• Anasayfa
  • Kırık Testi - Fethullah Gülen Web Sitesi

Dünya ve Ukbanın Sultanı

Soru: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) siyerde beyan edilen beşerî yönleri mütalaa edilirken veya O’na ait bir kısım ahval ve evsaf değerlendirilirken yanlışlara düşülebiliyor. O’nun kamet-i kıymetine uygun değerlendirilebilmesi adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Maalesef günümüzde bir kesim, Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) sıradan bir insan olarak ele alıp anlatıyor. Bu yüzden de günümüzde İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında yanlışlıklara düşen bir hayli insan var. Allah bizi istikametten ayrımasın. Zira O’nun nuranî şahsiyet-i maneviyesine veya peygamberlik misyonuna uygun düşmeyen her bir söz, bir çeşit kaymadır. O’nun hakkında yanlış bir kısım kanaat ve düşüncelere giren bir insan, Allah hakkında da kaymalara maruz kalabilir.

Mü’minlerin Rehber-i Ekmeli O’dur. Bu yüzden O’nun yürüdüğü şehrahtan ayrılan, hiç farkına varmadan patikalara düşer, dolayısıyla da Allah’tan uzaklaşır. Efendimiz’e yakın olan, Allah’a da yakın olur. Farkına vararak veya varmayarak O’ndan uzaklaşan da Allah’tan uzaklaşmış olur. Ne yazık ki günümüzde his ve heveslerinin güdümünde yaşadığından ötürü O’nu sıradanlaştıran ve O’ndan uzaklaşan bir sürü insan var.

Efendimiz’e Bütüncül Bakış

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayatının, nübüvvete ait vasıflarının ve beşerî özelliklerinin farklı yönleriyle anlatıldığı çok sayıda siyer, megazi, tabakat, şemail ve delail kitabı yazılmıştır. Hiç şüphesiz bütün bu eserler, O’nun hakkıyla tanınması ve anlaşılması adına çok önemlidir. Fakat söz konusu eserleri kaleme alan o büyük insanların anlatmış olduğu hâdiselerin, vermiş oldukları bilgilerin bir yönüyle sübjektif bir kısım mülâhazalara, kendi duyuş ve algılayışlarına bağlı olduğu da unutulmamalıdır. Netice itibarıyla onlar, duydukları, idrak ettikleri ve anladıkları şeyleri kaydetmişlerdir. Bu sebeple Allah Resûlü’nün ahval ve evsafının anlatıldığı eserleri okurken yer yer o Kamet-i Bala’nın büyüklüğüne uygun düşmeyecek bir kısım mülâhazalara girilebilir. Bu itibarla Nebiyy-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) hakkında söylenilen sözlerin tamamını bir araya getirip bütüncül ve mahrutî bir nazarla O’na bakılmalıdır.

Hiç şüphesiz insanlık âleminde İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) en yakından tanıyan kimseler sahabe-i kiramdır. Hususiyle de Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi sahabenin önde gelenleridir. Onların her birisi O’nu bizden daha doğru okumuş ve o Menhelü’l-azbi’l-mevrud’dan (tatlı su kaynağı) doya doya içmişlerdir. Kendileri istifade etmekle kalmamış, daha sonraki nesillerin de O’nu tanıyabilmesi adına duydukları, gördükleri her şeyi nakletmişlerdir. Bize düşen, onlardan nakille gelen bu bilgileri saygıyla karşılama ve onlardan istifade etmektir. Sahabe-i kiramın da her birisi Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) ayrı bir derinliğiyle duymuştur. Eğer biz, onların sözlerini bir araya getirip şahsiyet-i Ahmediye’ye öyle bakabilirsek işte o zaman O’nu kendi kamet-i kıymetine uygun görebilir ve tanıyabiliriz.

Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) nübüvvetine iman etme ve O’nun sünnetine bağlı kalma, mü’minler için kurtuluş vesilesidir. İlk nurun sahibi olması ve hilkatin gayesi sayılması itibarıyla O’nun büyüklüğünü görebilmek çok önemlidir. Öyle ki hadis kriterleri açısından tenkit edilse de özellikle sofiler arasında meşhur olan bir sözde Allah (celle celaluhu) şöyle buyurmuştur: لَوْلَاكَ مَا خَلَقْتُ الْأَفْلَاكَ “Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ 2/214) Merhum Necip Fazıl da Efendimiz’le ilgili yazdığı bir kitabına “O ki O Yüzden Varız” ismini vermişti.

Kâinat meşherinin seyircilerine teşrifat memurluğu yapacak zat olmasaydı, bu kâinatın manası anlaşılamaz; varlığın, Allah’ın isimlerinin tecellilerinden ibaret olduğu bilinemez; esma-i hüsnasıyla ve sıfat-ı sübhaniyesiyle Zat-ı Ulûhiyet tanınamazdı. Aynı şekilde insanlar, dünyada misafir olarak bulunduklarından ve buradan başka bir âleme göçeceklerinden habersiz olarak yaşarlardı. Dolayısıyla da doğru yolu bulamaz, doğru yürüyemez ve ulaşmaları gerekli olan ufka ulaşamazlardı. Eğer bütün bu konularda bir şey biliyorsak O’nun sayesinde biliyoruz. Bu hakikati ifade etme adına Akif,

Medyun ona cemiyeti, medyun ona ferdi;
Medyundur o masuma bütün beşeriyet.
Ya Rab! Mahşerde bizi bu ikrar ile haşret!

diyor.

Bu açıdan O’nun kemalat-ı şahsiyesinin siyer kitaplarına sığması beklenemez.

Bediüzzaman Hazretleri bir yerde bu hakikati şöyle ifade eder: “Şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın tercümanı ve sevgilisi olan o zat-ı mübareğin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemalâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvara sığışmaz. Mesela Hazret-i Cebrail ve Mikail iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de yanında bulunan bir zat-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek, bir tek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle görünen etvarı içinde sığışmaz. İşte yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsaf-ı âdiye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş (otağını kurmuş da diyebiliriz) nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lazımdır. Yoksa ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer.” (Bediüzzaman, Mektubat, s. 105)

Evet, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir kısım beşerî hâl ve tavırlarına bakarak bazılarının yaptığı gibi O’nu sıradanlaştırmamak gerekir. Bu tür muamelelerinin yanında O’nun gökler ötesi âlemlerle de irtibat halinde bulunduğu, Allah’ın sağanak sağanak başından vahiy yağdırdığı, kendisinden farklı farklı mucizelerin sâdır olduğu, Kur’ânî ahlakı en mükemmel şekliyle temsil ettiği, makam-ı cem’in sahibi olduğu unutulmamalıdır. O’nun, insanların içinde bulunduğu ve onlarla farklı muameleler yaptığı aynı anda Cenab-ı Hak’la da beraber olduğunu görmek gerekir.

Busirî’nin yaklaşımıyla tek bir işaretiyle ayın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından şakır şakır su akması, az bir erzakla bir ordunun karnının doyması, bir matara su ile üç yüz insanın abdest alması gibi mucizeler dahi O’nun gerçek kıymetini göstermeye yetmez. Eğer mucizeler O’nun büyüklüğüne göre cereyan etseydi, ölüler üzerine Nam-ı Celil-i Muhammedî okunduğunda hepsinin dirilivermesi gerekirdi.

Hz. Pir, başka bir yerde, içinden çıktığı yumurtaya bakarak tavus kuşunun göz kamaştıran güzelliği anlaşılamayacağı gibi; Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) bidayet-i hayatına maddî, sathî ve surî bir nazarla bakmakla da O’nun şahsiyet-i maneviyesinin ve derece-i kıymetinin idrak edilemeyeceğini ifade eder. Onun gerçek kıymetinin anlaşılması için dünyanın her tarafına neşrettiği nurlara bakılmalıdır. (Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye, s. 76) Evet, tavus kuşu başlangıç itibarıyla bir yumurtadan çıkmıştır. Fakat daha sonra rengarenk deseniyle, göz kamaştıran renkleriyle, baş döndüren güzelliğiyle arz-ı endam etmiştir. Ona nazar etmeli.

Aynen bunun gibi Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bakarken de yumurta kabuğuna takılıp kalmamalı. Eğer Allah Resûlü, sadece anne-babası, neş’et ettiği hane ve büyüdüğü ortam itibarıyla değerlendirilir, Ebu Talib’in yetimi olarak görülürse O’nun gerçek kadr u kıymeti idrak edilemez. O, Allah’ın hususi mahiyette yaratmış olduğu müstesna bir varlıktır. Zât-ı Ulûhiyet, bir yönüyle varlığa O’nunla bakar. O’nun bu kıymetinin farkında olan büyük zatlar, dualarında maiyyet-i ilâhiyenin yanında Habib-i Ekrem’in maiyyetini de, likaullahın yanında Habib-i Ekrem’e kavuşmayı da istemeyi ihmal etmemişlerdir. İşte bütün bu mazhariyetleriyle O’nu duymaya ve tanımaya çalışmak gerekir.

Yine Busiri’nin dediği gibi O (sallallahu aleyhi ve sellem) bir beşer olsa da sıradan bir beşer değildir. Onun da bizim gibi eli ayağı, gözü kulağı vardır; yer içer, alışveriş yapar ve daha başka beşerî ihtiyaçlarını giderir. Fakat bunun yanında O’nun apayrı bir ruhu, latife-i Rabbaniyesi, sırrı, hafisi ve ahfası vardır. Allah Resûlü’ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) bütün bu hususiyetleriyle bakmayınca, O’nun gerçek kamet-i kıymetinin görülmesi ve bilinmesi mümkün değildir. O, bir beşer olsa da taşlar arasındaki yakut gibidir. Yakut da bir taştır ama sıradan bir taş değil.

Elbette böyle bir bakışın yakalanması herkesi için mümkün olmayabilir. Üstelik böyle bir bilme ve tanıma uhrevî kurtuluş adına da şart değildir. Netice itibarıyla her mü’min, bilgisine, inancına ve ufkuna göre Allah Resûlü’nü bilir. Eğer bir kimse “Muhammedu’r-Resûlüllah” diyor ve bu ahd ü peymanına sadık kalıyorsa, Allah’ın inayetiyle, ihsanıyla ve rahmetinin enginliğiyle kurtulabilir. Fakat bu ayrı bir meseledir. Bizim burada üzerinde durduğumuz husus, Efendimiz’in, kendi derinliğiyle, hakikat-i Ahmediye ve hakikat-i Muhammediye cihetleriyle tanınması ve bilinmesidir.

İnsanlık Ufkunun Muhaciri

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) hakkında söylenen sözler, söylenmesi gerekenlerin ancak aşr-ı mişarıdır (yüzde biri). O, dünya ve ukbanın sultanıdır. İlm-i ilâhîde bir çekirdek halinde ilk defa belirlenen (taayyün-ü evvel) varlık O’dur. Bu yönüyle O’na hakikat-i Ahmediye açısından kâinat ağacının çekirdeği nazarıyla bakılabileceği gibi; hakikat-i Muhammediye açısından da o ağacın meyvesi nazarıyla bakılabilir. Zira O, mahiyet ve konumuyla mahlukat arasında ilk olarak varlık izhar ettiği gibi, diğer taraftan da getirdiği mesajı itibarıyla tüm insanlığı Allah’a yönlendirmiştir.

