söylemiyorsa; çünkü yalan münafıklık sıfatıdır; emanete hıyanet etmiyorsa, çünkü emanete hıyanet, bu nefsine karşı hıyanet, ailesine karşı hıyanet, millet malına karşı hıyanet, bunların hepsi Efendimiz’in sahih hadisiyle münafıklık alametidir. Başkalarına gadr etme, onları bir kısım sahip oldukları insanî haklardan mahrum etme, gadre uğratma; bu da münafıklık alameti. Kendisine bir şey emanet edildiğinde, o emanete riayet etmeme, münafıklık alameti. Başka yerde de “Söz verdiği halde karşı tarafı aldatan ve ona gadr eden”. Hazreti Ruh-u Seyyidü’l-Enâm -O’na canımız kurban olsun- buyuruyor ki: “Bu dördü bir insanda bulundu mu o tam halis münafıktır!” Yani namaz kılınca münafıklıktan çıkmaz, oruç tutunca münafıklıktan çıkmaz. Abdullah ibn Übeyy ibn Selul de namaz kılıyordu. 300 tane hempası vardı, onlar da mescide giriyorlardı, abdestli mi abdestsiz mi, cem’ mi ediyorlardı, hepsini gece mi kılıyorlardı, Rasûlullah’a ne diyorlardı, belli değil. Fakat Allah Rasûlü sahih hadiste, “Bu dördü bir insanda bulunursa, o münafıktır, halis münafıktır.” diyor.

O zaman bana düşen şey şunu demektir:

Millete zulmedene oy vermeyin de kime verirseniz verin. Sayın Başbakan Tayyip Erdoğan’a verin, Sayın Ekmelettin Bey’e verin, Sayın Selahattin Bey’e verin, kime isterseniz verin. Fakat oy verirken, şu nifak alametleri kendisinde bulunanlara Allah aşkına, Peygamber hatırına vermeyin. Bu kim olursa olsun! Benim babam da olsa, amcam da olsa, öz kardeşim de olsa, kırk elli seneden beri bağrıma bastığım insanlardan biri de olsa, bu sıfatlar bulunanlara vermeyin. Zulmedene vermeyin, millete haksızlık yapana vermeyin, kanun nizam tanımayanlara vermeyin, keyfîliklerini kanun yerine koyanlara vermeyin; kime verirseniz verin.

Ben bu mevzuda fazla söz söylemek istemiyorum. Allah yardımcınız olsun, yanlış şey yapmadan, yanlış söz söylemeden Allah muhafaza buyursun. Gidin Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanacağınız yolda îmal-i fikirde bulunun, yani düşüncenizi kullanın. Vesselâm

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

406. Nağme: Sabır, iştiyak ve seçim

Fethullah Gülen: 406. Nağme: Sabır, iştiyak ve seçim

Fethullah Gülen Hocaefendi, 10 Ağustos 2014 Pazar günü sohbetine başlayacağı esnada karşısındaki elektronik tabloya baktı; 1000 kadar hikmetli söz ve hakikat damlasından oluşan levhalar arasından “Sabûr” ism-i şerifinin ekrana yansıdığını gördü.

Bunun üzerine muhterem Hocamız “yapılan kötülükleri hemen cezalandırmayan, af dileyip tevbe etmeleri için kullarına mühlet veren veya kötülüğe devamlarına imkân tanıyıp onları cezaya daha müstehak hale getiren, çok sabırlı manasına “Sabûr” ismi münasebetiyle sabır konusu üzerinde durdu.

Sabredilen konular itibarıyla, ibadetlere devam hususunda sebat, günahlara girmeme mevzuunda kararlılık ve musibetlere karşı tahammül gibi sabır çeşitleri olduğunu dile getirdi. Zaman isteyen ve bir vakte bağlı cereyan eden işlerde, “zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır” gerektiğini hatırlatan Hocaefendi, şöyle bir sabra daha dikkat çekti:

Sürekli öteler iştiyakıyla nefes alıp veren Hak dostlarının, vazifelerini tamamlayana kadar dünya hayatına katlanmaları ve gönüllerindeki vuslat arzusunu mesuliyet duygusuyla bastırmaları ancak seçkin kullara özel bir sabırdır. “Vuslata karşı sabır” da diyebileceğimiz mukarrabine has bu sabır çeşidi, Hak dostlarının can ü gönülden cemâl-i İlahiyi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her ânı “Ne zaman Allahım, vuslat ne zaman?!.” mülahazalarıyla geçirdikleri halde O’nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O’nun hoşnutluğunu istemeleri ve dava düşüncesiyle dünyaya bir süre daha katlanmalarıdır. Kemalâtın her şubesinde olduğu gibi bu hususta da Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) zirveyi tutmaktadır.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun vuslat iştiyakını ve mesuliyet şuurunu örnekleriyle anlatan Hocaefendi, hasbihalin sonlarına doğru Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonucuna ve bundan sonrasına değindi. Sözlerinin sonunda ne ile ve nasıl geçindiğini de açıklayan muhterem Hocamız, sohbetinde şu cümlelere de yer verdi:

“Ed-dunya cîfetun ve tavâlibuhâ kilâbun – Dünya bir pislik yığınıdır, onun etrafında eşinip duranlar da köpeklerdir.” Dünyanın dünyaya bakan yüzü budur. Diğer taraftan dünya, ahiretin bir mezrası olması itibarıyla değerlendirilmesi gerekli olan bir tarladır. Cenâb-ı Hakk’ın esmasının mecâlîsi, mezâhîri olması itibarıyla da, O’nun güzelliklerini aksettiren bir aynadır. Bu iki yönle dünyaya bakmak sevaptır. İnsanın marifet ufkunu inkişaf ettirir, insanı Allah’a götürür. Yeme, içme, yan gelip kulağı üzerine yatma, Karun gibi servet üzerine servet edinmeyi düşünme, helal-haram gözetmeden bütün fırsatları nefis ve şeytan hesabına değerlendirme; bu da dünyanın o erâcif yanıyla alâkalıdır. Bunun etrafında kuyruk sallayıp dönen insanlara da Sâhib-i Şeriat “kelblerdir” buyurmuş; lisan-ı nezihinden çıkmış bu, o da ayrı önem arz ediyor; çünkü hiç çirkin söz söylememiştir; fakat dünyanın o cîfe yanına bakınca, realiteye mutabık bir söz olsun diye böyle demiştir. Dünya bu debdebesi ve ihtişamıyla insanın karşısına çıkar, onu kendisine bağlamak ister. Fakat birileri de esas gönüllerini bağlayacakları yere zaten bağlamışlardır. İştiyakla otururlar, iştiyakla kalkarlar, hep Sohbet-i Canan derler.

Bir insana deli denmiyorsa, o imanında kemâlde değildir. “Allah Allah! Elinin tersiyle sultanlıkları itiyor. Elinin tersiyle ayağının ucuna kadar gelen imkânları itiyor. Dünya adına hiçbir şeyi değerlendirmiyor. Olsa bile yine O’nun hesabına kullanıyor; ‘Allah’ım bana verirsen, Senin nâm-ı celîlini î’lâ etmek, duyurmak, çoktan beri yitirdiğimiz, yıktığımız ruh âbidesini ikâme etmek istikametinde değerlendirmek istiyorum.’ diyor.”

Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in bir gün gülmesine meydan vermiyorlar. Siyerini tespit edenler, karakterini ve ruh resmini çizenler diyorlar ki, “Hayatında üç defa dişleri görünecek şekilde güldüğüne şahit olduk.” Onların da hepsi sizin adınıza birer hayrın, birer hayırlı mesajın ifadesidir. O, gülmüşse buna gülmüştür. Çünkü dudağının geriye gitmesine hiç fırsat vermediler. Hayatı O’na cehennem yaptılar. Fakat vazifesine öyle bağlıydı ve öyle derin bir vazife şuuru ile o işe sahip çıkmıştı ki, terhis tezkeresi kendisine gönderileceği âna kadar burada kalmaya kararlıydı.

Derdin en ağırını Cenâb-ı Allah O’na (aleyhissalatü vesselam) çektiriyordu. Marifetin en enginini -deryalar ötesi derinliğini- yine O’na tattırıyordu.

Allah size de o iştiyakı nasip eylesin!.. Siz O’nun (celle celaluhu) iştiyakıyla yanın tutuşun; ruhunuzun âbidesini ikâme etmek için hep çırpının durun; varsın dehrin hadiseleri bazen lehinizde, bazen de aleyhinizde cereyan etsin.

“Elhayru fî mahtârahullah” sözü, “Hayr, Allah Teâlâ’nın ihtiyar buyurduğu (seçtiği) husustadır!” manasına gelir; Cenâb-ı Hak kullarını neye sevk ederse etsin ve nasıl bir neticeye ulaştırırsa ulaştırsın, O’nun takdîrinin her zaman en isabetli, bereketli, faydalı, sevaplı ve akıbet itibarıyla da en hayırlı tercih olduğunu hatırlatır. Evet, Allah neyi nasıl yaratıyorsa, hayır ondadır!..

