• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Cehennem alevlerini söndürecek yegâne iksir

Allah karşısında haşyetle dolup gözyaşı dökme konusunda çok önemli bir husus, kalbin tertemiz heyecanlarını ve saf hislerini, riya ve süm’a ile kirletmeden ifade edebilmektir. Göstermek ve duyurmak kastıyla ağlamak berrak gözyaşlarını şirk kirleriyle bulandırmak demektir. Riya ve süm’adan korunmak için özellikle nafile ibadetlerde ve Cenâb-ı Hakk’a iç dökme anlarında tenha yerlerin seçilmesi her bakımdan daha selâmetlidir. Nitekim, hadis-i şerifte, Arş-ı ilahînin gölgesinden başka sığınak olmayan kıyamet gününde, zıll-i ilahî altında himaye buyurulacak yedi grup insan anlatılırken, onlardan birinin de yapayalnızken Allah’ı anıp da gözleri yaşlarla dolan hüşyar insan olduğu haber verilmektedir. Öyle ki, Allah haşyetiyle ağlayan insan, diğer nebevî beyanlarda cephede nöbet bekleyen askere denk tutulurken, bu hadiste de, adaletin temsilcisi olan idareci, ömrünü ibadet neşvesi içinde geçiren genç ve mescidlere dilbeste olan âbid gibi Hak dostlarıyla aynı çizgide zikredilmektedir. Fakat, onun gözyaşlarını başkalarından kıskanırcasına tenha bir yer aradığına da vurguda bulunulmaktadır. Zira, ağlamanın aktörlüğünü yapmak çok tehlikelidir; riya ve süm’a niyetiyle ağlamak kalbi öldürücü ve insanı helak edici bir hastalıktır.

Bundan dolayıdır ki, İmam Gazalî Hazretleri “Ağlayan da kaybedebilir, ağlamayan da!..” demiştir. İnsan ağlamıyorsa, o bir gün mutlaka pişman olacaktır; çünkü, onun önünde kendisini ağlatacak çok badireler vardır ve o badirelerin bazıları ancak burada dökülen gözyaşlarıyla aşılabilecek mahiyettedir. Fakat, pek çok ağlayanlar da vardır ki, günahlarından ya da aşk u iştiyaktan dolayı değil de, başka şeyler sebebiyle, belli dünyevî hislerin tesirinde gözyaşı dökerler. Daha da kötüsü, hassas, duygulu, müttaki ve Allah sevgisiyle dolu bir insan gibi görünme ve bilinme maksadıyla ağlarlar. Böyle bir ağlama, dinimizce, en azından hiç gözyaşı dökmeme kadar tehlikeli sayılmış ve gizli şirk kabul edilmiştir. Demek ki, gözyaşının da meşru istikamette olanı makbuldür. Mü’min, hususiyle de toplum içinde kalbinin heyecanlarına hâkim olmaya çalışmalı; iradesinin hakkını verip gözyaşlarını içine akıtmalı; buna güç yetiremiyorsa, ancak işte o zaman gözyaşı bendinin önünü açmalıdır.

Saf ve temiz duygularla, sırf Allah haşyetiyle akıtılan gözyaşları, dünyada dayanılmaz hale gelen aşk ateşinin ızdırabını bir nebze dindirirken, âhirette de Cehennem’in alevlerini söndürecek tek iksirdir. Onun içindir ki, Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) şöyle buyurmuştur: “Mahşerde, cehennem kıvılcımlarının insanları kovaladığı hengâmda, Cebrail Aleyhisselam elinde dolu bir bardakla görünür. Ona, “Bu ne?” diye sorarım; şöyle cevap verir: “Bu, Allah korkusuyla ağlayan mü’min kulların gözyaşlarıdır; şu korkunç kıvılcımları sadece bu gözyaşları söndürebilir.” Aslında, bu hadis-i şerifte çok önemli bir ima vardır: Evet, insanın gönlünü daraltan ve onun huzurunu kaçıran gayz, kıskançlık, haset, kin, nefret ve adavet gibi şeytanî hislerin neticesi olan cehennemî alevlerin söndürebilmesi de ancak gözyaşlarıyla mümkün olabilir. Kalbi kasıp kavuran nefsî ve şeytanî duyguları sakinleştirip söndürmenin biricik iksiri samimiyetle akıtılan gözyaşlarıdır.

Ülfet hastalığı

Heyhat ki, soruda da şikayet edildiği gibi, çok defa ülfet insanın gözyaşı pınarlarını kurutabilir. Haddizatında, “ülfet” kelimesi alışma, dost olma ve muhabbetle dolma demektir; insanın eşya ve hâdiselerle münasebetini, böyle bir münasebetten hâsıl olan manaları, bu manaların vicdanda bırakacağı tesirleri, neticede insanın davranışlarında beliren farklılıkları ve bütün bunlar neticesinde ruhun canlı, dinamik ve duyarlı kalmasını akla getirmektedir.

Bununla beraber, bilip duyduktan, görüp tanıdıktan, düşünüp anladıktan veya öyle olduğunu zannettikten sonra, sıradan görme ve alışkanlığa gömülme gibi manalar da ülfet kelimesiyle ifade edilmektedir. İşte, bir parça görüp bildikten, az buçuk inanıp irfana erdikten sonra alâkayı yitirip, derinleşmeyi gerektiren meselelere karşı bütün bütün duyarsızlaşma ve hiçbir şeyden ders almama manasına gelen ülfet, insan için bir sukut ve duyguların ölümü demektir.

Şayet, insan yöneleceği kapıya yürekten yönelmez, kulluk yolunda gereken ciddiyet ve gayreti göstermez, her zaman daha engin mülâhazalarla bir tekâmül peşinde bulunmaz, dahası her an yeni derinliklere açılma azmi içinde olmazsa, onun için renk atma da, sararıp solma da, hatta çürüyüp dağılma ve kendi enkazı altında kalıp ezilme de kaçınılmaz olur.

Bu duruma dûçar olan kimse, eğer tez elden gözünün çapaklarını silip, eşyadaki hikmet inceliklerini anlamaya koşmaz ve koşturulmazsa, kulağını açıp mele-i a’lâdan gelen ilâhî mesajları dinleyip anlamaya koyulmazsa, onun içten içe yanıp karbonlaşması ve devrilip gitmesi mukadderdir. Tabii ki kalb ve ruh hayatı adına mefluç hale gelen böyle birinin kalb rikkatini koruması ve gözyaşı çeşmesini canlı tutması da mümkün değildir.

Ürpermeyen gönüller

Cenâb-ı Allah, daha İslam’ın ilk senelerinde, bu hususta Sahabe-i Kiram efendilerimizi ikaz etmiş ve onlara şöyle demiştir: “İman edenlerin, kalblerinin yumuşayıp Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak haşyetle ürpermelerinin vakti gelmedi mi? Sakın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, o ümmetler ülfete kapılmışlardı da kalbleri kaskatı kesilmişti. Hatta onların çoğu büsbütün yoldan çıkmışlardı.” (Hadîd, 57/16)

Şüphesiz, bu ayet tahkir ihtiva eden bir ikaz değildi. Kaldı ki, Ashab-ı Kiram, bu ilahî hitaba muhatap oldukları dönemde de çok hüşyar birer mü’mindiler; hemen hepsi namazlarını hıçkıra hıçkıra ikâme ediyor ve kıyamdayken ayaklarının bağı çözülecek halde bulunuyorlardı. “Henüz vakti gelmedi mi?” denilerek, onlara ulaştıkları noktayı yeterli bulmamaları ve daha da olgunlaşmak için gayret göstermeleri tavsiye ediliyordu; Sahabe efendilerimize kemâlin zirvesi hedef olarak gösteriliyordu. Ülfete yenik düşmemeleri için, geçmiş kavimlerin akıbetinden ibret almaları gerektiği ve sürekli tekamül peşinde olarak o tehlikeden kurtulabilecekleri vurgulanıyordu.

Aslında, Ashâb-ı Kirâm’a dahi bu şekilde hitap edilmesi, daha sonraki mü’minler için de çok önemli bir tembih manasına gelmektedir. Binaenaleyh, Kur’an Sahabe’ye seslendiği aynı anda bize de şunları söylemektedir: Onca hakikati açıkça gördüğünüz halde, artık kalbinizin haşyetle dolup taşacağı an gelmedi mi? Sakın siz, sizden evvelkiler gibi olmayın! Nitekim ülfet ve ünsiyet hükmünü icra edince onların kalbleri taş gibi kaskatı kesilmişti. Onlar için, geceler ölü geçmeye başlamıştı, gözyaşları hayatlarından silinip gitmişti. Sakın kalb katılığında ve göz kuruluğunda onlara benzemeyin!

“Gerçekten inananlar ancak o mü’minlerdir ki, yanlarında Allah zikredilince kalbleri ürperir, kendilerine O’nun âyetleri okununca bu, onların imanlarını artırır ve onlar yalnız Rabbilerine güvenip dayanırlar.” (Enfâl, 8/2). Öyleyse, yanınızda Rabbiniz anılınca, sizin de kalbiniz ürpersin. Zinhar, sizden önceki ümmetlerin akıbetine düşmeyin. Onlara da kitap gönderilmişti. Önce ilahî emirleri duyup itaat eder gibi göründüler; fakat, zaman geçtikçe heyecan yorgunluğuna düştüler; ölümü unutarak ardı arkası kesilmeyen arzuların peşine takıldılar. Derken kalbleri büsbütün katılaştı. Allah adına yapılan zikir ve nasihati işitmez, hakka boyun eğmez ve hakikatlerin tadını duymaz oldular.

Öyle ki, onların kalbleri katılıkta taş gibi, hatta ondan da sert bir hal aldı. Çünkü bazı taşlar vardır, onların bağrından gürül gürül ırmaklar fışkırır; bazıları da vardır, onlarda bir etkilenme ile çatlama meydana gelmiştir, onlardan da su çıkar, fışkırmazsa da sızar. Bazı taşlar da vardır ki, ilahî kudretin eseri olan tabiî olaylardan etkilenerek yerinden oynar, yuvarlanıp düşer. Halbuki, dumura uğramış kalbler, onca mucizeleri, ilahî ayetleri ve âşikar hakikatleri duyup görseler de, hiç müteessir olmazlar; gözyaşı dökmek bir yana, içlerinde korku ya da sevgi hislerini dahi duyamazlar. Onun için, siz o kalbsizler gibi olmayın, katı yüreklilere benzemeyin. Allah Teâlâ’nın zikriyle ürperecek ve Kur’ân’daki irşatlara can ü gönülden itaat edip teslim olacak şekilde yumuşak kalbli olun.

Evet, Kur’an bu çağrısıyla bize, canlılığımızı korumamız için her zaman yükselip derinleşme aşk u heyecanı içinde bulunmamızı, mefkûremiz adına hep yüksekleri kollamamızı ve tamamiyet peşinde olmamızı öğütlüyor. Hayatımız boyunca taze ve canlı kalabilmemizin ancak tamamiyet peşinde bulunmakla mümkün olacağını işaret ediyor.

Kalb rikkatinin vesileleri

Ayrıca, söz konusu ayet-i kerimenin hemen akabinde, Cenâb-ı Hak, kalbinin ışığının söndüğünü, gözyaşlarının kuruduğunu ve manevî dünyasının karardığını düşünen kimselere ümit kaynağı olacak ve onlara yeni bir başlangıç heyecanı yaşatacak bir işarette bulunuyor, bir müjde veriyor; “İyi düşünün ki Allah, bütün yeryüzünü bile ölümünden sonra diriltiyor; (gevşeyen ve uyuklayan gönülleri de böylece diriltebilir). Zaten aklını çalıştıran, zihnini işleten kimseler için bu canlanmayı gerçekleştirecek âyetlerimizi iyice açıklamış bulunuyoruz.” (Hadîd, 57/17) buyuruyor. Ölü toprağı dirilttiği, can nefhedip bitkileri ve çiçekleri filizlendirdiği, ekinler ve meyveler yetiştirdiği gibi, eğer dilerse mefluç kalblere de yeniden hayat verebileceğini ifade ediyor. Dahası, bu beyan-ı ilahîden sonra da, kalbi ihya edip ona rikkat kazandıracak vesilelerden biri olarak Allah yolunda infakta bulunmayı nazara veriyor.

Bu hususu te’yid eden bir hadis-i şerifte, Rehber-i Ekmel (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, “Kalbinin yumuşamasını ve muhtaç olduğun şeye kavuşmanı arzu ediyorsan, yetime merhamet et, başını okşa ve yemeğini ona yedir. Böyle yaparsan kalbin yumuşar ve muhtaç olduğun şeye kavuşursun.” buyuruyor.

Kalbin rikkat kesbetmesinin en önemli vesilesi, tefekkür etmek ve kainatı ibret nazarıyla süzmektir. Tefekkür sayesinde, kalb nurlanır, vesvese ve şüphelerden sıyrılır, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklılık kazanır. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen kimseler, sararır solar ve savrulur giderler. Bu itibarla, ülfete düşmemek ya da düşme eşiğinde bulunanları oradan çekip almak için âfakî ve enfüsî sağlam bir tefekkür şarttır. Mâzînin altın sayfalarında sık sık seyahat etmek, zaman zaman düşünce ufku aydın, vecd ve heyecan insanlarının atmosferinde bulunmak ve bazı müesseseleri ziyaret edip oradaki zinde insanlardan aşk u şevk almak da ülfetten kurtulmanın mühim vesilelerindendir. Kalb ve düşüncenin istikamet ve canlılığını muhafaza etmek için, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’in hayat-ı seniyyelerini mütâlaa etmek, Sahabe-i kiramın, Tâbiîn-i izâmın ve sırasıyla asırlara ışık tutan sâlih kimselerin örnek hayatlarına ait tabloları okumak ve dinlemek de bir başka çaredir.

Ayrıca, Kur’an-ı Kerim, kalblerin, Allah’ı zikirle yumuşadığını belirtir. Cenâb-ı Hakk’ı bütün esmâ-i hüsnâsıyla, bütün sıfât-ı kudsiyesiyle yâd etmek, O’nun hamd ü senâsıyla gürlemek, yerinde tesbîh u temcîdlerle gerilmek, yerinde Kitab’ını okumak ve onun rehberliğine sığınmak; kâinat kitâbındaki âyât-ı tekvîniyesini mânâ-yı harfiyle mırıldanmak; aczini, fakrını dua ve münacât lisânıyla ilân etmek.. ya da O’nun varlığına dair delillerin mülâhazasıyla oturup kalkmak, varlık kitabında sürekli parlayıp duran ve her an bize ayrı ayrı şeyler fısıldayan ilâhî isim ve sıfâtları düşünmek.. evet, bütün bunların hepsi birer zikirdir. Zikir, kalbi titretir, yumuşatır ve daha sonra da onu itminan ile doldurur. Özellikle de gece yapılan zikirler, kalbe rikkat kazandırma ve bu rikkati muhafaza etme mevzuunda hayatî ehemmiyeti haizdir. Gecelerini ihya edemeyenlerin kalb rikkatini korumaları çok zordur. Allah haşyeti ve muhabbetinden dolayı gecenin zülüfleri üzerine bırakılan birkaç damla gözyaşının ve herkesin uyuduğu saatlerde uyanık gözlerle eda edilen zikirler, tesbihler, kılınan namazlar ve mütâlaa edilen derslerin kalbe neler kazandırdığı ve ülfeti nasıl dağıttığı ancak tatbikatla ve tatmakla anlaşılır.

Ölümü düşünmek de, ülfetin tesirlerini kırıp zararlarını giderebilecek bir vesiledir. Hazreti Aişe (radıyallahu anha), kalbinin katılığından şikayet eden bir kadına “Ölümü çok hatırla, mevti düşünmek kalbi yumuşatır.” demiştir. “Râbıta-ı mevt” denilen ölümü sürekli hatırlama ameliyesinin yanı sıra, hastaların ve engellilerin hallerinden ibret almak ve kabirleri ziyaret etmek de ülfete karşı bir çare olarak sayılabilir.

Ubudiyette sadâkat ufku

Diğer taraftan, bazen yumuşak kalbli bir insan da gözyaşları tükenmiş gibi bir hale mübtela olabilir. Aslında, ağlama istidadını kaybetmiş gibi olduğu zamanlarda bile o insan sonuna kadar sâdıktır; yüreği sadâkatle çarpıyordur. Dinin emirlerine karşı saygı ile dolup taşmaktadır. İbadet ü taatında kusuru yoktur; ubudiyetinde ciddidir, vakurdur; asla laubaliliğe ve gayr-i ciddiliğe düşmemektedir. Hatta, içinden gelmese de, kıyamında, kıraatinde ve secdesinde her zamanki halâveti bulamasa da, gecesini yine ihya etmektedir. Bu konuda küçük bir kusur yaptığı zaman yemeden içmeden iştahı kesilmektedir. Fakat, yaptıklarında daha önce hissettiği lezzet-i ruhaniyeyi bir türlü yakalayamamakta, secdede doya doya ağlayamamaktadır.

İşte, böyle bir insana “kalbi katılaşmış” denemez. Belli ki bu insan, o zaman diliminde ayrı bir imtihana tâbi tutulmaktadır. Cenâb-ı Hak bastla imtihan ettiği gibi, yani insanın gönlünü manevî duygularla doldurarak onu aşk u iştiyakla ağlatıp içine huzur verdiği gibi, kabz ile de imtihan eder, yüreğini daraltır, canı çıkacak hale sokar. Kulunun, darlık zamanlarında da Hak kapısının eşiğinden ayrılmamasını ister ve bu konuda ona temrinler yaptırır. Hâlis bir kula düşen vazife, O’nun kapısında sabırla beklemek ve vefadan bir an dûr olmamaktır. Sadâkat ve vefayla dergah-ı ilahîye müteveccih bulunma, zamanla kalbin inşiraha kavuşmasına ve şevk ü şükür gözyaşlarına vesilelik edecektir.

Dahası, hemen herkes Kur’an hakikatleriyle tanıştığı ilk günlerde, aylarda ve yıllarda aşk u şevkle gerilir; her zaman heyecanlı olur. Çünkü, gördüğü, duyduğu, öğrendiği her şey onun için yeni ve tazedir. Bir de, Cenâb-ı Allah, bir mefkure kahramanı olmasını murat buyurduğu insanları o ilk günlerde hususi lütuflarla şevklendirir. Rüyalarla, yakazalarla ve derinden hissettirdiği lezzet-i ruhaniye ile onları te’yid eder. O ilk dönemin akabinde, görülen, duyulan, öğrenilen ve tadılan şeylere karşı yavaş yavaş bir ülfet oluşmaya başlar. Artık bazı şeyler insanın nazarında matlaşır. Aslında, onlar hâlâ başkaları için yenidir, tazedir ama bir kere tatmış kimseler onları eski zannetmeye başlarlar. Bu ikinci dönemde bazıları kalblerinin katılaştığını ve manevî dünyalarının alabora olduğunu zannederler. Şeytan, ızdırapla iki büklüm olan bu durumdaki insanların bir kısmını “Artık sen iflah olmazsın!” diyerek kandırır.

Ne ki, bu zorlu virajı da sağ sâlim geçebilenler artık istikrar ve istikamet sarayına taht kurarlar. Onlar, yaptıklarını sadece Allah’ın emri olduğu için yaparlar, kaçındıklarından da ilahî yasaktan dolayı uzak dururlar. Kulluklarını ve hizmetlerini ruhanî lezzetlere, manevî hazlara, rüyalara, yakazalara ve gözyaşlarına bağlamazlar. İçlerinden gelse de gelmese de, şerbet içmek gibi de olsa zehir yudumlamak gibi de, onlar vazifelerinin gereğini mutlaka yerine getirir ve mefkureleri adına yapmaları gereken işlerin hiçbirini ihmal etmezler. Gayri onlar sadâkat erleridir; maddî-manevî ücret beklentisiyle değil, sadâkat ve vefa hisleriyle ubudiyetlerini ortaya koyarlar.

Zaten bir sâdığın gönlünde muhabbet, maddî-mânevî bütün varlığı Sevgili’ye bağışlayıp kendine hiçbir şey bırakmama seviyesine yükselmiştir. O bazen gözyaşlarıyla sevdasını dillendirse de, çoğu zaman onun gönlü gözlerinin sır vermesine sitem eder. Gözleri çağlarken gönlü ağyara dert yanma vefasızlığından dolayı iki büklüm olur ve ağlamalarına inler. Ona göre, aşk iniltileri ve Hak kapısındaki sızlanışlar dışa vurularak hâl bilmezlerin oyuncağı haline getirilmemelidir.

Evet, âşık, gözlerinden yaş dökerek yüreğini serinletir; ama sâdık, herkesten kıskandığı gözyaşlarını içine akıtarak sürekli bağrını yakıp kavurur.

Cennet Kapıları

Hadis-i şeriflerde, Cennet'in sekiz kapısından bahsedilmekte ve mü'minlerin farklı farklı kapılardan Cennet'e girecekleri belirtilmektedir. Bu türlü nebevî beyanlarda nazara verilmek istenen hususlar nelerdir?

Cerbeze ile ilim olmaz

1400 senedir yaşanmakta olan ve bugünlere kadar gelen bir din var. İnsan meşhur olacağım düşüncesi ve beklentisi ile kalkıp bu din ile oynamamalı. Orijinalite yapmak istiyorsa o kişi, gitsin başka sahalarda yapsın o işi. Cerbeze ile ilim olmaz ki! 1400 senedir yaşayan ve yaşanan bir dini cerbeze ile tahrip etmeye kalkmak bu dine yapılacak en büyük yanlışlıktır.

Cezaların Tehiri

İnsanda bazı latifeler vardır ki, bir kirpiğin ağırlığını bile taşıyamaz, bir anda kaybolur, batar gider. İşlenen günah ve hatalar karşısında cezaların bu dünyada verilmemesinden insan hep endişe duymalıdır.

Eğer hiçbir ikaz almıyor, hiç sürçüp düşmüyor, hastalığa ve herhangi bir sıkıntıya maruz kalmıyorsak; hiçbir menfi durum bize isabet etmiyorsa oturup düşünmemiz ve bu durumundan dolayı da kendimizden endişe etmemiz gerekir. Hafizanallah, bizim için en büyük tehlikelerden biri cezaların sonraya bırakılmış olmasıdır.

Tavır ve hareketlerimizde, hatta ifadelerimizde içimiz duru değilse; adımlarımızı ihlasla atmamış; her yaptığımızı O'nun rızası istikametinde yapmamışsak ve Cenâb-ı Hak bunları tehir edip ahirete bırakıyorsa işimiz bitik demektir. Bundan dolayı tir tir titremeliyiz. Bir de, Rabb'imizle aramızdaki münasebet hangi çizgide seyrediyor, bizim irfanımız bu mevzuda nerededir, vicdanımızla tartar ve böylece konumumuzu tayin etmiş oluruz. Bazıları için yatakta gâfilâne ayağını uzatması, şuradaburada uluorta açılması bile Rabb'iyle arasındaki münasebet açısından risklidir. Böyle ölçüler umumi değil, kişi ile Rabb'i arasındaki münasebete göredir. Herkes için geçerli olmayabilir, şahıstan şahsa bu ölçüler değişebilir.

Bazen, sırf mütevazi görünme niyetiyle yapılan tevazu, kibirden daha tehlikeli ve daha öldürücü olabilir.

Ciddiyetin ve Mizahın Bizcesi

Soru: Mü’minlerin hayatında ciddiyetin önemi nedir? Ciddiyet ve vakar, bulunulan yere ve konuma göre değişir mi? Ciddiyetteki ölçülerimiz neler olmalıdır?

Ciddiyet; ağırbaşlı, sakin, temkinli ve gayretli olma halidir. Ciddiyet, oynak ve sebatsız olmama; iş ve vazifede gevşeklik ve ihmalkârlık göstermeme; davranışlarda lâubâlîlik ve hafifliğe girmeme; hemen her zaman vakur, ciddî, uslu ve oturaklı olma demektir. Lüzumsuz konuşmak ve yersiz gülmek, ölçüsüzce el ve dil şakaları yapmak, âdab ve hürmet kaidelerine uymamak gibi hareketler ciddiyete aykırıdır. Ağırbaşlı olma, temkinli davranma, konuma göre bir duruşa geçerek bulunulan yerin hassasiyetlerini koruma ve asla hafif-meşrep olmama gibi hasletlerin insan tabiatına yerleşmesine de "vakar" denir.