Eğer kâinata bir kitap nazarıyla bakılacak olursa Nur-u Muhammedî, o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir. Allah (celle celâluhu) o kitabın yazılarını Hazreti Ahmed mürekkebiyle işlemiştir. Âdeta kâinatın bütün satırlarında O’na ait bir şeyler olduğu söylenebilir. Eğer kâinata bir meşher (sergi) nazarıyla bakılacak olursa Nur-u Muhammedî onun hem teşrifatçısı hem de rehberi olur. Bu açıdan Efendimiz’in risaletine bakarken hakikat-i Muhammediye’nin yanında hakikat-i Ahmediye’nin de göz önünde bulundurulması, bu ikisinin birlikte mütalaa edilmesi gerekir. İşte o zaman kâinat kapısının nasıl âdeta sırlı ve sihirli bir anahtar olan Efendimiz ile açıldığını; Allah’ın varlığı O’nun yüzü suyu hürmetine yarattığını anlayabiliriz.

Bu hususiyetleri itibarıyla Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlık ufkunun muhaciridir. O, ruhlar âleminden veya taayyün-ü evvel âleminden bu ufka gelirken önemli bir hicret gerçekleştirmiştir. O’nun bulunduğu konumdan ayrılıp böyle bir hicret gerçekleştirmesi, Mekke’den Medine’ye yaptığı hicretten daha ağırdır. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insanlık ufkuna hicret etmesi, insanlığın yeniden bir kere daha doğumu demektir. Zira Yaratıcısıyla kuracağı münasebeti, hilkatin gayesini, dünyaya gönderiliş maksadını, nereye yolculuk yaptığını bilmeyen bir insanın varlığı ve yokluğu müsavidir. Bütün bunları insanlığa talim eden, insanlığın bu tür problemlerini çözen Hz. Muhammed Mustafa’dır (sallallahu aleyhi ve sellem). Nitekim asr-ı saadette O’nun meydana getirdiği anilmerkez (merkezkaç) gücün tesiri günümüze kadar ulaşmıştır. Ne var ki bunlar bir yönüyle ilm-i ilâhîye, kaderî plana ve âlem-i gayba ait şeylerdir. İlm-i ilâhinin haricî vücut kazanması, dış dünyada bir kısım oluşumların meydana gelmesi ise bundan farklıdır.

Gerçek İnsan-ı Kâmil

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), dünyada bile uhrevî gibi yaşamıştır. O, bütün bir ömrünü Allah’a hamd ederek, sabahlara kadar O’nun adını vird-i zeban ederek geçirmiştir. Öyle ki bir seferinde sıradan insanların yemeden, içmeden, gezmeden veya daha başka cismanî zevklerden aldıkları lezzet gibi Allah’a kulluktan lezzet aldığını ifade edecektir. O, Rabbine karşı ibadet ve kullukta bulunmaya böyle bir aşk u iştiyak duyuyordu. Hiç şüphesiz bu da O’nun marifetteki derinliğini gösteriyordu. O’nun dünya ile alakalı yaptığı bir kısım muamele ve tasarruflar ise rehberliğinin ve temsilinin bir gereğiydi. Bu tür mevzularda nasıl hareket etmeleri gerektiğini ümmetine ders vermeye yönelikti. Yoksa O’nun dünya ile çok bir alâkası yoktu.

Cîlî’nin ifadesiyle gerçek insan-ı kâmil, İnsanlığın İftihar Tablosu’dur. O’nun insan-ı kâmil olması peygamberliğinden öte, kulluğunun bir sonucudur. O, kulluğu sayesinde gerçek insan-ı kâmil olma zirvesini yakalamıştır. Aynı şekilde Miraç da O’nun kulluğuna verilen bir mükâfattır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mirac’a bir kul olarak çıkmış; velayeti ile kanatlanmış ve yürümüştür. O, ubudiyeti ile öyle bir şeffafiyet kesbetmişti ki Mirac’a -Üstad’ın tabiriyle- cesed-i necm-i nuranîsiyle yükselmişti. Ne yer çekimi kanunu, ne sürtünme kuvveti ne de zaman ve mekân kaydı ona engel olabilmişti. Velayeti sayesinde tabiat ötesi âlemlere yolculuk yapmıştı. Öyle bir buut içine girmişti ki orada binlerce senede kat edilecek mesafeler ayağının altında dürülüvermişti. Görülmedik şeyleri görmüş, duyulmadık şeyleri duymuş ve Allah’ın izniyle çözülmedik problemleri çözmüştü. Daha dünyada iken likaullah ve rü’yetullah O’na müyesser olmuştu.

Sonra da Miraç’tan risaletiyle dönmüş, ümmetine mesajlar ve müjdeler getirmişti. İnsanların elinden tutup duyduğu şeyleri duyurmak, gördüğü şeyleri göstermek ve aynı sofraya onları da ulaştırmak için tekrar bu mihnet ve meşakkat yurduna dönmüş, urûcunu nüzulle tamamlamıştı. “Kâb-ı kavseyni ev edna” ufkuna ulaştıktan sonra yeniden Ebu Leheblerin, Utbelerin, Şeybelerin, İbn Ebî Muaytların yurduna dönmüştü. Cennet nimetlerini bırakıp yeniden zehir zemberek bir hayata avdet etmişti. İşte bu, O’nun ümmetine karşı duyduğu derin alâka ve sevginin bir ifadesidir. 

Zayıf bir rivayette Seyyidina Hazreti Âdem’in Cennet’te başına gelen zelle sonrası kırk sene boyunca başını semaya doğru kaldırmadığı, Allah’a teveccüh etme cesareti gösteremediği ve bir gün Cenâb-ı Hakk’a, “Hazreti Muhammed’in hürmetine beni bağışla!” diye dua ettiği nakledilir. (İlm-i muhitiyle her şeyi bilmekle beraber) Allah Teâlâ, “Sen nereden biliyorsun Muhammed’i?” buyurur. O da, “Beni Cennet’ten çıkardığın zaman onun kapısında ‘La ilahe illallah Muhammedu’r-Resûlüllah’ yazılı olduğunu gördüm. O’nun adını kendi adının yanına yazmışsın. Anladım ki nezd-i ulûhiyette O’ndan daha kıymetli bir başkası yok. Bu sebeple O’nu şefaatçi yaptım.” Hz. Âdem gibi biz de dualarımızda Nebiyy-i Ekrem’i şefaatçi yapıyoruz. Bazıları itiraz etseler de bize göre O’nun ruhaniyeti, sera gibidir. O’nun atmosferinde kendimizi emin hissederiz.

Burada O’nun serasına sığındığımız gibi inşaallah ahirette de O’nun hamd sancağı altında toplanmayı ümit ederiz. O, livau’l-hamd’in (hamd bayrağı/sancağı) sahibidir. O’nun livasının altına sığınanlar Allah’ın lütuf ve keremiyle herhangi bir ağır suale tâbi tutulmadan kurtulacaklardır.

Hâsıl-ı kelam, bütün bu hususiyetleri ve derinlikleri itibarıyla Efendimiz’in insanlığa anlatılması ve sevdirilmesi bize düşen en önemli bir görevdir. Zira O’nun sevdirilmesi aynı zamanda Allah’ın sevdirilmesi demektir. O’na yönelen insanların Allah’a yönelmemesi düşünülemez. Allah’a giden yollar O’ndan geçer. O’nun için “köprü” kelimesini kullanmak bir saygısızlık olacağından, “geçiş noktası” veya “vesile” diyebiliriz. O’na kadar ulaşan, O’nun nuranî iklimine eren insanlar Allah’a da ulaşmışlar demektir. O’na ulaşmayan, O’nunla buluşmayan, O’nun nurefşan atmosferini teneffüs etmeyenlerin Allah’a ulaşmaları da çok zordur.

Dünyada rıza, ötede rıdvan

Soru: Rıza ve rıdvan arasında fark var mıdır? Rıdvana ulaşmanın en önemli vesileleri nelerdir?

Cevap: Rıza, insanın Allah’tan ve onun vaz’ etmiş olduğu din-i mübin-i İslâm’dan hoşnut olması, Cenâb-ı Hakk’ın her türlü takdirine gönülden boyun eğmesi, maruz kaldığı belâ ve musibetleri de itminan ile karşılaması demektir. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem),

رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِالْإِسْلَامِ دِينًـــــا وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولًا
“Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” (Ebû Dâvûd, edeb 100, 101)

sözleriyle böyle bir rıza ufkuna dikkat çekmiştir.

Mü’minlere bakan yönüyle, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek beyanı, bir yandan kulun Rabbisiyle olan münasebetini gösterirken diğer yandan da bizim için bir hedef belirlemektedir. Kur’ân-ı Kerim’de muhtelif âyet-i kerimelerde,

رَضِيَ اللهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ
“Allah onlardan, onlar da Allah’tan razı oldu.” (Mâide sûresi, 5/119 vb.)

buyrulması da rıza ufkunu yakalamanın mü’minler için ulaşılması gereken en büyük gaye olduğunu göstermektedir.

Ayrıca bir insan, rızaya kilitlenir, hep rıza deyip oturur kalkar, sürekli rızayı hedefler ve bu konuda ölesiye bir gayret içinde bulunursa, bu, aynı zamanda Cenâb-ı Hakk’ın da ondan razı olduğunu gösterir. Çünkü Allah (celle celâluhu) bir insandan razı değilse, onun içinde böyle bir rıza duygusu hâsıl etmez. Bu açıdan denilebilir ki, Allah’tan hoşnut olmayan, onun kazasına rıza göstermeyen, başına gelen olumsuz hâdiseleri gönül rahatlığıyla karşılamayan bir insan için nezd-i ulûhiyette de bir rıza söz konusu değildir.

Rıdvan: Ebedî hoşnutluk müjdesi

Rıdvan ise, rızaya nail olma adına bu dünyada gösterilen cehd ü gayretlerin ahiretteki karşılığıdır. Zaten bilindiği üzere burada eda edilen ibadet ü taatlerin her biri, ahirette farklı bir Cennet nimeti olarak temessül edecektir. Hazreti Pir’in ifadesiyle burada “Sübhanallah” diyen bir insan, orada bir Cennet meyvesi yiyecektir. (Bediüzzaman, Sözler s.705 (Otuz İkinci Söz, Üçüncü Mevkıf)) Burada oruç tuttuğu için aç susuz kalan bir insan orada Reyyan’a nail olacak, yani insan içtiği zaman artık bir daha susamayacağı bir kaynağın başına ulaşacaktır. (Bkz.: Buhârî, savm 4; Müslim, zekât 85) Kısacası insanın buradaki inanç ve davranışları öbür tarafta farklı mânâlara bürünecek; bazen gözle görülür, elle tutulur bir nimet olarak, bazen de bir iç inşirahı, hoşnutluk esintileri meydana getirecek dalgalar hâlinde onun karşısına çıkacaktır.