İhtimal Allah, bizi sıkıştırıyor ki, biraz daha dizlerimiz birbirine temas etsin, topuklarımız birbirine temas etsin, omuzlarımız birbirini zorlasın. O halde, namazda durduğunuz gibi “bünyan-ı mersûs” (kurşunla perçinlenmiş bina) şeklinde saf bağlamalıyız. Allah’ın bunu yaptığını düşünerek, “Elhamdulillahi alâ külli hâl, sivâ ehvâl-i ehli-l’küfri ve’d-dalâl” demeliyiz; Allah’a her takdirinden dolayı hamd u sena olsun, küfür ve dalalet ehlinin haline düşmek müstesna; Allah ona maruz bırakmasın.

Diğer taraftan, “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadisi hiç unutulmamalıdır. İlk meclis milletvekillerinden Tahir Efendi adında bir zat vardır. Bu zat, ulemadan, fuzelâdandır. Diğer milletvekilleri meydanlarda nutuk atarken, Tahir Efendi, bir köşede hep susmayı tercih eder. Bir gün taraftarları ısrarla, “Efendi, sen de bir şeyler söylesen; herkesin vekili konuşuyor, herkes kendi vekiliyle iftihar ediyor, sen de bir konuşsan da bizim de göğsümüz kabarsa!..” derler. Tahir Efendi, az fakat öz konuşan bir insandır. Topluluğa şöyle hitap eder: “Şunu biliniz ki, siz “müntehib” (seçen)siniz. Ben de “müntehab”ım (seçilen). Gideceğimiz yer ise “müntehabün ileyh” (kendisi için seçim yapılmış yer, Millet Meclisi)dir. Sizin yaptığınız işe de “intihab” (seçim) denir. İntihab ise “nuhbe” kelimesinden gelir. Nuhbe, kaymak demektir. Unutmayın ki, bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur; tabanında ne varsa tavanına da o vurur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde de şap kaymağı bulunur.” Ben bunu dinleyince dedim: Tahir Hoca, Senin kerametin bu; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz!” hadis-i şerifini böylesine veciz bir darb-ı meselle ifade, hakikaten hiç olmamıştır şimdiye kadar

Kur’ân diyor ki,

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لاَ يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ
“Siz kendinize bakın! Siz hidayette, doğru yolda, istikamette olduktan sonra başkaları size zarar veremez.” (Mâide, 5/105)

Bunu böyle bilerek, yürüdüğünüz yolun hâlâ doğruluğuna inanıyorsanız, hareketlerinizi katlamak suretiyle doğru yolunuzda devam edin. Yürüdüğünüz yol, kendi ruh âbidenizi ikâme etme yoludur. Bir yönüyle, ütopyaya yürüme, yarım-yamalak olmaktan sıyrılma ve tamamiyete teveccüh etme yoludur. Cenâb-ı Hakk’ın rızasına götüren de tamamiyettir.

“Gevşekliğe düşmeyin; zinhar, tasalanmayın; gerçekten Allah’a inanıyorsanız, potansiyel olarak üstünsünüz!” (Âl-i İmrân, 3/139) Hakkıyla mü’min iseniz, siz potansiyel olarak a’lâsınız; Allah, bir gün o potansiyeli realize planına da döndürür. Hiç farkına varmadan kendinizi öyle bir noktada bulursunuz ki, “Oh be!..” dersiniz.

İmanını marifetle bezemeyenler, yol yorgunluğundan kurtulamazlar. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyenler, formalitelerin ağında kıvranmaktan halâs bulamazlar.

“Bundan sonra ne olacak? Daha sonra ne olacak?” gibi sorularla meşgul olma yerine, düşünme enerjimizi, bütün aktivitelerimizi ve irade gücümüzü, omuzlarımızdaki emaneti kırmadan ve incitmeden, sonraki nesillere ulaştırma yolunda kullanmalıyız.

Çünkü bizim dünya ile alakamız yoktur. Dünya bütün debdebe, şaşaa ve hezâfiriyle karşımıza çıksa, elimizin tersiyle itecek kadar yürekli ve Allah’la irtibatımız açısından kavî olmamız lazımdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

407. Nağme: Yusuflara selam olsun!..

407. Nağme: Yusuflara selam olsun!..

Bildiğiniz gibi “nağme” bölümümüzde sadece görüntülü sohbetleri değil, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin namazları müteakip beş on dakikalık hasbihallerini, bir çay faslında dillendirdiği hakikatleri, günlük tefsir ve fıkıh derslerinde nazara verdiği nükteleri ve can alıcı açıklamaları da ses kaydı olarak neşrediyorduk.

İnşallah bu türlü paylaşımlarımızı sürdüreceğiz.

Bu cümleden olarak, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin geçen gün bir namazın ardından dile getirdiği hakikatleri 24.18 dakikalık ses dosyası şeklinde arz ediyoruz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

408. Nağme: İnsanın konumu ve “hodri meydan!..”

408. Nağme: İnsanın konumu ve “hodri meydan!..”

Tekvinî emirlerin bir fihristidir insan. O muamma o fihristle çözülmezse, o geniş âlemde çok defa belli tümseklere takılma ihtimali vardır. Hazreti Pir’in de buna benzer mülahazası var. Burada mesele yerli yerine oturtulmazsa, o geniş âlemde meseleyi kendi künhüne uygun kavrama çok zordur. Orada insan bazen “natüralizme” bazen “materyalizme” bazen “ateizme” bazen de “deizme” yuvarlanıverir de hiç farkına varamaz.

Koskocaman kâinat, Kur’ân’ın aslı; Kur’ân ise, onun tefsiri, kavl-i şârihi, burhan-ı vâzıhı “Kâinat mescid-i kebîrinde Kur’ân hep o kâinatı okuyor.” O Kur’ân ile kâinat arasında münasebet olsun diye Allah nebiler göndermiş. Nebilerle o muammanın sırlı anahtarını insanlığa bağışlamış. O sayede siz kainâtı doğru okuyabilirsiniz. Yoksa biraz evvel bahsettiğim o değişik “izm”lerden bir tanesine takılmanız kaçınılmaz olur.

İnsan Kendisine “Hüve” Penceresinden Bakmalıdır!..

İnsanın evvela kendisine bakması lazım. Muhyiddin İbn-i Arabi’nin ifadesiyle, “min haysü ene ene” değil, “min haysü hüve hüve” veya “min haysü ente ente” açısıyla kendimize bakmamız lazımdır. “Sen, Sen”, “O, O” hesabıyla kendimize bakmak, yanıltmayan mülahaza budur. Kendine doğrudan doğruya kendin olarak bakarsan, 30. Söz’de ifade edildiği gibi bir vahid-i kıyasi, O’nun varlığını göstermeye bir ölçek olan o şeyi kendi hesabına kullanmış ve olumsuz neticelere, neticesizliklere yuvarlanmış olursun. “O” mülahazasıyla, “Hüve” ile kendine bakmak lazım.

Cenâb-ı Hak, “İns ve cinni Bana kulluk yapsınlar diye yarattım.” buyurur. İbn Abbas hazretleri ayeti tefsir ederken, “İns ve cinni Beni bilsinler, bilip Bana kulluk yapsınlar diye yarattım!” açıklamasını yapar. Ama o kulluğu yaparken de onu adabına uygun yapacaksınız. Kulluğa delice kendinizi verseniz dahi “kulluk” diyoruz. En basit avamca ifadesiyle “ibadet”, havasça ifadesiyle “ubûdiyet”, ehass-i havasça “ubûdet”; O’nun mâbudiyeti karşısında bütün bütün kendinden geçmek, kendini düşünmeyerek sadece meseleyi O’na kulluğa bağlamak, kendini bilmeyecek kadar O’nda fena bulmak. Sofice ifadesiyle buna “fenâ fillah”, “bekâ billah maallah” denir.

Mü’minlik, muameleyle belli olur; istikametle taçlanır

Kulluk kendi çerçevesiyle çok derin bir şeydir. İnsan, esas insanlığını kullukla ortaya koymuş olur. Fakat gerçek mü’minlik muamele ile belli olur.

Peygamber Efendimiz, “Hûd suresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” buyurmuş; bu beyanı ile “Emrolunduğun gibi, istikamet üzere, dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) âyetine işârette bulunmuştur. İstikamet; itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ göstermek demektir.

İstikamet emriyle adeta şöyle buyuruluyor: “Sen ne isen ve Allah’ı nasıl biliyorsan, seninle O’nun arasındaki münasebet O’na ne türlü kulluk yapmayı gerektiriyorsa, ona göre kulluk yap.” O zaman diyeceksin ki: Beş vakti vallahi billahi tallahi aksatmadan eda ettim; nafileler ilave ettim buna, cebren lin-noksan olsun diye, kaçırmışımdır o yırtıklar onunla telafi edilsin, sargısı yapılsın, yama olsun diye nafileleri de kıldım; hatta gece kalktım, ekstradan namazlar kıldım; hatta -yetmiyor diye bunlar- dualarda, tazarrularda, niyazlarda bulundum Ama ne yaparsak yapalım O’nun bize olan nimetleri karşısında bence soluklarımız hep “Sana hakkıyla ibadet edemedik; ibadet yapıyorsak ubudiyette bulunamadık veya ubudiyet yapıyorsak ubûdet çerçevesinde -o kulluk bizim vazifemiz, Senin de hakkındı- onu yapamadık.” şeklinde olmalıdır.