Ciddiyet, bir mefkûre insanının, hayatının gayesi bildiği dâvasını ve vazifesini üstün bir gayretle ele alması, sorumluluklarını derin bir mesûliyet şuuruyla ve fedakârca yerine getirmesi manasına da gelir. Bu manada, ciddiyetin sistemli düşünmeye, sağlam plan ve projeler ortaya koymaya ve büyük bir azimle sa’y u gayrette bulunmaya bakan yönleri de vardır. Nitekim "Men câle nâle – Yollar yürünerek alınabilir, zirvelere azim, irade ve plânlarla ulaşılabilir; azimle yola koyulan ve yolculuğun gereklerini yerine getirenler hedeflerine nail olurlar" ve "Men talebe ve cedde, vecede – Bir şeyi gönülden dileyen ve onu elde etmek için azim ve iradesinin hakkını vererek çalışıp çabalayan insan mutlaka istediği o şeyi bulur." düsturları bu hakikati ifade etmektedir.

Aslında, bir Müslüman her işinde ve her zaman ciddî olmalıdır. Ne var ki, ciddiyet ve vakarın kibre dönüşmemesi, ciddî ve vakur bir insanın aynı zamanda mütevazi (alçak gönüllü) olması gerekir. Kur’an-ı Kerim, "Rahman’ın has kulları o kimselerdir ki onlar yerde tevazu ile yürürler. Cahiller kendilerine laf atarsa "Selametle!" der geçer giderler." (Furkan, 25/63) sözleriyle hakiki mü’minleri anlatır ve onların yürürken dahi sükûnet ve vakar ile hareket ettiklerini; terbiyeli, nazik ve alçak gönüllü olduklarını; cahillere çatmaya tenezzül etmediklerini ve asla mağrur, saygısız, kaba ve haşin davranmadıklarını nazara verir.

Diğer taraftan, mü’minlerin, ciddiyeti bir adım öne çıkarıp tevazuyu onun arkasında tutacakları ya da ciddiyeti tevazunun bir adım gerisine alacakları yerler ve durumlar da vardır. Bediüzzaman hazretleri bu hususa dikkat çeker ve "Meselâ, bir ulü'l-emrin (idarecinin), makamındaki ciddiyeti vakar, mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur." der. Sonra da bu sözlerini şerh sadedinde, büyük bir memurun, memuriyet makamında bulunduğu vakit makamın izzetini muhafaza edecek tavırlar içinde olması ve vakarını koruması gerektiğini; onun her ziyaretçi için tevazu göstermesinin tezellül ve makamı tenzil olacağını; fakat kendi evindeyken, ne kadar mütevazi davranırsa davransın bunun ona daha çok yakışacağını, aksine aile fertlerine karşı vakarın tekebbür sayılacağını ifade eder. Tabii ki, bu hususta, ciddiyetsiz ve lâubâlî olmakla mütevazi davranmayı birbirinden ayırmak icap eder; tekebbüre girmemek için vakarı terketmenin, kendini lâubâlîliğe ve sululuğa salmak olmadığının da bilinmesi gerekir.

Haddizatında, insanların hal ve hareketlerindeki, oturuş ve kalkışlarındaki ciddiyet iman ve marifet derinliğine bağlıdır. Dolayısıyla, ciddiyetin seviyesi her insana, o insanın iman ve marifet ufkuna, ayrıca ciddî olması gereken yere ve konuma göre değişiklik arz eder.

Biri Var!..

Zât-ı Uluhiyet’e karşı ciddiyet, her zaman Cenâb-ı Hakk’ın murâdını takip etme ve O’nun tarafından takip edilme mülâhazasıyla iç ve dış bütünlüğü içinde, hayatı ve davranışları ciddî bir çizgide sürdürme şeklinde olur. Bu da ancak, Cenâb-ı Hakk’ın, insanın her hâline nâzır bulunduğuna; yani onun sözlerini duyar ve işitir, ahvâlini bilir ve değerlendirir, yaptıklarını görür ve kaydeder olduğuna inanmakla gerçekleşebilir. İnsanlar bazı durumlarda böyle bir görülüp gözetilmeyi muvakkaten unutabilirler; mesela, yemek yerken, çay içerken kendi âlemlerine dalabilirler.. yatakta o murakabe havasından uzaklaşabilirler. O anlarda, Cenab-ı Hakk’ın azametine uygun ve kulların küçüklüğüne münasip şekilde Allah’ı hatırlama, ihsan şuuruyla dolma söz konusu olmayabilir. Gerçi, "akrabu’l-mukarrabîn" dediğimiz daha halis kullar, o türlü hallerde bile temkinli davranırlar. Fakat, Allah, bazı beşerî hallerdeki öyle bir nisyanı ve geçici bir unutmayı bağışlayacağını vâd etmiştir. Belki onlardan dolayı da istiğfar edip Allah’a yeniden teveccühte bulunmak gerekir ama herkesin her yerde aynı ölçüde ciddiyet ortaya koyamayacağı da bir realitedir.

Hak ölçülerine göre iyi düşünen, iyi şeyler plânlayan, iyi işlere bağlı kalan ve bütün sözlerini, hareketlerini, davranışlarını Allah’ın nazarına arz ediyor olma şuuruyla, fevkalâde bir titizlik içinde ortaya koyan insanlar kâmil manada ciddî insanlardır. Onlar kiminle otururlarsa otursunlar -Hazreti Mevlânâ edasıyla- "Arkadaş, dikkat et! Burada bizi yalnız sanma, bizden başka gizli biri daha var" der ve o zaviyeden hareket ederler. Zaten Kur’an da öyle demiyor mu: "Görmez misin ki Allah göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini bilir! Biraraya gelip gizlice fısıldaşan üç kişinin dördüncüleri mutlaka Allah’tır. Beş kişi gizli konuşsa altıncıları mutlaka Allah’tır. Bundan ister daha az, ister daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar, mutlaka O, kendileriyle beraberdir. O, ileride kıyamet gününde, yapmış oldukları işleri onlara tek tek bildirecek, dilerse karşılığını da verecektir. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilir." (Mücâdile, 58/7) Evet, biz hiçbir zaman yalnız değiliz; bizi her an gören, halimizi bilen, tavırlarımızı değerlendiren ve niyetlerimize göre kalblerimize teveccühte bulunan bir Rabbimiz var. İşte, bu hakikati kim, ne kadar kavrar ve kimin marifeti ne ölçüde olursa, onun söz, tavır, hal ve davranışları da o ölçüde ciddiyet televvünlü olur.

İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallahu aleyhi ve sellem) anıldığı yerler ve O’nunla alakalı meseleler de ciddiyet ister. İslam’ın ilk senelerinde, henüz edep bilmeyen ve saygıdan anlamayanlar, Allah Rasûlü’nün huzuruna geldiklerinde O’na karşı saygısız davranabiliyorlardı. O günlerde, çölden yeni gelmiş bir bedevî, bozuk bir üslup, çirkin bir eda, yakışıksız bir tavır ve kaba bir ses tonuyla "Muhammed kim?" diyebiliyor ve Efendiler Efendisi’ne, "Abdulmuttalib’in torunu" diyerek hitap edebiliyordu. Fakat bir gün geliyordu ki, herkes, O’nun kim olduğunu, konumunun neden ibaret bulunduğunu, Hak katındaki yerini ve Allah’la münasebetindeki enginliğini duyuyor, görüyor, anlıyordu. Kısa bir süreliğine de olsa, O’nunla oturup kalkanlar, O’nun söz incilerini derme fırsatı bulanlar hemen Rasûl-ü Ekrem’in boyasıyla boyanıyordu. Öyle ki, O konuşurken, Ashab efendilerimiz başlarında kuş varmış da onu kaçırmamak için hiç hareket etmemeleri gerekiyormuş gibi duruyor ve pürdikkat O’nu dinliyorlardı. Bir kelime kaçırma korkusuyla ödleri kopuyor gibi bir tavır sergiliyorlardı. O’nun huzurunda bulunma adeta bir şok tesiri yapıyordu o seçkin insanlarda.. ve o şokun tesiriyle, fem-i güher-i nebevîden dökülen lâl ü güherin hiçbirinin boşluğa düşmesine meydan vermiyor, hepsini ezberliyor ve hiçbirini kaçırmıyorlardı. Sahabe efendilerimiz biliyorlardı ki, O’nun dudaklarından dökülen sözler vahy-i gayr-i metlûvdu; yani, kelimeler Peygamber Efendimize ait olsa da, onlardaki mana ve muhteva Allah Teâlâ tarafından O’nun kalbine ilham ediliyordu. Cenab-ı Hak, bir metin (vahy-i metluv) gönderiyordu ama onunla beraber o metnin izahını da Rasûlüllah’a bildiriyordu. O da, Allah kendisine nasıl ilham etmişse, ona göre şerh ve yorumlarda bulunuyordu. Dolayısıyla, O’nun tebliğ ettiği ayetlerde de, onların şerhlerinde de kat’iyen hata yoktu; o her sözünde isabetliydi. İşte bu hakikat ve sahabenin bu hakikati anlayışı, Allah Rasûlü’ne ve O’nun ağzından dökülen sözlere karşı lakayt kalmalarına asla müsade etmiyordu.. etmezdi de, zira onlar lügatlerinde lakaytlığa hiç yer vermeyen birer vefa abidesiydi.

Sahabe Efendilerimizin Ciddiyeti

Ashab-ı kiram, O’nu dinlerlerken öyle kendilerinden geçerlerdi ki, çoğu zaman gözleri yaşlarla dolardı. İrbad b. Sâriye (radiyallahu anh), "Birgün Peygamber Efendimiz namazı kıldırdıktan sonra mübarek yüzüyle bize yöneldi ve gözleri yaşartan, kalbleri ürperten çok tesirli bir konuşma yaptı. Öyle ki içimizden biri, onun veda konuşması olduğunu zannederek Efendimiz’e son nasihatlerini sordu." sözleriyle böyle bir anı anlatır. O’nu dinleyenler zamanın nasıl geçtiğini bilemezlerdi. Hazreti Ömer (radiyallahu anh) der ki, "Bir gün Allah Rasûlü sabah namazından sonra minbere çıktı. Konuştu, konuştu, konuştu... Öğle ezanından sonra, namazı kıldırıp tekrar minbere çıktı ve ikindi oluncaya kadar konuştu. İkindi namazını eda ettikten sonra yine konuşmaya başladı, konuşması akşama kadar sürdü." Evet, o gün Allah Rasûlü, ilk hilkattan başlamış, kâinatın teşekkülünden, insanın yaratılmasına kadar bütün yaratılış devrelerini bir bir sıralamış.. ve daha sonra da kıyâmete kadar insanların başına gelecek hâdiseleri teker teker nakletmişti. Bütün enbiyâyı hem de şemâili ile anlatmış, istikbâle nazarını çevirip mahşere, Cennet ve Cehenneme kadar her şeyi göz önüne sermişti. Sahabe efendilerimiz de O’nu saatlerce dinlemiş, söylediklerini öğrenmiş ve arkadaki nesillere bildirmişlerdi.

Onlardaki bu öğrenme, ezberleme ve nakletme harikuladeliğini sadece, kadim kitaplarla, o günün dedikodusuyla ve bilgi muzahrefatıyla kirlenmemiş, dolayısıyla nisyana maruz kalmamış tertemiz dimağlarına vermek doğru değildir. Meselenin ciddiyete bakan yanları da vardır. Çünkü onlar, söylenen sözleri kendileriyle çok alâkadâr görmüş, çok iyi konsantre olmuş ve yalnızca o sözlere yoğunlaşmışlardı. Nasıl ki, bir Hak dostu size, "Allah’ın sana şöyle teveccühü var, Efendimiz sana şu şekilde bakıyor; rüyamda seni falan mertebede gördüm" dese; bu söz sizde çok ciddî bir şok tesiri yapar ve siz o an ezberleme gayretinde olmasanız da, o sözü aradan yetmiş sene geçse bile unutmazsınız. İşte, onlar Peygamber Efendimiz’in her sözüne karşı aynı tehâlükü göstermiş, her kelimeyi aynı hassasiyetle adeta emmişlerdi. Bir tarafta, Allah’tan aldığı vahyi büyük bir ciddiyetle tebliğ eden bir Peygamber; diğer tarafta da, aynı ciddiyetle dinleyen, öğrenen ve hak dini dünyaya ilan eden insanlar vardı. Öyle anlaşılıyor ki, göndermeç ile almaç arasında çok kuvvetli bir münasebet bulunuyordu. Onların kalibreleri de Allah tarafından yapılmıştı; frekansta hiç kayma yoktu. Dahası, o frekansın sağında–solunda da herhangi bir şerare bulunmuyordu. Her gelen mesaj tam yerine ulaşıyor ve doğrudan doğruya gidip onların gönüllerine akıyordu. Onlar da bütün benlikleriyle açılıyorlardı akıp gelen mesaja.. onu maddî–manevî, dünyevî–uhrevî hayatlarının bengisuyu kabul ediyor; onsuz olamayacaklarına ve canlı kalamayacaklarına inanıyorlardı.

Dava Adamı Ciddî Olur

Ayrıca, bir mü’min, Allah’tan ötürü mahlukatı sever; yaratıklara Allah’ın sanatı olarak bakınca, gördüğü her şeye karşı âşıkâne bir tavır sergiler.. bütün mahlukata sinesini öyle açar ve öyle bir sevgi çağlayanına kendisini salar ki, gördüğü her şeyi koklar, öper; "Bunda da Sen’den bir cilve var" der, eşyanın yüzünde Cenab-ı Hakk’ın sanatını okur. O duyguyla, ağaçlara temennâ durur, çiçekleri selamlar; alır onları koklar, atmaya kıyamaz göğsüne takar. Aynen öyle de, sevgi gibi, ciddiyet ve saygının da Allah’tan ötürü olması gerekir. İnsan, diğer mahlukattan geri değildir; bilakis o, Allah’ın yarattığı en şerefli mahluktur. Bir manada, ona karşı saygısızlık, onu var edene karşı saygısızlıktır; onun karşısında ciddiyet de Hakk’ın takdirine ve sanatına saygının ifadesidir. Allah’ın rızasını gözeterek mahlukata karşı saygılı olmak, Allah’a karşı saygılı olmanın gereğidir. Efendimiz’in ümmetine karşı saygılı olmak da, Efendimiz’e karşı saygının emaresidir. Dolayısıyla, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduğumuz mülahazasıyla her zaman ciddiyetimizi korumamız gerektiği ve Peygamber Efendimiz’le alakalı her mevzuyu ciddiyetle ele almamız icap ettiği gibi, hak dostları başta olmak üzere müslümanların hepsine ve ilahî sanatın birer mührü olmaları itibariyle de bütün insanlara karşı tavır ve davranışlarımızda da mü'min ciddiyet ve vakarını muhafaza etmemiz lazımdır.

Ciddiyet, mefkûre insanlarının en önemli vasıflarından biridir. Onlar, mesuliyetlerinin ağırlığıyla piştiklerinden ve sorumluluklarını her an omuzlarında hissettiklerinden dolayı sürekli ağırbaşlı ve olgun birer insan tavrı ortaya koyarlar. Onların bu hali davalarının ciddiyetle değerlendirilmesi için de çok mühimdir. Çünkü, lüzumsuz konuşmalar, yersiz gülmeler, ölçüsüzce el ve dil şakaları dava adamlarının inandırıcılığına dokunur, muhataplarına onların da hafif-meşrep birer insan olduğu izlenimini verir. Onları örnek alanların hüsn-ü zanlarını kırar; "Bunlar da ciddiyetsiz insanlarmış, demek ki yürüdükleri yol bunlara bir şey verememiş" dedirtir ve böylece olan yine hakka-hakikate olur.

O türlü tavır ve davranışlar, heyetin genel havasını bozabilir. Bazen yersiz bir gülüş, bazen kibirli bir oturuş, kimi zaman gurur edalı bir duruş ve kimi zaman da benlik kokan bir söz, başkalarını değişik mülahazalara sevk eder. Neticede ilhamlar inkıtaya uğrar, o meclise rahmet inmez; çünkü, artık orada nefsanilik araya girmiştir. Saygısız mülahazaların kuşattığı yerlerden Cenâb-ı Hakk’ın teveccühü kesilir. O zaman da, kötü örnek olarak heyete karşı hüsn-ü teveccühlerin kesilmesine sebep olan insan, kul hakkına girmiş ve heyetteki herkesin hakkını çiğnemiş olur.

Mesela; insan namaza duracağı zaman konsantrasyonunu çok iyi ayarlamalı, nereye yöneldiğinin ve ne yaptığının farkında olarak tekbir getirmelidir. Avamca namaza durma, kalbin Allah’ı kastederek kıbleye yönelmesiyle olur. İşin havasçası ise, Allah’tan başka her şeyi kalbden söküp atarak sadece O’nu mülahazaya alma şeklinde bir teveccühtür. İşte, bir insan niyet hesabına hazırlığını yapıp tam "Allahu Ekber" diyerek enaniyetini boğazlayacağı ve "Sen büyüksün, öyle büyüksün ki Sen'den başka büyük yok; Senin karşında bana sadece sıfırlık düşer." mülahazasıyla namaza duracağı esnada bir kabalığa şahit olsa, bütün duygu ve düşüncesi dağılır; ruh haleti değişir ve kendini namaza tam veremez. Hele bir de o zat imamsa, onun namazı böyle bir kabalığa kurban gidince, arkasındakilerin namazları da kurban gider. Ciddiyetsizliğe maruz kalan insan -o imam da olsa- farkına varmadan namazda alır-verir, sürekli kelam-ı nefsiyle konuşur; "Vay zavallı vay!" deyip durur, rükû’da "sübhâne rabbiye’l-azîm" diyeceğine "sübhâne rabbiye’l-a’lâ" der, namazı maruz kaldığı o ciddiyetsizliğin hasıl ettiği düşüncelerle bitirir. İşte, o kaba ruhlu insan, o davranışıyla imamın namazdaki huşuuna mâni olduğu gibi, bir sürü insanın hukukuna da tecavüz etmiş olur..

Öyleyse insan, kaba, haşin ve sevimsiz davranışların neticesinin böyle çirkin olduğunu bilerek çok temkinli ve dikkatli hareket etmeli; kendini düşünmüyorsa bile, hiç olmazsa diğer insanların haklarını gözeterek mü’mince tavırlar ortaya koymalıdır. Aslında, kaba söz ve davranışlar ruhunda kabalık olan insanların hırıltılarıdır. Dolayısıyla, o türlü kabalıklara ve lâubâlîliklere giren insanlar, kendilerini gözden geçirmeli ve ciddiyetsiz hareketlerini nazar-ı itibara alarak kendileriyle yüzleşmelidirler. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insana o türlü davranışların yakışıp yakışmadığının muhasebesini yapmalıdırlar. Azıcık irfanları kalmışsa, o haşin, yakışıksız, tutarsız ve ahiret hesabına hiçbir değer ifade etmeyen tutum, tavır ve hareketlerini bir an önce terketmelidirler.

İslam’da Mizah

Diğer taraftan, müslümanın her hareketi, her davranışı, her sözü ölçülü ve ciddiyet yörüngeli olmalıdır ama ‎ciddiyet ile buz gibi soğuk davranışları da birbirine karıştırmamak gerekir. İslâm, mizaha farklı bir ‎bakış açısı getirmiş, latifenin mü’mincesine işaret etmiş ve hikmet edalı nüktelere cevaz vermiştir.‎ Bir mü’min için nükte ve latife, insanları güldürmek, onların hoplayıp zıplamalarını sağlamak ve onlara kahkaha attırmaktan öte manalar taşır; bir yandan hikmet ifade eder, diğer yandan da ‎insanları tefekkür ufkunda dolaştırır. ‎

Gereğinden fazla olan şaka ve latifeler lâubâlîliğe, çok gülmeye, kalbin kararmasına, zamanı boşa geçirmeye ve bazen de insanları kırmaya sebep olması bakımından sakıncalıdır. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), kahkahaya sebep olan, Allah'ı anmaktan alıkoyan ya da insanların onurunu yaralayarak saygı ve vakarı yok eden latifeleri yasaklamıştır. Müslümanlar arasında, "Latife latif (nazik, şirin ve ince) gerek" anlayışı çok önemli bir düstur olagelmiştir. Ayrıca, latife veya nüktede yalan sözün bulunmaması gerekir. Rasûl-u Ekrem Efendimiz, "Ben ‎latife yaparım ama doğru konuşurum" buyurmuş ve latife yaparken dahi sözlerin doğru olması gerektiğini vurgulamıştır.

Evet, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) da yer yer latife yapmıştı. Fakat, O’nun latifeleri ciddiyet televvünlü ve aynı ‎zamanda hak ve hakikat yörüngeliydi. O, bir taraftan, hürmet duygularını davet eden bir vakar ve heybet, diğer taraftan da sevgiyi celbeden bir tevazu ve mahviyet içinde bulunurdu. İnsanları sürekli tebessümle karşılardı. Busîrî, Kaside-i Bürde'sinde bu hususa dikkat çekerek, "Yalnızken Fahr-i Kainat efendimize mülaki olsan, celâleti hasebiyle O’nu kalabalık asker arasında ve bir ordunun başındaymış gibi ciddî bulurdun." dedikten sonra sözlerini meâlen şöyle sürdürür: "Onu ashabına karşı da öyle mütebessim görürdün ki, sadef içinde saklanan incinin o Nebiy-yi zişanın mahall-i kelam ve tebessüm madeninden çıktığını sanırdın." Rasûl-ü Ekrem efendimiz öyleydi; sürekli müjde veriyor olma edasıyla hep mütebessim bir çehresi vardı. Fakat, rivayetlere göre, hayatı boyunca sadece üç defa -kendisine yakışan keyfiyet içinde- gülmüş ve asla gayr-i ciddiliğe geçit vermemişti. Bununla beraber, tebessüm etme, insanlara yumuşak davranma, herkese bağrını açma ve yanında herkesin rahat hareket etmesine imkan verme hususlarında örnek olmuş; gerekirse mehafet ve mehabet halini bile baskı altına alarak insanları rahat ettirme ve onları boğmama esasına işaretlerde bulunmuştu.

Peygamber Efendimiz’den öğrendiğimiz ölçülere göre; insan, muhataplarını marifet ufukları zaviyesinden değerlendirmeli ve onların durumuna uygun bir seviye belirleyerek konuşmalıdır; yoksa farkına varmadan onları sıkıştırmış, tazyik etmiş ve bütün bütün hakikatten soğutmuş olma ihtimali vardır. Evet, kasdî ve iradi olarak lâubâlîliğe, birilerini güldürmek için şakalar yapmaya, ölçüsüzce gülmeye ve güldürmeye, dolayısıyla zamanı israf etmeye müsaade yoktur. Allah Rasûlü, bazı insanların güldüğünü görünce "Cennetten müjde mi aldınız?" deyip onları ikaz buyurmuştur. Ne var ki, bazı hak dostlarının, sürekli marifet ufkunda bulunmaları itibariyle hep mehabet ve mehafet yaşayan müritlerine biraz nefes aldırmak ve tam canları gırtlaklarına geldiği sırada onlara oksijen yudumlatmak için espri ve nüktelere başvurmaları türünden, bazen hikmet edalı olan ve belli bir gayeye matuf dile getirilen mizah diyebileceğimiz türden latife, nükte, kıssa ve menkıbelerin anlatılmasında da bir beis olmasa gerektir.

Öyle Bir Sultan...

Mesela; IV. Murad devrinde, Erzurum’da bir Habib Baba varmış. Evliyaullah’tan olduğu söylenen bu zat, hacca gitmeye karar vermiş. O dönemde hacılar dört bir taraftan gelip İstanbul’da toplanır, oradan da kervanlar halinde yola çıkarlarmış. Habib Baba da, İstanbul’a kadar gelmiş ve "Yola çıkmadan evvel bir temizlik yapayım" deyip bir hamama gidivermiş. Olacak ya, o gün Padişahın vezirleri hamamı kiralamış ve kendilerine tahsis etmişler; dolayısıyla da onlardan başka kimse içeri alınmamış. Habib Baba da bu yasağa takılacakmış ki, "Ben şu kurnacıkta yıkanıveririm" diye yalvarıp yakarınca, oranın sahibi bu ihtiyarın haline acımış ve ona bir köşede yıkanması için izin vermiş. Çok geçmeden vezirler bütün ihtişam ve debdebeleriyle gelmişler. Bu arada, tebdil-i kıyafet ederek halkın içinde dolaşmayı itiyad edinen IV. Murad da, bu hamama gelmiş ve o da yalvarıp yakarınca bizim Habib Baba’nın yanında yıkanmak şartıyla içeri girmiş. Bir aralık, Habib Baba ona sırtını keselemeyi teklif etmiş ve keselemiş. Sonra sırt keseleme sırası padişaha gelmiş. IV. Murad elindeki keseyi Habib Baba’nın sırtında gezdirirken, "Bir bize bak, bir de şu vezirlere. Bu dünyada padişaha vezir olmak varmış" deyince, Habib Baba "A dostum, öyle bir Padişaha vezir ol ki, bütün bu vezirlerin padişahına, senin uyuzlu sırtını keseletsin" deyivermiş...