Dolayısıyla rıdvan bu açıdan rızadan farklıdır. Rıza, dünyada insanın iradesinin hakkını vermesiyle mazhar olduğu bir lütuf ve ihsan ise; rıdvan öte dünyada Cenâb-ı Hakk’ın tecessüm ettirip mü’min kullarına sunduğu sonsuz bir lütuf ve ihsandır. Başka bir ifadeyle rıdvan, ebedî saadet yurdunda ruhlara işleyip onlarda bir zevk-i ruhânî hâsıl edecek şekilde Cenâb-ı Hakk’ın kullarına ihsan edeceği tasavvurları aşkın bir nimettir. Hem öyle bir nimet ki, ona nail olan mü’minler Cennet nimetlerini dahi unutacak şekilde mânevî bir haz ile dolacaklardır.

Rıdvan mı yoksa rü’yet-i ilâhî mi en büyük lütuf?

Bu noktada rü’yet-i ilâhî ve rıdvandan hangisinin daha büyük bir ilâhî lütuf olduğu konusu akla gelebilir. Zira Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’yı çok iyi bilen usûlüddin ulemasının ifadelerinden Cemâlullah’ı müşahedenin en büyük Cennet nimeti olduğu sonucu çıkartılabilir. Mesela Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî Ehl-i Sünnet itikadını mısralara döktüğü bir şiirinde bu hakikati şu ifadelerle dile getirir:

يَرَاهُ الْمُؤْمِنُونَ بِغَيْرِ كَيْفٍ
 وَإِدْرَاكٍ وَضَرْبٍ مِنْ مِثَالٍ
 فَيَنْسَوْنَ النَّعِيمَ إِذَا رَأَوْهُ
 فَيَا خُسْرَانَ أَهْلَ الْاِعْتِزَالِ

“Mü’minler, O’nu keyfiyetsiz ve kemmiyetsiz olarak görürler. Buna bir misal de getirilemez. O’nu gördükleri zaman da bütün Cennet nimetlerini unuturlar. ‘Allah görülmez’ diyen Ehl-i İ’tizâl’e hüsran olsun!” (el-Ûşî, Bed’ü’l-emâlî s.50-54)

Hazreti Üstad’ın ifadesiyle de, binlerce sene mesudane yaşanan dünya hayatı Cennet’in bir saatine mukabil gelmediği gibi, Cennet’in de binlerce sene hayatı Cemâlullah’ı rü’yetin bir dakikasına mukabil gelmeyecektir. ( Bkz.: Bediüzzaman, Mektubat s.260 (Yirminci Mektup, Birinci Makam))

Bu ifadelerden rü’yet-i ilâhînin, Cennet nimetlerinin çok daha üzerinde büyük bir ilâhî lütuf olduğu anlaşılmaktadır. Bununla birlikte, Cenâb-ı Hakk’ın Cennet’e giren kullarına,

أُحِلُّ عَلَيْكُمْ رِضْوَانِي فَلاَ أَسْخَطُ عَلَيْكُمْ بَعْدَهُ أَبَدًا
“Ben sizden ebedî olarak razıyım. Bundan sonra size hiç gazap etmeyeceğim.” (Buhârî, rikâk 51; Müslim, îmân 302)

buyurması, bunu da unutturacak ve insanın içine inşirah salacak en büyük bir lütuftur. Bu, öyle bir lütuf ve ihsandır ki, insana nasıl bir zevk ve haz zemzemesi hâli yaşatır, bunu kestirmek mümkün değildir. Nitekim Cennet nimetlerinin en büyüğünün rıdvan olduğu Tevbe Sûresi’nde

وَرِضْوَانٌ مِنَ اللهِ أَكْبَرُ
“Hepsinden âlâsı ise Hakk’ın kendilerinden razı olmasıdır.”(Tevbe sûresi, 9/72)

ifadesiyle sarih olarak beyan buyrulmuştur.

Rızaya talip olanlar rıdvana mazhar olurlar

Netice itibarıyla rıza ve rıdvan, dünya ve ahirete bakan yönleri itibarıyla farklı birer hakikat olsa da, birbiriyle irtibatlıdır. Bu irtibat, sebep-sonuç veya illet-malûl irtibatı gibi bir münasebete benzetilebilir. Siz, dünyada cüz’î iradenizin hakkını vererek bu konudaki talebinizi ortaya koyar, gayret gösterirsiniz, Cenâb-ı Hak da bu gayretinizin mükâfatı olarak sizi rıdvanla şereflendirir.

Ancak burada yanlış anlaşılmaması ve gözden kaçırılmaması gereken bir husus vardır: Rıza ve rıdvan arasındaki “sebep sonuç”, “illet malûl” münasebeti maddî âlemdeki tenasüb-ü illiyet prensibine uygun değildir. Zira siz, âdeta burada bir damla atıyorsunuz; daha sonra o damla birdenbire buharlaşıyor, büyüyor, ötede büyük bir derya hâlinde karşınıza çıkıyor. Hâlbuki tenasüb-ü illiyet açısından bir damla bir deryayı netice vermez. Ancak sonsuz lütuf ve engin rahmetiyle Cenâb-ı Hak, sizin burada bir damla mahiyetinde Kendisi’nden hoşnut olmanızı, ahirette bir okyanus şeklinde karşınıza çıkarmaktadır.

Rıdvana ulaştıracak iki kanat: İ’lâ-i kelimetullah ve ihlâs

Rıza ve rıdvanı elde etmenin vesilelerine gelince, insanı bu hedefe ulaştıran en kestirme yollardan, en büyük vesilelerden biri i’lâ-i kelimetullahtır. Evet, Nâm-ı Celil-i İlâhî’yi dünyanın bütün karanlık noktalarına kadar götürüp duyurma, ruh-u revan-ı Muhammedî’nin dünyanın dört bir yanında şehbal açması istikametinde yorulma bilmeden küheylân gibi koşma, insanı Cenâb-ı Hakk’ın rızasına en hızlı götüren vesilelerden biridir. Bu açıdan esasında her ne kadar i’lâ-i kelimetullah rızaya erme adına bir vesile olarak tarif edilse de, onun gaye ölçüsünde bir vesile olduğu da söylenebilir.

Öyleyse insan, hep yaşatma duygusuyla oturup kalkmalı, insanlığın yeni bir âdab u erkân öğrenmesine vesile olma adına cehd u gayrette bulunmalı, her fırsatta insanlığı Allah’a yönlendirmeye çalışmalıdır. İnsan, bu vazifeye öylesine dilbeste olmalıdır ki onu yapamadığı takdirde yaşadığı hayatı kendisi için abes görmelidir.

Tabiî, i’lâ-i kelimetullah vazifesini yerine getirirken insanın muhlis olması gerekir ki, kazanma kuşağında kayıplar yaşamasın. Muhlis, ihlâsı temsil eden kişi demektir. Fakat insan bu konuda ihlâs şuuruna öyle bir kilitlenmelidir ki, ihlâsa ermeyi bile az görerek “muhlasîn”den olma peşinde koşmalıdır. Muhlas, Allah tarafından safvete ulaştırılma ve böylece mahz-ı ihlâs kesilme, ihlâslaşma, tamamen durulma, berraklaşma demektir. Bu, başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İdris (aleyhimüsselâm) gibi mustafeyne’l-ahyara mahsus bir mazhariyettir. (Bkz.: Bkz.: Sâd sûresi, 38/47) Fakat asliyet planında olmasa bile zılliyet planında bu hedefe ulaşmak için peygamberlerin dışındaki mü’minler de gözlerini bu yüce ufka dikmeli, sürekli murad-ı ilâhîyi takip etmeli, bütün ibadetlerini sadece emredildiği için yapmalı, ubûdiyetlerini/kulluklarını dünyevî hiçbir gayeye bağlamamalı, hatta rıdvan dışında uhrevî beklentilerden sıyrılmalı, neticeyi de Cenâb-ı Hakk’a bırakmalıdırlar.

Böyle bir şuura ulaşan insanın tabiatı, ihlâsın dışında kalan her şeye tepki vermeye başlayacaktır. Mesela böyle birisi, göz kamaştırıcı bir başarıya imza attığında, söylediği sözlerle kalblerde bir heyecan meydana getirdiğinde veya kalemini oynatmasıyla etkileyici mısralar döktürdüğünde, asla başkalarından takdir ve istihsan gibi bir beklentiye girmez. Sadece tasavvur veya taakkulüne değil, hayaline bile Allah’tan başka bir mülâhaza geldiğinde o hemen bir kenara çekilip “Estağfirullah yâ Rabbi, şirke girdim!” der, kendini yerden yere vurur, tevbe, inabe ve evbe kurnalarıyla onu tertemiz hâle getirir.

Ahirette rıdvana nail olmanın en önemli yollarından biri de işte bu ölçüdeki bir ihlâs mülâhazasıdır. Bu açıdan denilebilir ki, insan hulusta ne kadar derinleşirse, rıdvana da o ölçüde hızlı ulaşacaktır. Belki de böyle biri, kabrin dehşetini hiç görmeyecek, berzah zahmetini hiç çekmeyecektir. O, kendisi için açılmış çukura konulduğu andan itibaren vücud-u mevhibe-i rabbâniyesi ile amudî bir sıçrayışla yükselecek, o ufukta reftare dolaşmaya başlayacaktır. O hâlde her mü’min, hem i’lâ-i kelimetullah vazifesine talip olmalı, hem de bu vazifeyi yerine getirirken ihlâsı yakalama ve onu muhafaza adına olabildiğince hassas davranmalıdır.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Dünyayı kalben terk etmeli, kesben değil

Zühdün tarifi, 'Dünyayı kesben değil, kalben terk etmek.'; bunun ölçüsü de, dünya umurundan kaybettiğine üzülmemek, kazandığına sevinmemek şeklinde olmalıdır.

Dünyevî İmkânlar Karşısında Farklı Tavırlar

Bir kurum veya bir şirkette aynı imkânlara sahip kimseler arasında malıyla ve canıyla hizmet etmeye çalışanlar olduğu gibi; ev, arsa, mal mülk edinenler de çıkabiliyor. Bu tür şahsî yatırımlar, o istikamette birikim yapmayan/yapamayan kişilerin zihinlerini meşgul edebiliyor. Bu gibi mevzularda suizanlara ve uhuvvetin zedelenmesine sebebiyet vermemek için dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir?

Dünyevî imkânlar ve geleceği planlamada ölçü

Fethullah Gülen: Dünyevî imkânlar ve geleceği planlamada ölçü

Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyada bir garip ya da bir yolcu gibi olmayı tavsiye buyurmuş, seleften bazıları da bir kişinin ertesi gün ne yiyip içeceğini düşünmesini bile tûl-i emel ve tevehhüm-i ebediyet saymışlardır. Fakat günümüz şartlarında belli okulların bitirilmesi ve bir meslek sahibi olunması gibi düşüncelerle gelecek adına plan yapılması gerekli görülüyor. Bu durumda yarınları düşünmede ölçü ne olmalıdır?