Ne kadar şükretsek az olur

Onca ilahi nimet karşısında O’na karşı ne kadar hamd etseniz, otursanız kalksanız “Elhamdulillah Elhamdulillah Elhamdulillah” deseniz, yine de azdır. Neye Elhamdulillah? Allah’ın (celle celaluhu) var etmesine Elhamdulillah, canlı yapmasına Elhamdulillah, insan olarak yaratmasına Elhamdulillah, insanlık şuurunu lütfetmesine Elhamdulillah, Hazreti Muhammed Mustafa gibi bir serkârın arkasında yürüme imkanlarını bahşetmesine Elhamdulillah, böyle bir Elhamdulillah şuurunu size lütfettiği için o lütfa da bir Elhamdulillah!.. Bir Hak dostunun dediği gibi, hep hamd edip dursanız, yine de O’na karşı o mevzuda vazifenizi eda etmiş, O’nun hakkını yerine getirmiş olamazsınız. O zaman da “Ey herkes tarafından hamd u sena ile yâd edilen Mabud-u Mutlak, Sana hakkıyla hamd edemedik.” Elfu elfi Elhamdulillah da desek, trilyon trilyon Elhamdulillah da desek Senin hakkını eda etmiş olamayız.

Allah sizi zayi etmeyecek!..

Nerede duruyorsanız, ne ölçüde Allah’la münasebetinizi koruyorsanız ben ona saygıyla mukabelede bulunur ve Cenâb-ı Hakk’ın beni de sizlerle haşr u neşr etmesini isterim. Bir kısım densizler bu mevzuda yalan, tezvir, iftirayla ne derlerse desinler, şeytani karakterlerinin gereğini ifade etmiş olurlar. Hazreti Adem’e secde ile şeytanın iç şeytanlığı dışa vurmuş, iblis içiyle şeytan olduğu gibi dışıyla da şeytan olduğunu ortaya koymuştu; secde emri buna bir sebep olmuştu. Demek, eskiden beri şeytanlıklarıyla bilinen insanlar için de bazı sebeplere, sâiklere ihtiyaç vardı ki bugün iç yüzleri ortaya çıkıyor.

Siz Allah’ın izni ve inayetiyle, elinizden geldiğince, dinde teklif-i mâlâyütak olmaması esprisi içinde takva dairesine girin; Allah’ın himayesine sığının, haramlardan kaçının, farzları yerine getirin, elinizden geldiğince vaciblerde kusur etmeyin; haram yemeyin, hukukullaha ve hukuk-u ibâda dokunmayın; yalan söylemeyin, insanlara iftirada bulunmayın. Kötü akıbet ve ahiretten korkmanın yanı başında, Allah’ın ululuğuna ve azametine karşı kulluğunuzu şöyle böyle, yarım yamalak bile olsa yerine getirmeye çalışıyorsanız, ne dünyada ne de ukbâda Cenâb-ı Hak sizi rezil rüsva etmeyecektir. Emin olabilirsiniz, inşaAllah. Sizin hakkınızda, sizin gibi düşünenlerin hakkında ve bugün değişik gadre, haksızlığa maruz kalan insanlar hakkında mülahazam hep bu çizgide oldu.

Allah size, falana filana “sülük” deme densizliğini yaptırtmadı; “çete” deme aşağılığını yaptırtmadı; kimseye “çete” demediniz, kimseye “paralel” deme bayağılığını irtikâp etmediniz; “Bunların dininden şüphe ederim!” demek suretiyle kâfir olma durumuna düşmediniz; her gün bir yalan, bir iftira ile mü’minleri karalamak suretiyle Allah karşısında kendinizi öyle bir sukuta maruz bırakmadınız. Ve bu güzide halinizi böyle devam ettirirseniz; şayet o türlü densizliklere düşmezseniz, dişinizi sıkmış, en olumsuz şeyler karşısında bile iradenizin hakkını vererek hep istikameti korumuş, muamelenizde hep istikameti gözetmiş ve dininizin emirlerini kemâl-i hassasiyetle yaşamaya dikkat etmiş iseniz, el alem ne derse desin, dünyada sizi utandıracak bir şey yoktur.

Bütün memurlarınızı salın, hodri meydan!..

Elin âlemin hırsızlıklarının ayyuka çıktığı, irtikâplarının ayyuka çıktığı, ihtilaslarının ayyuka çıktığı, zihinlerin bu kirlerle bulandığı ve bütün dünyaya yayıldığı bir dönemde, bütün maliyecilerini, bütün memurlarını salsınlar.. o kıtmir dediğiniz sizin küçük arkadaşınızın yeryüzünde bir dikili taşı varsa şayet, o dünyanın en aşağılık mahlukudur Fakat aynı şeyi onlar söyleyebilirler mi? Öyle bir taaddî ile onları karşı karşıya bırakmak istemem! Fakat azıcık imanları varsa, dememe mevzuunda zorlanırlar; demeyi de o yalancı onurlarına yakıştıramazlar.

Onun için, mübâheleyi anlayamamış, muhâveleyi anlayamamış, müzâkereyi anlayamamış, mülâaneyi anlayamamış echel-i cuhelâ, cehl-i mürekkep mahlûku bazı kimseleri, böyle bir taaddî ile altından kalkamayacakları bir şeye zorlamak istemem.

Yürekleri varsa, onlar da şöyle desinler

Biliyor musunuz çok defa aklımdan ne geçti? Şayet onlar, sizin cemaatinizin, arkadaşlarınızın, hizmet erlerinin, adanmışların ve onların yanında kuyruk sallayıp onlarla beraber olmaya çalışan kıtmirin hakkında söyledikleri şeylerin doğru olduğuna inanıyorlarsa, ortaya bir yemin şekli koysunlar. Ben çok rahatlıkla o mevzuda iftira olduğuna “vallahi, billahi, tallahi” derim.

Fakat şunu demek de aklımdan geçiyordu: Onlar hakkında da denen şeyler oldu! “Hırsızlık” dediler, “para transferi” dediler, “Banka numaraları var elimizde!” dediler, “Fuhuş irtikâp ediyorlar!” dediler, “Mut’a nikâhı kullanıyorlar!” dediler. Zaten mut’a konferansına karşı çıkan o insanların, düşüncelerini bu şekilde deşifre etmeleri, hangi gayyada yaşadıklarını gösterme adına çok önemli bir emaredir. Şöyle aklımdan geçti. Mezheplerdeki farklılığı da gözeterek şöyle demeyi düşünüyorum: Diyebilecek yürekleri varsa, Allah’a, Kur’ân’a ve Kütüb-ü Fıkhiye’ye inanıyorlarsa şayet, hepsi desinler ki: “Eğer hakikaten bizim hakkımızda denen bu şeyler doğruysa, -Doğru değil! Bunlar dublajdır, bunlar montajdır!- eğer bunların bir tanesi, onda biri doğruysa, benim eşim üç talakla boş olsun! Bir! Ebediyyen boş olsun! İki! Ebediyyen boş olsun! Üç!” Niye 3 dedim? Çünkü İbn Teymiye gibi bazıları “Tek seferde ‘3 talak’ deyince, o bir sayılır” diyor. Onların da böyle ucuzcu müftüleri olduğundan dolayı, Mezâhib-i Erba’a”nın mütaalasından daha ziyade, meseleyi kaçamak yaparak burada “taça” -vebali onun boynuna olsun- atma olabilir.

Onun için yürekleri varsa, “Hakkımızda iddia edilen şeylerin onda birini irtikâp etmişsek, onda bir, denen şeyleri çalmışsak, ihaleye fesat karıştırmışsak, yalan söylemişsek, iftirada bulunmuşsak eşlerimiz, hepimizin eşi ebediyyen boş olsun! Ebediyyen boş olsun! Ebediyyen boş olsun!” Allah’a inanıyorlarsa, Allah’ın kitabı olan Kur’ân’a inanıyorlarsa, Kur’ân’da başta Bakara suresi olmak üzere, evlilikle alakalı münasebetler, talakla alakalı münasebetler, îlâ ile alakalı münasebetler, en ince detayına kadar anlatılır, bunlara inanıyorlarsa ve yürekleri de varsa, bu dediğim şeyi deyiversinler.

Benim öyle ailem mailem olmadığından, ben onu onlara bırakıyorum; benim de ne dememi istiyorlarsa, bir araya gelsinler, kafa kafaya versinler, ortak akla müracaat etsinler, “Bu adamın elini kolunu bağlayacak bir şey bulalım, bunu da o meseleye yemin ettirelim!” desinler; onu da kendileriyle baş başa bırakıyorum! Çünkü her hususta bin defa yemin etmeye hazır, bütün insanların huzurunda kasemle ifade etmeye âmâde ve teşne bulunuyorum.

Yalanların nasıl döküldüğünü göreceksiniz!..

Bunları demem bir nezaketsizlik, karakterimize uymayan bir laf ise şayet, Allah beni affetsin, siz de bağışlayın, kusura bakmayın. Fakat denmesi gerekli olan bir şey idiyse şayet, bence, varsa yürekleri, varsa Kitabullah’a imanları, yapıversinler bunu, göreyim ne yalanmış ne doğruymuş!..