İşte, bu da bir latife ve bir menkıbedir. Belki de aslı bile olmayan bir menkıbede herhangi bir fasıldır. Fakat, bunun ifade ettiği çok derin bir mana vardır; Zât-ı uluhiyete ubudiyet ve hizmetin, dünyalara bedel olduğunu hikmetâmiz bir üslupla vurgulamaktadır. Dolayısıyla, bu çerçevede mizah sayılabilecek latife ve nükteleri anlatmanın bir zararı olmayacağı, hatta bazı hakikatleri açıklamada fayda sağlayacağı da söylenebilir.

Hasılı, Hazreti Ömer efendimiz, hilafet makamına tavsiye edilen büyük bir sahabe için "Denilen kişi her yönüyle hilafete layıktır; fakat, şakası biraz fazladır. Halbuki hilafet, bütünüyle ciddiyet isteyen bir mes’eledir." buyurmuştur. İnsanları idare manasındaki hilafet ciddiyet istediği gibi, yeryüzünde dinin temsilciliğini yapma manasına nübüvvet mesleğinin bir ferdi olma da ciddiyet iktiza eder. Zaten, i’la-yı kelimetullah yolunda gerekli ciddiyeti elde edememiş insanlardan, diğer hususlarda ciddî olmaları hiç beklenemez.

Ciddiyetsizlik: İtibar Törpüsü

Soru: Özellikle gençler arasında, hemen her şeye gülme, başkalarını hafife alma, birbirine çirkin lakaplar takma, insanlarla alay etme, onları mahcup düşürme ve sürekli laubali davranma gibi bir takım kötü huylara çokça rastlanır oldu. Bunun önüne geçerek ahlak abidesi insanlar yetiştirebilmemiz için neler tavsiye edersiniz?

İnsan, kendi özünü, özündeki derinlikleri, varlığın hedef ve gayelerini ancak imanı sayesinde sezip kavrayabilir. Nereye ve neye yönlendirildiğini, vazife ve sorumluluklarını bilen bir mü'min, büyük bir ciddiyet içinde ve mesuliyet şuuruyla tevcih edildiği hedefe doğru yürür. İmanda kemal ufkuna uyanamamış ve mahiyetindeki acz u fakr duygusu uyarılamamış bir insan ise, önce bencilliğine yenik düşer, kibre girer; daha sonra çalım, caka ve başkalarını hafife alma türünden komplekslere kapılır; en sonunda da, şahsî hazlarından gayrı bir şey düşünemeyen bir gurur âbidesi ve çeşit çeşit illetlerle mâlûl bir özürlü halini alır.

Bu açıdan, bir kimseyi bazı kusurlu ya da eksik yanlarından dolayı küçümseyerek onunla alay etme, onun herhangi bir zayıf noktasını dile dolayarak eğlenme ve her şeyi hoşça vakit geçirmek için bir sebep gibi değerlendirerek hürmetsiz, dikkatsiz ve laubali davranma gibi kötü huylar da iman zaafından kaynaklanmaktadır. Her şeye gülmek, sürekli alay etmek ve laubali davranmak bizim ahlak anlayışımızda yoktur; bu tür illetler bize batıdan geçmiştir. Ciddiyetsiz davranma, hep kahkaha atma ve her fırsatta eğlenme batı ahlakına ait argümanlardır. Maalesef, o toplumlarla münasebete geçtikten sonra onlardaki illetler birer birer bizim insanımıza da sirayet etmeye başlamıştır. Mesela, birkaç leblebiyi yuvarlasanız, onlardan biri diğerine değse, bir de bakarsınız ki bir kahkaha kopuvermiş. Aslında, gülmenin de bir mantığı olması lazım. Peki, leblebinin leblebiye değmesi güldürecek bir hadise midir? Tabii ki değil. Fakat, bu toplum içerisinde, öyle basit bir şey karşısında gülüp eğlenenleri görmek her zaman mümkündür. Biri çay doldururken, bir damla çay bardağın dışına dökülmüş olabilir. Bir damla çayın dökülmesinden dolayı hemen kahkahayı basmanın âlemi yoktur. Heyhat ki, işte bu kadar basit hadiselerle eğlenen garip insanlar çoktur bugünün dünyasında. Evet, bu laubaliliğin arkasında, ona esas teşkil edebilecek bir mantık sözkonusu değildir; insanî bir düşünçe tarzı yoktur o türlü davranışlarda. Fakat, neylersiniz ki, hiç olmayacak şeylere bile gülme ve laubalilik, batı kültürünün temelindeki gaflet duygusundan kaynaklanmakta ve sârî bir hastalık gibi bizim insanımıza da bulaşmaktadır.

O kültürün insanları, içlerindeki ızdırabı duymamak ve kalblerindeki derin boşluğu muvakkaten de olsa doldurmak ya da unutmak için kendilerini uyutmak zorundadırlar. Dolayısıyla da, bazen alkol ve uyuşturucunun ağında, kimi zaman kumar ve eğlencenin peşinde, bir başka zaman da spor adına yapsalar bile spor sayılması mümkün olmayan gereksiz meşguliyetlerin arkasında ömür tüketir; böylece hayatı duymamaya ve içlerindeki ızdırabı bastırmaya çalışırlar. Ne zaman vicdanlarının sesini yeniden işitmeye başlasalar, bir kere daha kendilerini oyuna ve eğlenceye verir, her meseleyi bir laubalilik sebebi gibi algılar ve bir müddet daha oyalanırlar.

Gençlik ve Güzel Ahlak

Aslında, mehâsin-i ahlakın (ahlak ve huy güzelliğinin) arkasında güçlü bir iman bulunduğu gibi, mesâvî-i ahlakın (kötü huyların ve ahlaksızlığın) temelinde de imandaki eksiklik vardır. Zaten hem mehâsin-i ahlak hem de mesâvi-i ahlak diyanet içinde mütalaa edilen hususlardır. Diyanet ise, dinin hükümlerini gözetmek ve muktezasınca amel etmek demektir; dinin emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından da kaçınmaktan ibarettir. Dolayısıyla, insan iman esaslarına iyi inanır ve inancının gereğine göre amel ederse, bir yandan güzel ahlaka ulaşmış, diğer taraftan da çirkin huylardan uzak kalmış olacaktır.

Ne var ki, bir mü'minin fert planında güzel ahlaka sahip olması ve kötülüklerden uzak durması vazifesini tam olarak yaptığı anlamına gelmez. Çünkü, başkalarına da iyiliği emredip onları kötülükten sakındırma manasına gelen "emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker" her Müslüman'ın yapması gerekli olan bir mükellefiyettir. Bu mükellefiyet, " Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaklardır. " (Âl-i İmran, 3/104) ve " Ey Ümmet-i Muhammed! Siz insanların iyiliği için meydana çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyiliği yayar, kötülüğü önlersiniz, çünkü Allah'a imanınız tamdır." (Âl-i İmran, 3/110) gibi ayet-i kerimelerle te'yid edilmiştir. Ayrıca bu konuda Peygamber Efendimiz'den şerefsudur olan pek çok hadis-i şerif de mevcuttur: "Ya insanlara iyilikleri emredip onları kötülüklerden uzaklaştırırsınız ya da Allah sizin başınıza en şerlilerinizi musallat eder; sonra da ne büyüklerinize saygı gösterilir, ne de küçüklerinize merhamet edilir. O zaman en hayırlılarınız dua eder de kabul edilmez; istiğfar edersiniz de mağfiret olunmazsınız; yardım istersiniz ama size yardım da edilmez." hadisi bunlardan sadece biridir.

Emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker, sadece söz veya yazıyla bazı şeyler anlatmak demek değildir; o çok daha şumullü bir vazifedir. Allah Rasûlü'nün (aleyhi ekmelü't-tehaya) beyanları içerisinde bu vazife, dinin çirkin saydığı bir münkeri mümkünse elle defedivermek, şayet fiilen müdahale edilemiyorsa, kavl-i leyyin ve va'z u nasihatla, yani dil ile o kötülüğün önüne geçmek; dil ile defetmeye de imkân ve vasat müsait değilse, en azından onu hoş karşılamamak ve ona kalben taraftar olmamak gibi değişik şekillerde eda edilebilmektedir. Sözkonusu hadiste, imânın en zayıf mertebesi olarak nazara verilen "münker karşısında kalben buğz etmek" meselesini de, bir insana düşmanlık beslemek, buğz etmek ve nefret duymak şeklinde anlamamak lazımdır. Haddizatında, fena işler yapıyor olsa da, bir insana düşmanlık beslemek ve kin gütmek onu içine düştüğü fenalıktan vazgeçirmek için faydalı bir yol değildir. Kanaatimce, bu ikazdan anlaşılması gereken husus, fenalığa karşı tavır belirlemenin lüzumudur. Mesela, kendini ciddiyetsizliğe ve laubaliliğe salmış bir insana, "Bir bilsen, sana karşı ne kadar alâka duyuyordum! Gönlümde derin bir yerin vardı. Fakat, içimde beslediğim o muhabbet ve alâka âbidesini dik tutmaya çalışsam da, elimde değil, onun yıkılmasına mani olamıyorum; çünkü, şu laubali tavırların karşısında sarsıntı yaşıyor ve kanaatlerimi koruma hususunda çok zorlanıyorum." diyerek, içine düştüğü münkeri savmaya çalışmak esas olmalıdır.

İşte, güzel ahlaklı nesiller yetiştirmek ve gençleri mesâvi-i ahlaktan uzak tutmak için de önce dinimizin başkalarını hafife alma, çirkin lakaplar takma, insanlarla alay etme, her fırsatta gülüp durma ve sürekli laubali davranma gibi kötü huylara bakışı iyi bilinmeli, hayata hayat kılınmalı ve sonra da bunlar diğer insanlara usûlünce anlatılmalıdır. El, dil ve gönülle müdahale şeklindeki emr-i bi'l-ma'ruf nehy-i ani'l-münker şartlara göre ve üslubuna uygun olarak yerine getirilmelidir. Özellikle gençlerimizi, lâkaydîlikten ve yılışıklıktan kurtarıp nefisperestlik ve şahsî haz düşüncesinden uzaklaştırarak birer gaye insanı haline getirmek ve onlardak i gülme ve eğlenme isteğini biraz olsun çile ve ızdırap duygusuyla dengelemek için onlara her şeyden önce öz değerlerimiz ve kendi kültürümüzün esasları öğretilmelidir.

Vay Haline!...

Evet, İslam, bazılarını güldürmek veya eğlendirmek kastıyla söylense de diğer insanları rencide eden bütün söz ve hareketleri kul hakkını çiğnemek olarak kabul etmiştir. Söz, tavır, davranış, işaret ya da yazı ile insanların kusur ve noksanlarını dile dolayıp onları küçük düşürmeyi haram kılmıştır. Başkalarının onur ve haysiyetine dokunan her türlü alay, gıybet, yalan ve iftira gibi sözleri men ettiği gibi, muhatabı tahkir etmek maksadıyla yapılan fiilî ve sözlü şakaları da yasaklamıştır. Kur'an-ı Kerim, Peygamberlerle, iman esaslarıyla ve mü'minlerle alay eden kimselerden de bahsetmiş; onların münafık olduklarını bildirmiş, kötü akıbetlerini nazara vermiş ve inançla alay edilemeyeceğini vurgulamıştır. Ayrıca, mal-mülk sahibi olmayı her şey sayarak, imkanlarının bolluğundan dolayı gurura ve kibre kapılan, sonra da kendini iyice büyük görmeye başlayarak diğer insanlara tepeden bakıp onları alaya alan kimseleri ve onları bekleyen ateşin dehşetini tasvir etmiştir: "Vay haline her hümeze ve lümeze' nin " (Hümeze, 104/1) buyurmuştur; yani, insanları arkadan çekiştiren, başkalarını tahkir etmeyi adet haline getiren, kiminin gıybetini ederek kimini de yüzüne karşı aşağılayarak insanları küçük düşüren ve kaş göz hareketleri yaparak onlarla eğlenenleri kınamış; "Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen kimselerin vay haline!" dedikten sonra onların dûçar olacağı Cehennem azabını anlatmıştır.

Allah Teâlâ, bir başka ayet-i kerimede de, "Ey iman edenler! Sizden hiçbir topluluk bir başka toplulukla alay etmesin. Ne mâlum? Belki alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler. Belki de alay edilenler edenlerden daha hayırlıdır. Birbirinizi, (daha doğrusu kendilerinizi) karalamayın. Birbirinize kötü lakaplar takmayın. İman ettikten sonra insanın adının kötüye çıkması, fâsık damgası yemesi ne fena bir şeydir! Kim tevbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir." (Hucûrat, 49/11) buyurmuştur.

Bu ayetin esbâb-ı nüzuluyla alakalı olarak bazı hadiseler nakledilmiştir. Merhum Elmalılı Hamdi Yazır'ın da tefsirinde yer verdiği rivayetlerin birine göre; Hazreti Safiyye binti Huyey Rasûlullah'a gelerek, "Bazı kadınlar, ‘Ey yahudi kızı yahudi!' diyerek benimle alay ediyorlar!" diye şikayette bulununca, Peygamber Efendimiz ona "Neden babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed demedin?" buyurmuş ve bu vaka üzerine ayet nazil olmuştur. Diğer bir rivayete göre ise; Ebu Cehil'in oğlu İkrime hazretleri müslüman olduğunda, bazı kimseler ona "Bu ümmetin firavununun oğlu" demişler; o da çok gücüne giden bu sözü Allah Rasûlü'ne şikâyet etmiştir; işte bu hadise üzerine âyet inmiştir. Evet, her ne kadar bu ve benzeri sebepler nakledilse de, kanaatimce, meseleye "iktiran" nazarıyla bakarak, "Cenab-ı Allah, ezelî hikmetiyle inzâl edeceği bu âyeti belli bir hikmete mebni olarak bu sebeplerle de irtibatlandırmış olabilir" demek ve nüzul sebeplerinden ziyade ayetin muhtevası üzerinde durmak daha isabetli olsa gerektir.

Bu zaviyeden, ayet-i kerimede açıkça ifade edildiği ve kullanılan kelimelerle işarette bulunulduğu üzere; dinimize göre, bir insanın yaptıklarını veya sözlerini anlatarak ya da imâda bulunarak onun herhangi bir kusuruyla alay edemezsiniz.. sözle veya hareketle onunla eğlenemez, onu incitemezsiniz. Hiçbir mü'mini ayıplayamaz ve kötüleyemezsiniz.. insanları kötülemek kastıyla onlara çirkin lâkaplar takamaz, istemedikleri bir şekilde onları çağıramazsınız. Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Mü'minin mü'min kardeşi üzerindeki haklarından biri de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır." buyurmuştur. Haddizatında, Hazreti Ebu Bekir Efendimiz'in "Atîk" ve "Sıddîk", Hazreti Aişe validemizin "Atîke" ve "Sıddıka" şeklinde anıldıkları, Hazreti Ömer'e "Fâruk", Hazreti Osman'a "Zinnûreyn", Hazreti Ali'ye "Ebu Türâb" lakaplarının verildiği bilinmektedir; fakat, bir insanı razı olmadığı şekilde anmak ve çağırmak dinimizce yasaklanmıştır.

İşte, gençlerimize bu hususların anlatılması lazımdır. Fakat, anlatanlar ister öğretmen ister anne baba isterse de daha başka büyükler olsun, mesele sadece hakikatleri dille ifade etmekten ibaret değildir. Bu anlatılanların hüsn-ü kabul görmesi, anlatanların samimiyetine ve nazara verdikleri hususları bizzat kendilerinin uygulamalarına bağlıdır.

Yangını Söndürmek İçin

Dolayısıyla, şayet davranışları içinin akisleri, sözleri de gönlünün solukları olan fazilet abidesi kahramanlar yetiştirmek istiyorsanız, önce kendiniz çok ciddi, hassas ve mesuliyet şuuruyla dopdolu olmalısınız. Adeta, "Tulumbanı al, yetiş imdâda, yangın var!" diye inleyen ve sizi çağıran nesillere el uzatmayı diliyorsanız, her hareket ve davranışınızı kurtarma cehdine ve irşâd hayatına göre ayarlamalısınız.. bir yere mi gideceksiniz, mutlaka birinin elinden tutma mülâhazasıyla gitmeli ve bunu yaparken de rıza-yı ilahi düşüncesiyle oturup kalkmalısınız. Ümit nesline rehber olma azmindeyseniz, artık sizin hayatınızda hususî tenezzühe bile yer yoktur; size düşen, fıtrî ihtiyaçlarınızı dahi mefkureniz istikametinde kanalize etmek ve alıp-verdiğiniz her nefesin bir gün mutlaka sorulacağı şuuruyla yaşamaktır. Öyle yaşamaktır, zira, yürüdüğünüz yol nebilerin, sıddîklerin, velilerin ve şehitlerin yoludur; onlar hep yaşadıklarını anlatmış ve anlattıklarını da mutlaka yaşamışlardır.

Kur'ân-ı Kerim, İsrailoğullarına hitaben doğrudan doğruya bir tehdit, Müslümanlara da dolaylı olarak bir ikaz sadedinde, "Siz insanlara iyiliği emredip, kendinizi unutuyor musunuz? Halbuki kitabı da okuyorsunuz. Hiç akletmiyor musunuz?" (Bakara, 2/44) buyurmuştur. Dahası, İsrailoğullarının bir kısmı yaşamadıklarını anlatmaları ve birbirini kötülükten vazgeçirmeye çalışmamaları sebebiyle Hazreti Davut ve Hazreti İsa'nın lisanı ile lanetlenmişler; bu lanetten sonra da (bazı tefsircilere göre tabiatları açısından) maymun ve hınzıra dönüşmüşlerdir. Evet, söylediğini yapmama, bir münafıklık sıfatıdır. Tarih boyunca, hemen bütün münafıklar kendileri yaşamadıkları halde anlatmış, anlattıklarını da hep kulak ardı etmişlerdir. Bu kötü fiilleri sebebiyle de bütün bütün özlerini yitirmiş ve haktan uzaklaştıkça uzaklaşmışlardır. Tabii ki, o kötü akıbet, sadece geçmiş Peygemberlerin ümmetleri ve mazinin münafıkları için sözkonusu değildir; aynı mezmum vasıfları üzerinde taşıyan bütün topluluklar için geçerlidir. Bugünün insanının da kendi tabiatının değişmeyeceğine dair bir teminatı yoktur; öyleyse, insanca yaşamak ve iman üzere ötelere gitmek isteyenler yaşadıklarını anlatmalı ve anlattıklarını da yaşama gayreti içinde bulunmalıdırlar.

Diğer taraftan, ısrarla üzerinde durma mecburiyetindeyiz ki, ideal nesli yetiştirmek, her şeyden evvel bir îman mevzuudur.. ve şimdiye kadar bu meseleye sahip çıkanlar da hep îmanı kavî insanlar olmuştur. Peygamber Efendimiz'in devrinde, koca bir cemiyet içinde, birkaç samimî ve îmanı kavî insanın başlattığı bir tebliğ ve temsil hareketinin, kısa zamanda ma'şerî vicdanda mâkes bularak yüzbinlerin derdi-dâvâsı hâline gelmesi de başka şekilde izah edilemez. Allah Rasûlü'nün bir güneş gibi doğduğu o karanlık döneme bakılırsa, o günün insanının bugünün laubali fertlerinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Onlar da b irbirini alaya alıyor, cahiliye şiirlerinde görüleceği üzere sürekli birbirini tahkir eden sözler söylüyorlardı.. onlar da hiç olmayacak meseleleri gülme bahanesi yapıyor, muhataplarını en çirkin lakaplarla çağırıyor ve herkesi küçümsüyorlardı. Fakat, Hazreti Bediüzzaman'ın ifadesiyle, Allah Rasulü (aleyhi ekmelü't-tehaya) son derece vahşî, âdetlerine mutaassıp ve inatçı kavimlerin çirkin adetlerini ve ahlâk-ı seyyielerini yirmiüç sene gibi çok kısa bir sürede kaldırıp atmış, onları ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî milletlere üstad eylemişti. Hiç şüphesiz Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in ve ashâb-ı güzînin öncülük ettiği iç içe inkılaplar niteliğindeki bu hareketin en dikkat çekici ve karakteristik yanı onun şekilcilik ve merasimden uzak olması, kamil iman sahibi ve sözünün eri kimselerle temsil edilmesiydi. Zira, çile ve ızdıraptan uzak olan, ciddiyetsizliğe ve laubaliliğe yakın duran bir hareket, şekil ve merasime esir olmaktan kurtulamaz; iman zaafına maruz ve lakayt fertlerin rehberliğinde uzun mesafeli yollar alınamaz.

Meclislerimizde O Beklenmeli!..

Öyleyse, işe gönüllerdeki iman esaslarını takviye ile başlamalısınız.. meclislerinizi hep sohbet-i Cânân meclisi haline getirmelisiniz. Sizi Allah'a yaklaştırmayan, Peygamber Efendimiz'le (sallallahu aleyhi ve sellem) münasebetinizi tetiklemeyen ve O'nu yeniden bütün canlılığıyla içinizdeymiş gibi duymanıza vesile olmayan konulardan yılandan, çıyandan kaçıyor gibi uzak durmalısınız. İman ve Kur'an hizmetine bir yararı var mı konuştuklarınızın? Sözlerinize mevzu yaptığınız husus, dini anlatmanız adına bir fayda vaad ediyor mu? Bir yerde yeni bir hayır müessesesi oluşturmamız için fikir veriyor mu? Bir ocak daha tüttürme heyecanınızı arttırıyor mu? Şayet, bu sorular karşısında cevabınız "evet" ise, her cümlenizde bin bereket var ve Allah'ın rahmeti sizinle beraber demektir. Fakat, öyle değilse, size asıl gayenizi hatırlatmayan duygu, düşünce ve sözlerden fersah fersah uzaklaşmalısınız.. ve bunu bir disiplin haline getirmelisiniz. Özellikle de arkadaşlarınız arasında sözü–sazı dinlenen biriyseniz, mâlâyânî şeylerin yapılmasına ve konuşulmasına karşı ciddi tavır koymalısınız. Mesela, bulunduğunuz mecliste birisi "Falan arkadaşın aklı bu meselelere fazla ermiyor." dese, eğer aklınız başınızdaysa, ya orayı terketmeli ya da üslubunca o gıybeti sona erdirmelisiniz. Çünkü, bir mü'minin ayıplandığı bir mecliste artık Allah'ın teveccühü yoktur. Bir mü'min hakkında su-i zanların seslendirildiği bir mekana rahmet nazarıyla bakılmamaktadır. Ümit nesline rehber olma azmindeki bir insanın da Allah'ın teveccüh etmediği ve rahmet şualarının inmediği bir mekanda hiç işi olmamalıdır.

Bu açıdan, bizim atmosferimizde insanları ayıplamanın, en basit şeyleri alay mevzuu yapmanın, ehl-i gaflet gibi laubaliliğe girmenin ve ehl-i dünyayı hatırlatırcasına gülüp eğlenmenin yeri yoktur. Biraraya gelişimizi hep ciddi rûznâmelere bağlamamız bizim şiarımız olmalıdır. Evet, mütemâdî birer disiplin insanı olarak yaşamalıyız; gelip gitmelerimiz, oturup kalkmalarımız, sohbet mevzularımız, meselelere yaklaşımımız, üslûbumuz ve ses tonumuz itibarıyla bir endâzeden çıkmış gibi imrendirici davranmalıyız. Müzakerelerimizi mutlaka sohbet-i Cânân'a bağlamalı, konuşacağımız meseleleri önceden belirlemeli, okuyacağımız metinleri seçmeli, beraber çözeceğimiz problemleri tayin etmeli ve biraraya geldiğimizde mutlaka hayırlı bir iş için gelmeliyiz.. ve oradan ayrılırken de bir müşkili çözmüş olarak ya da yeni bir projeyi tamamlayarak ayrılmalıyız. Cenab-ı Hakk'ın o güne kadar yaptırdıklarını şükür hisleriyle dopdolu olarak yâd etmeli; onları ancak tahdis-i nimet çerçevesinde anmalı; anarken de asla meseleyi kendi başarılarımıza bağlamamalı ve böylece Allah'ın o ana kadar yaptırdığı şeylerle daha sonraki lütuflarına davetiye çıkararak daha başka neler yapabileceğimizi planlamalıyız. Dünya ve ahiret hesabına bir kıymet ifade etmeyen, faydasız söz ve davranışlara bütün bütün kapanarak, oturup kalkıp sürekli kurbetten ya da bizi vuslata ulaştırabilecek vesilelerden dem vurmalı; rıza-yı ilahiye açılan en emin ve kısa yol kabul ettiğimiz i'la-yı kelimetullah şehrahında yürürken hep öteler mülahazasıyla dolu olmaya çalışmalıyız.