Dünyevî Nimetler Karşısında Başkalaşmama

Başkalaşma âdeta bir virüs, bir mikrop gibidir. Bir kere insana musallat olmaya başladığı zaman artık kolay kolay onun yakasını bırakmaz. Nasıl ki dişin dibine gelip yerleşen bir mikrop hemen binlercesini de yanına çeker ve kısa sürede dişi çürütür; değişme ve başkalaşma da aynen böyledir. İnsan başkalaşmaya bir kez dilinin ucuyla evet demeye görsün, artık onun önü alınamaz. Verilen her taviz bir diğeri için bir çağrı ve davetiye olur. Dolayısıyla da her bir taviz, yeni tavizler doğurur. İnsan, kendi değerlerinden uzaklaşmaya ve değişmeye başladıktan sonra şeytan ve nefis bunu öyle bir değerlendirir ki, ona işin başında hiç tahmin edemeyeceği savrulmalar yaşatır. Bir kere başkalaşma fasit dairesi içerisine giren, neticede Bel’am İbn Bâûra gibi bambaşka biri olur çıkar.

Kendi Helaklerine İmza Atan Tali’sizler

Rivayete göre Bel’am İbn Bâûra, İsm-i Âzam’ı bilen, başını kaldırdığında Arş-ı Âzam’ı müşahede edebilen, yaptığı dualar geri çevrilmeyen salihlerden biridir. Müfessirlerin çoğuna göre Kur’ân-ı Kerim’in şu âyeti isim zikretmeksizin ona işaret etmektedir: وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا “Onlara, kendisine âyetlerimiz hakkında ilim nasip ettiğimiz kimsenin de kıssasını anlat.” (A’raf Sûresi, 7/175) Âyetin devamında onun akıbeti hakkında şöyle buyrulmuştur: فَانسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ ۝ وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلَٰكِنَّهُ أَخْلَدَ إِلَى الْأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَاهُ “Ama bu ilme rağmen o âyetlerin çerçevesinden sıyrıldı, şeytan da onu peşine taktı, derken azgınlardan biri olup çıktı. Eğer dileseydik, onu o âyetler sayesinde yüksek bir mevkie çıkarırdık; lâkin o, dünyaya saplandı ve hevasının esiri oldu.”(A’raf Sûresi, 7/175-176) Bel’am İbn Bâûra, semavî olma yolunda ilerlerken, şeytana ve nefsine aldanmış, dünyaya takılıp kalmış ve arzî olmaya razı olmuştur.

Buna benzer diğer bir menkıbe de şudur: Seyyidinâ Hz. Musa, Tur’a giderken kumların üzerinde yatan ve üzerinde doğru dürüst giyeceği bir elbisesi bile bulunmayan bir insanla karşılaşır. Bu kişi Hz. Musa’ya, “Benim halimi Cenab-ı Hakk’a arz ediver de bana biraz imkân nasip etsin!” der. Hz. Musa da onun isteğini yerine getirir fakat Allah Teâlâ, fakirliğin onun hakkında daha hayırlı olduğunu bildirir. Hz. Musa gelip bunu adama haber verince o, zenginliğin de kendisi hakkında hayırlı olabileceğini söyleyerek dua konusunda ısrar eder. Sonunda Allah yapılan duayı kabul eder; bu kişinin aldığı birkaç koyuna bereket nasip eder ve adam zamanla sürülere sahip olur. Gel zaman git zaman yine Hz. Musa bu bölgeden geçerken kalabalığın bir adamı idam ettiğine şahit olur. Olayın aslını soruşturunca da ölüm cezası verilen kişinin o zat olduğunu öğrenir; Allah’ın verdiği imkânlar karşısında değişmiş, mal ve serveti onu küstahlaştırmış ve baştan çıkarmıştır. Neticede bir gün içki içmiş, sarhoş olmuş ve sarhoşken bir adamı öldürmüştür, bu yüzden de idam cezasına çarptırılmıştır.

Bu hikâyenin aslının doğru olup olmaması bir tarafa, bizim için ifade ettiği mana önemlidir. Kaldı ki Kur’ân ve Sünnet’te ibret almamız adına bundan daha başka örnekler de zikredilir. Mesela Karun, servet ve zenginliğin kendisini baştan çıkardığı kişilerden birisidir. Aynı şekilde Efendimiz’in ümmetinden olan Salebe, servetin başını döndürdüğü, bakışını bulandırdığı ve başkalaşma kısır döngüsü içerisine girerek kendi helakine imza atan tali’sizlerdendir. Demek ki başkalaşma daha dünyada iken insanın başına farklı gaileler açabiliyor. Dünyada olmasa da Allah, verdiği nimetler karşısında küstahlaşan ve şımaran kişileri ahirette cezalandıracaktır.

Başkalaşma Fasit Dairesi

Bir kısım imkânlar eline geçtiği zaman bunları hemen kendi keyfi, rahatı ve refahı için kullanan insanlar başkalaşma sürecine girmişler demektir. Bunlar dün başka, bugün başka ve yarın daha başka olacaklardır. Fakir, âciz ve zayıf oldukları zamanlarda ahlâk ve dindarlıklarını korusalar da bir kısım fırsatlar kendilerine göz kırpmaya başladığında bozulmaya, çürümeye maruz kalacaklardır. Başkalaşma fasit dairesine girmiş bu zavallıların kimisi, إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَىٰ عِلْمٍ عِندِي “Ben bu servete ilmim ve becerim sayesinde kavuştum.” (Kasas sûresi, 28/78) diyen bir Karun haline gelecek, kimisi de أَنَا رَبُّكُمُ الْأَعْلَى “Ben sizin en yüce rabbinizim.”(Nâziât Sûresi, 79/24) diyen bir Firavun.

Her çeşidiyle başkalaşma, merkezdeki çok küçük bir açıyla başlar ve zamanla büyür gider. Bir süre sonra o, şehrâhta yürüdüğünü zannetse de çoktan patikalara sapmıştır. Böyle biri, Allah’a inanıyorum der fakat nefsin güdümünde bir hayat yaşar. Musa’lara benzer şekilde gittiği yolda, yolun sonuna doğru hiç farkına varmadan Karunlaşır. Mesih edasıyla bir yola baş koyar; fakat belli bir fasıldan sonra Takyanus’laşır. Çünkü bir kere başkalaşmaya başlayan insanın artık nerede duracağını bilemezsiniz. O başkalaşa başkalaşa öyle bir noktaya gelir ki, şayet onun eski hâli ile yeni hâlinin bir fotoğrafını çekerek kendisine gösterecek olsanız, eski halini kendisi bile tanıyamaz.

İnsanı başkalaşmaya iten faktörler farklı farklıdır. Kimileri makam ve mevkiin arkasından koşarken başkalaşır; kimileri popülarite ve şöhret elde etmeye çalışırken. Kimilerini başkalaştıran rahat ve rehavet duygusudur; kimilerini başkalaştıran da yeme-içme gibi dünyevi hazlar. Peygamberler yoluna baş koyan niceleri vardır ki, sonradan servetin kulu kölesi olduklarından veya dünyaya ait bir kısım maddî şeyleri putlaştırdıklarından ötürü girdikleri yolun bir faslından sonra Karunlaşmış, Sâmirîleşmişlerdir.

Bazıları ise işin başında belki iyi niyetlerle siyasi hayata girmiş, yönetime talip olmuşlar fakat bir süre sonra bu yolda güç zehirlenmesi yaşamışlardır. İşin başında oldukça mütevazı görünen ve sizinle birlikte başını yere koyup secde eden bu insanlar daha sonra birdenbire tiranlaşmışlar, bütün nizam ve kanunları kendi keyiflerine göre şekillendirmiş, herkesi kendilerine kul-köle haline getirmişlerdir.

Karunların, Firavunların, Sâmirîlerin, Bel’am İbn Bauraların tarihte yaşayıp gitmiş şahsiyetler olduğu zannedilmesin. Çağımızda da bunların dünya kadar emsalleri vardır. Bunlar, bitip tükenme bilmeyen tul-u emelleri ve tevehhüm-ü ebediyetleri yüzünden ardı arkası kesilmeyen değişimlere maruz kalmışlardır. “Din” ve “diyanet” diyerek çıktıkları yolda “dünya, dünya” demeye, hatta dinsizliğe dair bazı şeylere rıza göstermeye başlamışlardır. Bu tür insanlar her ne kadar sureten insan görünseler de sireten mesh olmuşlar demektir; tıpkı Kur’ân-ı Kerim’de bahsedilen bazı toplulukların mesh olması gibi. Ne var ki onlar bunun da farkına varamazlar. Aynaya yansıyan suretlerine aldanırlar. Bu yüzden de yürüdükleri yolda yürümeye, yaptıkları fenalıkları yapmaya devam ederler. Hata ve yanlışlarının söylenmesine de asla müsaade etmezler. Birileri buna cüret edecek olsa ona karşı ciddi tavır alır ve husumet beslemeye başlarlar. Ne var ki basiret sahibi insanlar bu gibilerin nasıl mahiyet değiştirdiğini görürler.

Başkalaşmaya Karşı Kararlı Duruş

İnsanların heva ve hevesleri istikametinde savrulup gittikleri bir dönemde özellikle Kur’ân ve iman hizmetine gönül veren adanmışların başkalaşmama mevzuunda daha hassas olmaları, durdukları yerde daha sağlam durmaları gerekir. Onlar girmiş oldukları yola hangi felsefe, düşünce tarzı ve dünya görüşüyle girmişlerse, yolun sonuna kadar onu devam ettirmelidirler. Dünyaya veda ederken de başladıkları noktanın çok daha üstünde veda etmelidirler. Yürüdükleri yola ilk defa baş koyarken duydukları arzu ve iştiyakı işin sonuna kadar devam ettirmeli, ülfet ve ünsiyete yenik düşmemeli, sahip oldukları değerlerin renk atmasına ve solmasına müsaade etmemelidirler.

“Başkaları dünyadan istifade ediyor, biz de edelim; başkaları bu bala parmak banıyor, biz de banalım.” şeklindeki düşünceler adanmışlar açısından bir başkalaşmadır. İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), zemininde hasır serili fakir bir evde dünyayı teşrif buyurmuş ve hiç tavrını değiştirmeden aynı şekilde ruhunun ufkuna yürümüştür.