Siz de meseleye böyle bakın! Bir yönüyle, bu mülahazayla, geleceği daha iyi temâşâ etmeye hazır olun. Göreceksiniz yalanların nasıl döküldüğünü, hayatını kezibe bağlamış insanların nasıl yüzükoyun -Kur’ân-ı Kerim’in dediği- sürüm sürüm hale geldiklerini.

Burada bel büküp boyun kırdıkları gibi öbür tarafta da -yine Kur’ân-ı Kerim diyor- “sürüm sürüm cehenneme doğru sürünecekler!” Fakat ben şahsen öyle olmalarını da istemem; çünkü dualarımda hep: “Allahım! Bizlerin de, onların da kalplerini ıslah eyle” diyorum. Dua etmediğim, “ıslah et” demediğim gün yok gibidir, belki günde beş defa Buna da Rabbim şahittir, siz de şahit olun.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

409. Nağme: Allah sorar hesabını!..

Fethullah Gülen: 409. Nağme: Allah sorar hesabını!..

  • İnsanın, başına gelen gâileleri kendinden, kendi nefsinden bilmesi onun imanının kemalinden kaynaklanır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de, “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisa Sûresi, 4/79), “Başınıza ne musibet geldi ise, o, ellerinizin kazancı iledir; kaldı ki Allah çoğunu da affediyor.” (Şûra Sûresi, 42/30) gibi ayetlerle bu hususa işaret etmiştir.
  • Bu hakikat iradeyi yok saymak manasına da gelmez. Meyelân ve meyelândaki tasarruf, “İki tarafı müsavi olan iki şey ortasında, birisi istikametinde pozitif ya da negatif bir eğilim göstermek” demektir. Maturidî akidesi, “İnsan iradesine tanınan bir çerçeve”; Eş’âri akidesi, “Meyelanda sadece tasarruf.”
  • Dünya villalarına bedel, doğrudan doğruya Allah tarafından yapılmış “cennet villaları”. Hûrisiyle, gilmanıyla, şubbânıyla… lü’lü-i mensûr gibi saçılmış evlatlarla donanmış, eksiği olmayan; ebediyet derinlikli, bitip tükenme bilmeyen; yaşlılıkla içinizi bulandırmayan; “öleceğim” diye sizin içinize endişe salmayan… öyle bir ebedi hayat. O’nun ebediyetinin bir gölgesi olarak.
  • Ebediyete talip olan insanlar, evvelen ve bizzat gaye ne ise, her meseleyi ona bağlamalıdırlar. Bizim, evvelen ve bizzat –mesleğimiz itibarıyla, hakiki mü’min olma arzusu itibarıyla ve sahabi yolunu seçmemiz itibarıyla– adanmışlık esasına bağlı kalmamız lazımdır.
  • Adanmışlık ve beklentisizlik.. yapacağımız bütün hayırlara bedel; dünyanın rengini değiştirsek, desenini değiştirsek, gök ehline çok farklı bir dantela üzerinde sergilesek, meleklerin “Yahu biz bunları yapamazdık!” diyecekleri bir şey sergilesek… bütün bunların karşılığında herhangi bir beklentiye girmeme!
  • Yıldırım Beyazıt’ın şanssızlığı belki de Timur Lenk’in yanına Seyyid-i Şerîf Cürcânî ve Taftezânî gibi iki tane dev adamı almış olmasıydı. Kitleler bu iki zâta bakınca, “Galiba bu Lenk’de bir şey var!” diyorlar. Yıldırım Beyazıt’ın karşısındaki Lenk, münafıkca oyun oynuyor. Müslümanca görünüyor, İslam’ın serkârlarını yanına alıyor ve dolayısıyla bütün kabâil ve tavâif (onu takip ediyor). Bu bize İstanbul’un fethinde tam yarım asır kaybettiriyor. İstanbul’un fethi tam yarım asır gecikiyor.
  • Beklentisizlik remzi: Ölesiye çalışma, ölmeyecek kadar bir yerde durma. Çalışmasının karşılığında, dünyevî-uhrevî, meseleyi herhangi bir beklentiye bağlamama. Adanmışlık bu demektir.
  • İnsan, hizmetlerini ”Ben bu hizmet içinde bulunayım, -mesela- şöyle bir merkûba sahip olayım!” mülahazasına bağlarsa, fani bir surette sa’yinin mükâfatını dünyada almış, ahirette de avucunu yalamış olur.
  • Günümüzde onca avucunu yalayacak insanlar olduğuna göre bence, varsın onlar avuçlarını yalasınlar. Öbür tarafta avucunu yalayacak insanlar varmış! Onlar yalaya dursunlar. Biz avucumuzu yalamaya kendimizi mahkum etmeyelim. Adanmışlık ruhu neyi iktiza ediyorsa, ona göre hareket edelim.
  • Ömer bin Abdulaziz, “Ben, halkın orta sınıfı veya alt sınıfı standartları içinde hayatımı geçirmiyorsam, dünyada kazandığım şeyleri heba etmişim demektir.” anlayışına bağlı yaşamıştır.
  • Millete hizmet edenler, bu ruhun, bu mananın, bu felsefenin, bu dünya görüşünün, bu türlü Kur’ânîliğin ve bu türlü müslümanlığın temsilcisi olmadıkları takdirde, zalimin tâ kendileridir, münafığın tâ kendileridir! Camide, içinizde bile görseniz, münafıktır onlar! Onlara inanırsanız şayet, Allah onun da hesabını sorar! Onların nifakı karşısında sükût edenlere de Allah onun hesabını sorar! Dilini tutan dilsiz şeytanlara Allah onun hesabını sorar! Sorsun Allah onlara hesabını!..

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

410. Nağme: Göz aydınlığı nesiller ve bir âhirzaman fitnesi

Fethullah Gülen: 410. Nağme: Göz aydınlığı nesiller ve bir âhirzaman fitnesi

    İzdivacın ve çoğalmanın kıymeti, Resûl-ü Ekrem’in iftihar edeceği bir neslin hedeflenmesindedir!..

  • Allah, çocuklarımızı Hazreti Üstad’ın beklediği nesl-i âti etsin. (Sizin gibi değil de) bizim gibi olacaksa, olmasın daha iyi. O türlü şeylerin ne olduğuna sevinmeli ne olmadığına yerinmeli; hayırlı olması dilenmeli!.. Evlad-ı sâlih.. evlad-ı fâsık. Çizgisini koruyamamış evlat olacaksa, olmasın daha iyi!.. Çizginizde yürüyecek, sırat-ı müstakimi takip edecekse, feni’me ve bihâ (ne güzel ve hoş, baş göz üstüne). İnsanlığın İftihar Tablosu’nun iftihar buyuracağı nesil de o nesildir.
  • Resûl-ü Ekrem (sas) şöyle buyurmaktadır: “Evleniniz, çoğalınız; ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar ederim (mesrur olurum).” Şayet izdivaçla ve çoğalmakla Resûl-ü Ekrem (sas)’in iftihar edeceği bir nesil hedeflenmemişse, o izdivaç ya da çoğalmanın hiçbir anlamı yoktur. Kemmiyyet planında “olsun, olsun” denilirken, keyfiyet boşluğu yaşanıyorsa.. içi boş, başkalarının üflemesiyle öten kaval gibi nesiller yetişeceğine hiç olmaması daha iyidir. Evet, sefahate bulaşmış, başı secdesiz, vicdanı paslı, gözü kanlı bir nesil ile Rasûl-ü Ekrem (sas)’in iftihar etmeyeceği açıktır. O’nun, çoğalmasını istediği nesil, Allah indinde de makbul olan, O’nun rızasını kazanmaya teşne bulunan, din-i mübini yaşayan ve yaşatan bir nesildir.
  • Keyfiyetsiz kemmiyyetin neticesi, bomboş kitleler ve cahil idarecilerdir!..