Evet evet, gerçekten inanıyorsak, gayr-i ciddiliğe hep kapalı kalmalıyız; laubaliliğe asla adım atmamalıyız. Her meclisimizi bizi O'na yaklaştırabilecek bir Ka'be azizliğinde ve bir Ravza kudsiyetinde bilmeliyiz. Bu meclisimiz dünyanın herhangi bir ülkesinde, yeryüzünün en karanlık bir köşesinde olsa da, ruh ve mana itibarıyla onu Ravza-i Tâhire ile yanyana getirmeli; götürüp Ka'benin harimiyle birleştirmeliyiz.. ve öyle bir hal almalıyız ki, Rasul-ü Ekrem Efendimiz'i hep içimizde duymalı, O'nu Ravza kokulu iklimimize çağırmalı ve her an O'nun boyasıyla boyanmalıyız.

Parodi, Komedi ve Meddahlık

Eğer, tebliğ ve temsil mesleğinin gereği bu ise, boş yere gülmenin, başkasıyla alay etmenin ve laubaliliğin bizim dünyamızda ne işi var!.. Komiklik ve maskaralık yapmanın, insanları güldürüp eğlendirmenin bizim dünyamızda ne işi var! Şayet, bugün bazı insanların parodi, komedi, güldürü ve meddahlık türünden farklı birer sanat alanı gibi kabul edilen bir kısım gösterilere istidat ve temayülleri varsa ve onlar kendi kanaat-ı vicdaniyeleriyle o işleri yapıyorlarsa, onlara bir çeşit ruhsat verilmesindeki asıl maksat da o alanı bir vasıta olarak kullanarak bir de o dille bazı mesajları sunmaktır. Acaba bir kesim tarafından şerre sebep yapılan bir sahada birkaç temiz niyetli insanla o alanın tutkunlarına bazı hakikatler anlatılabilir mi? Acaba o felsefenin takipçilerine kendi dillerinden konuşmak suretiyle bazı mülahazalar sunulabilir mi? Acaba yabancı kaldıkları ama biraz tanıyınca mutlaka sevecekleri dini değerlerle tanışmaları sağlanabilir mi? Acaba kendilerine hep unutturulan, fakat az hatırlayınca yüreklerini hoplatabilecek olan gerçekler onların ruhlarına da duyurularak içlerinde bir heyecan uyarılabilir mi?

İşte, bu duygu ve düşüncelerle bazı samimi ve hak aşığı insanlar da o sahalarda at oynatabilirler. Fakat, kanaat-i vicdaniyeye havale ettiğimiz böyle bir mevzuda hata etmiş de olabiliriz. Belki de ötede bize derler ki, her zaman söz söyleme hakkı olan Zât öbür tarafta da bize der ki, "Siz zatında güzel olan İslamiyeti ve diyaneti herkese doğrudan doğruya neden anlatmadınız? Kendi değerlerinizin cazibesi yeterli olduğu halde, niçin başka dünyalara ait bazı argümanlar kullanma yolunu seçtiniz?" İşte bu noktada da hakiki mü'minin yüreği hoplamalı ve çok korkmalıdır. Bu mevzuda objektif fetva verilemeyeceğini bilmeli, meseleyi kanaat-ı vicdaniyeye havale etmeli ve herkesin kendi vicdanını işletmesi gerektiğini kabullenmelidir. İnsanı laubaliliğe çeken bazı sahalarda dolaşmak zorunda kalanlar da, dine ve millete hizmet edip etmediklerine bakmalı; yararlı olup olmadıklarına göre karar vermelidirler. Bulundukları atmosferde Allah'ı hatırlama ve hatırlatma imkanı oluyor mu, olmuyor mu? Peygamber Efendimiz'e dair bir husus anlatılabiliyor mu, anlatılamıyor mu? Kur'an'ın bazı hakikatleri nazara verilebiliyor mu, verilemiyor mu? Belli sınırlar dahilinde fenalıkların yüzünden peçeleri indirip onları kendi çirkinlikleriyle göstermek ve insanları birkaç cümle ya da paragrafla da olsa güzel ahlakın zümrütten yamaçlarına çağırmak mümkün oluyor mu, olmuyor mu? Vicdanının sesine kulak vermek suretiyle bu soruları müsbet cevaplayanlar müstesna, güldürmenin, kahkaha atmanın, komiklik yapmanın bizim dünyamızda yeri yoktur. Bunlar bütün cazibesiyle, iç okşayıcılığıyla ve gönülleri gıdıklayıcılığıyla kapımızın önüne kadar gelip "... Ey mehlikâ bir gece al bezme beni" dese de biz, "... Beyhude yorulma kapılar sürmelidir!" deyip bir sürme üzerine bir sürme daha çekmeli; her birimiz "Hayır arkadaş, Allah'a dilbeste olduğum ve Peygamberin yoluna gönül verdiğim günden beri beni ciddiyetten, mesuliyet şuurundan ve öteler mülahazasından uzaklaştıran her şeye karşı sonuna kadar kapandım." demeliyiz.

Laubalilerin İnsanlığa Verebileceği Hiçbir Şey Yoktur

Zannediyorum, bizim davranışlarımızdaki alacalık bu duygu ve düşüncelere kendimizi alıştıramamaktan ve ciddiyeti tabiatımız haline getirememekten kaynaklanmaktadır. Bazen tam bir mesuliyet insanı gibi olma, bazen de en küçük bir sebeple sululuklara, ciddiyetsizliklere ve laubaliliklere girme şeklindeki gel-gitler ciddiyet ve vakarı tabiatımızın bir derinliği yapamadığımızı göstermektedir. Bundan dolayıdır ki, bazılarımız itibarıyla, birilerinin yanında -onlardan utanarak- güzel ahlaklı bir insan tavrı sergilesek, sun'iliklere de girerek tam bir dava adamı gibi davransak ve ağırbaşlı görünsek de, sadece riya ve süm'a yapmış oluyor, kendi başımıza kaldığımızda yine her zamanki halimize bürünüyor ve kalbinde iman problemi bulunan kimseler gibi yaşıyoruz. Ciddi insanlar arasındayken tuhaf tuhaf ses akortları, davranış ayarlamaları ve hareket tarzlarıyla asıl kimliğimizin çok çok üstünde bir görünüş sergiliyor ve riyakarlık yapıyoruz. Heyhat, yalnız olduğumuz zamanlarda ya da laubali insanlar arasında bulunduğumuz anlarda, görenlere "İman bu adamın neresinde?" dedirtecek kadar dini değerlerden kopuk davranıyoruz. Az önce hüzünden yaşaran gözlerimiz daha on dakika bile geçmeden kahkahadan dolayı sırılsıklam olabiliyor. Bazılarımız itibarıyla, İslam'a ait güzellikler tabiatımıza tam içirilememiş olduğundan, en basit bir hatırlatıcıyla kendimizi ancak ehl-i dünyanın meclislerinde görülebilecek komikliklere, gülmelere, kahkahalara ve laubali tavırlara salabiliyoruz. Salıyor ve en kudsi hakikatleri kendi lakaytlığımıza kurban ediyoruz...

Oysa, bizim bu çelişkilerden mutlaka kurtulmamız lazımdır; bunun için de, her şeyden önce iman mevzuundaki problemlerimizi halletmemiz gerekmektedir. "Din" dediğimiz vaz'-ı ilâhî, iman ve İslâm düşüncesinin tamamının unvanıdır; "diyanet" ise bu yüce hakikatin hayata hayat olmasının adıdır. Din, hem nazarisiyle, hem de amelî yanı itibarıyla bizim hayatımıza da hayat olmalıdır. Nabızlarımız onunla atmalı; bakışlarımızda o nümayan olmalı; yüz çizgilerimizde sürekli o belirmeli ve bize bakan bizde onu okumalıdır. Zira, din ancak tabiat haline geldiği zaman kendinden beklenen fonksiyonu edâ etmiş olur. O, tabiatımızın bir derinliği haline geleceği âna kadar alaca yaşamaktan ve çelişkiler arasında kalmaktan kurtulamayız. Bazen mü'min gibi görünmeyi tuttursak ve bir ciddiyet abidesi gibi hareket etsek de, bu halimizi her zaman koruyamayız. Halbuki, biz hem ibadetlerimizde hem normal işlerimizde hem de insanlarla münasebetlerimizde öyle bir hassasiyet ortaya koymalı, sözümüzle, sazımızla öyle bir incelik sergilemeliyiz ki, dinimizin güzellikleri çevremize de aksetsin.. söz, tavır ve davranışlarımız o derece gönlün şivesi olmalı ve onların üzerine kalbe ait manaların rengi, deseni düşmeli ki, başkaları üzerinde de tesir icra etsin.

Uhrevîlik Ahlakı

Evet, imanda kemale yürüyen ve Allah'la böyle bir münasebete geçen insanın düşünce ve tavırlarında şaşmayan bir doğruluk, mütemâdî bir samimiyet, sürekli bir ciddiyet ve bir uhrevîlik ahlâkı belirir. O insanın iç fotoğrafı haline gelen bu ahlak, diyanet mülahazasıyla işlene işlene zamanla onun bütün davranışlarına akseder.. eline–ayağına, gözüne–kulağına, diline–dudağına, sesinin tonuna, vurgularına ve hatta mimiklerine bile hükmünü geçirir.. ve nihayet insanın ruhuna kendi mânâsının şeklini veren bu iç resim onun tavırlarında okunan mânevî bir kaside hâline gelir; zaten, "Görüldüğünde Allah hatırlanır" hakikati de bu kıvamdaki bir mü'mini belirtir.

Değişik münasebetlerle yâd ettiğim, büyük hadis alimi Abdullah b. Mesleme -tarihte binlerce emsali bulunan- bu mü'minlerden biridir. Öyle ki, Ka'nebî diye tanınan bu büyük insan, bir topluluğa uğradığı zaman onun görünüşünde müşahede ettikleri mehabetten dolayı oradaki insalar "Sübhanallah", "Lâ ilâhe illallah" demekten kendilerini alamazlarmış. Kendisini görenlerden birinin "Ne zaman Ka'nebî'yi ziyarete gitsek onu uçurumun kenarındaymış da neredeyse Cehennem'e düşüverecekmiş gibi bir vaziyette görürdük." diyerek vasfettiği bu hak dostunun hâli elbetteki çevresindekilere tesir etmiştir. Yine, Abdurrezzak b. Hemmam, döneminin en büyük alimlerinden birisi olarak bilinen İbn Cüreyc hakkında demiştir ki: "Onu ilk gördüğüm zaman ‘İşte Allah korkusundan yanıp tutuşan bir hak dostu!..' demeden edemedim." Evet, o hakikat erlerinin uzun boylu sözler söylemelerine gerek yoktur. Halleri imanlarına şahittir onların. İnsan, ç ehrelerine nazar edince alacağını alır; gözlerinin içine bakınca ruh inceliklerini görür ve ürperir.

Hasılı; şayet çehresinde pırıl pırıl bir hayâ, davranışlarında dupduru bir samimiyet ve vicdanında da köpük köpük bir heyecan bulunan nesiller yetiştirmek istiyorsak, önce kendimiz ilim ufkunun ötesinde hakîkat nurlarına ulaşabilmiş, bedene ait arzu ve isteklerini zarûret çerçevesine hapsetmiş ve hep O'nu seslendirme, O'nunla nefes alıp-verme azmiyle gerilmiş ciddi, vakur, ağırbaşlı kimseler olmalıyız. Sonra da, maddî-mânevî hiçbir şey beklemeden, dünyevî-uhrevî hiçbir sevdâya kapılmadan, en içten ve şefkat dolu bir edayla neslimize el uzatmalıyız. Tabii, bunu yaparken de, v akar ve ciddiyeti hiçbir zaman abus çehrelilik, somurtkanlık, sertlik ve huşûnetle karıştırmamalı; şefkatli, içten, candan ve sevimli olmayı da sulu, laubali, alaycı ve ciddiyetsiz bir hale bürünme şeklinde algılamamalıyız.

Cins dimağlar ve kabiliyetlerin inkişafı

Soru: Yazı ve sohbetlerde cins dimağlardan bahsediliyor. Cins dimağdan maksat nedir? Bu tür insanların kabiliyetlerinin inkişafı adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Cins dimağ dediğimizde, içinde yaşadığı çağı, toplumu, insanı, kâinatı, eşya ve hâdiseleri, kısaca her şeyi anlamaya çalışan, anladığı nazarî bilgileri pratiğe dökme gayreti içinde olan ve bu istikamette sürekli düşünen, sorgulayan, araştıran dimağları kastediyoruz. Bu tür insanlar, hakikat aşkına, ilim sevdasına ve araştırma tutkusuna kilitlendikleri için, arkasına düştükleri problemleri, Allah’ın izniyle çözebilir, çok sürpriz başarılar ortaya koyabilir, düşüncelerdeki tıkanıklıkları açabilir ve böylece içinde yaşadıkları toplumun aydınlanmasına vesile olabilirler.

Kabiliyetler bir imtihan vesilesidir

Ne var ki, böyle bir seviyeyi ihraz etmiş insanların potansiyel bir kısım tehlikelerle karşı karşıya olduklarını da ifade etmek gerekir. Mesela onlar, yeteneklerini göz önünde bulundurarak farklılık mülahazasına girip karşılaştıkları her problemi kendi zekâ ve kabiliyetleriyle çözebilecekleri ve her sorunun üstesinden gelebilecekleri vehmine kapılabilirler. Böyle bir psikoloji içinde “dediğim dedik” mülahazasıyla hareket edebilir veya kendi faikıyetlerini vurgulamak istediklerinden ötürü farklı düşünce ve kanaatlere karşı müstağni ve katı bir tavır sergileyebilirler. Başka bir ifadeyle bazı konularda yüksek ufuklara açılmaları, çevrelerindeki insanlara tepeden bakmaya ve onların mülahazalarını hafife almaya sebebiyet verebilir. Hatta zamanla kendilerince bir isyan ahlâkı geliştirerek, ciddî bir tefekkür muhassalasının ürünü olan çok makul düşüncelere bile hemen itiraz etme yoluna girebilir ve Hakk’ın hatırının âli olduğunu unutabilirler.

Bu tür inhirafların temelinde esasında terbiye eksikliği vardır. Eskiden talimde bulunan insanlar aynı zamanda çok iyi eğitimciydiler. Yani hakikî mürebbiler, oturuşları, kalkışları, duruşları, inanç, düşünce ve dünya görüşleriyle çevrelerindeki insanlara her yönüyle örnek oluyor ve onları hâl diliyle terbiye ediyorlardı. Fakat bugünkü tedrisat sisteminde eğitim ve öğretimin at başı gittiğini söylemek oldukça zordur. Öğretimde çok ileri noktalara gidildiğini düşünsek bile bu durum, eğitimdeki boşluğu doldurmayacaktır. Eğitim, potansiyel insanın hakikî insanlığa yükseltilmesi demektir. İdeal eğitimciler ise, mahir bir heykeltıraş gibi insan abidesini ortaya koyabilecek kabiliyette olmak zorundadır. Eğer cins dimağlar, iyi eğitimcilerin elinden geçmiyor ve onların tesirinde yetişmiyorlarsa, “her şeyi en iyi ben bilirim” psikozundan sıyrılmaları ve başka insanlardan istifade edecek bir anlayışa kavuşmaları oldukça zordur.

Benliğinin altında kalıp ezilenler

Bu konuyla irtibatlı olarak, Hazreti Pîr’e ömür boyu hizmet etmiş saff-ı evveli teşkil eden kahramanlardan birisinin bir tavrını daha önce size birkaç defa nakletmiştim. Bir müzakere esnasında bu kahraman zatın yanında bulunanlardan birisi onun düşüncesine muhalif bir beyanda bulunuyor. Fakat o büyük insan ona karşı “Öyledir kardeşim. Belki de doğru söylüyorsun.” deyip tebessümle mukabelede bulunuyor. Çünkü o, muhatabının o anki halet-i ruhiyesi itibarıyla, hakikati kabullenip söylediklerini anlayacak seviyede birisi olmadığını hissediyor. Fakat itiraz eden kişi bir süre sonra kendi mülahazalarının falsosunu birkaç yerde yaşayınca tekrar o büyük insanın yanına geliyor ve bu sefer, “Efendim! Ben şu düşüncemde yanılmışım. Sizin söylediğiniz doğruymuş.” diyor. Hazret, tavrını hiç değiştirmeden yine, “Öyledir kardeşim.” diyor.

Ben de belki yüz defa benzer hâdiseler yaşadığımı ve her defasında bunları geçiştirdiğimi söyleyebilirim. Geçiştirmişimdir çünkü bu tür insanlar kendi akıllarının her meseleye erdiğini zannedip her söze itiraz edebilirler. Bu durumda siz, problemin büyümemesi adına meseleyi zamana bırakırsınız. Aksi takdirde bu insanlar çok farklı noktalara savrulabilirler. İnsanlık tarihi boyunca bunun pek çok acı örneği vardır. Mesela bir Hitler, bir kısım kabiliyetleri olmakla birlikte, kendisini hep üstün görme gibi bir hastalığa tutulduğundan hiçbir kalıba girmemiş, hiçbir söze kulak asmamış ve neticede koskocaman bir milleti bir macera uğruna hezimete uğratmıştır. Öyle ki günümüzde bile hâlâ kendi toplumu içinde ona lanet okunmaktadır.

Cins dimağların topluma kazandırılması ayrı bir ihtimam ister

İnsanları böyle yanlış bir isyan ahlakından korumanın tek çaresi, terbiye ve rehabilite etmek suretiyle onların heyete uyumlarını sağlamaktır. Değişik üslûp ve metotlarla ama mutlaka bir yolu bulunup onlara vifak ve ittifakın önemi anlatılmalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın ekstradan gelecek teveccüh ve inayetinin buna bağlı olduğu ifade edilmeli; insanın şahsî düşüncesi ne kadar isabetli olursa olsun, genel ahengi bozmama adına onlardan vazgeçebilmenin bir fazilet olduğu vurgulanmalıdır.

Ne var ki, umumun hukukuna taalluk etmeyen şahsî meselelerde, terbiye maksadıyla, kimi zaman, bu tür insanları kendi falsolarıyla baş başa bırakma da faydalı bir yol olabilir. Gidebildiği kadar bir yere gitsin, toslasın ve sonra gelip “Sizin dediğiniz doğruymuş.” desinler. Çünkü kişilerin kendi tercih ve hür iradeleriyle yanlışlıklarını görmesini temin etme, insanın yetiştirilmesi adına çok önemlidir.

Benlik uğrunda, heva ve heves peşinde ömür tüketen kabiliyetli insanları görünce insan bir “keşke” çekmekten kendini alamıyor: Keşke kapasitesi yüksek, aklı farklı meselelere eren, problem çözme yeteneği olan, cesur ve atılgan insanlar, bu güç ve potansiyellerini kendilerini ispat etmeye, şuna buna itiraz etmeye kullanacaklarına din-i mübin-i İslâm’ı i’lâ etme, milli kültürümüzü anlatma yolunda kullansalardı. Çünkü Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine bahşettiği kabiliyetleri, içinde bulunduğu heyetle uyumlu hâlde, yüce bir mefkûre istikametinde kullanabilen cins dimağlar pek çok yararlı iş ve faaliyete vesile olabilirler.

Bu noktada onları sevk ve idare etme konumunda bulunan insanlara çok ciddî sorumluluk düşmektedir. Evet, idarî konumda bulunanlar, bu tür insanları kazanma, onların içinde bulundukları toplumla uyumlu çalışmasını sağlama ve böylece onların kabiliyetlerinden istifade etme adına ciddî gayret göstermelidir. Eğer bu tür insanlar on kişinin yaptığı hizmeti yapacaklarsa, baştakiler de gerekirse on kişiye ayıracakları zaman ve emeği böyle bir kişiye harcamalıdır. Zira bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Halid İbn Velid, Amr İbnü’l-Âs, Muğîre İbn Şu’be gibi müstesna fıtratların Müslüman olması adına ciddî gayret göstermiştir. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) cahiliye toplumu arasında yer alan bu tür kabiliyetleri, ayrı bir ihtimamla yoğurmuş, şekillendirmiş ve sonra da dinin emrine vermiştir. Tabiî, netice itibarıyla bu sahabe efendilerimizin her biri, İslâm adına çok büyük hizmetlere vesile olmuştur.

Osmanlı tarihine baktığınızda da sultanların, deha seviyesinde bir kabiliyet sezdikleri an hemen onu kazanma adına ciddî gayret içine girdiklerini görürsünüz. O devrin idarecileri, firaset ve sezgileriyle, farklı din ve kültürlerden bile olsa bu kabiliyetleri keşfetmiş ve onları kazanmanın yollarını aramışlardır. Bu sayede Zağanoslar, Evrenoslar, Gazi Mihaller, Mimar Sinanlar, Sokullular (Allah hepsinden razı olsun) Müslüman olmuş, Osmanlı Devleti’nin emrine girmiş ve hayatları boyunca insanlığa hizmet etmişlerdir. Bunların içinde kimisi komutan, kimisi sadrazam, kimisi de mimar olmuş ve neticede milletimiz adına çok yararlı hizmetler yapmışlardır.

Dengesizlik ve aşırılığa girmeden, yerinde gönüllerini alarak, yerinde alkışlayarak, yerinde de ödüllendirerek cins dimağları kazanmanın yolları aranmalıdır. Esasında böyle davranmak da ilahî bir ahlâktır. Zira icraat-ı sübhaniyesinde görüyoruz ki, O (celle celâluhû) hiçbir başarıyı mükâfatsız bırakmıyor. Bu açıdan yapılması gereken, bir taraftan farklı kabiliyet ve istidatların inkişafı adına cins dimağları takdir edip mükâfatlandırmak, diğer taraftan da onların ruhunda insanlığa faydalı olma duygu ve düşüncesini uyarmaktır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Çocuk Terbiyesinde Denge

Bazıları, "Ben çocuklarımla arkadaş gibiyimdir!" diyor; onlara karşı oldukça rahat davranıyorlar. Doğru buldukları bu anlayışı, Peygamber Efendimiz'in hutbede ve namazda dahi torunlarıyla ilgilenmesini, onları kucağına almasını ve omuzunda taşımasını delil göstererek destekliyorlar. Bu zaviyeden, valideynin çocuğa karşı hal ve hareketlerinde denge nasıl olmalıdır?

Çocuklarına Ne Bıraktın?

Soru: Allah yolunda infakta bulunması ve maddi imkanlarını dinin ihyası için seferber etmesi beklenen bir insanın, kendi ailesinin geleceğini de düşünmesi ve onların istikbali için yatırım yapması hususundaki ölçüler ve genel prensipler nelerdir?

İslâm, insanları bazı inanç esaslarını kabul etmeye zorlamaz; aksine, akıl ve mantıklarına seslenerek, onları her türlü baskıdan kurtarıp hür iradeleriyle yeni bir seçimde bulunmaya teşvik eder. Kur’ân, "İslam’da, dine sokmaya matuf zorlama yoktur." der; çünkü, zorlama dinin ruhuna zıttır. Dinin tarifinden de anlaşılacağı gibi, o, insanları kendi irade ve ihtiyarlarıyla doğru ve güzel olan şeylere sevk eden ilahî emirler mecmuasıdır; dolayısıyla, dinin kabul edilmesinde esas olan iradedir, insanın bilerek ve severek ona yönelmesidir. Öyleyse, dinde zorlama söz konusu olamaz. İslâm irade ve ihtiyarı esas alır ve bütün muâmelelerini bu esas üzerine kurar.