O (sallallâhu aleyhi ve sellem), hanımlarının dünyaya ait bir kısım istekleri karşısında rahatsız olmuş ve cumbasına çekilerek bir süre onlardan ayrı kalmıştı. Bu sırada yanına gelen Hz. Ömer, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hasır üzerinde yattığını ve hasırın, bedeninde iz bıraktığını görmüş, ağlamaya başlamıştı. Bunun sebebini de şu cümlelerle ifade etmişti: “Yâ Resûlallah! Şu anda kisralar, krallar saraylarında kuş tüyünden yataklarında yatarken, Sen kuru bir hasır üstünde yatıyorsun.” Bunun üzerine Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştu: “İstemez misin ya Ömer, dünya onların, ahiret bizim olsun.” (Buhârî, tefsir (66) 2; Müslim, talak 31)

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) dünyaya geldikten sonra ciddi değişimler yaşamıştı. Miraçlara çıkmış ve geldiği noktada Cibrilleri dahi geride bırakmıştı. Bu değişimler, mânevî, uhrevî ve melekûtî olarak gelişmeyi, ileri gitmeyi ifade eden değişimlerdi. Bunları, dünyaya ve onun cazibedar güzelliklerine kapılma neticesinde hâsıl olan değişimlerle karıştırmamak gerekir. Yani bir insanı Allah’a, O’nun rıza ve rıdvanına, Cennet’e ve Cennet nimetlerine yaklaştıran değişimler vardır; bir de onu felaket ve helakete sürükleyen değişimler. Uzak durulması gereken, bu sonuncusudur. Dünyaya nasıl geldiysek o şekilde çıkmaya çalışmaktır.

İnsanı değişip başkalaşmaktan koruyacak önemli dinamiklerden birisi, beklentisiz ve müstağni olmaktır. Yapılan hizmetleri dünyevî yahut uhrevî herhangi bir karşılığa bağlamamaktır. Gözü dünyada olan insanların, önlerine çıkan cazip teklifler karşısında konumlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Bu tür insanlar, başkaları tarafından “satın alınabilirler.” Hâlbuki Allah rızasına kilitlenmiş kimseler, dünyalık hiçbir şey karşısında satılmamalı, peylenmemelidir. Hiç kimseye bel kırmamalı, boyun bükmemelidir. Minnet altına girmeme konusunda son derece kararlı olmalıdır. Bu konularda bir kere taviz verip zaaf gösteren bir insanın işin sonunda nereye savrulacağı belli olmayacaktır.

Bu itibarla adanmışlar, çok küçük çapta bile olsa yürüdükleri yolda herhangi bir inhiraf yaşamama konusunda çok kararlı olmalıdırlar. Kendileri sırat-ı müstakimden ayrılmadıkları gibi, beraber yürüdükleri arkadaşlarının da ellerinden tutmalı, onların da inhiraf yaşamaması noktasında ellerinden geleni yapmalıdırlar. Çevrelerinde değişme ve başkalaşma emareleri gördüklerinde, tepkiye sebebiyet vermeyecek şekilde usulünce ve mülayimce onları ikaz etmeli ve yeniden istikameti yakalamalarına yardım etmelidirler. Âdeta cephede nöbet bekleyen bir asker gibi inhiraflar karşısında sürekli gözleri açık durmalı, ne yapıp edip bunların önüne geçmeye, hata ve yanlışların ıslahına çalışmalıdırlar.

Hâsıl-ı kelam, Cennet yolunda yürürken kaybedenlerden olmak, düz yollarda dökülüp kalmak istemiyorsak başkalaşmaya ve dünyevileşmeye karşı kararlı durmalı ve ayaklarımızı sabitkadem kılması adına sürekli Allah’a dua etmeliyiz. Dünyanın cazibedar güzelliklerine karşı sabırlı olmalı, dünya karşısında başımızın dönmemesi, bakışımızın bulanmaması adına daima teyakkuzda olmalıyız. Değişmeden ve başkalaşmadan salim kalmak, yol yorgunluğuna maruz kalmamak, kalıp yollarda dökülmemek istiyorsak, sürekli irfan, marifet ve yakîn peşinde olmalıyız. Dünyevî imkânlar karşısında Allah’tan uzaklaşmak istemiyorsak, yürüdüğümüz yolun her menzilinde, her aşamasında yeniden bir kere daha Allah’a ahd ü peymanımızı yenilemeliyiz.

Dünyevî Nimetlerden İstifadede Ölçü

Soru: Refah düzeyinin artması ve imkânların genişlemesiyle birlikte dünyalık nimetlerden istifade de artmaya başlıyor. Kur’ân’da zemmedilen “mütrefîn” güruhuna dâhil olmama adına burada nasıl bir denge kurulmalıdır?

Cevap:Mütrefîn, Kur’ân-ı Kerim’de, bütün bütün zevk ü safaya dalan, yiyen, içen ve yan gelip kulağı üzerine yatan, aklına estiği gibi gezip tozan ve tamamıyla nefis ve cismaniyetinin yörüngesinde bir hayat yaşayan insanlar için kullanılan bir tabirdir. Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de onlar hakkında şöyle buyurmuştur: وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا “Herhangi bir belde helaki hak ettiğinde, oranın lüks içinde yaşayan, kendini zevk ü sefaya salmış aristokrat sınıfı fısk u fücura dalarlar. Neticede Allah’ın hükmü hak olur da orayı yerle bir eder, altını üstüne getiririz.” (İsrâ sûresi, 17/16)

Başka bir âyet-i kerimede ise, أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا “Siz, Allah’ın ihsan ettiği bütün güzel şeyleri dünyada yiyip bitirdiniz; zevk ü safanızı dünyada yaşadınız, keyfinizi dünyada çıkardınız. Öbür tarafa bir şey bırakmadınız.” (Ahkâf sûresi, 16/20) ifadeleriyle her şeylerini dünyada saçıp savuran ve ahirete hiçbir şey göndermeyen insanlar zemmedilmiştir. Bu tür âyetlerin ikazlarını dikkate alan Ömer İbn Abdülaziz ve Ebû Zer gibi zatlar dünya nimetlerinden istifadeleri ölçüsünde ahirette kayıp yaşayacaklarını düşünmüşler ve çok müstağni bir hayat sürmüşlerdir. Eğer insan bu dünyada Allah’ın ihsan ettiği nimetlerden istifade ederken ölçüyü kaçırmaz, israfa girmez, lüks ve şatafattan uzak kalırsa, ahirette de mahrumiyet yaşamaz.

Benzer başka bir âyet-i kerimede ise dünya hayatının ahirete tercih edilmesi, Allah’a inanmayanların bir vasfı olarak gösterilmiştir: الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ “O kâfirlerdir ki bilerek ve isteyerek dünya hayatını ahirete tercih ederler.” (İbrahim sûresi, 14/3) İnsan, bir karınca kadar olsun, bu yazın bir de kışı var demez, birkaç buğdayı da kış için saklamayı düşünmez ve dünyada ekip biçtiği bütün nimetleri burada tüketirse, ahirete bir şey kalmayacaktır. Demek ki bir insanın her şeyi bu dünyadan ibaret görmesi, ahireti düşünmeden elindeki imkânları burada yiyip bitirmesi, hayatını tamamen bu dünyaya göre ayarlaması ve bu dünyayı esas maksat yapması onun için bir kayıp sebebidir. Bir yönüyle bu ve buna benzer âyet-i kerimelerde mütrefînin özellikleri anlatılmaktadır.

Sosyal Adalet

Sosyalistler ve komünistler ile bunlardan etkilenen bazı İslâm âlimleri sosyal adalet kavramına çok vurgu yaptılar. Fakat bu meselenin konuşulması ve yazılması kolay olsa da asıl önemli ve zor olan onu uygulamaktır. Yani başta Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmak üzere onun Raşit Halifeleri Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali gibi yaşayabilmektir. Onlar devlet idare ettikleri ve geniş imkânlara sahip oldukları dönemde bile sade yaşantılarını terk etmemişlerdir. Eskilerin “sevad-ı âzam” dediği halkın çoğunluğunun geçim standartlarını kendilerine ölçü olarak almışlar, halk ne ile geçiniyor, ne yiyip içiyorsa onlar da hayatlarını bu çerçevede sürdürmüşlerdir. Pahalı elbiseler giymemişler, kendilerine mükellef sofralar kurdurmamışlardır. Bazen Mescid-i Nebevi’de kumlar üzerinde yatıp kalkmışlardır.

Aynı şekilde Emevi halifelerinden olan Ömer İbn Abdülaziz de dört halifenin yolundan gitmiş ve hazinenin dolup taştığı bir dönemde bile sade hayatını hiç değiştirmemiş, zeytinyağına ekmek banıp yemeye devam etmiştir. İşte gerçek adalet ve hakkaniyet budur. Bu sebeple o, iki buçuk yıllık hilafeti dönemine belki de yüz yıllık icraatı sığdırmış, kendinden önceki Emevî halifelerinin bozdukları çarkı endazeden geçirerek yeniden düzene koymuştur. Onun ortaya koyduğu ceht ve gayret sayesinde Emevilik Şam’da bittiği dönemde Endülüs’e açılmış, orada ümranlar kurmuş ve sekiz asır boyunca Avrupa’yı aydınlatmaya devam etmiştir. Allah, kendi hayatlarında bu ölçüde hassas olan bu gibi zatların önünü açmış ve onları büyük başarılara muvaffak kılmıştır. Devletin başındaki insanlar sahip oldukları imkânlara rağmen sevad-ı âzamın durumunu göz önünde bulundurarak aza kanaat edebiliyor ve iradeleriyle fakirane bir hayat yaşamayı tercih edebiliyorlarsa işte o zaman sosyal adalet temin edilebilir.

Aksi takdirde, bir toplumda aristokrat bir azınlık bütün imkânları elinde bulundurur, mükellef sofralara oturur kalkar, pahalı elbiseler giyer ve lüks bir hayat yaşarsa bu durum, fakir halkın iştahını kabartır ve onları harekete geçirir. Nitekim bir dönemde Avrupa’daki sosyal hareketlere, Rusya ve Çin’deki ihtilallere bakılacak olursa, bunların altında yatan sebebin zengin ve fakirler arasındaki sınıf mücadelesi ve çatışmasının olduğu görülecektir. Onlar, ülke servetinin küçük bir azınlığın elinde dolaşmasından rahatsız olmuş ve bunun önüne geçmek için proletarya diktatörlüğüne yönelmişlerdir. Fakat bu defa da mesele tam tersine dönmüş, bu taraftaki ifrat diğer tarafta tefriti netice vermiştir. Meseleyi çözdüklerini zannettikleri anda vuruşma farklı bir şekilde cereyan etmeye başlamıştır.

Görüldüğü gibi mütrefîn güruhu kendi akıbetlerini mahvederken toplumda da kavga ve çatışmaların fitilini ateşlemektedir. Bundan kurtulmanın çaresi ise, yukarıda da işaret edildiği gibi, idarecilerin ve zenginlerin, yaşantılarında ve harcamalarında toplumun genelinin durumunu nazar-ı itibara almalarıdır. Hatta bunun da ötesinde onlar, sahip oldukları imkânları muhtaçlarla da paylaşmalı, zekât, sadaka ve infak gibi yollarla onlara el uzatmalıdırlar ki toplumun bu iki kesimi arasında bir uzlaşma sağlanabilsin. Böylece ne yukarıdan aşağıya baskı, zulüm, tahakküm veya istihkar gelsin ne de aşağıdan yukarıya kin ve nefret yükselsin. Nitekim Raşit Halifeler sıradan bir insan gibi yaşadıkları için toplumun saygı ve güvenini kazanmışlardır. Bir kısım Emevi sultanları ise lüks ve şatafat içerisinde sürdürdükleri hayattan ötürü toplumun kin, nefret ve öfkesini celbetmişlerdir.