  • Günümüzde bu konuda ihtimam gösterilmediğinden dolayı toplum boş insanların, hatta bomboş insanların ümidine kaldı. Ümmetin üzerine bir zaman gelecek ki, onların içinde, bilmesi gerekli olan şeyleri bilmeyen nesiller yetişecek. Âlim kalmayacak içlerinde. O vakit, ilmiyle amel eden, kılı kırk yararcasına dini yaşayan kimseler kalmaz; dolayısıyla, kitleler kendilerine cahillerden başlar edinirler. Allah Rasulü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyuruyor: “Muhakkak ki Allah Teâlâ, ilmi, kullarından söküp almak sureti ile kabz etmez. Lâkin ilmi, âlimleri kabz ederek alır. Âlim kalmayınca da insanlar cahilleri baş edinirler, sonra da onlara sorular sorarlar. Onlar da bilgisizce fetvalar vererek hem saparlar, hem de saptırırlar.”
  • Onun için, kafamızı mutlak manada kemmî (sayısal) planda tekasüre (çoğalmaya) takmaktan daha ziyade keyfî (nitelik) planda çoğalmanın arkasında olmamız lazım. Öyle ümmet olmalı ki, hadis-i şerifte anlatıldığı üzere, onlar Sırat’tan geçerlerken Cehennem aşağıdan haykıracak, “Çabuk geçin, nurunuz nârımı söndürüyor.” diyecek. Efendimiz onlarla iftihar duyacak, “İşte benim ümmetim!..” buyuracak.
  • Sadece kemmiyyet (sayıca azlık çokluk) planında bir genişleme söz konusuysa, öyle bir yığının sürüden farkı yoktur. Bir serkâr çıkar, üç beş demagojiyle bir sürüsünü aldatır, arkasından sürükler götürür.
  • Bir âhirzaman fitnesi ve devlet kapısındakilerin hali

  • Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla bazı bölümler yer almakta; ileride gelecek olaylardan, özellikle âhirzamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerden bahsedilmektedir. Allah Rasûlü (sas), âhirzaman fitneleriyle ilgili hadislerinde, Deccal’in ortaya çıktığı dönemde, Horasan civarında yetmiş bin taylasanlı (sarıklı) insanın ona iltihak edeceğini haber vermiştir.
  • Yeryüzünün umumî bunalımlarına inzimam eden içteki krizler karşısında ızdırapla inleyen Sultan 3. Mustafa şöyle demiştir: “Yıkılıpdur bu cihan sanma ki bizde düzele / Devleti çarh-ı denî verdi kamu müptezele / Şimdi ebvâb-ı saadette gezen hep hezele / İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele!..” (Bütün cihan yıkılırken, bizim ülkemizin düzeleceğini mi zannediyorsun? Ne yazık ki, talihsizlikler çarkı, ülkenin kaderini haysiyetsizlerin ellerine düşürdü. Baksana, milletin bel bağladığı ve hak aradığı dairelerin kapılarında bile şaklabanlar gezmekte. Hal böyle olunca, kalmış kurtuluş ümidimiz sadece Rahmeti Sonsuz’un merhametine!..)
  • Şair Eşref de demiştir ki: “Bozulmuştur düzelmez gelse de Mehdî / Bu mülkün emr-i ıslahı Cenâb-ı Hakk’a kalmıştır.”
  • Yalanlar doğru görülüyor. Eğrilere, insanlar “eğri” diyemiyor. “Eğri dediğim zaman önüm kesilir. Bu adamlara azıcık başkaldırsam, defterlerime el konulur. Servetim yeniden gözden geçirilir. Mali bir kısım haklı olmayan mükellefiyetlere maruz bırakılırım!..” düşüncesi elleri kolları bağlıyor.
  • Şu iki hususta aldandık!..

  • Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki, bir arkadaşımın biraz bedbinlik (karamsarlık) içeren şu sözleri günümüzün resmini aksettirmesi açısından çok şahane: “Cihanda bulamadım bir yâr-ı sâdık / Kime sâdık dedimse çıktı münafık!” Bu sözü biraz nikbinlik (iyimserlik) ile hakikatbinlik arasında bir noktaya çekerek şöyle değiştirdim: “İnsan her zaman arar durur bir yâr-ı sâdık / Bazen de sâdık dedikleri çıkar münafık!”
  • Biz aldandık. Cenâb-ı Hakk’ın şu anda belli bir ölçüde yumuşak yumuşak kulaklarımızı çekmesi de sanki bunun neticesi. (Hadiselerin diliyle bize adeta şöyle deniyor:) “Yaramazlar!.. Ne diye yaramaz insanlara o kadar hüsnüzan ettiniz! Ne diye o kadar yaramaz insanlar için sokak sokak dolaştınız; kadını erkeği çoluğu çocuğu seferber ettiniz?” Gittikleri evlerde başlarından aşağıya sıcak sular döküldü, ‘gelmeyin bize’ diye. Fakat onlar, hak zannettikleri o mevzuda kararlı durdular. İlle de evrensel insanî haklar şöyle böyle toplumun hayatında vücut bulsun istediler; gerçek demokrasi yaşanmasının ve dünya ile bir barışa gidilmesinin bu yolla olabileceğini zannettiler. Hadis’te ifade buyurulduğu gibi, ‘Hüsnüzan ibadetin en güzelindendir.’ Ne var ki bir yönüyle bir yerde ölçüyü kaçırdılar, kaçırdınız, kaçırıyorsunuz, hâlâ da kaçıranlar var. Hüsnüzan ederken mülahaza dairesini açık bırakmadınız: “Yahu acaba böyle mi; yoksa bize arkadan hançer de saplarlar mı bunlar? Yoksa bütün çarkları, devlet kapısını değersiz kimselerin emrine mi verirler; meseleyi bir kayırma sistemi haline mi getirirler?” diye düşünmediniz. Neden Allah aşkına azıcık basiretle hareket etmediniz; kendinizi sadece hüsnüzanna saldınız, mülahaza dairesini bütün bütün kapadınız? Neden Hazreti Üstad’ın ‘hüsnüzan, adem-i itimad’ mülahazasını değerlendirme lüzumunu duymadınız?
  • “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir.” diyor Hazreti Pir. Bazı kimselerin o ölçüde sevgiye, takdire, tayine ve desteklenmeye hakkı yoksa şayet, o mevzuda aşırı gittiğinizden dolayı, Allah, sizi tokatlayabilir; merhametsizce azap çektirir: Aklınızı kullansaydınız. Vicdanınızı kullansaydınız. Bazı kimselerin melek suretinde Mefisto olduğunu hatırdan çıkarmasaydınız.
  • Şimdi bize düşen şey: Bir; “Allahım, hüsnüzan etmede mübalağaya girdik, rızana uygun düşmedi, bizi tecziye ediyorsun; bahtına düştük, bizi affeyle.” İki; “Senin rızana muvafık düşmediği şekilde, haklarında hayırlar düşünüp ‘Bizi evrensel insani değerlere ulaştıracaklar. Gerçek ruhuna uygun demokrasiye ulaştıracaklar.. ve milletin en fakirinden en zenginine kadar sosyal adaleti (Hazreti Ömer devrindeki adaleti) tesis edecekler!’ deyip bunlara aşırı alaka duyduk; şimdi Sen, bu haksız ve mübalağalı ilgiden dolayı bizi cezalandırıyorsun; ne olur, bizi bağışla!” demektir.
  • Müslümanlık nerede?

  • Hazreti Ömer deyince aklıma geldi: Önüne bir çanak çorba koydukları zaman, nedimine soruyor: “Acaba Medine’deki en fakir insan bu kadar çorba yiyebiliyor mu?” Nedimi, “Zannetmiyorum ya emîrelmü’minîn!” deyince, “O halde, bunu ben de yiyemem!” diyor.
  • Hazreti Ömer, hilafeti zamanında beldelerin ileri gelenlerine mektuplar yazıp çevredeki fakirlerin kendisine bildirilmesini isteyerek onlara yardım edeceğini haber veriyor. Şam ve civarında bulunan fakirlerin listesi kendisine arz edilince, Hazreti Ömer listenin başında kadı olarak tayin ettiği Sa’d bin Amir’in ismini görüyor. Sonraki sene yine listenin başında yine aynı ismi görünce, listeyi getirenlere “Bu benim idareci ve hâkim olarak tayin ettiğim Sa’d mı?” diye soruyor. Onlar; “Evet, odur; hakikaten gayet fakirdir. Elinde avucunda olanı fakir fukaraya dağıtıyor, rüşvet olacağı korkusundan, bizim de en küçük bir hediyemizi kabul etmiyor” diyorlar.
  • Müslümanlık bu idi. “Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile / Âlemi aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile! / Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir / Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!” (M. Akif) Çok aldandık, hâlâ aldanıyoruz. Aldanırsak, aldanmanın hesabı çok ağır olur. Allah, aldanmamaya azmetmiş sizleri aldanmaktan muhafaza buyursun.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

411. Nağme: Utanacak iş yapmadınız; dimdik durun ve âhirete alacaklı gidin!..

Fethullah Gülen: 411. Nağme: Utanacak iş yapmadınız; dimdik durun ve âhirete alacaklı gidin!..