Sağ Yoldaki Zahirî Meşakkat

Dinde öyle bir yaşanılırlık vardır ki, insan onun emirlerini yerine getirirken büyük bir rahatlık hisseder. İmam Şatıbî hazretlerininin Muvafakât’ında ifade edildiği gibi; dinin vaz’ ettiği bir kısım mükellefiyetler aslında meşakkat sebebi değildir; onlar uzun bir yolculuğa çıkmış bulunan insanın hedefine sağ-salim varabilmesi için sıyanet vesilelerinden ibarettir. Hazreti Bediüzzaman üslubuyla meseleyi ele alacak olursak; insanın önünde iki yol vardır: Sağ yolda kanuna ve nizama tâbi olmak şarttır ama o zahirî külfet içinde bir emniyet ve saadet bulunur. Sol yolda ise, başlangıçta serbestiyet ve hürriyet vardır; fakat o rahatlığın neticesinde bir tehlike ve talihsizlik mukadderdir. Sağ yoldaki bir kısım sorumluluklar ve mesuliyetler ilk bakışta insanın omuzunda bir yük gibi görünse de, aslında onlar ileride çıkması muhtemel tehlike ve engellere karşı birer korunma argümanıdır. Mesela, sağ yolda yürüyen insan, bir pasaportu almak için bazı zahmetlere katlanır, bir miktar masraf eder. Daha sonra onu kaybetmemek için tedbirler alır, sürekli yanında taşıma mecburiyetinde kalır. Fakat, onun sayesinde pek çok kapıdan rahatlıkla geçer gider; pasaport taşıma gibi o küçücük meşakkete katlanma neticesinde rahatça geçtiği her kapıda ayrı bir huzur yudumlar. Sol yolda yürüyen insana gelince, onun için öyle bir pasaport alma, masraf yapma ve onu her zaman yanında taşıma gibi bir külfet yoktur. Fakat, belli bir süre serbestçe ve külfetsizce yol alsa bile, onun, önüne çıkan ilk kapıdan kovulacağı da muhakkaktır.

Bu itibarla, dinin emirleri arasında nice zor görülen mükellefiyetler vardır ki, aslında onların her biri ebedî saadetin birer vesilesidir. Mesela, insanı nefisle mücadeleye alıştıran, kalbî ve ruhî hayata yükselten, onu uhrevîleştiren ve ahirete ehil hale getiren ibadetler çok küçük bir meşakkat taşısalar bile aynı zamanda insana çok büyük mükafat kazandırırlar. Dolayısıyla, insanların dünyevî ve uhrevî saadeti için vaz’ edilen bu mükellefiyetler birer külfet olarak görülemez. Abdest, namaz, oruç, zekat ve hac gibi ibadetler zahirî bir külfete bedel binlerce sevap ve mükafat getirirler. Bunlar, hem Allah’a karşı kulluğu ifade eder hem de asla bir nihilist ve bir anarşist gibi davranamayacak olan ve kendi iradesiyle tam bir disiplin insanı olarak yaşayan müslümanın hayatını zapt u rapt altına alırlar. Ayrıca, ubudiyetin gereği olan mükellefiyetler, Cennet’e, ebedî saadete, Cenâb-ı Hakk’ın cemâlini müşahedeye ve O’nun rıdvanına mazhar olmaya liyakat kesbetmek için yerine getirilmesi gereken sorumluluklardır.

Bunları okula giden bir öğrencinin yapması gereken vazifelere de benzetebilirsiniz. Nasıl, eğitim çemberinden geçme ve belli bir kıvama erme o talebede bir liyakat metamorfozu meydana getiriyorsa, bir kul da ibadetler sayesinde o metaformozu yaşamalıdır ki ahirete bir farklılık içinde gitsin. Arzın ve semanın değişip başka bir kalıba gireceği bir gün için, insan da cüz’iyyatı itibariyle öyle bir farklılığa ulaşmalı ve kıvama ermelidir ki ahiret meyvelerine erişsin. İşte bu zaviyeden meseleye bakınca, dinde zorluk olmadığı, dini görevlerini yapan kulların kendi kıvamlarına koştukları görülecektir. Evet, biz bir maratonda koşuyoruz. Cennet’e, ebedi saadete, Cenâb-ı Hakk’ın cemalini müşahede etmeye ve O’nun "Ben sizden razıyım" müjdesine muhatap olmaya koşuyoruz. Biz ebedî yaşamaya ve hiç ölmemeye koşuyoruz. Öyleyse, ahiret hayatı adına hiç ölmemeye ve ebedî mutluluğa koştuğumuz bu yolda ölsek bile değer ve o da bir meşakkat sayılmaz. Bundan dolayıdır ki, dünya hesabına ölen şehitler ölüm şerbeti içtikleri aynı anda ölümsüzlüğe eriyorlar; buradaki ölüm sancılarını bile duymuyor, ölümsüzleşiyor ve sürekli ebedî saadet yudumlayıp duruyorlar.

Dinin Emirleri Objektiftir

Evet, "Lâ ikrâhe fi’d-din" hakikati insanların dine girmelerine matuf bir zorlamayı yasakladığı gibi dinin temelinde ikraha hiç yer bulunmadığını da ima etmektedir. Çünkü, onun özünde sevgi, muhabbet, alâka ve insanların her türlü faydası vardır. Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) getirdiği din, bir hanifiye-i semhâdır; yani, herkesin rahatlıkla yaşayıp, kolayca tatbik edebileceği bir sistemdir ve objektif prensipleriyle tam bir denge unsurudur. İslam, sadece belli bir grup için değildir; onun mesajı herkesedir. İslâm’da "teklif-i mâlâyütak", yani insanlara güç yetiremeyeceği sorumlulukları yükleme söz konusu değildir; o herkesin biraz gayret ederek altından kalkabileceği emirlerle gelmiş olan ve ruhunda müsamaha bulunan bir nizamdır. Din kolaylık üzerine vaz' edilmiştir, ibadet kasdıyla da olsa ilave zorluklar çıkarmaya ve dinin kolaylaştırdığını zorlaştırmaya hiç kimsenin yetkisi yoktur. Onu şiddetlendiren ve altından kalkılmaz hale getiren yenik düşer. Nitekim, Allah Rasûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) "Bu din kolaylıktır. Hiç kimse kaldıramayacağı mükellefiyetlerin altına girerek dini geçmeye çalışmasın; (insanın mutlaka bir kısım eksik ve kusurları olur ve) galibiyet dinde kalır" buyurmuş ve ümmetine bir tavsiyede bulunurken iki şeyden birini tercih edecekse daima kolay olanı tercih etmiştir. Kendisi dinin emirlerini kılı kırk yararcasına yaşasa da ümmetini irşad ederken mutlaka insan fıtratını gözetmiş ve dinin objektifliğine göre hükümler vermiştir.

Mesela; Hazreti Ali ve Osman bin Maz’un gibi bazı sahabe efendilerimiz, dünyevî duygulardan bütünüyle sıyrılmak, mâsivâyı zihinlerinden tamamen atmak, kalblerini sadece Sultan’a ait bir saray haline getirmek, kendilerini iyice ibadete vermek ve vakitlerinin hepsini Allah’a kullukta geçirebilme gayesiyle hadımlaşmak isteyince, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz "Allah’ı en iyi bileniniz ve O’ndan en çok korkanınız benim. Bununla beraber, ben ibadet ediyorum ama hanımlarımın hakkını da gözetiyorum. Gece ibadetimi yapıyorum fakat istirahat de ediyorum. Bazı günler oruç tutuyor, diğer günleri ise oruçsuz geçiriyorum. Bu, benim yolumdur. Kim benim yolumdan yüz çevirirse, o benden değildir." demiş ve getirdiği dinde ruhbanlık olmadığını beyan buyurmuştur.

Mevzuyla alakalı bir rivayet de şöyledir: Bir gün, Selman-ı Farisî efendimiz Ebu'd-Derdâ hazretlerini ziyaret eder. Ebu'd-Derdâ'nın hanımını eski ve yırtık bir kıyafet içinde görünce, "Bu halin ne?" diye sorar. Kadıncağız, "Kardeşiniz Ebu'd-Derdâ'nın dünya ile alakası kalmadı" der ve o halinin sebebini ima eder. Ebu'd-Derda hazretleri eve gelince Hazreti Selman’a yemek getirerek, "Sen buyur, ben oruçluyum!" der. Selman-ı Farisî, "Hayır, sen yemezsen ben de yemem" deyince beraberce yerler. Yatsının üzerinden çok az bir zaman geçmiştir ki, Ebu'd-Derdâ, Hazreti Selman'dan gece namazı için müsaade ister ama o "Biraz uyu" der. Bir müddet sonra Ebu'd-Derda namaza kalkmak için tekrar yeltenince Selman-ı Farisî yine, "Biraz uyu!" der. Gecenin sonuna doğru Selman efendimiz "Şimdi kalk!" deyip arkadaşını çağırır ve beraberce namaz kılarlar. Namaz bitince, Hazreti Selman şu nasihatı hatırlatır: "Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver." Ertesi gün Hazreti Ebu'd-Derdâ durumu anlatınca, Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtu vesselâm), "Selman doğru söylemiş, doğruyu göstermiş" buyurur.

Tebük Seferine iştirak etmediği için tecridle cezalandırılan Ka’b bin Malik hazretleri de, affedildiğini müjdeleyen ayet-i kerime nazil olunca çok sevinir ve "Ey Allah'ın Peygamberi, tevbemin kabul olunmasına karşılık bütün malımı Allah yolunda infak etmeye söz vermiştim" der. Fakat, Allah Rasûlü, ona da "Malının bir kısmını yanında bırak, bu senin için daha hayırlıdır" buyurur.

Zengin Vârisler

Bu ve benzeri hadiselere bakılınca görülecektir ki; Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) her zaman dinin objektif yanını esas almış ve dengeyi tavsiye etmiştir. Çünkü, Allah Rasûlü, muvazzaf bir müşerrîdir; O'nun söz, tavır ve ikrarları birer dinî emirdir. O bir hususta "evet" derse, artık o mesele kural olur ve herkesi bağlayan bir hüküm haline gelir. O rehber ve imamdır; İmam, "Allahu Ekber" diye seslenince rükûa gidilir; "Semiallahu limen hamideh" deyince ayağa kalkılır; bir kere daha tekbir getirince secdeye varılır. Onun ardında iseniz, farklı hareket edemezsiniz, her sözünü emir bilir ve uygularsınız. Nitekim, Allah Rasûlü, haccın farz kılındığını Ashab-ı kirâma duyurunca, içlerinden birisi; "Her yıl mı?" demiş; Rasûl-ü Ekrem (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) ona cevap vermeyip susmuştur. O zat sorusunu üç defa tekrar edince; Peygamber Efendimiz bundan memnun olmamış, "Eğer ‘evet’ deseydim, hac üzerinize her yıl farz olurdu, buna da güç yetiremezdiniz" buyurmuştur. Evet, O söz kesen, mühür basan ve beyanı hüküm olan bir insandır; O’ndan sadır olan bir söz kuraldır ve ona uyma mecburiyeti vardır. Dolayısıyla, O dinin objektifliğini, kolaylaştırıp zorlaştırmamanın bir esas olduğunu ve insanların fıtratlarını gözeterek hükümler vermiş; ashabının sorularını bu zaviyelerden cevaplandırmıştır.

Hadis kitaplarında, sorunuzla doğrudan alakalı olan bir hâdise daha anlatılır: Bir gün, Rasûl-ü Ekrem efendimiz, ağır hasta olan Sa’d ibn Ebî Vakkas hazretlerini ziyaret eder. Hal hatır sorma faslından sonra, Hazreti Sa’d, "Ya Rasûlallah, ben malı-mülkü bulunan bir kimseyim. Bir tek kızımdan başka vârisim de yoktur. Malımın üçte ikisini Allah yolunda infak etsem (de geri kalanını kızıma bıraksam) ne dersiniz?" diye sorar. Allah Rasûlü, "Hayır, üçte iki fazla olur" cevabını verir. Bunun üzerine Sa’d ibn Ebî Vakkas (radiyallahu anh), "Peki, yarısını sadaka olarak vereyim mi?" deyince, Rasûl-ü Ekrem yine, "Hayır, o da çoktur" der. Bu defa, Hazreti Sa’d, "Ya üçte birine ne dersiniz?" sualini tevcih eder. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), "Üçte biri olabilir ama o bile çoktur. Senin geriye zengin vârisler bırakman, insanlardan dilenen fakir kimseler bırakmandan daha hayırlıdır" buyurur.

Evet, İnsanlığın İftihar Tablosu, bu hâdise münasebetiyle bir kere daha dinin herkes tarafından uygulanabilecek yanına işarette bulunmuş, beşer fıtratını ve hayatın gerçeklerini nazar-ı itibara alarak bir hüküm vermiş ve kıyamete kadar O’na ümmet olmakla şereflenen bütün insanlar tarafından tatbik edilebilecek bir kural ortaya koymuştur. Şayet, bir insanın geniş imkanları varsa, vârislerini zengin edecek şekilde onlara miras bırakmasının, onları başkalarına el açıp dilenmeye terk etmesinden daha hayırlı olduğunu belirtmiştir.

Yeri gelmişken bir hususu daha arz edeyim: Siz vefat edince mirasınızı hak edecek bazı kimseler varsa, malınızın tamamını infak ederken onların haklarını da vakfetmiş olacağınız için Allah indinde sorumlu tutulabilirsiniz. Siz fedakarlık yapar ve "Bütün malımı mülkümü iman ve Kur’an hizmetine vakfediyorum" dersiniz. Bu çok güzel bir davranış ve bir civanmertliktir. Fakat, eğer o mal-mülk içinde size yakın olanların miras hakları varsa, o mevzuda öyle rahat davranamazsınız. Önce vârislerinizi razı ve memnun etmeniz lazımdır. Sizin vefatınızla mirasınızda hak sahibi olacak insanları hoşnut ettikten sonra malınızı istediğiniz gibi infak edebilirsiniz; aksi halde, Hak katında mesul olursunuz. Yani, ya Allah Rasûlü’nün beyanlarına uygun olarak malınızın üçte birini hayır yollarına verecek ve geri kalanını vârislerinize bırakacaksınız ya da onları razı ettikten sonra dilediğiniz tasarrufta bulunacaksınız.

Dolayısıyla, meseleye dinin objektifliği açısından bakmak ve umum insanları nazar-ı itibara alarak değişmeyen, sabit kurallarla hüküm vermek gerekir. Hususiyle, hayat tarzı ve davranışları örnek kabul edilen kimseler, herkes tarafından uygulanabilecek kuralları esas almalı; şahsî hayatları adına çok hassas olsalar ve azîmetlerle amel etseler bile, halk arasında dinin umumi disiplinlerini seslendirmelidirler.

Sika ve Îsar Ufkunun Kahramanları

Buraya kadar arz ettiklerimiz mahfuz olmakla beraber, bir de azîmetler kuşağında yaşayan ve ufku çok engin olan kimseler vardır ki, onların durumu da kendi kemâlât arşları zaviyesinden değerlendirilmelidir. Nasıl ki, Cenâb-ı Hakk’a kurbetin değişik mertebeleri ve her mertebenin de kendine göre temsilcileri bulunur; aynen öyle de, tevekkülün ve cömertliğin de farklı seviyeleri ve o seviyelerin kahramanları vardır. "Tevekkül", Allah’a güven ve itimat ile başlasa da onun ötesine çıkmak mümkündür. Kalben beşerî güç ve kuvvetlerden tamamen sıyrılıp neticede her şeyi Kudreti Sonsuz’a havale ederek tam bir itimada ulaşma ufkunda noktalanan rûhanî seyrin "teslim", "tefviz" ve "sika" mertebeleri de vardır. İşte, bir insan "çocuklarımın geleceği" deyip onlar için yatırım yaparken bir diğerinin Enderûnî Vâsıf gibi:

"Gelir elbet zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefviz-i umûr et ne elem çek, ne keder."

demesi de yadırganmamalıdır. Bir insanın, beş-on yıl sonrasını düşünüp başkalarına muhtaç olmamak için tasarrufta bulunması beşer fıtratına verilirken, bazı insanların da İbrahim Hakkı hazretlerinin,

"Sen Hakk’a tevekkül ol,
Tefviz et ve rahat bul,
Sabreyle ve râzı ol
Mevlâ görelim neyler,
Neylerse güzel eyler."

sözleriyle ifade ettiği tevfiz zirvesinde seyretmeleri de o derecenin insanlarına has bir hal olarak değerlendirilmelidir.

İnsanın gönlündeki hayır duygusunun ve cömertliğin de dereceleri vardır: İyiliksever olma ve yardım etmeyi sevme "semâhat"; bu duyguyu icra edip sorumlu olduğu kadar (zekat miktarı) yardımda bulunma "sehâvet"; malının çoğunu dağıtıp, daha azını geride bırakacak şekilde bol bol verme "cûd" ve kendisi de muhtaç olduğu hâlde başkalarını nefsine tercih ederek onların ihtiyacını görme ahlâkı da "îsâr" mertebesinin adıdır. İşte, bu mertebeler, bize bir realiteyi hatırlatmaktadır; demek ki, insanların hepsini aynı çizgide mütalaa etmek doğru değildir. Herkes kendi kabiliyetinin müsaade ettiği ufka ulaşabilecektir ve her insan kendine özel yükselme çıtasına göre değerlendirilmelidir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bazı sahabelere mallarının sadece bir kısmını infak etmeleri tembihinde bulunurken, Tebük hadisesi münasebetiyle bütün servetini hibe eden Hazreti Ebu Bekir’e "Ev halkına ne bıraktın?" diye sormuş, O "Allah’ı ve Rasûlünü bıraktım" cevabını verince hiç itiraz etmemiş ve Hazreti Sıddık’ın sadakatine çok yakışan infak anlayışını hoş karşılamıştır.

"Anam!.."

Hazreti Sıddîk’ın sıddîka kerimesi Aişe validemiz de babası gibi îsar ufkunda cömertlik ortaya koyan bir insandı. Kendisine, Hayber ve Fedek arazilerinin gelirlerinden verilen bir miktar para vardı. Ayrıca, Hazreti Ömer, Ezvâc-ı tâhirât’ı ilk saftakiler arasında mütalaa etmiş ve onlara ayrılan miktarı yükseltmişti. O sevgili annemiz eline binlerce dinar geçmesine rağmen vefat ederken arkada dünya adına hiçbir şey bırakmamıştı; çünkü, eline geçen her şeyi Allah yolunda infak etmişti. Diğer yönleriyle ne kadar derinse, cömertlikte de o kadar derindi. İlim alanında o denli ileriydi ki, Hazreti Urve onun hakkında "Hem fıkıh hem tıp ve hem de şiir sahasında Hazreti Aişe’den daha bilgilisini görmedim." demişti. Ebu Musa El-Eşarî hazretleri de, "Ne zaman bir meseleyi ya da hadisi anlamakta zorlanıp Hazreti Aişe’ye sorsak mutlaka onda bir cevap bulur ve müşkilimizi hallederdik" itirafında bulunmuştu. O mualla annemiz söz söylemesini öyle güzel becerirdi ki; Ahnef bin Kays "Ben Hazreti Ebu Bekir’in, Hazreti Ömer’in, Hazreti Osman’ın ve Hazreti Ali’nin (Allah hepsinden razı olsun) hutbelerini dinledim. Fakat, Hazreti Aişe’nin dudaklarından dökülen sözler kadar güzel ve anlaşılır olanlarını ondan başkasından duymadım." şeklinde takdirlerini dile getirmişti. Adını her anışımda "Anam!.." deyip "Öz anama bu kadar tatlı "anam" demedim o da darılmasın" düşüncesiyle yad ettiğim mualla validemiz, ibadet ü tâatinde o kadar engindi ki; Kasım b. Muhammed "Hazreti Aişe, Ramazan ve Kurban bayramları hariç senenin bütün günlerini oruçlu geçirirdi" haberini vermişti. Bir gün yanaklarından süzülen yaşları görünce "Aişe, neyin var, niçin ağlıyorsun?" diye soran Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e "Cehennem ateşini hatırladım; ötede ailenizi tanır, beni de hatırlar mısınız ya Rasûlallah?" şeklinde cevap veren gözü yaşlı anamızın kalbi de o kadar ince idi ki; Urve hazretleri "Sabahları evden çıkınca Hazreti Aişe’nin evine uğrar ve ona selam verirdim. Yine bir gün erkenden ona uğradım. Baktım ki, namaz kılıyor, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh u tazimde bulunuyor; sürekli "Biz dünyada, ailemiz içinde iken sonumuzdan endişe ederdik. Ama şükürler olsun ki Allah bize lütfetti ve bizi, o kavuran ateşten korudu." (Tur, 52/26-27) mealindeki ayetleri okuyor; bu ayetleri durmadan tekrar ediyor, Rabbine dua dua yalvarıyor ve ağlıyor. Onu o halde görünce, ben de kalkıp namaza durdum. Fakat, o okumasını bir türlü bitirmeyince ben biraz sıkıldım ve daha fazla dayanamayıp bir ihtiyacımı görmek için çarşıya gittim. Geri döndüğümde ne göreyim; Hazreti Aişe yine namazda ve kıyamdaydı; aynı ayetleri tekrar ediyor, ağlıyor ağlıyordu. İşte, bütün yönleriyle bir derinlik ve enginlik abidesi olan Aişe-i Sıddîka annemiz cömertlikte de benzersizdi. Rivayet edildiğine göre; bir gün yetmiş bin dinarı halka paylaştırmış, sonra da oturup elbiselerini yamamış ve o yamalı elbiseleri giymişti. Bir başka gün, payına düşen bir malı yüz bin dinara satmış, eline geçen parayı muhtaçlara dağıtmış ve o günün akşamında da, kendisine ayırdığı arpa ekmeğiyle ancak iftar edebilmişti.

Allah’la münasebetlerinde o kadar derin olan anamız, insanları düşünme ve cömertlikte de o denli engindi. Dini anlama arzu ve iştiyakı zaviyesinden eşsiz olduğu gibi, Allah’a, Rasûlü Ekrem’e, salih kimselere ve Cennete yakın olma, Cehennem’den de fersah fersah uzak bulunma vesilelerini kavramadaki basireti açısından da benzersizdi. Bunları yaptığı dönemde o henüz yirmili yıllarını yaşıyordu. O genç yaşına rağmen bilinmesi gereken mevzuları çok iyi kavramıştı. Kendisine bir husus sorulduğunda dinin objektifliği içerisinde cevaplar veriyor; hiç kimseye gücünün üstünde bir yük yüklemiyordu. Fakat, şahsî hayatı adına sadakat ve vefasına yakışır bir duruş ortaya koyuyor; hep sika ufkunda ve îsar burcunda seyahat ediyordu.

Vermeye Doymayanlar

O, bu konuda yalnız da değildi. Hazreti Osman efendimiz çok kazanmıştı ama bir emanetçi olduğunun farkındaydı. Ne zaman "yardım" denilse önce o koşuyor; elinde ne varsa hepsini infak ediyor ve Peygamber Efendimizi sevindiriyordu. Hazreti Abdurrahman bin Avf çok zengindi; fakat, servetin kendisinde emanet olarak durduğunun şuuruyla hareket ediyor ve rivayetlere göre üzeri erzak yüklü beş yüz deveyi bir defada tasadduk ediyordu. Ömer bin Abdülaziz devletin başında bir emanetçi memur gibi duruyor, hazinenin dolup taştığı bir dönemde kendisi zeytin yağına ekmek bandırarak iftar ve sahur yapıyordu. Leys ibn Sa’d hazretlerinin yıllık geliri seksen bin dinarı geçiyordu ama kendisine hiçbir zaman zekat farz olmamıştı. Çünkü, eline ne geçerse geçsin, hepsini Allah yolunda harcıyor, istikbal endişesine kapılmadan malını infak ediyordu. Bir gün İmam Malik hazretleri bir sini hurma hediye gönderince İmam Leys o siniyi altınla dolu olarak iade ediyordu.

Hafızanızı azıcık zorlasanız bu konuda daha yüzlerce misal bulabilirsiniz ve görürsünüz ki, seleflerimiz başkalarıyla alakalı hüküm verirken dinin değişmeyen kurallarını uygulamış, insanları bütün boşlukları ve zaaflarıyla kabul etmiş, zorlaştırmamış kolaylaştırmışlardır; fakat, kendileri söz konusu olunca da bütün salih amellerini kendi ufukları açısından ele almışlardır. Kendi tatbikatlarının birer kural olarak benimsenmesine mani olmuş, İslam dininin bir ruhbâniyet şeklinde anlaşılmasını engellemiş ve dinin özündeki kolaylığa, müsamahaya ve kuşatıcılığa dikkat çekmişlerdir. Kur'an’da ve Sünnet’te insanların değişik kategoriler içinde değerlendirilmesine uygun şekilde, onlar da bir realitenin gereği olarak kiminin bir damla sadaka vermesini, kiminin de malının içinde başkalarının hakkı bulunduğu şuuruyla biraz daha çok tasadduk etmesini normal görmüş; fakat, kendileri son kuruşlarına kadar bütün mallarını infak etmişlerdir. Bunu yaparken de, hayır ve hasenatlarını hiç kimseye duyurmamak, hissettirmemek, riya ve süm’adan uzak kalmak hususlarında da azamî hassas davranmışlar; hatta tasadduklarının Kiramen Katibîn tarafından bilinmesini dahi istememişlerdir. Nitekim, "Kendileri de ihtiyaç duydukları halde yiyeceklerini, sırf Allah’ın rızasına ermek için fakire, yetime ve esire ikram ederler. Ve derler ki: "Biz size sırf Allah rızası için ikram ediyoruz, yoksa sizden karşılık istemediğimiz gibi bir teşekkür bile beklemiyoruz." (İnsan, 67/8-9) mealindeki ayetler onların ruh halini tasvir etmektedir. Evet, onlar öyle hasbî ve muhlis kullardır ki, hayır ve hasenatları karşılığında bir teşekkür bile beklememektedirler.