Allah’ın, zenginliğinin hakkını veremeyeceğini bildiği bazı kullarına kısıtlı imkânlar vermesi ve böylece onları gaflet ve sefahatten koruması bir cebr-i lutfîdir. Yani Allah’ın fakir bıraktığı veya orta seviyede bir hayat lütfettiği bir insanın mütevazı bir hayat yaşaması onun için bir lütuftur. Fakat burada asıl önemli olan bu dengenin irade ile kurulmasıdır. İnsana asıl sevap kazandıracak olan davranış, dünyalık nimetlere sahip olduğu hâlde iradesinin hakkını vererek zevk ü sefaya dalmaması, Allah’ı ve haşr ü neşri unutmaması, ibadet ü taatini aksatmamasıdır. Zira bolluk ve servet çoğu zaman gaflet sebebidir. Gaflet ise dünyaya dalmayı ve Allah’tan uzaklaşmayı beraberinde getirir. İşte dünyevî imkânların genişlemesinin insan için böyle bir dezavantajı vardır. Fakat insan, dişini sıkar, istikametini kaybetmez, hâl ve tavırlarıyla kimsenin iştihasını tahrik etmez, kimseyi tepkiye sevk etmez; bilakis sahip olduğu imkânlarla muhtaçlara el uzatır ve onların sevgi ve sempatisini kazanırsa işte o zaman nimetlerin hakkını vermiş, şükrünü eda etmiş olur.

Devletlerin Yıkılmasında Zevk ü Sefanın Yeri

Ecdada saygı gösterme ve seleflerimizi hayırla yâd etme benim çok önem verdiğim bir düsturdur. Çünkü onlar dine çok hizmet etmişlerdir. Bu sebeple mümkün mertebe onları sorgulamaktan ve tenkit etmekten kaçınırım. Bununla birlikte bir kısım tarihî realiteleri görmenin ve bunlardan ders çıkarmanın önemi de inkâr edilemez. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Emevi, Abbasi, Osmanlı ve Endülüs gibi İslâm devletlerinin çöküş ve yıkılış sebepleri incelendiğinde dünyaya meyletmenin, lüks ve israfa dalmanın bunda önemli bir yeri olduğu görülecektir.

Mesela Osmanlı devletinin bidayetinden Kanunî dönemine kadar sultanlar hep ordunun başında sefere çıkmışlar ve askerlerin kuvve-i mâneviyesini takviye etmişlerdir. Fakat daha sonraki dönemde sultanlar orduyla birlikte sefere çıkma âdetini terk etmiş, ordu da kendine has kahramanlıkları artık sergileyemez olmuştur. İşte bundan sonradır ki bozgunlar bozgunları takip etmiştir. Mesela Viyana bozgunu sonrasında Merzifonlu idama mahkûm edilmiştir. Fakat acaba buradaki tek suç orduya ve Merzifonlu’ya mı aittir? İnsan şu düşüncelerden kendisini alamıyor: “A benim mübarek sultanım! Sen niye Viyana’ya gitmedin. Kanunî ve Yavuz gibi senin birçok deden cephede veya cepheye açılırken ruhlarının ufkuna yürümüşlerdi. Sen niye onların yolunu terk ettin!”

Maalesef Osmanlı’nın son döneminde saraya kapanma ve zevk ü sefaya dalma bizi felç etmiştir. Şatafatlı evlerde yaşama, bir evle yetinmeyerek ikincisini, üçüncüsünü yapma, hatta çocuklar ve torunlar için de binalar dikme, yetmedi damatları, gelinleri de düşünme, kısaca yaşatma idealinden vazgeçerek yaşama tutkusuna sarılma bizim için tam bir felaket sebebi olmuştur. Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi Mehtapları’nı okuyacak olursanız, Osmanlı’nın son döneminde nasıl bir zevk u sefaya dalındığını açık olarak görürsünüz. İşte bu, bizim için öldüren bir AİDS mikrobuna dönüşmüştür.

İffetli Yaşamanın ve Peylenmemenin Yolu

Beşer hayatında her zaman için söz konusu olan böyle bir gafletin bizi de esir alacağını unutmamalı ve bu konuda sürekli teyakkuz hâlinde bulunmalıyız. Ben çok lüks olduğunu düşünerek şu anda kaldığım mekândan bile rahatsız oluyorum. Koltukta oturmaktan sıkılıyorum. Hâlâ ruhumda tahta kulübede, cami penceresinde kalma arzusu var. Çünkü ben ancak altmış yaşından sonra belli rahatsızlıklarımdan ötürü döşekte yatmaya başladım. Ne talebeliğim ne de daha sonraki uzun hayatım boyunca lüks koltuklarda oturmadım. Bu, sunî bir tevazu olarak görülmemelidir. Bilakis bunlar benim tabiatıma ters olan şeyler.

Esasen her mü’min bu konuda dikkatli olmalı ve iradesiyle kendisini dengelemelidir. O kadar ki dünyaya ait duygulara, tutkulara, zevk ü sefalara, “Ben bu ruha girerek kendimi ifade edebilirim.” dedirtmemek gerekir. İnsan, fıtrata uygun ve ihtiyaçlarına kâfi gelecek bir şekilde yaşayabileceği bir zemin oluşturmalı, onun dışında nefsin ve şeytanın nüfuz edebileceği bütün menfezleri kapatmalıdır. Yoksa rahat düşkünlüğü ve tenperverlik insanı bohemliğe sevk eder. Bohemliğe dalan bir insan ise öyle bir illüzyona kapılır ki artık beynine çip yerleştirilmiş birisi gibi sürekli onun güdümünde bir hayat yaşamaya başlar.

Eğer insan, dünyevî nimetlerden istifade konusunda kendisini disiplin altına almaz ve meşru daireyle iktifa etmezse başkalarının istismarına da açık hâle gelebilir. Öyle kimselerin tuzağına düşer ki bir süre sonra onların dümen suyuna girmek ve onlar nasıl isterse öyle hareket etmek zorunda kalır. Bugüne kadar bizi mahvedenler ve parçalayanlar hep bu tür yolları kullanarak mahvetmişlerdir. Günümüzde de kötü niyetli bir kısım şer odaklarının dünyada barış ve huzurun sağlanması adına çok önemli hizmetler yapmaya namzet olan böyle bir hareketi boş bırakmayacaklarını hatırda tutmak gerekir. Onlar, kendi karanlık emelleri istikametinde kullanmak için bazı insanlara yanaşabilir ve onlara dünya zevki namına bazı şeyler teklif edebilirler. Hatta bazen suret-i haktan da görünebilirler. Sağdan yaklaşarak dünya adına bazı imkânlar sunabilirler. Bunu yaparken de sizi peyleyebilir, esir ve köle hâline getirebilirler. Eğer siz bu konuda gereken hassasiyeti göstermez ve uyanık olmazsanız, hiç farkına varmadan iradelerinizi ve yapacağınız aktivitelerinizi felç edebilirsiniz.

Oysaki siz çok hayatî bir misyonun temsilcilerisiniz. Siz, yaşatma kahramanlarısınız. Yaşama sevdasına tutulduğunuz an, yaşatma işi olduğu yerde kalır. Kendinizi yaşamaya salarsanız, yaşatma aktivitelerinizi kaybedersiniz. Bu durumda artık sizin varlığınızdan da söz edilemez. Artık siz yoksunuz demektir. Cenab-ı Hakk’ın böyle bir cemaat hakkındaki hükmü ise bellidir: يَۤا أَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دينِه فَسَوْفَ يَأْتِي اللهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُۤ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرينَ يُجَاهِدُونَ في سَبيلِ اللهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَۤائِمٍ ذٰلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتيهِ مَنْ يَشَۤاءُ وَ اللهُ وَاسِعٌ عَليمٌ “Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah öyle bir kavim getirecek ki O, bu kavmi sever, onlar da O’nu severler. Mü’minlere karşı başları yerde, kâfirlere karşı ise onurludurlar. Allah yolunda mücadele ederler ve kınayanın kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, atası, ihsanı çok bol olandır ve her şeyi en iyi şekilde bilendir.” (Mâide sûresi, 5/54) âyet-i kerimesinde de ifade edildiği üzere Allah onları kaldırır bir kenara koyar ve onların yerine yepyeni ve taptaze insanlar getirir.

Burada anlatılan “dininden dönmenin” farklı seviyeleri söz konusudur. Bazıları imandan küfre dönerler. Bazıları İslâmî esasları yaşama mevzuunda gevşek davranır ve kendilerini tembelliğe salarlar. Bazıları da baştan sahip olduğu hizmet etme aşk u iştiyakını kaybeder, yaşatma duygusu, fedakârlık hissi, diğergâmlık anlayışı gibi duyguları bir yana koyar da, yürüdüğü yoldan geriye dönerek yaptığı hizmetleri bırakır. Bunların hepsi farklı mânâlarda birer irtidattır, geriye adım atma demektir.

Evet, hangi çeşidiyle olursa olsun, eğer bir toplum benimsediği yolundan, yönünden, yönteminden, sisteminden, dünya görüşünden ve hayat felsefesinden geriye adım atarsa Allah da onlara, “Siz misyonunuzu eda ettiniz. Sizin işiniz bitti artık. Çünkü kendinizi karbonlaşmaya saldınız. Kabuk bağladınız. Bu yüzden sizi alıyorum.” der ve onların yerine delice Allah’ı ve Resûlü’nü seven ve onlar tarafından sevilen bir toplum getirir. Onlar, mü’minler karşısında iki büklüm olurken küfür ve ilhad karşısında dimdik dururlar. İ’lâ-yı kelimetullah vazifesini eda ederler. Yani kültürlerini ve değerlerini dünyanın dört bir yanına ulaştırmaya çalışırlar. Bu vazifeyi yaparken bazı şom ağızların eleştirilerine ve ayıplamalarına da kulak asmazlar. Zira bu adanmışlar hiçbir beklentiye girmeden böyle bir hizmete koyulsalar da ışıktan rahatsız olan bazı kimseler onlar hakkında olmadık iddialar gündeme getirebilir, uydurdukları yalan ve iftiralarla onları karalamaya çalışabilirler. Fakat onlar bu tür engellemelere takılmadan yollarına devam ederler.