    Arınma kurnaları

  • Manevî hayatımız itibarıyla, tevbelerimiz, inâbelerimiz, evbelerimiz bizi arındırır. El verir ki yürekten olsun. Üstümüze, başımıza sıçrattığımız şeyleri bir daha sıçratmama adına kemâl-i ciddiyet ile, hatta kemâl-i cinnetle (tastamam delice) bir hassasiyet yaşayalım.
  • Vehme ve vesveseye düşmemek ama o kadar arınma aşığı ve meftûnu olmak.. hayalimizden geçen şeyler karşısında bile fevkalade duyarlı olup hemen bir arınma kurnasına koşmak lazım. Beş vakit namaz bu mevzuda arındırıcı bir kurnadır. Tevbeler, istiğfarlar, inâbeler, evbeler bu mevzuda arındırıcı bir kurnadır. Hatta çok defa verdiğiniz sadakalar bu mevzuda arındırıcı kurnadır. Din-i Mübin-i İslam'ın i'lâsı adına Rûh-u Revân-ı Muhammedî'nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) şehbal açması adına ortaya koyacağınız gayretler birer arındırıcı kurnadır, tereddüdünüz olmasın. Bunların hepsini birden kullanan insan pîr u pâk olur inşaallahu teâla.
  • Evet, temizlik mevzuunda fevkalade bir hassasiyete sahip olmalı. Ben cinnet dedim, siz onu ciddiyet olarak ele alabilirsiniz. Bu mevzuda çok ciddi olmak ve dik durmak lazım. Siz dik durduktan sonra, el-âlem size ne derse desin.
  • Hazreti Ömer ufku ve Hazreti Halid'in hakperestliği

  • Hazreti Ömer (radıyallahu anh) ordunun başından ayrılıp Kâbe'ye Hacca gitmesinden dolayı Hazreti Halid'e (radıyallahu anh) tevbihte bulunmuştu. "Senin ordunun başında bulunman, Kâbe'ye gitmenden daha önemlidir." Bu önemi çok iyi kavramış olan otuz küsur Osmanlı hükümdarından hiç birisi Hacca gitmemiştir. Hac farz olmamış mı onlara? Olmuştur! Fakat şayet daha büyük bir farz varsa, milletin vahdeti bahis mevzu ise, o millete karşı değişik milletler diş biliyorsa, orada onlara karşı bir tavır belirlemek ve başında bulunulması gerekli olan bir toplumun başında bulunmak ondan çok önemlidir.
  • Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid'i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı. Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hazreti Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi kendisine verilen Muhammed b. Mesleme, Hazreti Halid'in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti. Hazreti Ömer "Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah'tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum." demişti.
  • İnsanlara baş olmaya ve toplumda baş olarak bir şeyler yapmaya değil, Allah nezdinde baş olmaya ve nezd-i ulûhiyette o maiyyete ermeye bakmak lazım!
  • Alınlarınız açık, yüzleriniz ak; dimdik durun!..

  • Siz hizmet çizginiz açısından üzerinize düşenleri yaparken, bir taraftan yapamayan insanlar size takılacaktır. Bir taraftan yapıp yapıp da aynı ölçüde yapamayanlar haset edeceklerdir. "Bunlar olmasaydı da biz olsaydık!" diyeceklerdir. Belli bir süre, sizin gücünüzü de yanlarına alma lüzumundan dolayı, desteğinizi alma stratejisiyle size bir şey demeyeceklerdir. Fakat iş bir kerteye gelecektir ki, orada haset hortlayacaktır. Size demedik şey bırakmayacaklardır.
  • Fakat size bugüne kadar "hırsız" demediler değil mi? Hepiniz böyle alnı açık, yüzü ak! Elhamdulillah! Bize "hırsız" demediler. "İrtikâp yaptı" demediler, elhamdulillah! "İhtilasta bulundu" demediler. "İhaleye fesat karıştırdı" demediler. "Yakınlarını kayırdı" demediler. "Bir şirzime-i kalîl yeniyetmelerle işe vaziyet etti" demediler. Ne dediler? Âlemin güleceği şeyleri söylediler.
  • Öyle şeyler diyorlar ki, 160 küsur ülkede, 20 küsur senedir sizinle oturup kalkan insanlar, bunların dediklerinin öşrünü size söylemediler. Ama ben bir şey söyleyeyim size.. hem de vallahi, billahi, tallahi ile söyleyeyim: Yirmi sene değil, yirmi ay değil, yirmi hafta değil, yirmi saat de değil.. sizinle (bir müddet) oturup kalkmamış, gece hayatınızı bilmeyen, Allah'la münasebetinizi bilmeyen, Peygamberle münasebetinizi bilmeyen; teheccüdü kaçırmayı büyük bir günah sayan, tevbe etmediğiniz günü boş geçmiş sayan sizi bu yanlarınızla bilmeyen bir kısım densizler size "haşhaşi" diyorlar, size "çete" diyorlar, size "örgüt" diyorlar, size bir şeye talip nazarıyla bakıyorlar. Bunlar, bu komik iddialarıyla o 160 küsur ülkede insanların gülmesine sebebiyet veriyorlar.
  • Cenâb-ı Hakk'ın lütfettiği yolda dosdoğru yürüyün!..

  • Siz itibarınıza -Allah'ın izni ve inayetiyle- toz kondurmamış iseniz şayet, yer ve konum itibarıyla "devletin malı deniz, yemeyen..." dememiş iseniz şayet, bence bir ayıp işlememişsiniz! Hiç utanmayın! Daima dimdik durun, Allah'ın izni ve inayetiyle.. ve Cenâb-ı Hakk'ın size lütfettiği doğru bildiğiniz o yolda dosdoğru yürüyün. Yürüyün, zira o yol Hazreti Rasûl-ü Zîşân'ın şehrâhıdır, yürüdüğü yoldur.
  • Evet, yaptığınız şeyler arasında sizi Allah (celle celalühu) huzurunda ve Rasûlullah (aleyhissalatü vesselam) karşısında mahcup edecek bir durum yoksa, bence dimdik durun. El-âlem gülünecek halini setretmeye çalışsın, sizin gülünecek ve ayıplanacak haliniz yok, Allah'ın izni ve inayetiyle.
  • Hallerine gülünecek insanlar, başkalarına gülmekle müteselli olurlar. Başkalarını tecrîm etmek suretiyle kusurlarını örtmeye çalışırlar. Maşerî vicdandan silinmesi mümkün olmayan haramilikleri, hırsızlıkları, irtikâpları ve ihtilasları, fevkaladeden gündemler oluşturmak suretiyle, halka unutturacaklarını zannederler. Hâlbuki hiç farkında değiller; her söylediklerinde, bu levsiyât ve bu mesâvî, halkın nöronlarında bir kere daha canlanıyor.
  • Her şeye rağmen, yaptığınız kat kat iyiliğin sıfırını bile göstermeyen, aksine size kötülük yapan kimselere karşı dahi tavır almamalı, onlara aynıyla mukabelede bulunmamalısınız. Sürekli alacaklı olmalı, fakat alacaklı olduğunuz şeyleri asla talep etmemelisiniz. Bu civanmertliği öyle tabiatınız haline getirmelisiniz ki, öteye de alacaklı olarak gitmeli ve orada insanlardan hak talep etmemek suretiyle bir kere daha civanmertlik sergilemelisiniz.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

412. Nağme: "Daha yok mu?" arayışı ve cennetin mü'minlere iştiyakı

Fethullah Gülen: 412. Nağme:

  • Derince duyma, o mevzuda ısrara vabestedir. Bu mesele, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in şu mübarek beyanıyla irtibatlandırılabilir: "Allah nezdinde amellerin en sevimlisi, ibadetin en faziletlisi az da olsa devamlı olanıdır."
  • Düşünce, inanç ve gayret hayatımız adına bir kere kazanmış olmak yetmez; kazanılana her gün yeni bir şey ilave etmek suretiyle o kazanç ancak korunabilir. "Nâmütenâhi istikâmetinde yolculuk nâmütenâhidir" deyip "Daha yok mu?" mülahazasıyla hiçbir durakta durmama, hiçbir şeyle yetinmeme ve hep hareket halinde bulunma bu işin ruhudur. Aslında, "Hel min mezid" tabiri, Kur'an'da Cehennemin sözü olarak geçmektedir. Cehennem, bağrına atılanlarla adeta hiç doymayacak ve hep "Daha yok mu?" diyecektir. Hazreti Üstad, bu tabiri, Ayetü'l-Kübra risalesinde, kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın hâlini anlatırken farklı bir şekilde değerlendirir. O mütefekkir yolcu, kâinattaki her sayfayı okudukça imanı kuvvetlenip mârifeti daha da ziyadeleşir ve onun gönlünde iman-ı billâh hakikati bir derece daha inkişaf eder. Semâ ve arz gibi kâinat sayfalarından pek çoğunu dinlediği hâlde yine de doymaz; mesela, denizlerin ve nehirlerin zikirlerine de kulak verir ve sürekli "Hel min mezîd - Daha yok mu?" deyip durur. İşte, o seyyah gibi "Hel min mezîd" insanı olmak çok önemlidir. Evet, Peygamber meclisine erdiği ve Cenab-ı Hakk'ın cemalini müşahede ettiği zaman bile "Daha yok mu?" diyecek kadar derin ve durağanlıktan uzak bir mü'min olmak lazımdır.
  • Hayatı boyunca hep günahtan günaha, hatadan hataya sıçrayarak o masiyet yolunda "Hel min mezid?" yolcusu olmuş kimseleri Cehennem bir çeşit iştiyakla beklemektedir; bazıları yüzü koyun, bazıları sürüm sürüm içeriye atıldıkça, o "Daha yok mu?" diyecektir. Cennet'in de "Hel min mezid?" demesi söz konusudur. Cennet'in de hakiki müminlere karşı iştiyak, alaka ve irtibatından bahsedilebilir.
  • Nasıl ki bir kötülük diğer bir kötülüğe çağrıdır; aynen öyle de bir iyilik, farklı bir iyiliğe çağrıdır. Siz hiç farkına varmazsınız, namazınızı kemal-i hassasiyetle eda ettiğinizde içinizde zekat verme duygusu belirir; "Ben bu vecibeyi de yerine getireyim." dersiniz. Bir yerde birinin bir ihtiyacını gördüğünüz zaman hemen bir tasadduk duygusuyla coşar, heyecanlanırsınız, "Ben de bir katkıda bulunayım!" dersiniz. Çok defa bunun farkına varamazsınız ama bir güzel ibadet yaparsanız, o, başka ibadetlere kapı aralar.
  • Günaha gelince; Hazreti Pir diyor ki, "Her bir günah içinde küfre giden bir yol vardır." Demek ki bir günah işleyince, o günah başka bir günaha çağrı oluyor. Cenâb-ı Hak, "Hayır hayır! Gerçek şu ki, onlar yapageldikleri o kötü işler yüzünden kalblerini is-pas sardı da (ondan dolayı inkar yaşıyorlar.)" (Mutaffifin, 83/14) buyurmuş; Allah Rasûlü de "Her günah onu işleyenin kalbinde siyah bir nokta oluşturur, bir leke yapar. Eğer kul, tevbe edip vazgeçer, mağfiret dilenirse kalbi yine parlar. Döner tekrar günah işlerse, o lekeler artar, nihayet kalbini ele geçirir. İşte Kur'ân'da yüce Allah'ın zikrettiği "râne" budur." sözleriyle bu ilahî beyanı ve onda yer alan "râne" kelimesini şerh etmiştir.
  • Evet, her günah bir başka günaha çağrıdır. Mesela; hırsızlık yapan kişi, bir günah işlemiştir; basiretiyle hareket edip Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in o mevzuda tavsiyesine uysa, kalbe konan o lekeyi silse, günaha çağrının ağzına bir fermuar vursa, onun başka bir günahı çağırmasına meydan vermese, bir yönüyle yarı yolda bile olsa geriye dönmüş, arınmış olacaktır. Fakat öyle yapmadığı takdirde, kendisine çaldı diyen insanlarının gıybetini etmek, onlara iftira etmek suretiyle onları karalayarak esas kendi kapkara durumunu örtmek isterse, o tek günah başka günahlara yol açacaktır. Halk nazarında yitirilmiş itibarını yeniden kazanma, nefis ve enaniyet abidesini ikame etme/dikme adına başka günahlara girecektir. Bu mevzuda, tevbe ve nedamet edip bazılarının yaptıkları gibi civanmertçe davransa.. nitekim bir gazeteci "Bakara-Makara" dediği zaman "Maalesef dedik, milletten özür dilerim!" dedi. O tabii bir günahtı. Milletten özür dilemekle, Kur'ân'ı tahkir etme mevzuunda küfre doğru atılan bir adım silinmez. Ancak o bile bir civanmertliktir, en azından millete karşı bir civanmertliktir. Fakat öyle değil de burada makarayı çeviriyor; bir taraftan, makara döndükçe yeni sarmalar oluyor. Bu defa insan kendisini günah sarmalları içinde buluyor. Ondan bir daha sıyrılıp çıkması çok zor oluyor. O onu çağırıyor, o da onu çağırıyor.
  • İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) şöyle buyurmuştur:

    ثَلَاثٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ وَجَدَ حَلَاوَةَ الْإِيمَانِ أَنْ يَكُونَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَبَّ إِلَيْهِ مِمَّا سِوَاهُمَا وَأَنْ يُحِبَّ الْمَرْءَ لَا يُحِبُّهُ إِلَّا لِلَّهِ وَأَنْ يَكْرَهَ أَنْ يَعُودَ فِي الْكُفْرِ كَمَا يَكْرَهُ أَنْ يُقْذَفَ فِي النَّارِ
    "Şu üç haslet kimde bulunursa, o imanın tadını duyar: Allah'ı ve O'nun Rasûlü'nü her şeyden ve herkesten daha fazla sevmek; sevdiğini yalnız Allah rızası için sevmek ve Allah onu küfürden kurtardıktan sonra yeniden küfre düşmeyi ateşe atılmaktan daha kerih görmek."

  • Hazreti Ömer (radıyallahu anh) bir gün, "Yâ Rasûlallah! Seni nefsimden başka her şeyden daha çok seviyorum!.." der. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hazreti Ömer'in elini tutar ve "Beni nefsinden/canından çok sevmedikçe kâmil iman etmiş olamazsın ey Ömer!" buyurur. O da hemen, "Seni canımdan da çok seviyorum yâ Rasûlallah!" der. Bunun üzerine Sâdık u Masdûk Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Şimdi oldu." buyurur.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

413. Nağme: Kırık kalbler ve sağlam köprüler

Fethullah Gülen: 413. Nağme: Kırık kalbler ve sağlam köprüler

Fethullah Gülen Hocaefendi, Cenâb-ı Hakk’ın kılığa, kıyafete, şekle değil; kalblere, kalbler içinde de mahzun, mükedder ve kırık gönüllere nazar buyurduğunu, onlara maiyyet şerefi vaad ettiğini anlattı;

اَنَا عِنْدَ الْمُنْكَسِرَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ اَجْلِي
"Ben, kalbi Benden dolayı kırılmış olanlarla beraberim." beyanını açıkladı.

Fethullah Gülen Hocaefendi, başkaları nasıl davranırlarsa davransınlar, Hizmet erlerinin alaka, münasebet ve dostluk köprülerini yıkmamak için çok ciddi gayret göstermeleri gerektiğini vurguladı. Mü’minlerin her şeyden önce Allah (celle celaluhu) ile münasebetlerine, sonra İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile irtibatlarına, ayrıca inananlarla kardeşlik bağlarına ve sair insanlarla muamelelerine dikkat etmeleri lazım geldiğini ifade etti. Bu alakalar üzerine kurulmuş olan köprülerin hep sağlam tutulması icap ettiğini belirtti.

Bu cümleden olarak, Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in şu mübarek sözlerini şerhetti:

أَحْبِبْ حَبِيبَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ بَغِيضَكَ يَوْمًا مَا

وَأَبْغِضْ بَغِيضَكَ هَوْنًا مَا عَسَى أَنْ يَكُونَ حَبِيبَكَ يَوْمًا مَا

“Muhabbetinde dengeyi gözetip sevdiğin insanı ölçülü sev; belki bir gün nefret hislerini tetikleyen bir kimse haline gelebilir. Kin ve nefret duygularını harekete geçiren kimseye karşı da öfkende dengeli ol, kim bilir o da bir gün sevgini celbeden bir insana dönüşebilir.”

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

414. Nağme: Hakk’a adanmış ruhlar

414. Nağme: Hakk’a Adanmış Ruhlar

    Fethullah Gülen Hocaefendi, bu sohbetine ecdat tarafından çokça zikredilen "Allah, tevfikini refik eylesin!" şeklindeki duayı açıklayarak başladı.

    Bu duanın sevkiyle bir kere daha "adanmışlık ruhu"na vurguda bulunan Fethullah Gülen Hocaefendi şu hususlara temas etti:

    • İstiğnâ ve beklentisizlik, Peygamberlik mesleğinin şiarıdır; insanları kurtarmak için kendi hayatını istihkâr ederek her gün ölüp ölüp dirilme, sürekli çalışma, hep koşturma, zahmet çekip meşakkatlere katlanma ama bütün bunlara bedel hiçbir ücret istememe irşad yolunun hususiyetidir. Nitekim, Hazreti Nuh, Hazreti Hûd, Hazreti Salih, Hazreti Lût ve Hazreti Şuayb (Allah'ın salat ve selamı Efendimiz'in ve bütün peygamberlerin üzerine olsun) hep aynı cümleyi tekrar etmiş;
    • وَمَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى رَبِّ الْعَالَمِينَ
      "Bu hizmetten ötürü sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan, ancak Rabbülâlemîn'dir." (Şuarâ, 26/109) diyerek, bütün peygamberlerin ortak duygu ve düşüncesini dile getirmişlerdir.

    • Yâsîn Sûresi'nde anlatılan kahraman (Habib-i Neccar),
    • اِتَّبِعُوا مَنْ لاَ يَسْأَلُكُمْ أَجْراً وَهُمْ مُهْتَدُونَ
      "Yaptıkları tebliğ karşılığında sizden bir ücret istemeyen, hiç menfaat beklemeyen, dosdoğru yolda yürüyen bu kimselere uyun." (Yâsîn, 36/21) demek suretiyle, yine irşad erlerinin aynı vasfına dikkat çekmiştir. Habib-i Neccar, arkasında yürünecek rehberlerin en önemli iki vasfını nazara verirken, onların hizmetlerine mukabil hiçbir ücret/menfaat beklemediklerini ve herkesten önce kendilerinin dosdoğru yolda yürüdüklerini belirtmiştir ki, doğrusu, bu iki sıfatı üzerinde taşımayan kimselerin başkalarına hidayet yolunu göstermeleri hiç mümkün değildir.