İman ve Kur’an hizmetine adanmış kimseler de, çalışıp alınlarının teriyle iaşelerini temin etmelidirler. Kazançlarının üzerinde hep meşruiyet mührü aramalı ve mallarının her zerresinin hesabını Allah’a vermeye hazır bulunmalıdırlar. Onlar da birer emanetçi olduklarının farkında iseler, meşru dairede kazanmaya ve işin içine zerre kadar haram karıştırmamaya dikkat ederek ne kadar kazanabilirlerse kazanmalı ve ellerinden geliyorsa çok zengin olmalıdırlar. Bir gün, Süfran-ı Sevri hazretlerinin elinde bir sürü dinar gören bir adam, "Seni Hak dostu olarak biliriz, elindeki bu paralar da neyin nesi?" deyince, Hazreti Süfyan, "Öyle deme; eğer bu kadarcık bir mala sahip olmasaydık, idareciler bizi kapılarında dilenci yapar, eşiklerine mendil serdirirlerdi" der. İşte, başkalarına el açmamak ve onun bunun kapısında mendil sermemek için her mü'min çalışıp çabalamalı, alın teriyle kendi geçimini sağlamalı ve aynı zamanda, kazancında ihtiyaç sahiplerinin de hakkı olduğunu düşünerek malının şükrünü de kendi cinsinden eda etmelidir.

Bu Devrin Sıddîkları

Bu şükrün yerine getirilmesi hususunda, ısrarla üzerinde durulması gereken husus; herkese kendi gücü kadar yük yüklenmesi ve dinin objektif yanının nazara verilmesi hususudur. Bu konuda, insanları haklarından mahrum etmemeye, kimseyi gadre uğratmamaya ve onların çoluk çocuklarının bulunduğunu da hesaba katmaya özen gösterilmelidir. Bir insan bir anlık coşup şahlanmayla hissî bir karar verebilir; diğerlerine düşen vazife, ona bir kere daha düşünme fırsatı tanımak ve hayatın realitelerini de göz önünde bulundurmaktır.

Unutulmamalıdır ki, Allah’ın dininin i'la edilmesi vazifesini kim vicdanında ne kadar duyuyorsa, o meseleye de o kadar sahip çıkar. Bazıları, ortaya konan hayırlı faaliyetleri sadece uzaktan seyreder; takdirlerini dile getirir. Onlar o halleriyle kabul edilmeli ve muhalif olmamaları da bir kazanç bilinmelidir. Bazıları, işin ucundan tutuyor gibi görünür, kendileri hiçbir şey yapmaz ama iyi işler yapanlarla beraber bulunurlar. Onların durumu da yadırganmamalı ve o kadarcık bir yakınlık da kâr sayılmalıdır. Daire içinde bulunma, güzel sözlere ve faydalı işlere iştirak etme, "Ne güzel şeyler yapıyorsunuz; Allah nasip etse, biz de yapsak" deme de çok önemli bir adım olarak değerlendirilmelidir. Bazıları da bir damla ile katkıda bulunur; o bir damlayı verirken bile yüreğini vermiş gibi olur ama o kadarcık bir infak da öpülüp başa konmalıdır. Çünkü, vermeye alışma damla damla vermekle başlar. Çoğu zaman, bir damla, coşkun bir kaynağın emaresidir ve o kaynak kazıldıkça mutlaka daha gür su gelecektir.

Bazı insanlar da vardır ki, onlar "Allah, karşılık olarak cenneti verip müminlerden canlarını ve mallarını satın almıştır." (Tevbe, 9/111) mealindeki ayetle yatıp kalkar ve tenezzülât-ı ilahiyenin bir neticesi olarak kendileriyle pazarlık yapıldığını hiç akıldan çıkarmazlar. Malları ve gerekirse canları karşılığında, Cenneti, Cemalullahı ve rıdvanı satın alma şeklindeki bir anlaşmaya "evet" derler. Fanî şeyleri verip bakî bir hayatı kazanmaya talip olurlar. Hele bir de, içinde bulundukları zaman dilimi umumi bir seferberliği gerektiriyorsa, iman ve Kur’an davasına sahip çıkan ilkler gibi bütün mallarını tasadduk etmeye amâde bulunur, evlerinin ve arabalarının anahtarlarını bile bir zarfın içine koyar ve infakta sınır tanımazlar.

Sözün özü; meseleye dinin objektifliği açısından bakmak ve umum insanları nazar-ı itibara alarak değişmeyen kurallarla hüküm vermek esastır. Bu zaviyeden, beş lira veren de, elli lira tasadduk eden de, dinî vecibelerini yerine getirdikten sonra, evlâd u iyalini ve evini-barkını düşünen insan da makbuldür. Bu arada, her devrin Ebu Bekirleri ve Aişe-i Sıddîkaları da mutlaka olacak; onlar sadakat, vefa ve îsar hasletleri gereği belki mallarının hepsini Allah yolunda vereceklerdir. Dolayısıyla, bu meselede hüküm kanaat-i vicdaniyeye göre belirlenecek ve hiç kimse gadre uğratılmayacaktır.

Deli mi, delil mi?

Fethullah Gülen: Deli mi, delil mi?

Soru: Dinimize göre "akıllı insan" kimdir; dünden bugüne adanmış ruhlara "deli" nazarıyla bakılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Deliler (!)

Soru: Bir münasebetle, “Ne olur Rabbim! Senin hazinelerin geniştir; dilersen isteyene istediğini verirsin; bana da dininin delisi beş-on insan ver!” diye dua ettiğinizi söylemiştiniz. “Dinin delisi”nden kasıt nedir, kimdir?

Cevap: Belki haddimi aşarak çok erken dönemlerden itibaren bunu dilemişimdir. Mesela bugün gibi hatırımdadır: Kestanepazarı camiinin kürsüsünde vaaz ederken, “Keşke bu cemaat içinde beş on tane deli olsa!” demiştim. En basit ifadesiyle “deli” tabiriyle kastettiğim mânâ, hayatlarını tıpkı sahabe gibi sadece i’lâ-i kelimetullaha bağlayan, “O varsa yaşamamın bir kıymeti var; o yoksa yaşamaya da değmez. Zira bu takdirde yaşadığım hayatın, insandan aşağı derecedeki diğer canlıların hayatlarından ne farkı kalır ki!” diyen insanlardır.

Onlar, kulluk vazifeleri gereği üzerlerindeki hakları titizlikle eda eder, sorumluluklarını yerine getirir ve her hak sahibine hakkını verirler ve bunlarda kesinlikle tekâsül göstermezler. Ama bunun ötesinde, onların gözlerinde ne evin barkın, ne yalının villanın, ne atın arabanın, ne servetin zenginliğin ne de şanın şöhretin bir kıymeti vardır. Onlar, kendini akıllı sanan ehl-i dünyanın nefes nefese arkasından koştukları bütün bu dünyalıkları çoktan ellerinin tersiyle itmiş, onların sevgisini kalblerinden söküp atmışlardır. Gözlerini her açıp kapayışlarında, “Acaba bir gün nam-ı celil-i Muhammedî dünyanın dört bir yanında şehbal açacak mı?” der, hep onu sayıklarlar. Onlar bu gaye-i hayalin delisidirler. Dünyanın kaderini değiştirenler de hep bu türlü deliler olmuştur.

Yoksa onların, tımarhanelik delilerle bir alâkası yoktur. Onlara deli dememizin sebebi, sıradan insanların kıstaslarına göre öyle görülmelerindendir. Zira herkesin dünyanın ve dünya nimetlerinin arkasında koştuğu bir zamanda onlar çoktan yaşama arzularını yaşatma arzusuyla değiştirmişlerdir. Kendilerinden daha çok başkalarını düşünürler. Kendileri ve aile fertleriyle alâkadar olmaktan daha çok insanlığın dertleriyle alâkadar olurlar. Hz. Ömer’in sokakta gezerken torununu tanıyamadığından bahsedilir. Zira o, bütün gayret ve himmetini başkalarının huzur ve mutluluğuna hasretmişti. İşte tıpkı Hz. Ömer gibi kendini ve kendi zevklerini tamamıyla yüce mefkûresi uğrunda feda etmeye amade olan insanlara ben “deli” diyorum.

Dualarımda talep ettiğim deliler işte bunlardır. İcabında dünyanın kendisine armağan ettiği bütün güzellikleri, göğsüne taktığı bütün nişanları, madalyaları çok rahatlıkla elinin tersiyle bir kenara iten ve “Din ve diyanetim adına hizmet edemiyorsam, bunların hiçbirinin gözümde bir kıymet-i harbiyesi yoktur.” diyen insan. Bu türden on tane deli, on milyon insandan daha fazla şey ortaya koyar. Allah, öbür tarafta onları, on milyon insana verdiği nimetlerle serfiraz kılar.

Osmanlı’nın İstanbul’un fethine kadar geçen bir buçuk asırlık dönemi, deliler dönemidir desek sezadır. Bilindiği üzere Osman Gazi Hazretleri (rahmetullahi aleyh) Bursa’nın fethine çıktığı dönemde ruhunu çadırda Allah’a teslim etmiştir. Oğlu Orhan Gazi, ömrünü at sırtında geçirmiştir. Murat Hüdavendigar cephede, Yıldırım Han ise esarette ruhlarını Allah’a teslim etmişlerdir. Çelebi Mehmet, sukûtu (düşüş) suûda (yükseliş), tedenniyi terakkiye çevirmek, atalarından tevarüs ettiği emanete yeniden aynı kıvamı kazandırabilmek için ömrünü sancıyla geçirmiştir. İkinci Murat öyle bir hayat yaşamıştır ki onun için “evliyaullahtandı” deseniz zannım o ki yanlış bir beyanda bulunmuş olmazsınız. Fatih’i, İkinci Bayezid’i, Yavuz Sultan Selim’i ve Kanuni’yi de bu kategoride düşünebilirsiniz. Onlar köşklerde, saraylarda, villalarda keyif çatmamışlardır. Oldukça sade ve basit bir hayat yaşamış, bütün ömürlerini dine adamış ve i’la-i kelimetullah yolunda imrar-ı hayat etmişlerdir.

Bu yüz elli senelik dönem bizim için “i’tilâ (yükselme) dönemi” olmuştur. Zira bu dönemde dışta genişleyen fütuhatlarla beraber insanların iç dünyalarında da fütuhatlar yaşanmıştır. Gönüller Kur’ân’a yönelmiş, Allah’la irtibat kavi tutulmuş, O’nun karşısında kemerbeste-i ubudiyet içinde durulmuştur. Bu yüzden de Osmanlı’nın en verimli, en bereketli yılları, bu yıllar olmuştur. Daha sonraki asırlarda ortaya konulan bazı başarıların, bir kısım güzel oluşumların arkasında da ilk dönemin bu anilmerkez (merkezkaç) gücü vardır. Ne var ki bu ruh ve mânâ söndükçe, adalet duygusu hakikilikten izafiliğe indikçe, halktan uzaklaşma başladıkça, dünyaya meyl ü muhabbet baş gösterdikçe terakkinin yerini tedenni almaya başlamıştır.

Deliler deyince Osmanlı ordusunun önünde savaşan delileri hatırlamamak olmaz. Bunlar öyle kimselerdir ki atlarında ne eğer ne de gem vardır. Atın yelesinden tuttukları gibi sırtına sıçrarlar. Silah kullanmayı seviyesizlik sayacak ölçüde gözleri pektir. Ordunun en önündedirler. Düşmanla ilk yüz yüze gelecek olanlar da onlardır. Mermere çala çala nasırlaştırdıkları elleriyle silahların üzerine giderler. Hayatı istihkar eden, güle güle ölüme gitmeyi göze almış delilerin bu cesaretleri, bu korkusuz halleri, arkalarındaki komutanların da, müsellah ordunun da kuvve-i maneviyesini takviye eder, onları da coşturur. Sayılarının ne kadar olduğunu bilemesem de savaşların kazanılmasında işte bu delilerin çok önemli bir yeri vardır.

“Güle güle ölüme gitme” ifadesi bana, şimdiye kadar defalarca zikrettiğim bir hâdiseyi hatırlattı: Yermük bozgununu yaşayan Romalılar, imparatorun karşısına çıktıklarında azar işitirler. İmparator onlara, nasıl olup da çölden çıkan bir avuç Arap karşısında koskocaman bir imparatorluğun ordularının bozgun yaşadığını sorar. Ne de olsa o dönemde Roma, Sasaniler karşısında dahi zafer kazanan dünyanın en muhteşem devletidir. Kral, böyle bir devletin Araplar karşısında yenilgi üstüne yenilgi yaşamasını hazmedemez ve komutanlara çıkışır. Ordu komutanlarının verdikleri cevap şudur: “Biz ölümden korktuğumuz ve kaçtığımız kadar bu adamlar ölüme koşuyorlar.” İşte bir tarafın zafer, diğer tarafın ise hezimet yaşamasının sırrı budur. İşte Halid İbn-i Velid (radıyallâhu anh)! Tarihin çıkardığı ender kumandanlardan biri olan bu muhteşem kameti ölüm döşeğinde dilgir eden hususların başında, savaş meydanlarında değil de yatakta vefat etmesi geliyordu, bu ona çok ağır gelmişti.

İşte bu duygu, bu düşünce çok önemlidir. Sahabe-i kiram, hayatı istihkar etmeleri ve kendilerini i’lâ-i kelimetullah davasına adamış olmaları itibarıyla birer deliydi. Bu delilerdir ki bize yaşanır bir dünya armağan ettiler. Onların arkalarından gelen akıllılar da maalesef bu dünyayı sağa sola peşkeş çektiler. Yaşatma düşüncesinden mahrum olan, yaşama tutkusuyla hayata sarılan akıllar bütün kazanımları heba ettiler. Villalarda, köşklerde hayat sürdüler, zevk ve eğlencelere daldılar. Kendilerini adayacakları, uğruna hayatı istihkar edecekleri, sıkıntısını çekip derdini yüklenecekleri yüce bir mefkûreleri olmadığından dolayı dünyaya daldılar, kendilerine, egoizmalarına takıldılar. “Mevcudu muhafaza etme” gibi dûn himmet insanlara ait duygu ve düşüncelerle yaşadılar. Neticede bize ait duygu ve düşünceyi hayat kumarında kaybettiler.

Günümüzde de fedakârlık ve adanmışlık duygularıyla dünyanın dört bir tarafına açılan mefkûre muhacirleri var. Fakat bunlar henüz yoldalar. Adım adım gaye-i hayallerini takip etmeye çalışıyorlar. Ama bu işi sonuna kadar götürebilirler mi götüremezler mi bilemiyoruz. Niyazımız o ki Cenab-ı Hak götürmeye muvaffak kılsın. Yolda kalıp dağılmadan, patikalara girmeden muhafaza buyursun. Hakiki mecnunlar ise henüz yolda olanlar değil, Allah’ı bulanlardır. Onlar bu işi zirvede temsil ederler. Fakat bu zirveye varmak için de bu yollardan geçmek gerektir.

Bu açıdan denebilir ki, yaşatma duygusuyla koşturup duran ve en büyük sermayeleri adanmışlık duygusu olan günümüzün kara sevdalıları şayet gözlerini zirvelere dikmiş, zirvelere giden yolda yürüyorlarsa inşallah hedeflerine ulaşacaklardır. Şayet onlar, kendi çıkarlarını işin içine katmaz ve bu bezmi başlattıkları gibi noktalayabilirlerse, geçmişin mecnunları gibi zirveleri ihraz edebilirler. Fakat kendilerini düşünmeye başladıkları, istikbal endişesiyle hareket ettikleri ve hizmetlerine karşılık bir şeyler aparmaya, koparmaya niyetlendikleri zaman, kendileri takılıp yollarda kalacakları gibi omuzlarındaki mukaddes emaneti de yerlere düşürmüş olurlar. Böylece hem emanete ve emaneti kendilerinden devraldıkları seleflerine hıyanet etmiş hem de gelecek nesillere gadretmiş olurlar. 

Yoldakilerin, takılıp yollarda kalmamaları için sürekli rehabiliteye, motivasyonlarının yüksek tutulmasına, sohbet-i cânanla canlılıklarının korunmasına ihtiyaçları vardır. Her günlerini bir evvelki günden daha canlı, daha heyecanlı yaşamalıdırlar ki istikametlerini kaybetmesinler. Bunun yanında, ölünceye kadar azim ve kararlılıklarını, ihlas ve samimiyetlerini, halis niyetlerini korumalıdırlar. Amellere rengini veren, niyetlerdir. Bu sebeple onlar, yolun yarısında ölüp gitseler bile zirvedekiler gibi mükâfat görürler. Zira “Allah, kullarının kalblerine nazar eder.” (Müslim, birr 33)

Demokrasi Yokuşu

Soru: Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan ve Cumhuriyet döneminin belli bir zaman dilimini anlatan belgeselin ismi "Demokrasi Yokuşu" idi. Sizce ülkemizdeki tarihi gelişimi itibarıyla demokrasi düzlüğe çıkabilmiş midir? Demokrasinin sadece teoride kalmayıp uygulanan ve herkese huzur vadeden bir sistem olabilmesi için neler gerekmektedir?

Menşei itibarıyla Yunan kültürüne kadar uzanan demokrasi tabiri, "halk" ve "iktidar" manalarına gelen iki Yunanca kelimeden teşekkül etmiştir ve kısaca, "halk idaresi", "halkın hakimiyeti", "halkın iktidarı" demektir. Genellikle, "halkın kendi kendini yönetmesi" şeklinde tarif edilegelen demokrasi, temel hak ve hürriyetlerin korunmasını bizzat halka ya da temsilcilerine bırakan, vatandaşların duygu ve düşüncelerinin ülke idaresinde tesirli olması gerektiği esasına dayanan bir yönetim şeklidir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde ilk kez seslendirilirken "Hâkimiyet bilâ kayd ü şart milletindir" şeklinde dile getirilen ve günümüzde "Egemenlik milletindir" sözüyle ifade edilen mana da icmâli olarak demokrasiyi vurgulamaktadır.

Demokrasinin tatbiki milletten millete, ülkeden ülkeye değişebilmektedir: Mesela; "vasıtasız hükümet" ya da "doğrudan demokrasi" denilen idarî sistemde, halk, iktidar ve hâkimiyetini herhangi bir aracı ve temsilci olmadan kullanır. Kanunları yapma, uygulama ve onlara uymayanları bulup cezalandırma gibi hususlar tamamen millete aittir. Bir meselede karar verileceği zaman milletin bütün fertleri kanaatini ortaya koyar; halk bir seçimde bulunur; yalnızca bazı kesimler değil, herkes bu seçimde söz sahibi olur; gerekirse sürekli referandumlar yapılır ve neticede umum halkın istediği husus gerçekleştirilir. Çokları için bir ideal olan bu demokrasi şekli sadece küçük topluluklarda tatbik edilebilir.

"Temsilî hükümet"te ise; halk, hakimiyet ve iktidarı, belli bir süre için seçtiği temsilciler meclisine tevdi eder. İktidarı, halk adına meclislerin kullandığı bu idari sisteme "cumhuriyet" de denmektedir. Günümüzde demokrasi denince genellikle "temsilî demokrasi" anlaşılmaktadır. Temsilî demokrasi, dar anlamda halkın kendi temsilcilerini kendi hür iradesiyle seçmesi anlamına gelmektedir. Bu idarî sistemde, yönetilen halk, yöneten ise "halkın temsilcileri"dir. Halk, seçtiği bazı kimseleri kendine vekil tayin eder; onlar da, millet namına icraatta bulunurlar. Ayrıca, halkın çıkarları istikametinde bir kısım kurallar vaz’ ederler. Belki bazı haklara sınırlar getirirler; fakat, vicdan hürriyeti, düşünme hürriyeti, çalışma hürriyeti, kazanma hürriyeti, seyahat hürriyeti gibi hak ve özgürlükleri yasalarla teminat altına alırlar. Hem devletin hem de fertlerin hak ve sorumluluklarını tesbit eder ve bunların sınırlarını açıkça belirlerler. Böyle bir yönetim şeklinde, devletin şeffaf olması, hukuka dayanması, ferdî hürriyetleri koruması, kuvvetler ayrılığını (yasama, yürütme ve yargının birbirinden ayrı olmasını) gözetmesi ve iktidarın faaliyet sahasını belli bir çerçeve içerisinde tutması olmazsa olmaz şartlardan bazılarıdır.

Çeşit Çeşit Demokrasi

Tarihi gelişimi itibarıyla da demokrasi, farklı toplumlar tarafından değişik şekillerde anlaşılmış ve farklı tarzlarda uygulanmıştır. Öyle ki, daha Antik Yunan dünyasında bile tiranlığa karşı halkın kendi kendini idare etmesi fikri doğmuştu; fakat Aristo’nun belirttiği üzere, demokrasi o dönemde bir çeşit "demagoji" olarak ele alınmış ve halkın idari işlere katılması sadece düşünce planında kalmıştı. Eski Roma’da da "Senato"nun gölgesinde bir tür demokrasi denemesi yapılmıştı. Ne var ki, demokrasi asırlarca halkın çıkarları hesabına ve halk adına totaliter bir sistem şeklinde uygulanmaktan öteye geçemedi. Evet, aslında mana itibarıyla, hak ve hürriyetlerin baskı altında tutulduğu, bütün yetkilerin bir elde veya küçük bir yönetici grubunun hakimiyetinde toplandığı devlet düzeni demek olan totaliter sistem demokrasiye tamamen zıt olmasına rağmen, "halk için istibdat" gibi çok garip bir mantıkla "totaliter demokrasi"lerden bile bahsedildi. Hatta bugün demokrasiyle idare edildiği söylenen pek çok ülkede böyle bir totaliter demokrasi anlayışının var olduğu ve bu ülkelerde bazı seçimler yapılarak halkın yönetime katkıda bulunduğu izlenimi verilse de aslında idare ve hakimiyetin bir elde tutulduğu, yani oralarda demokrasi adının gölgesinde totaliter bir sistemin hakim olduğu söylenebilir.

Diğer taraftan, demokrasi hâlâ büyük ölçüde muğlak olduğundan bu tabirin nisbetsiz zikri pek azdır. Çok defa onun yanına başka bir tabir ilave edilerek, demokrasi "çoğulcu", "liberal", "Hıristiyan", "katılımcı"... gibi sıfatlarla anılmaktadır ki, bazen bu demokrasi türlerinden biri diğerini demokrasi olarak bile kabul etmeyebilmektedir. Hitler, Nazizm’in "gerçek demokrasi" olduğunu iddia ettiği ve Mussolini, Faşizm’i "merkezî ve otoriter demokrasi" şeklinde nazara verdiği gibi, bugün de, çoklarınca anti-demokratik kabul edilen bazı ideolojilerin temsilcileri bile demokratik olduklarını savunmaktadırlar. Dolayısıyla, dünyanın değişik bölgelerinde "Marksist demokrasi", "Proletarya demokrasisi", "Protestan demokrasi"... gibi daha pek çok demokrasi anlayışına şahit olmak mümkündür.

Mana Boyutlu Demokrasi

Ne var ki, şimdiye kadar "demokrasi", bu izafet ve nisbetlerine bakılmadan hep yalın hâliyle ele alınmıştır. Bu sebeple de, din-demokrasi münasebetinden söz edenler, demokrasi ile dinin asla bağdaşmayacağını iddia etme yanlışlığına düşmüşlerdir. Onlara göre; din, Allah’ın hakimiyetine, demokrasi ise milletin re’yine dayanmaktadır. Fakat, maalesef, özellikle İslam ve demokrasi arasındaki bu sathi karşılaştırmada, "Hakimiyet, kayıtsız-şartsız milletindir" sözünün, hükümranlığın -hâşâ- Allah'tan alınarak insanlara verilmesi manasına gelmediği; aksine Cenab-ı Allah’ın, hükümranlığı, baskıcı ve zorba bireylerin elinden alıp cumhura yani toplumun üyelerine verdiği hakikati gözardı edilmiştir. Bununla beraber, İslam ve demokrasi sözkonusu edildiğinde bunlardan birincisinin ilahî, semavî bir din, diğerinin ise beşerî bir yönetim şekli olduğu mutlaka gözönünde tutulmalıdır. Demokrasinin tekamülünü isteyiş asla onun din yerine konması manasına gelmemelidir. Dinin mukaddesliği ve münezzehiyeti mahfuzdur; dolayısıyla, İslam ile demokrasinin kıyaslanması mevzubahis olamaz.