İşte bu sebepledir ki sürekli yeni kalma gayreti içinde olmalıyız. Zira bu hizmetin en önemli dinamiği adanmışlık ruhudur. Eğer bir insan kendini bir davaya adamışsa, onun başka bir beklentisi olmaz/olmamalıdır. O, ne maddi çıkarlar peşinde koşar ne dünyevî refahını düşünür ne de kendisini zevk ü sefaya salar. Özellikle gayrimeşru kazançlardan ve haram zevklerden, şeytandan kaçıyor gibi kaçar. “Allah’ım, bizi, yaşatma ve fedakârlık ruhundan mahrum etme! Allah’ım, bizi, yaşama sevdası gibi Allah belası bir illetin içine gömme!” diye sürekli dua dua yalvarırlar. Kendileri buna dikkat ettiği gibi arkadaşlarının da bu istikamette kalabilmelerini sağlamaya çalışır, bu konuda kayanlar, sapanlar olursa onları da rehabilite etmeye gayret ederler. Geçmişte çürüyüp giden insanların hâlinden ders çıkarır ve onların düştükleri aynı hataya düşmeme azm ü cehdiyle yaşarlar.

Adanmışların Yolu

Kanaatimce adanmışlar bu konularda cevazlarla değil azimetlerle amel etmelidirler. Onlar, oturdukları evden bindikleri arabaya, giydikleri elbiselerden kullandıkları eşyalara kadar her şeylerinde dikkatli olmalı ve asla lükse girmemelidirler. Eğer iki odalı bir ev ihtiyaçlarını karşılıyorsa daha ötesine gitmemeli, araba satın alırken ihtiyaçlarının olup olmamasına bakmalı ve gardıroplarında ihtiyaç fazlası elbise bulundurmamalıdırlar. Eğer bir yerden başka bir yere seyahat edeceklerse bunun en ekonomik olan yolunu tercih etmelidirler. Dünya nimetlerinden istifadeyi doymaya değil tatmaya bağlamalıdırlar. İmkânları olsa bile kendilerini iktisadî yaşamaya alıştırmalıdırlar. Zaten imkânı olmayan bir insanın fakirliğe kanaat etmesi bir fazilet değildir. Asıl olan imkânlar içerisinde bunu yapabilmektir. Eğer onlar hayatlarını yeniden gözden geçirip bu disiplinlere göre dizayn edemezlerse, başkalarına da düzen veremezler.

Kısaca onlar, hayatlarını tam bir iktisat ve kanaat üzerine plânlamalı ve israfın her çeşidinden uzak kalmalıdırlar. Zira iktisat, bereket sebebi olduğu gibi israf da haybet ve hüsran sebebidir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da bizim üsve-i hasenemiz İnsanlığın İftihar Tablosu olmalıdır. Zira O’nun eşiyle birlikte kaldığı oda o kadar dardı ki namaz kılarken mübarek anamız ayaklarını çekmediği sürece secde edecek yer bulamıyordu. O, bütün bir ömrünü hasır üzerinde geçirmişti. Günümüzde insanların lüks ve şatafata dalmaları bizim için bir mazeret olamayacağı gibi bir ölçü de olamaz. Bizim için tek bir ölçü vardır; o da Resûl-i Ekrem’dir. Bu konuda başkaları ne derse desin, ne düşünürse düşünsün. Bu ölçüleri kabul etmeyenler, dünyayı kendi anlayışlarına ve âdetlerine göre şekillendirenler bildikleri gibi yaşayabilirler. Fakat şunu da hatırda tutmak gerekir ki insanlığın, hayatını cismaniyete ve rahata bağlı yaşayan insanlardan alacağı çok bir şey yoktur.

Maalesef günümüzde ciddi bir akıl kılletine, kalb kasvetine ve ruh zilletine maruz kalınmıştır. Allah anıldığında kalbler ürpermiyor. Gözler kupkuru. Zimamlar nefsin eline verildiğinden beden ve cismaniyet merkezli bir hayat yaşanıyor. İnsanlar sadece yemeyi, içmeyi, rahat etmeyi ve hayattan zevk almayı düşünüyorlar. Ne ruhun ne aklın ne de kalbin selametinden bahsetmek çok zor. Dolayısıyla insanlık sefalet ve sefahate yol açabilecek bir yola girmiş durumda. Hâlbuki şu mihnet diyarının bir Cennet koridoru hâline getirilmesi, kalb ve ruh hayatındaki canlılıkla mümkündür. Dünya ve ukba huzurunu elde etmenin yolu akl-ı selime, kalb-i selime ve ruh-u selime bağlıdır. Ama maalesef bunlar bizim birkaç asırdan beri yitirdiğimiz değerlerdir ve bu yitiğimizin de farkında olduğumuz söylenemez.

Sürekli sıcak döşekleri ve yumuşak yastıkları kollayan, üzerinde gerinecek koltuklar arayan, mükellef sofralardan kalkmayan, çeşit çeşit nimetlerden istifadeye alışan bir insanın gerçek lezzet olan Allah iştiyakını duyması mümkün değildir. Acaba günümüzde sinesi dinin i’lâsıyla çarpan kaç kimse gösterilebilir!.. Kaç kimse vardır ki ellerini açıp sürekli, “Allah’ım, burada durmam dinini yükseltmem adına bir işe yarıyorsa kalayım. Aksi takdirde beni huzuruna al!” diye inliyordur? İşte bize düşen, yeniden bu ufku yakalamaya, bu ruhu aramızda diriltmeye çalışmaktır.

Dünyevileşme – Başkalaşma ve Kendimiz Olma

İbn Haldun, bir kere dünyevileştikten sonra yeniden İslâmî esaslara dönmenin çok zor olacağı şeklinde bir tespitte bulunur. Bu tespiti nasıl değerlendiriyorsunuz, bilhassa günümüze bakan yönüyle izah eder misiniz?

Düşünce ufkunun mihrabı

Ben yetiştiğim çevrenin de sevkiyle, bütün tasavvuf büyüklerine karşı derin bir saygı, alâka ve sevgiyle büyüdüm. Onların isimlerini sürekli dualarımda zikrettim, himmetlerini umdum. Fakat buna rağmen, selef-i sâlihînin eserlerini okurken tenkit edebileceğim yerler gördüm. Çok istifade ettiğim bazı kitapları okurken bile kritiğe tâbi tuttuğum noktalar oldu. Çoğu zaman sevgi ve saygı anlayışıma çarpan tenkit düşüncesi parçalanıp kırılsa da kafama takılan mevzular oldu.

Düşünce-Aksiyon İç İçeliği

Soru: Hareket ve faaliyetlerin mukaddem bir plan ve programa bağlı götürülmesi önemli bir disiplin olarak zikrediliyor. Diğer taraftan aksiyon öncelikli bir düşüncenin varlığından bahsediliyor. Bu iki husus muvacehesinde aksiyon öncelikli bir düşünce nasıl anlaşılmalı ve uygulanmalıdır?

Düşüncenin enginleşmesi

Fethullah Gülen: Düşüncenin enginleşmesi

Soru: Düşünce ufkunun enginleşmesi ne demektir? Engin bir düşünce ufku nasıl elde edilir?

Cevap:Öncelikle günümüzde engin düşünce ufkunu yakalamış, araştırma ve hakikat aşkına sahip, analiz ve sentez kabiliyeti olan, ele aldığı meseleleri ilmî blokajlar üzerine oturtabilen insanlara ciddî ihtiyacımız olduğunu ifade etmek gerekir. Fakat günümüz insanının bu istikamette bir enginlik ve derinliğe açılmasının çok kolay bir iş olmadığını da daha baştan kabul etmeliyiz. Çünkü Batı’nın kendi adına ilim, düşünce ve sanayi inkılabını gerçekleştirdiği bir dönemde biz hem dışarının amansız ve insafsız saldırılarına, hem de kendi iç zaaflarımıza takılmışız; bu yüzünden, Tanzimat’la birlikte âdeta kolumuz kanadımız felç olmuş, aldığımız darbelerle dilimiz tutulmuş, konuşamaz hâle gelmişiz. Arkadan gelen hâdiseler ise bundan daha büyük belâ ve musibetleri beraberinde getirmiş. Derken topyekûn bir millet olarak kutu gibi dar bir alanın içine sıkıştırılmış, dünyadan tecrit edilmiş, başka milletlerin dertleriyle ilgilenmeyen, hiçbir coğrafyaya açılım gerçekleştirmeyen bir millet hâline getirilmişiz. Dahası bütün bunların bağrından şovenlikler doğmuş; kuru laflarla herkese karşı tavır almayı, kabadayılık yapmayı, külhanbeylik taslamayı mârifet zannetmeye başlamışız.

İlk adım: Aşağılık kompleksinden sıyrılma

Korku, ezilmişlik ve aşağılık kompleksi gibi duygular, Tanzimat’tan sonraki nesillerin/dedelerimizin genlerine işlemiştir. Biz de onların genlerini taşıdığımızdan dolayı hâlâ yaşadığımız o şokun tesirinden kurtulabildiğimiz söylenemez. İster farkına varalım ister varmayalım biz, bu tür duygu ve düşüncelerle felç edilmiş gibiyiz. Dolayısıyla da bütün bu olumsuz düşüncelerden sıyrılma, engin düşünce ufuklarına açılma, düşüncede kendimiz olabilme, Allah ve Resûlü’nün gösterdiği ufka müteveccih bulunma, Kur’ân’ın tevcihleri istikametinde hareket ederek birer tezekkür, tedebbür ve tefekkür insanı olabilme, sürekli yeni yeni terkipler yapma, yeni yeni tahlillerde bulunma.. evet, bütün bunlar aşağılık kompleksiyle kolu kanadı kırılmış nesiller için çok kolay gerçekleşecek işler değildir. Ama asla unutulmamalıdır ki bunlar gerçekleştirilemeyecek işler de değildir.

Her şeyden önce Tanzimat’la üzerimize gelen ve o günden bugüne katlanarak devam eden Allah belâsı bu aşağılık kompleksini üzerimizden atmamız gerekir. Bu yapılabildiği takdirde, engin ve derin düşünce ufuklarına kapı aralama adına ilk adım atılmış olacaktır.

İsim değil sıfatlar önemli

İkinci olarak, Allah’ın (celle celâluhu) evsaf-ı insaniyeye özel bir teveccühünün olduğunun hiçbir zaman hatırdan çıkarılmaması gerekir. Bu sebepledir ki, gayrimüslim de olsa birisi, çalışkanlık, metotlu çalışma, hakikat ve araştırma aşkıyla eşya ve hâdiseleri didik didik etme, terkip kabiliyetine sahip olma gibi üzerinde taşıdığı Müslüman vasıfları itibarıyla sizin önünüzde ise Cenâb-ı Hak, onu, o taşıdığı sıfatlara göre mükâfatlandıracaktır. Çünkü bütün bunlar, Âlemlerin Rabbi Allah katında makbul sıfatlardır. Makbul olmayan insanların sırtında bulunmaları, bu sıfatların değerini düşürmez. Tıpkı çamura düşen bir elmasın değerinden bir şey kaybetmemesi gibi.