    • Sen su ol, ak mecranda; içmeyen içmesin. Sen güneş ol, şualarınla başları okşa; ondan istifade etmeyenler etmesin. Sen bir ağaç ol, etrafına gölgeler sal; o gölgeye sığınmayan sığınmasın. Sen meyvedar ağaçlar haline gel, meyvelerin sarksın salkımlar halinde, yemeyen yemesin, almayan almasın. Sen bir bülbül ol, hep güle karşı şakı dur; varsın gülün yağını başkaları sürünsün, kullansın.
    • Hazreti Pir; Ebu'l-Hasan eş-Şazilî, Abdülkadir Geylanî, Mustafa Sıddıki'l-Bekrî, Ahmed Rifaî, Muhammed Bahaüddin Nakşibendî, Mevlana Halid-i Bağdadî gibi büyüklerin, tesbihin her tanesine dokunduklarında bütün zerrat-ı kâinat adedince Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ettiklerini ve bunu vicdanlarının enginliğinde duyduklarını ifade ediyor. Hatta Allah hakkının büyüklüğü karşısında bir tesbihin O'nu ifade etmeyeceğini düşünen bu zatlar, tesbihlerini, denizlerin kumlarına, yağmurların damlalarına ve mahlûkatın soluklarına bağlıyor, öyle söylüyorlar. Hazreti Pîr, onların bu durumuna imreniyor ve onlar gibi bir tesbih tanesine dokunduğunda trilyon adet tesbihlerin içine akmasını duymak istiyor. Hayat-ı seniyyelerinin sonuna doğru bir gün bir has talebesine diyor ki, "Kardeşim, Allah'a hamd olsun. Ben de artık Ebu'l-Hasan eş-Şazilî ve Abdülkadir Geylanî Hazretleri gibi 'Sübhanallah' dediğim zaman bütün zerrat-ı kâinatı birden duyuyor gibi oluyorum."
    • Bir Hak dostu büyük vecd içinde tesbih çekiyor; Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahu Ekber dedikçe kâinatın zerrelerinin de kendisiyle beraber zikrettiğini duyuyormuş. Bir aralık yanındaki talebe aklına gelmiş ve ona da işittirircesine sesini yükseltmiş. Tam o esnada Hazretin önünde manevi bir perde açılıvermiş, başka bir buud aralanmış. Bakmış ki elindeki tesbihin her tanesi bir yıldız gibi ışık saçıyor, parıl parıl parlıyor; sadece bir tesbih tanesi ise adeta simsiyah, yanık ve kupkuru görünüyor. Hazret hayretle meseleyi anlamaya çalışırken bir ses duymuş: Yıldız gibi olan taneler sırf Allah rızası için yaptığın zikirle çekilmiş olanlar; o kupkuru ve simsiyah tane ise "duysunlar, desinler, görsünler" düşüncesiyle nurunu kaçırdığın zikirden geriye kalan.
    • Gönüllere girmenin yolu yumuşak sözdür. Allah Teâlâ, Hazreti Musa ve Hazreti Harun'u (aleyhimesselam), Firavun'a gönderirken bile "Ona yumuşak söz söyleyin, belki düşünür ve ürperir." (Tâhâ, 20/44) buyurmuştur.
    • Âşık Ruhsati şöyle der:

      "Bir vakte erdi ki bizim günümüz,
      Yiğit belli değil mert belli değil;
      Herkes yarasına derman arıyor,
      Deva belli değil dert belli değil."


      İşte her şeyin böylesine belirsizleştiği bir dönemde bize düşen, elden geldiğince her karanlık bucakta bir mum tutuşturmaya bakmaktır.

    • Hadis-i şerif olarak rivayet edilir:
    • مَنْ تَوَاضَعَ للهِ رَفَعَهُ اللهُ وَمَنْ تَكَبَّرَ وَضَعَهُ اللهُ
      "Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır."

    Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

415. Nağme: Müttakîlerin yarışı

415. Nağme: Müttakîlerin Yarışı

Fethullah Gülen Hocaefendi, en son sohbetine Rasûl-ü Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Ebû Zerr hazretlerine yaptığı nasihati hatırlatarak başladı. İnsanlığın İftihar Tablosu'nun -Hazreti Ebu Zerr'in şahsında- bütün ümmet-i Muhammed'e şöyle buyurduğunu nakletti:

جَدِّدِ السَّفِينَةَ فَإِنَّ الْبَحْرَ عَمِيقٌ
وَخُذِ الزَّادَ كَامِلاً فَإِنَّ السَّفَرَ بَعِيدٌ
وَخَفِّفِ الْحِمْلَ فَإِنَّ الْعَقَبَةَ كَئُودٌ
وَأَخْلِصِ الْعَمَلَ فَإِنَّ النَّاقِدَ بَصِيرٌ

"Gemini bir kere daha elden geçirerek yenile, çünkü deniz çok derin. Azığını tastamam al, şüphesiz yolculuk pek uzun. Sırtındaki yükünü hafif tut, çünkü tırmanacağın yokuş sarp mı sarp. Amelinde ihlâslı ol, zira her şeyi görüp gözeten, tefrik eden ve hakkıyla değerlendiren Allah senin yapıp ettiklerinden de haberdardır."

Fethullah Gülen Hocaefendi, Bâyezid-i Bistâmî Hazretleri'nin şu sözüne temas etti: "Bütün iç dinamizmimi kullanarak Cenâb-ı Hakk'a tam otuz sene ibadet ettim. Sonra gaybdan, 'Ey Bâyezid, Cenâb-ı Hakk'ın hazineleri ibadetle doludur. Eğer gayen O'na ulaşmaksa, Hak kapısında kendini küçük gör ve amelinde ihlâslı ol!' sesini duydum ve tembihini aldım."

Genişliği semalar ve yer kadar engin olan Cennet'e ve Cenâb-ı Hakk'ın mağfiretine erebilmek için yarış yaparcasına koşmak gerektiğini anlatan Fethullah Gülen Hocaefendi, bu yarışın sadece sözde kalmaması, Kur'ân-ı Kerim'de belirtilen müsabaka şartlarına riayet edilmesi gerektiğini vurguladı.

Bu cümleden olarak, Fethullah Gülen Hocaefendi şu ayet-i kerimeleri açıkladı:

وَسَارِعُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَوَاتُ وَالأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلاَّ اللهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ
"Rabbiniz tarafından mağfirete, genişliği göklerle yer kadar ve müttakiler için hazırlanmış bir cennete doğru yarışırcasına koşuşun! O müttakîler ki bollukta da darlıkta da Allah yolunda harcarlar; kızdıklarında öfkelerini yutar, insanların kusurlarını affederler. Allah da böyle iyi davranan ihsan ehlini sever. O müttakiler ki çirkin bir iş yaptıklarında veya kendi nefislerine zulmettiklerinde, peşinden hemen Allah'ı anar, günahlarının affedilmesini dilerler. Zaten günahları Allah'tan başka kim affeder ki? Bir de onlar, bile bile işledikleri günahlarda ısrar etmez, o günahları sürdürmezler." (Âl-i İmrân, 3/133-135)

Fethullah Gülen Hocaefendi, bu ayetlerin tefsir ve te'viline dair önemli nükteleri serdederken, İslam ahlakına dair bazı ehemmiyetli hususlar üzerinde de durdu. Mesela, infak konusundan hareketle sözü "îsâr hasleti"ne getirip şu iki misali özetledi:

  • Hazreti Ebû Hüreyre anlatıyor: Bir gün Huzur-u Risaletpenâhî'ye birisi geldi. Allah Rasûlü'ne yaklaştı ve şöyle dedi: "Yâ Rasûlallah! Birkaç günden beri yiyecek bir şey bulamadım. Üst üste aç olarak oruca niyetlendim." Allah Rasûlü etrafına nazarını gezdirdi. Fakat onu evine götürüp misafir edecek kimse göremedi. Neden sonra Allah Rasûlü'nün çok sevdiklerinden Ebû Talha ayağa kalktı ve: "Yâ Rasûlallah, onu ben misafir edeyim." dedi. Sonra da alıp evine götürdü. Her şeylerini İslâm uğrunda harcayan bu insanların ellerinde avuçlarında hiçbir şey kalmamıştı.. ara sıra evlerinde bir çorba ya pişerdi veya pişmezdi. İhtimal o gün, hanımı Ümmü Süleym çocuklarına bir parça çorba yapabilmişti ve onu çocuklara içirecekti. Misafir eve gelince karı koca aralarında konuştular: "Bu gece çorbayı Allah Rasûlü'nün misafirine yedirelim. Biz nasıl olsa bugün de aç olarak oruç tutabiliriz. Çocukları ikna edip yatırırız.. sabah onların da çaresine bakarız." Yapacakları şey şu idi: Yemek sofraya konunca, hanım yanlışlıkla mumu söndürecek ve ev sahibi kaşığını boş getirip götürecek.. zira çorba iki kişiyi doyuracak kadar değildi.. böylece misafir de karnını doyuracaktı. Plânladıkları gibi de yaptılar. Derken sabah oldu ve sabah namazında da Allah Rasûlü'nün arkasında yerlerini aldılar. Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah namazını kıldırdı. Yüzünü onlara döndü, sonra da Ebû Talha'yı ve misafirini arayarak onlara sordu: "Bu gece ne yaptınız ki, hakkınızda şu âyet (Haşr, 59/9) nazil oldu:
  • وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ
    "Kendileri sıkıntı içinde bulunsalar dahi başkalarını kendi nefislerine tercih ederler."

  • Yermük savaşında yaralı vaziyette yerde kıvranan ve susuzluktan kavrulan sahabîlerin (radıyallâhu anhüm ecmaîn) kendilerine verilen suyu, tam içmek üzere iken birbirlerine gönderişleri, nihâyetinde üçünün de bir damla su içemeden şehadet şerbetine kavuşmaları ne müthiş bir diğergâmlık örneğidir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.