Bu itibarla da, kemale ermiş ve herkes tarafından benimsenmiş bir demokrasiden bahsetmenin mümkün olmadığı ve demokrasinin henüz bir gelişme vetiresi yaşadığı günümüzde İslam’ın demokrasiye katabileceği zenginlik de mutlaka düşünülmelidir. Ebedî bir Zât'ın teveccühünden ve ebediyetten başka hiçbir şeyle tatmini mümkün olmayan insanoğlunun manevî ihtiyaçlarına da cevap verebilecek bir demokrasinin geliştirilmesi meselesi de mütalaa ve müzakere edilmelidir.

İsterseniz siz böyle bir anlayışa "mana boyutlu demokrasi" de diyebilirsiniz. Yani, insan hak ve hürriyetlerine saygıyı ihtiva eden, din ve vicdan hürriyetini gözeten, aynı zamanda insanların inandıkları gibi yaşamalarına da ortam hazırlayan bir demokrasi.. insanların ebedle alakalı isteklerini yerine getirme mevzuunda onlara yardımcı olan demokrasi.. insanı maddî–manevî bütün ihtiyaçlarıyla nazar-ı itibara alan ve onun bütün ihtiyaçlarını karşılamayı tekeffül eden olgun demokrasi... işte, demokrasiyi bu denli geliştirip insanîleştirmenin yolları aranmalıdır. Çünkü insan hayatı, dünya ile başlamadığı gibi dünya ile de bitmiyor; dünya onun için sadece bir uğrak, o ebediyen kalacağı bir diyara, ahiret yurduna gidiyor. Şayet, onu idare eden sistem, bu gerçeği görmezlikten gelirse ve kulak ardı ederse, beşer için çok önemli bir meseleyi görmezlikten gelmiş ve kulak ardı etmiş olur. Evet, onun önünde kabir hayatı var, berzah hayatı var, mahşer hayatı var, Cennet hayatı var ve –Allah korusun- iman hesabına yolda kalanlar için de Cehennem hayatı var. Dolayısıyla, ideal demokrasi, insanın bugününü ve bugüne ait meselelerini tekeffül ettiği gibi, aynı zamanda onun ebedî hayatıyla alakalı bir kısım ihtiyaçlarını da tekeffül etmesi lazım. Ancak böyle bir demokrasi, oldukça gelişmiş ve ideal hâli almış bir demokrasi olabilir. Fakat, maalesef, insanlık henüz bu ufka ulaşmış sayılmaz. Ne batıda, ne doğuda, ne Amerika’da, ne de Uzak Doğu’da henüz böyle bir demokrasiden söz etmek mümkün değildir.

Bu açıdan da, demokrasi hâlâ yokuşa doğru tırmanmakta olan bir sistemdir. Bir manada, demokrasi yokuşu henüz aşılamamıştır. Fakat, bu konuda hiçbir şey yapılamadı demek de haksızlık olur. Şimdilerde demokrasi, tamamen insanî bir sistem haline gelerek, insanın maddî–manevî, ruhî ve cismanî bütün ihtiyaçlarına cevap verebilmek üzere, tabiri caizse, evolüsyon geçire geçire hâlâ bir tekâmül süreci yaşamaktadır.

Demokrasi Kültürü

Meseleye diğer bir açıdan yaklaşacak olursak; demokrasi nazarî olarak iyi bir sistem sayılabilir; fakat, asıl önemli olan onun pratiğe taşınmasıdır. Bir ülkede demokrasinin tam olarak uygulanabilmesi için de o ülke halkının "demokrasi kültürü"ne sahip olması gerekmektedir. Toplum fertlerinin demokrasi kültürünü öğrenmeleri ve ona alışmaları da ancak ciddi bir eğitimle mümkün olabilir.

Bu açıdan, öncelikle demokrasinin çerçevesi belirlenmeli; o çerçevede millete kendi hakları ve özgürlükleri öğretilmelidir. Bir yandan, fertlerden sorumluluklarını yerine getirmeleri istenirken, diğer taraftan, onlara kendi haklarına sahip çıkma cesareti de verilmelidir. Her insana, demokrasinin ne vaad ettiği, toplumun bir ferdi olarak kendisinin hangi haklara sahip bulunduğu ve devlet idaresinde ne türlü bir söz söyleme selahiyetinin olduğu gibi hususlar mutlaka öğretilmelidir. Bazıları bunların öğretilmesini keyfî idarelerine engel görebilirler; toplumu kendi heva ve hevesleri doğrultusunda bazı yerlere çekmek isteyen bu kesimler, halkın bir kısım hakikatleri öğrenmesini istemeyebilirler. Çünkü, kendine dayatılan hususları bir şekilde kabullenen ve hakkını aramayı aklının ucundan bile geçirmeyen, hatta haklarının ne olduğunu bile hiç bilmeyen kitleleri istenilen yöne sevketmek kolaydır.

Bu itibarla, insanlara vicdan hürriyeti, düşünce hürriyeti, inanç hürriyeti ve çalışma hürriyeti gibi özgürlükler tanınabilir. Fakat, halk bu hürriyetlerin ne manaya geldiğini bilmiyorsa, kendisine tanınan haklardan haberdar değilse; hakkını nerede ve nasıl arayacağı hususunda hiçbir malumatı bulunmuyorsa, yani, millet fertlerinde demokrasi kültürü gelişmemişse, o toplumda gerçek demokrasinin tatbiki imkansız denecek kadar zordur. Böyle bir toplumda, bazen geçici bir hürriyet havası hasıl olsa bile, bir kısım hazımsız kimselerin kaba kuvvete başvurarak demokrasinin başına darbe indirmeleri de her zaman söz konusudur. Değişik bahanelerle hadlerini aşıp hak adına hakkızlık irtikâp eden bu kaba kuvvet temsilcilerine karşı, demokrasi kültüründen mahrum yetiştirilen nesillerin yapabileceği hiçbir şey de yoktur. Bir yanda kendi haklarından habersiz ve demokrasi kültüründen mahrum yığınlar, diğer tarafta da o kültüre alışmadığı için başkalarının hak arayışı karşısında hazımsız kimseler bulunduğu müddetçe değişik müdahalelerin birbirini takip etmesi ve demokrasinin sürekli inkıtaya uğratılması kaçınılmazdır.

Bu hakikatin en canlı misali yakın çevremizdeki ülkelerdir. Koskoca bir coğrafyada çoğu ülkelerin başında birer tiran, birer diktatör vardır. Buralarda da seçimler yapılır; fakat, seçimleri ekseriyetle o an başta bulunanlar yeniden kazanır ve yerlerini hep korurlar. Onların aralarında yirmi senelik, otuz senelik despotlar bile mevcuttur. Ülkeleri adına neredeyse hiçbir hayırlı teşebbüste bulunmayan ve sadece kendi saltanatını devam ettirmeyi düşünen bu tiranlar, bütün zorbalıklarına rağmen yine de o sihirli kelimeye sığınır, "demokrasi" der ve her şeyi ona bağlı yapıyor gibi görünerek saf yığınlara bütün icraatlerini kabul ettirirler.

Demokrasi kültüründen mahrum olan toplumlardaki bu durum bizim ülkemizde de farklı değildir. Dünyadaki umumi gidişata paralel olarak, Türkiye’de de belki Tanzimat’tan bu yana batılı anlamda demokrasiye geçiş vetiresi yaşanmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya, İtalya ve Japonya’nın yenilmesiyle totaliter rejimler bir manada sona erip demokratikleşme hareketleri revaç bulunca, Batı ile münasebetlerini sıcak tutmak isteyen Türkiye de çok partili hayata geçmek mecburiyetinde kaldı. 1946 senesinde demokratikleşme talepleriyle kurulan Demokrat Parti’nin siyaset meydanına atılmasından sonra ülkemizde de ciddi anlamda bir demokrasi yokuşuna tırmanma süreci başladı. Fakat, acaba demokrasi adına ortaya çıkanlar demokrasiyi ne derece hazmetmişlerdi? Kendilerini hangi ölçüde milleti temsile yetkili ve donanımlı görüyorlardı? Güçlerini tartmışlar mıydı? Öyle bir yükün altından kalkabilirler miydi? Ayrıca, önce demokrasiye mecburen vize veren güçler, daha sonra onun kendi iktidarları aleyhine işlediğini görünce o meseleyi hazmedebilirler miydi? Bunlar çok ince ve hassasiyetle üzerinde durulması gerekli olan konulardı. O ölçüde bir hassasiyetle bu konuların üzerinde duruldu mu, durulmadı mı onu bilemeyeceğim; fakat, aşikar olan bir husus var ki, bizim ülkemizde ideal demokrasiye yürümek için aşılması gereken yokuşun dışında çok farklı tepeleri de geçmek gerekmişti ve aşılması gereken o tepelerin hâl-i hazırda bütün bütün arkada bırakıldığı söylenemez.

Türkiye Demokrasi Yokuşunda

Evet, bizim ülkemizde demokrasi, yer yer pek çok engele takıldı; zaman zaman kendi halkının öz değerleriyle çatıştı.. bazen yerleşik idareye zıt bir anlayışa dönüştü, bazen de hakimiyeti elinde bulunduran güçlerin gayzına yenik düştü. 27 Mayıs 1960 tarihinde Türkiye, daha sonraki demokrasi gayretlerinin de teminatı olabilecek bir sürecin başına inen yumruğa şahitlik etti. 16 ve 17 Eylül 1961’de bir zamanlar demokrasi diyerek halkın karşısına çıkan ve istediği desteği bulmuş gibi görünen kimselerle beraber demokrasinin kendisi de idam sehpasında sallandırıldı. 12 Mart 1971’de demokrasiye bir kere daha ince ayar (!) çekildi. Aradan on sene bile geçmeden, bu defa 12 Eylül 1980’de demokrasinin başına sert bir darbe daha indirildi. Dahası, 82 Anayasası’na konan kanun maddeleriyle 61 Anayasası’nın getirdiği hak ve özgürlüklerin üzerine de çizgi çekildi.

Evet, 61’de yeni bir anayasa hazırlanmış ve farklı bir demokrasiden bahsedilmişti. Her türlü hak ve hürriyetin tanınacağı söylenmiş ve her çeşit düşüncenin âdetâ önü açılmıştı. Devletin temel yapısına dokunmamak ve rejimi değiştirmeye matuf faaliyetlerde bulunmamak şartıyla herkesin istediğini yapabileceği ifade edilmişti. Ülkenin demokratik bir cumhuriyetle yönetildiği ve bu idare sisteminde hakimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait olduğu vurgulanmıştı. Fakat, bu hürriyet havasının üzerinden çok geçmeden farklı bir müdahale daha oldu. Ondan yaklaşık on sene sonra bir başka müdahale ile yeniden anayasa değişikliğine gidildi. Ne kadar acıdır ki, yeni demokrasinin baş mimarlarından ve o günkü anayasanın hazırlanmasına öncülük edenlerden birisi, eski anayasa için "Bu anayasa bize bol elbise gibi geldi; içinde rahat hareket etmeye başladık. Bu entariyi belinden, paçasından, boyundan biraz daraltmak lazım." diyebildi. Nitekim, o demokrasi elbisesi, orasından burasından çekildi, büzüştürüldü ve kısaltıldı. Fakat, müdahaleler onunla da sınırlı kalmadı; başının üzerinde Demokles’in kılıcı varmışçasına sürekli titreyerek hayatını devam ettiren demokrasi, 28 Şubat 1997’de bir kere daha inkıtaya uğratıldı.

İşte bütün bu müdahalelerin arkasında demokrasi kültüründen mahrumiyet vardır. Demokrasiyi hazmedemeyen kimseler, kendi bozuk hissiyatlarına, yanlış mantıklarına, heva ve heveslerine göre bir kısım mualecelerde bulunur ve onu felç ederler. Her dönemde, acemi ve demokrasi kültüründen yoksun demokratların elinde demokrasi bir kere daha yara alır. Bazıları "ince ayar lazım" derler, kimileri de hürriyet elbisesinin millete bol geldiğini söylerler; böylece, bu bahanelerle parlamentoyu işlemez hale getirir, devlet müesseselerinin elini-kolunu bağlar ve aslında milletin istikbaliyle oynarlar.

Demokrasi kültüründen bîhaber bu hazımsız ruhlar, kendileri gibi düşünmeyen insanların demokratik hak ve hürriyetlerden istifade etmelerini çekemezler. Hele bir de bunlar, dine mesafeli duran kimselerse, halkın dinî vazifelerini yerine getirmesine, duygu ve düşüncelerini seslendirmesine, istediği gibi yaşayıp kendini ifade etmesine asla tahammül gösteremezler. Dolayısıyla, içlerindeki bu hazımsızlık sebebiyle sürekli müdahale duygularıyla dolar, müdahale düşünceleriyle oturup kalkarlar. Şayet umumi hava istedikleri gibi bir müdahalaye müsait değilse, hemen bir sürü kavga sebebi icad eder, farklılıkları kurcalar, kapanmaya yüz tutmuş yaraları deşeler; ne yapıp eder kötü emelleri için zemin hazırlarlar. Kargaşaların, kavgaların ve anarşinin gölgesinde yeni bir fevkalâdeliğe ihtiyaç hasıl eder ve o fevkalâdeliği kullanarak gönüllerine göre bir düzen tesis etme hayalleri görüp onları gerçekleştirmeye çalışırlar.

"Sen kim oluyorsun?"

Bu cümleden olarak, bugün bazıları hususiyle Doğu’da ve Güneydoğu’da kargaşa çıkartmak için uğraşıp duruyorlar. Bölge halkının büyük çoğunluğunun hissiyatına tercüman olan insanları dinleyince ortada kat’iyen kargaşaya ve kavgaya sebep olacak bir durumun söz konusu olmadığı görülüyor. Edirne’den Kars’a bu ülkede yaşayan herkes, Çanakkale’den Trablusgarp’a kadar vatan için, din için hep beraber savaştığını, beraberce şehadete yürüdüğünü ve şehit olunca da belki sarmaş dolaş olarak aynı kabre konduğunu düşünüyor. Halkın nazarında asla ayrılığın, gayrılığın manası yok. Fakat, neylersiniz ki, demokrasiyi hazmedememiş, o kültürle yetişememiş bazı kimseler insanımızı birbirine düşürerek kargaşa çıkartmaktan, kan dökmekten ve anarşiye zemin hazırlamaktan geri durmuyor; sun’i olarak oluşturdukları puslu havayı kendi hesaplarına değerlendirmek için fırsat kolluyorlar. Toplum içinde ayrımcılık yapıyor, kendilerini farklı görüyor, "başkaları" dedikleri insanlar için hak ve hürriyetleri fazla buluyor ve "Siz nereden çıktınız; sizin ne hakkınız var ki hak iddiasında bulunuyorsunuz!" gibi tuhaf düşüncelerle ve çiğ sözlerle insanları rencide ediyorlar. Öyle ki, bu vatan evladına, özbeöz Anadolu insanına "Dünyanın değişik yerlerinde okul açmak sizin ne haddinize? Türkçeyi öğretmek size mi düştü?" deme cüretinde bile bulunabiliyorlar.

Hiç unutmam, bazı sözleri eğip bükerek ve sağa sola çekerek askeriyenin itibarına dokunulmasının söz konusu olduğu bir yerde, "Benim askeriyeye karşı ciddî bir saygım var; askerimize söz ettirmem!" demiştim. Kendimi, onun itibarını düşünme mecburiyetinde hissettiğim bir anda, askere saygımı ifade sadedinde böyle derken de bu kadar samimi bir sözden dolayı bile tepki alacağım asla aklıma gelmemişti. Fakat, sizin hiç ihtimal vermeyeceğiniz bir şekilde birisi kalktı, "Askerin itibarını korumak sana mı düştü!" deyiverdi. Bu sözü işitince damarlarımda kanım dondu desem mübalağa etmiş olmam. Siz bu cümlede, demokrasi terbiyesi bir yana, en basit bir insanî terbiye emaresi bulabilir misiniz? "Sen kim oluyorsun!" Ben bu ülkenin vatandaşıyım. Bu ülkede, temelde milletin değer atfettiği müesseseler vardır ki, milletin bir ferdi olarak ben de onlara değer veririm. Ayrıca, şahsen, çok kıymetli gördüğüm ve takdir ettiğim müesseseler de vardır. Hatta, toplumun bir kesiminin hiç kıymet vermediği, fakat bir vatandaş olarak benim değer atfettiğim müesseseler de olabilir. Her vatandaş gibi, ben de duygu ve düşüncelerimi ifade hürriyetine sahibim. Ve değer atfettiğim her şeyi korumakla da kendimi mükellef görebilirim. O müessese askeriyeyse, onu korumakla kendimi mükellef görürüm; o parlamento ise, onu korumakla da kendimi sorumlu tutarım. Şayet, o devletse, birileri gibi kutsamasam ve ona müteâl demesem, aşkın bir müessese gibi görmesem bile, onu da korumaya ve kollamaya çalışırım. Bu niyetle, her zaman, "En kötü idarî sistem ve en kötü devlet, devletsizlikten ve nizamsızlıktan bin defa daha iyidir; çünkü öbüründe anarşi vardır, o nihilizme gider, dayanır." derim... Böyle der ve demokrasinin gereği olarak bu düşüncemi ifade etmem karşısında saygı göreceğimi umarım. Fakat, bir insan, bu duygu ve düşünceye saygılı olacağına, kendi hakkında istediği demokrasi ve hürriyet atmosferinden benim de istifade etmeme rıza göstereceğine, herkese yukarıdan bakarak ve garip bir hazımsızlık yaşayarak "Sen kim oluyorsun?" diyebiliyor. İşte, onun gibi kimseler, aslında demokrasiyi de kat’iyen hazmedemediler. Onu dillerinden düşürmediler, ama içlerine de sindiremediler. Dolayısıyla da, demokrasi yokuşunu bütün bütün sarp ve dik bir dağa çevirdiler; milleti sıra sıra tepeleri aşmak ve o ızdırap veren yokuşu acı acı tırmanmak mecburiyetinde bıraktılar. Halk senelerce önce o yokuşu tırmanmaya başladı ama hâlâ demokrasi yolunda önüne çıkan yeni yeni tepeleri aşmaya devam ediyor.

Usulsüzlük ve Rölantide Geçen Seneler

Diğer taraftan, demokrasinin temsil şekli olan cumhuriyetin de değişik tatbik usulleri vardır. Her ülke kendi kültürüne ve halkının yapısına göre değişik bir tatbik tarzı benimsemiştir. Bazı devletler parlamenter hükümet sistemini, bazıları ise başkanlık sistemini tercih etmişlerdir. Mesela, Amerika, başkanlık sistemini yeğlediği halde, Fransa gibi kimi ülkeler de yarı başkanlık sistemine yönelmişlerdir. Bizim ülkemizde de kendi şartlarına göre bir demokrasi anlayışı ve onu tatbik şekli yerleşmiştir. Anayasa, her vatandaşa, seçme, seçilme ve siyasî faaliyette bulunma hakkı tanımıştır. Genel oyla seçilerek Meclis’te yerini alan beşyüzelli milletvekilinden herbiri, sadece kendilerini seçenleri ya da kendi seçim bölgelerini değil, topyekün Milleti temsil ederler. Dolayısıyla da, iktidar ister nitelikli çoğunluk denen belli bir barajı aşarak başa geçsin, ister nisbî çoğunlukla idareyi ele alsın, işin temelinde halk varsa ve bu çoğunluğu sağlayan da yine halkın kendisi ise, vekiller bütün milletin temsilcileridirler ve bu ülkede halk kendi kendini idare ediyor demektir. Bu idarî şekil şu andaki sistemin bir gereğidir. Bu itibarla da, hiçkimsenin "İktidar, oyların çoğunu alsa da, milletin tamamı onu desteklemiyor; şu anda azınlık çoğunluğu idare ediyor." demeye ve itiraz etmeye hakkı yoktur. Çünkü, hâl-i hazırda kabul edilen sistem ve yetkili kurumlarca belirlenen yasalar bunu gerektirmektedir. Meseleyi, herkesin ortak hissiyatına göre şekillendirmek imkansızdır. Fakat, ille de yüzde seksen, yüzde doksan tarafından seçilmiş bir iktidar isteniyorsa, ona göre yeni bir sistem va’z etmek lazımdır. İşte, aynı hazımsız kimseler, kendi çekememezliklerini gizleyerek ve çıkarlarına dokunduğunu saklayarak mevcut demokrasiyi bile bu ülke insanına fazla bulmakta ve bu defa da azınlık-çoğunluk yâveleriyle ona itiraz etmektedirler. Evet, aslında bunlar, halkın hissiyatının temsilini hazmedemediler; milletin geçmişten tevarüs ettiği kültürün temsil edilmesini çekemediler; belli bir dönemde sînelere gömdükleri hakikatlara saygı duyulmasına tahammül gösteremediler ve demokrasinin aynı zamanda bir insanın ebedî saadete hazırlanması istikametinde ortam hazırlayıcılığını sinelerine sindiremediler. Hatta, bazen çok küçük şeylere takıldılar; bazen bir külahı bazen de bir tesbihi rejim adına tehlikeli saydı ve dolayısıyla kargaşa çıkardılar.

Haddizatında, Büyük Mütefekkir’in de dediği gibi, mukabele-i bilmisil zalimâne bir kaidedir. Maruz kalınan bir haksızlığa aynıyla karşılık vermek ve mukabil haksızlık yapmak zalimce bir davranıştır. Fakat, maalesef, demokrasi yokuşunu aşmaya çalışan insanlar arasından da arzetmeye çalıştığım hazımsızlıklara karşı çok yanlış mukabelede bulunanlar çıktı. Bazılarının zalimce davranışlarına karşı diğerlerinin usulsüzce tavırlara girmeleri millete seneler kaybettirdi. Bazı temsilciler, temsil ettikleri hakikatlerin kadr ü kıymetini tam bilemediler. Temsilde kabalık yaptılar; hatta bazen tahriklere kapıldı ve figüre edildiler. Kimi zaman karşı tarafı hırçınlığa sevkettiler, kimi zaman da kendi menfaatlerini korumak için millete reva görülen kötülüklere göz yumdular.. ve dolayısıyla, olan millete oldu. Yanlış hareketler, mukabil yanlış davranışlara ve yanlış müdahalelere sebebiyet verdi, zemin hazırladı. Neticede zaman zaman demokrasinin beli kırıldı; yer yer milletimizin itibarına darbeler vuruldu. Her yanlış müdahale ülkemize senelere mal oldu; kırk sene, elli sene, altmış sene uçup gitti. Bütün kazanımlar bir bir heba edildi ve millet olarak diğer toplumların gerisinde kaldık.

Ne kadar acıdır ki, biz, çok küçük meselelerin kavgasını vererek birbirimizle uğraşırken, bazı milletler her şeyi, insana, ahlâka, eğitime, kültüre bağlayarak, bizim takılıp kaldığımız noktaları âdeta uçarak geçtiler ve bugünkü konumlarına ulaştılar. Mesela, daha dün korkunç bir harb ü darbden çıkmış, yerle bir edilmiş Japonya doğruldu, ayağa kalktı, yürüme denemeleri yaptı, koştu ve gelip bizi geçti. Totaliter sistemle idare edilen bir devlet, dünyayla rekabet edebilecek bir güce ulaştı. Oysa, Japonya bizden elli-altmış sene sonra yenilenme gayretlerine başlamıştı, ama o bütün handikapları aştı ve dünyayı idare eden güçlü devletler arasında yerini aldı. Yanıbaşımızdaki Almanya, her iki cihan harbini de ölümcül yaralarla atlattı. Yirminci asrın ilk yarısında her yanıyla yıkık-dökük bir görünüm arz ediyordu. Fakat, o, her şeye rağmen, kısa zamanda derlenip-toparlandı ve dev bir ülke olarak dünyanın karşısına dikildi. Evet, onlar kırk-elli yıl gibi kısa bir zaman içinde çoktan çağlarıyla hesaplaşabilecek seviyeye ulaştılar; fakat maalesef biz, yüz elli senelik bir yolculuktan sonra, varacağımız hedeften daha çok, çıkış noktasının dedikodusuyla birbirimizi kemirip durduk ve içimizdeki hazımsızlık sebebiyle demokrasi yokuşunda rölantide kaldık. Sürekli çalışıyor göründük, bazı şeyler yapıyor izlenimi verdik, ama iki adım ileriye gidemedik. Ne duyguda ne düşüncede, ne hazımda ne başkalarını kabullenmede, ne diyalogda ve ne de hoşgörüde gerektiği ölçüde yol alamadık.

Demokrasi Kültüründen Mahrumiyet ve Bitmeyen Yokuşlar

Dahası, demokrasi kültüründen mahrumiyet, hem milletin hem de idarecilerin üsluplarına da aksetti. Öyle ki, hiçkimsenin tenkit edilmeye tahammülü yok. Fakat, sıra tenkit etmeye gelince ölçülü ve insaflı olanı bulmak zorlardan zor. Hemen herkes birbirini acı acı sorguluyor. Hatta tenkit zamanla iftira ve bühtana kadar varıp uzanıyor. İnsanların şeref ve haysiyetlerine dokunuluyor. Hatırlayacaksınız, bu ülkede herkesin afif ve namuslu bildiği kimselerin özel kasalarına kadın çamaşırları koyarak onları toplum nazarında bitirmek isteyenler bile oldu. Demokrasi kültüründen mahrum kimseler, onları önce ma’şerî vicdan nezdinde bir kısım günahlarla ademe mahkum etmek ve sonra da idam sehpasına çıkarırken insanların içlerinin sızlamasının önünü almak istediler. Dün bunu yaptılar ve hem demokrasi imtihanını kaybettiler hem de milleti çok büyük kayıplara maruz bıraktılar. Şayet, millet fertlerine demokrasi kültürü kazandırılamazsa, yarın da aynı cürümler işlenmeyeceğini kimse garanti edemez.

Düşünün ki, demokrasiye adım atalı ve Cumhuriyet kurulalı aradan bunca sene geçmiş. Fakat hâlâ birbirine el uzatacak kadar dahi insani değerlere saygısı olmayan, demokrasi kültüründen mahrum, bir manada bedeviyet yaşayan ve çöl insanı gibi davranan kimselere şahit oluyorsunuz. Diyalog ve hoşgörü diyor, gönülden selam veriyor ve çok samimi olarak el uzatıyorsunuz ama çoğu zaman elleriniz havada kalıyor. Ziyaret etmek için randevu istediğinizde size kapıyı açma ve bir bardak çay sunma medeniliğini bile gösteremeyen, sizinle aynı odada yarım saat oturmaya dahi tahammül edemeyen kaba ve soğuk insanlar görüyorsunuz. Siz ne yaparsanız yapın, bazıları diyaloğa asla "evet" demiyor, kendileri gibi düşünmeyenleri kat’iyen hoş görmüyor, aksine başkalarını sürekli lanetliyorlar. İşte, şayet bugün bile siz hâlâ bu ölçüde bir yobazlığa muhatap oluyorsanız, bazı insanlarla uzlaşamıyor ve anlaşamıyorsanız, demek ki demokrasi yokuşu aşılamamış; demek ki demokrasi kültürüne henüz ulaşılamamış. Bağışlayın, parlamento kürsüsünden veya sıralarından biri diğerine "ördek" derken, öbürü de kalkıp ona "kaz" diye hitap edebiliyorsa, demek ki bu kavga bitmemiş, demokrasi hazmedilememiş...

Evet, bu çirkin manzaralar aklıma geldikçe Mehmet Akif’in

"Bu hissizlikle cemiyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir millet göster, ölmüş maneviyatıyla, sağ kalmış"

mısralarını hatırlıyorum. Onun sözlerini mevzumuza göre değiştirerek, "Demokrasi kültüründen mahrumiyetle bu millet yaşar derlerse pek yanlış; bir millet göster o kültürden mahrum olduğu halde sağ kalmış." diyesim geliyor. Evet, acı ama ifade etme mecburiyetindeyiz; biz demokrasi kültüründen mahrumuz ve bu mahrumiyetle devam ettiğimiz sürece karşımıza daha pek çok yokuş çıkar.. demokrasi daha pek çok hazımsızlıklara çarpar...

Sözün özü, Samanyolu Televizyonu’nda yayınlanan "Demokrasi Yokuşu" adlı belgeseli seyrederken, o dönemde yapılan koca koca yanlışları bir kere daha hayretle hatırladım ve kaybolan yılların, yitirilen değerlerin hicranıyla adeta iki büklüm oldum. Gözünü hırs bürümüş kimselerin sıkılmış yumruklarını, düşmanlık duygularıyla gerilmiş insanların nefret dolu bakışlarını, öldürme hıncıyla başı dönmüş zalimlerin adeta kan dökme bahanesi arayışlarını ve insanî değerlerin ayaklar altına alınışını ürperti içinde ve binbir esefle seyrettim. Bu önemli belgesel ne ölçüde takip edildi ve o elem verici hadiseler milletimize ne ifade etti.. bilemeyeceğim; fakat, Samanyolu Televizyonu’nun, yakın geçmişte cereyan eden bir hadiseyi hatırlatarak tarihe ışık tuttuğuna ve millet çapında aynı hataların yeniden irtikap edilmemesi, aynı yanlışlara girilmemesi için o belgeselin herkes tarafından seyredilmesi gerektiğine inanıyorum. Demokrasi yokuşunu hâlâ tırmanmakta olan milletimizin her ferdinin kendi tavırlarını, davranışlarını, üslubunu yeniden gözden geçirmesini ve yeni bir hınçla, yeni bir kinle, yeni bir nefretle o yokuşun daha sarp hale getirilmemesini diliyorum.

Denge ve itidal

Fethullah Gülen: Denge ve itidal

Hayatın hemen her sahasında ciddî düşünce kaymalarının yaşandığı, aşırılıklara prim verildiği günümüzde, ifrat veya tefritlere girmeme adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, izah eder misiniz?

Dengeli bir aşk u heyecan insanı: Hazreti Mevlânâ

Soru: Hazreti Mevlânâ’nın günümüzde bazı kimseler tarafından yanlış anlaşıldığı ve mesleği açısından tenkitlere uğradığı görülüyor. Hazreti Mevlânâ ve mesleğini İslamî esaslara mutabakat açısından değerlendirir misiniz?

İslam tarihi boyunca, ilim, irfan, aşk ve heyecanıyla sesi soluğu asırlar ötesine ulaşan nice büyük insan yetişmiştir. Özellikle İmam Gazzâlî, İmam-ı Rabbanî, Mevlânâ Halid-i Bağdâdî gibi engin şahsiyete sahip bir kısım nadide fıtratlar vardır ki, bunların durumu daha bir farklılık arz eder. İşte Hazreti Mevlânâ böyle bir ufkun âbide şahsiyetlerinden biridir. Karanlık dönemlere ışık salmış, çağları aydınlatan bu büyük zatlar, kendi devirlerini çok iyi okumuş, analiz etmiş ve insanların ihtiyaç duydukları mevzular neler ise daha ziyade onlar üzerine hasr-ı himmet etmişlerdir. Evet, onlar, malumât-ı sâbıkayı fişleyip işlemek suretiyle kitap telif etme yerine; insan, kâinat ve Allah münasebetini doğru okuyup doğru değerlendirerek yaşadıkları dönemin şartlarına göre hutbeler irad etmiş, mesajlar sunmuş ve sesi soluğu asırlar sonrasına ulaşacak kıymetli eserler ortaya koymuşlardır. Bu itibarla Mevlânâ Hazretleri’ni öncelikle bu özellikleriyle ele almak gerekir. Zira onun öne çıkardığı meseleler, yaşadığı dönemdeki zehirlenme ve negatif tesirlere karşı üretilmiş bir panzehir ve en kötü hastalıkları bile tedavi edecek bir iksir gibidir.

Hazreti Mevlânâ ve Söğüt’ün bağrındaki diriliş

Yaşadığı devre kuşbakışı bir göz attığımızda, bu dönemde; Haçlı ordularının İslam dünyasına yaptıkları saldırı ve hücumlar neticesinde geride pek çok levsiyat bıraktıklarını.. Moğolların İslam dünyasını işgal edip değişik parçalanma, bölünme ve tefrikalara zemin hazırladığını.. fitne ve isyan ateşlerinin her tarafı sardığını.. bütün bunlar neticesinde Selçuklu devlet adamlarının ciddi bir zafiyet yaşadığını.. sarayın halk üzerindeki nüfuzunu büyük ölçüde kaybettiğini ve bütün bu olumsuz cereyanların tâ Anadolu’nun içlerine kadar ulaştığını görürüz. İşte böyle bir dönemde Hazreti Mevlânâ, engin hoşgörü ve müsamaha anlayışıyla herkese kucak açmış; açmış ve böylece kargaşa, fitne ve tefrika ortamı için âdeta bir iksir vazifesi görmüştür. Hazret’in de temsilcileri arasında olduğu bu engin anlayış ve ufuk, İslamî değerlerle serfiraz milletimiz için yeni bir neşv ü nema zemini hazırlamış; bunun neticesinde Osmanlılar, Anadolu’nun küçük bir köşesinde yeniden derlenip toparlanma imkânı bulmuştur.

Esasında bu dönemde her şeyden daha fazla böyle bir vifak ve ittifak anlayışına ihtiyaç vardı. İşte Hazreti Mevlânâ bu ihtiyacı görmüş, Anadolu’nun paramparça olduğu, farklı beyliklerin oluştuğu, efkârın dağıldığı, kafaların karıştığı, herkesin ayrı bir telden çaldığı böyle bir dönemde, insanları belli bir anlayış etrafında toplamak suretiyle Osmanlı’nın ilk açılımına zemin hazırlamıştır. Devlet-i Âliye’nin kısa bir zaman içerisinde elde ettiği başarılarda, kanaatimce Mevlânâ ruhu diyebileceğimiz böyle bir anlayışın önemli tesiri vardır. Zira Osmanlılar gittikleri yerlerde re’fet ve şefkatle değil de sertlikle muamelede bulunsalardı, çok geçmeden bir yerde takılır kalır ve cihana açılımlarını iki adım daha ileriye götüremezlerdi. Bu itibarla, Devlet-i Âliye’nin, insanlık tarihinde hiçbir aileye nasip olmayacak şekilde altı asır ayakta kalmasında, devleti idare eden insanların mümeyyiz vasıf ve hususiyetleri yanında, Hazreti Mevlânâ gibi dervişlerin katkı ve gayretleri de göz ardı edilmemelidir.

Netice itibarıyla, marifet ufkuna açılmış, aşk u şevkle kanatlanmış engin bir gönül insanı olarak Hazreti Mevlânâ, kendi döneminde öyle bir atmosfer oluşturmuştur ki, çokları bu atmosferin tesirinde kalmış ve gelip onun halkasına dâhil olmuştur. Hatta bir dönemde Yunus Emre bile uzaklardan gelip onun halka-i tedrisine girmiştir. Bütün bunlar karşısında o yüce kamet de, ruhunun ilhamlarını etrafına toplanan bu insanların içine boşaltmak suretiyle çağları aydınlatacak örnek tipler yetiştirmiştir.

İman ve marifet endeksli cezb u incizab

Fakat Hazreti Mevlânâ’nın sadece bu yönü, yani herkese el uzatan engin müsamaha ve şefkat anlayışı nazar-ı itibara alınıp onun o derin ibadet ü taati, Kur’an ve Sünnet’e bağlılığı görülmezse hakkında bazı yanlış kanaatlere girilmiş olur. Öncelikle şunu ifade edelim ki, bazılarının iddia ettiği gibi, şayet o, dinin muhkemâtına bağlı kalmasaydı, ne Konya halkı onu bünyesinde barındırır ne de dinine bağlı hükümdarlar onun orada nurunu neşretmesine imkân ve zemin hazırlarlardı. Ayrıca onunla muasır olan ulema-i kiramdan hiçbiri, Hazreti Mevlânâ aleyhinde konuşmamıştır. Mesela onunla aynı dönemi paylaşan Sadreddin Konevî Hazretleri, Şecere-i Numaniye’yi şerh edip Beyzavi’nin tefsirine de geniş bir haşiye yazmış büyük bir âlimdir. Hayatına ve eserlerine baktığımızda bu büyük âlimin, Hazreti Mevlânâ aleyhinde tek bir söz söylediğini bilmiyoruz. Zira Hazreti Mevlânâ, bir taraftan başkalarını kucaklama mevzuunda engin bir şefkat ve re’fet ortaya koyarken, diğer taraftan da İslam’ın esaslarına sımsıkı bağlı kalmış, zâhir-i şeriata muhalif herhangi bir tavır ve davranış içine girmemiştir.

Fakat ne acıdır ki, bugün bazıları Hazreti Mevlânâ’yı sadece bir anlık hissiyatla cûş u huruşa gelip kıyam eden, tennuresini giyerek dönmeye başlayan, dönerken de bu dönmenin keyfini çıkaran, sonra da başkalarının kalkıp onunla birlikte dönmeye başladığı biri olarak görüyor. Hâlbuki mesele, mücerred bir dönme meselesi değildir. Hazreti Mevlânâ, insan, kâinat ve Allah arasında mekiğini sürekli gezdirmek suretiyle çok ciddi bir marifet örgüsü ortaya koymuş, marifet-i ilahi adına doymuş ve onunla insanlarda bir aşk u şevk uyarmıştır. Hazreti Pir de bu mevzuda düşünce açısından bir güzergâh takip ederken, önce iman-ı billâh, sonra marifetullah, sonra muhabbetullah ve son olarak da zevk-i ruhanî diyor. Demek ki, insan önce kâmil bir imana sahip olmalı, ardından arızasız kusursuz İslamiyet’i yaşamalı, daha sonra bütün derinliğiyle ihlâsı vicdanında duymaya, ihsan şuuruna ulaşmaya çalışmalı, vicdan bilgisiyle Allah’ı tam bilme yolunda olmalı, yaptığı amelleri tabiatının bir derinliği haline getirmeli ki zevk-i ruhanîye, şevk-i ilahiye ulaşsın. Yani sağlam bir iman, sağlam bir İslamiyet, sağlam bir ihsan şuuru, derin bir marifetullah ve muhabbetullah olmadan aşk u şevke ulaşmak mümkün değildir. İşte Hazreti Mevlânâ’nın cezbeye gelip, aşk u şevkle gerilip kendinden geçmesini bu zaviyeden ele almak gerekir.

Temel disiplinlere bağlı engin hoşgörü

Diğer yandan Hazreti Mevlânâ’nın gerek şathiyat nev’inden söylediği bazı sözler gerekse cezbeye gelerek dönmesi tamamen halî ve zevkîdir. Bunlar, onun duyup hissettiği hayret, dehşet, heyman ve kalak hallerinden kaynaklanmaktadır. Uyanık bulunan bir insanın temkin ve teyakkuzla hareket etmesi esas olsa da, kendinden geçmiş sekr halindeki bir insanın söylediği söz ve ortaya koyduğu davranışlardan ötürü onun hakkında mülahaza dairesi her zaman açık tutulmalıdır. Bu açıdan bize düşen Hazreti Mevlânâ gibi büyük zatların hususiyetlerini nazar-ı itibara alarak, onların iltibasa açık bu gibi söz ve davranışlarına makul bir mahmil bulup onları izah etmektir.

Mesela, Hazreti Mevlânâ’nın en çok sorgulanan ve tenkit edilen ifadelerinden birisi; “Gel, gel, ne olursan ol yine gel, ister kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir, yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” sözüdür. Bu söz aynıyla kendisine ait mi değil mi bilemiyoruz. Fakat bu söz onun olmasa bile, Hazreti Mevlânâ’nın bu mefhum ve mazmunu aksettirici birçok sözü vardır. Onun bu sözünü tenkit edenler, zannediyorum maksat ve niyetini tam olarak bilemediklerinden dolayı tenkit ediyorlar. Kanaatimce böyle bir söz söylemede mahzur yoktur. Çünkü hayatı ve eserlerine bir bütün olarak bakıldığında, Hazreti Mevlânâ’nın bu sözünün “Ne olursan ol, gel, bizim dünyamızdaki güzellikleri keşfet ve kendi özünü bul.” mânâsında olduğu anlaşılır.

Diğer yandan Hazreti Mevlânâ, kendisinin de ifade ettiği gibi, bir ayağıyla yetmiş iki millet içinde dolaşan, diğer ayağıyla da İslam’ın tam merkezinde durup dinin hükümlerine hiçbir zaman muhalefet etmeyi düşünmeyen bir insandır. O, usûl ve ümmühâta milimi milimine uyduğu ve sımsıkı sarıldığı için, onun ne bir farzı, ne bir vacibi, ne de bir sünneti terk ettiğine ihtimal verilemez. İşte Allah’la irtibatı açısından hayatındaki bu fevkalade derinliği görmeden onu sadece başkalarıyla münasebetleri açısından ele almak doğru değildir. Zira Hazreti Mevlânâ’nın iki yanı vardır. Bir yanıyla o, din-i mübin-i İslam’ın ümmühâtına sımsıkı bağlılık içinde hayatını yaşar; diğer yanıyla da halk içinde bulunur, onlara dini, severek ve içten kabullenerek benimseyecekleri bir keyfiyette sunar. İşte zannediyorum onu tenkit edenler sadece ikinci şıkka bakıyor ve onun iç dünyasındaki derinliğini ya görmüyor ya da görmezlikten geliyorlar.

Nitekim günümüzde de, gönülleri Allah ve insan sevgisiyle mamur bir kısım insanların, ibadet ü taat ve dinin temel disiplinlerine uymada fevkalade hassas yaşama gayretlerinin yanında, bütün âleme açılmak istemeleri, bazıları tarafından tenkit edilmektedir. Evet, bazıları, evrad u ezkarları, duaları, gecelerini ihya gayretleri yönüyle değil de sadece başkalarıyla kurdukları diyalog faaliyetleri zaviyesinden onlara bakıyor, bu bakışa göre yorumlarda bulunuyor ve neticede onlar hakkında olumsuz şeyler söylüyorlar. Oysaki dünyanın birbirini yemek için diş bilediği ve çok korkunç öldürücü silahlara sahip olunduğu günümüzde sevgi, saygı, şefkat ve müsamaha buudlu diyalog faaliyetleri çok önemlidir. Zira ciddi bir feveranda ve olumsuz bir gerilim içinde bulunan insanlığın bu feveranını bastırmak ve gerilimini kırmak istiyorsanız, sevginin sırlı anahtarını kullanmalısınız. Esasen onun sihirli anahtarının açamayacağı kapı, giremeyeceği gönül, tebessüm ettiremeyeceği çehre yoktur. Ayrıca unutulmamalıdır ki, siz duygu ve düşüncelerinizi insanların ruhlarına, abus bir çehre ve hiddete bağlı olarak değil, ancak sıcak bir tebessümle duyurabilirsiniz. Bu açıdan insanlar sizin gönlünüze girdiği zaman, hiç kimse ayakta kalma endişesine kapılmayacak ölçüde engin bir vicdanla karşılaşmalıdır. Bunun için de, Hazreti Mevlânâ, İmam Rabbani, Mevlânâ Halid-i Bağdadi ve Hazreti Pir gibi, rehberleri Kur’an ve Sünnet olan irşat kahramanlarının ortaya koydukları yol ve metot takip edilmelidir. Bunların arasında konjonktürün müessiriyetinden kaynaklanan tâlî derecede bir kısım farklılıklar bulunsa da, engin bir vicdan sahibi bu büyük zatların hepsinin sevgiyle oturup sevgiyle kalktıkları, merhametle dolup şefkatle çevrelerine boşaldıkları, herkese bağrını açıp dövene elsiz, sövene dilsiz ve gönül kırana da gönülsüz muamelede bulundukları görür. O halde günümüzde bize düşen vazife de, bu tarihî şahsiyetleri örnek alarak, el ele verip sevginin bu sırlı ve sihirli gücünü insanlık yararına kullanmak olmalıdır.

Deprem ve rahmet-i ilâhî

En son Afyon depreminde de bu mesele beni çok tedirgin etti. Enkazın altında perişan olmuş, kış soğuğunda dışarıda, evsiz barksız, korku ve telaş içindeki insanlar yürekler parçalıyor. Onları görünce ben kendi dertlerimi unutuyorum, benim hastalıklarım çok hafif kalıyor. Şimdi zelzeleden sonra mağdur duruma düşen çok insan var. Mazlum gibi görünüyorlar. Öyle perişan, ayaklar altında, sefil... Bu manzara -Allah muhafaza- Zât-ı Ulûhiyet’e karşı farklı mülâhazaların doğmasına vesile olabilir. Aslında, maruz kalınan bu felâketler masum felâketzedelere çok şeyler kazandırıyor. Evet, keşke deprem hiç olmasaydı, o binalar iyi yapılsaydı, Rabb’imizle münasebetimiz kavi olsaydı, el kaldırıp dua etseydik, o bizi sıyanet buyursaydı... Bunlar tamam; fakat başa gelmiş bir şey, bağırıp çağırma, şikayetçi olma hiçbir işe yaramaz ki artık. Aksine, Rabb’imizle münasebetimizi zedeler. Bunun, aklî ve mantıkî bir kısım argümanlar değerlendirilerek mutlaka anlatılması gerektiğine inanıyorum.

İnsanlar Zât-ı Ulûhiyet’e karşı şikâyeti seslendirmeseler de içlerine böyle vesveseler gelebilir. Hani, Hz. Bediüzzaman “İkinci Cihan Harbi’nde o masum çoluk çocuğun ölmesi, günahsız insanların öldürülmesi çok rikkatime dokunuyordu. Bu mesele ihtar edildi” diyor ve bazı hususlar zikrediyor. O tür hisler herkesin içine gelebilir. Fakat mesela o insanlara deseniz ki; “O gömülen masum insanlar şehittir. Onların zayi olan malları sadakadır. Arkada kalan kimseler, cephede şehit vermiş gibi kahramanlardır. Allah (celle celâluhû) indinde o dereceyle anılırlar.” El verir ki; Cenâb-ı Hakk’a tam bir gönülle teveccüh etsinler ve sarsılmasınlar. Bu dünya fânidir. İnsanların ömrü ne kadar ki! Ama inşaallah onlar ötede ebedî saadeti yakalayacaklar.

Bu hususta devleti suçlamaya, ona buna sataşmaya da gerek yok. Statik ve malzeme mevzuunda millet olarak hepimiz suçluyuz. Kültür haline getirmemişiz bu mevzuyu, binalarımızın nasıl olması gerektiğine dair bir kültürümüz yok bizim. Hâlâ ülkemizde birçok kocaman ahşap binada yangın alarmı, tertibatı, söndürme sistemi yok. Hâlâ soba dumanından ölen bir sürü insan oluyor her sene. Yani, falanı filanı suçlamaya da gerek yok. Devlet de günah keçisi gibi. Bir zelzeleyi de ona yüklemek uygun olur mu? Yerin durumunu mu gelip düzeltecekti? Faylara yeni mecra mı bulacaktı? Onu meskun yerlerin dışına mı kaydıracaktı? Evet, kimseyi suçlamadan, Rabb’imizin icraatına karşı şikâyet hissi de taşımadan “Bu yarayı nasıl sararız, zor durumdaki insanlarımıza nasıl yardımcı olabiliriz?” meselesi üzerinde durmalıyız.

Hâsılı, Cenâb-ı Allah hakkında daima hüsn-ü zan edilmeli ve o hem çok sevilmeli hem de onu başkalarına sevdirmeli. Zaten Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) de öyle buyurmuyor mu: “Habbibullâhe ilâ ibâdihî yuhbibkumullah. (Allah’ı kullarına sevdirin ki, Allah da sizi sevsin.)”

Derisi Yüzülen Dilimiz

Muhatabın seviyesine göre konuşmanın ölçüsü nedir? Aslında ekseriyet tarafından anlaşılacağı umulan makaleler ya da konuşmalar maalesef bazı insanlara ağır gelebiliyor; dergi ve gazetedeki yazılarda daha sade ve anlaşılır bir dil kullanılması isteniyor. Böyle bir talep karşısında seviyeyi düşürmek mi, yoksa "gayret eden anlar" demek mi gerekir?

Devlet Kutsanmamalı, Ama...

Her zaman devlete itaat etmeyi, rical-i devlete karşı saygılı olmayı tavsiye ettiniz. Hatta bundan dolayı bazı dindar insanların tenkitlerine de maruz kaldınız. Durum böyleyken, bazı çevrelerce "devleti bölmeye çalışan bir insan" olarak itham edilmeniz gurbette sizin için ayrı bir hicran vesilesi oluyor mu?

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.