İşte sıfatlara bu zaviyeden bakılmalıdır. Eğer mü’min sıfatları sizde değil de başkalarında varsa, onlara sahip olan insanlar dünya hayatı itibarıyla payidar ve muvaffak olacak; Rönesans’tan itibaren yaptıkları gibi bilimle elde ettikleri teknolojik güç ve imkânlarla sizi vesayetleri altına alacaklardır. Ne zaman ki siz de hakikat aşkına talip olur, ona göre bir araştırma aşkı oluşturur ve kendinizi delice o işe vererek eşya ve hâdiseleri didik didik edersiniz, işte o zaman, Cenâb-ı Hak da size özel ve ekstra teveccühlerde bulunur. Böylece hem dünyanızı mamur kılmış, hem de ebedî saadet yurdunu kazanacak bir yola girmiş olursunuz.

Kitap ve sünnet’in kriterleri

Öte yandan ister kalbî ve ruhî hayatımız adına, ister kendi enginliği içinde Müslümanlığı kavramaya çalışmamız namına, isterse gelecekle alâkalı tasarı ve tasavvurlarımız hesabına olsun hangi meseleyi ele alırsak alalım mahrutî bakışa ulaşmalı, hâdiseleri bütüncül bir nazarla analize tâbi tutmalı, mebdeden müntehaya kadar ufkumuzla idrak edebileceğimiz şeyleri görmeye çalışmalı, göremediğimiz şeyler adına da alternatif düşünceler üretmeli ve ürettiğimiz bu düşüncelerimizi sürekli Kitap ve Sünnet’in kriterleriyle test etmeliyiz. Kitap ve Sünnet’in kriterlerine uygun, zamanın ortaya koyduğu tefsirleri yakalayabilmek için ise sürekli temel kaynaklarla günümüz şartları arasında mekik dokumalıyız. Çünkü zaman ve konjonktür en büyük müfessirlerden biridir.

Meselâ günümüz dünyasını düşündüğümüzde bizim yaşanabilir bir gelecek adına, ırk, renk, inanç, mezhep farklılığı demeden bütün insanlığa kucak açmamız, farklı millet ve toplulukların birbiriyle sarmaş dolaş olmasını temin etmeye çalışmamız lazımdır. Sadece İslâm dünyasında değil bütün bir insaniyet âleminde temel insanî değerlerin hâkim olması için gayret etmemiz gerekir. Her yerde öldürücü silâhların bulunduğu bir dönemde böyle bir engin bakış açısına –eskilerin ifadesiyle– eşedd-i ihtiyaçla ihtiyaç vardır. Aksi takdirde dünyanın bir yerinde birilerinin şirretliğe kalkışması, başkalarını da aynıyla mukabeleye sevk edebilir ki bu durumda dünyanın harabeye döneceğinde şüphe yoktur.

İşte işin vahametini gören bazı fikir ve düşünce insanları bu konudaki haklı endişelerini dile getirmeli, insanlığı birlik ve beraberliğe, vifak ve ittifaka çağırmalı ve insanlığın bu düşünce etrafında kenetlenmesini temin etmeye çalışmalıdırlar. Bunun için de söz konusu oluşumu sağlayabilecek faktörler üzerinde durmalı, ortaya çıkabilecek muhtemel engelleri hesaplamalı, farklı kesimler arasında ortak bir fikir oluşturmalı ve akıllarına gelen düşünceleri oluşturdukları müşterek akıl havuzuna doldurup kolektif şuurla meseleleri çözmeye çalışmalıdırlar. Şu an gerçekleştirilemeyecek bazı teklif ve projeler ise gelecek nesillerin değerlendirmesine emanet edilmelidir.

Ortaya çıkan yeni şartlar ve güzergâh emniyeti

Yürünen yolun güzergâh emniyetini sağlama adına gerekli tedbirlerin alınması da engin düşünce ufkunun ayrı bir buudunu teşkil eder. Sizin iman ve ahlâk adına donanımınız tam olabilir. Reftare yürüyüşünüzle âlemi kendinize hayran bırakabilirsiniz. Hatta Allah’ın inayet, riayet ve kilâetine olan güveniniz de tamdır. Fakat bütün bunlar, meselenin bir yanını teşkil eder. Onun diğer yanı ise yapılan işler karşısında başkalarının da hissiyat, düşünce ve hareketlerini hesaba katabilmektir. Aksi takdirde siz, bu emaneti emin ellere teslim etme adına yol alırken, bir kısım gulyabani güruhuyla karşı karşıya kalabilirsiniz. Eğer siz sahip olduğunuz değerleri topluma takdim etmenin yanında aleyhinizde çalışan kimselerin güç ve kuvvetini, sizin hakkınızdaki mülâhazalarını göz ardı ederseniz, onlar, sizin elli senelik birikimlerinizi yıkıp geçmek isteyebilirler. Bu açıdan yürüdüğünüz yolda herhangi bir trafik problemi yaşamamak için yol boyu güzergâh emniyeti konusunda hassaslardan hassas davranmanız, ortaya çıkan yeni şartlara göre de güzergâh emniyeti adına alınması gereken tedbirleri yenilemeniz gerekir.

İçinde yaşadığınız dünyayı doğru okuma da derin düşüncenin bir başka boyutudur. Günümüzün hizmet gönüllüleri dünyanın yüz yetmiş ülkesine açılım gerçekleştirmiştir. Bu demektir ki onlar yüz yetmiş ayrı kültür ortamında neş’et etmiş insanlarla birlikte oluyorlar. Gidilen yerlerdeki muhataplar bir yere kadar sizi kabullenebilirler; fakat bir noktadan sonra kültür ve düşünce farklılığından doğan çatışmalar olabilir. Mesela gittiğiniz ülke insanları sizin bir asimilasyon peşinde olduğunuz vehmine kapılabilirler. İşte bütün bu mevzuların önceden doğru değerlendirilmesi, bu konularda atılacak adımlarla ilgili doğru kararların verilmesi ve başkalarında endişe uyarabilecek tavır ve davranışlardan sakınılması gerekir.

Düşünce, aksiyonun bağrında inkişaf eder

Ruhumuzu ikame için yazılmış olan elimizdeki eserlerin iyi okunması, orada verilen mesajların bugünkü dünyamız adına ifade ettiği mânâların, yarınki ve öbür günkü hayatımız adına gösterdiği hedeflerin iyi anlaşılması, bizim için nasıl bir dünya resmettiğinin iyi analiz edilmesi de çok önemlidir. Hazreti Pîr-i Muğan, mevcutla iktifanın dûn himmetlik olduğunu ifade etmiştir. (Bkz.: Bediüzzaman, Sözler s.791 (Lemaât)) Bu açıdan biz, elimizdeki kaynakları okurken, sürekli “Acaba buradan daha başka ne türlü mânâlar çıkartabiliriz?” düşüncesiyle okumalıyız. Meseleyi sadece çay ve kahve sohbetlerine bağlama eksik bir yaklaşımdır. Önemli olan o eserleri ciddî bir müzakereyle ele almak ve onların geleceğimiz adına gösterdiği hedefleri görebilmektir.

Fakat bütün bunların da aksiyonla birlikte yürütülmesi gerekir. Eğer düşünceler aksiyon hâline getirilebilirse, daha rasyonelce kararlar alınabilecektir. Pratik hayatta bir karşılığı olmadıktan sonra ütopya yazarları gibi masa başında, oturulan yerden parlak dünyalar resmetmenin kimseye bir faydası yoktur. Bugüne kadar nice parlak fikirler ortaya atılmış fakat bunlar pratiğe dökülemediği için iki adım gitmeden ışığını kaybetmişlerdir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de imandan bahsedilen hemen her yerde amel-i salihe de yer verilmek suretiyle, aksiyon ve düşüncenin birlikte götürülmesi gerektiğine işarette bulunulmuştur. (Bkz.: Bakara sûresi, 2/25; Âl-i İmrân sûresi, 3/57; Nisâ sûresi, 4/57…)

Ortak akıl

Bizim aklımıza gelen fikir ve düşünceler vahiy mahsulü olmadığından bunlar her zaman kendi geçmiş bilgi birikimimizle mâlûldür. Yani dimağımızda bulunan bir kısım yanlış bilgiler her zaman için bizi yanlış analiz ve sentezlere sevk edebilir. Şahsî içtihat ve istinbatlarımızda yanılabiliriz. Ortaya koyduğumuz bir kısım düşünceler her zaman, herkes için geçerli olmayabilir. Bu açıdan ulaştığımız fikirlerin, gelecekle ilgili plan ve projelerimizin tashihe ihtiyacı olabileceğini düşünmek, onları meşverete arz etmek de düşünce enginliğine ulaşma adına çok önemli bir husustur.

Özgür düşünce ortamı ve beyin göçü

Bütün bunların yanında kendi ilmî tecrübelerimizin ürünlerini ortaya koymak suretiyle dünya çapında yaşanan fikir göçünün kendi dünyamıza doğru gerçekleşmesini sağlamak da meselenin ayrı bir yanını teşkil eder. Esasen âleme dilencilik yapmaktan sıyrılmamız, başkalarına el açmadan yaşayabilmemiz, özgür düşünce ile yeni yeni sentez ve analizlere ulaşabilmemiz ancak genç ve zinde beyinlerin kendi ülkelerine hizmet edebilecek imkân ve zemini bulmalarıyla mümkündür.

Bütün muvaffakiyetler O’ndan!

Ayrıca insan, düşünce ufku ve elde ettiği imkânlar itibarıyla ne kadar yükselirse yükselsin, isterse başı zirvelere ulaşsın, bütün bunları ihsan edenin Allah olduğunu hiçbir zaman unutmamalı; Allah’ın ihsan ve lütufları karşısında hep bir asâ gibi iki büklüm olmalıdır. Çünkü yükseklik, tevazuu gerektirir. Nitekim âlemlere rahmet olarak gönderilen ve çok büyük mazhariyetlere sahip olan İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem) farklı vesilelerle fevkalâdeden bir tevazu ve mahviyet ortaya koymuştur. (Bkz.: Müslim, fezâil 76; Ebû Dâvûd, edeb 12; İbn Mâce, zühd 16) İşte tıpkı meyveli ağaçların dallarının meyveler ağırlık kazandıkça yere doğru eğilip toprağa dayanmaları gibi, insanlar da Allah’ın lütufları arttıkça tevazu ve mahviyetlerini artırmalıdırlar.

Cenâb-ı Hakk’ın mevhibe ve mazhariyetlerini kendi adlarına bir paye gibi değerlendiren insanlar, hiç farkına varmadan sukut ederler. Onlar bir ülkeyi kurtarsalar bile, Cenâb-ı Hakk’ın lütfettiği tecellileri kendilerinden bilirler ve onlar karşısında alkış beklerlerse şayet Allah tarafından tekdir görür ve bir gün baş aşağı derin bir çukura yuvarlanırlar. Ayrıca Hazreti Pîr’in yaklaşımıyla ihlâs/hillet kulesinin başından düşen bir insan düz bir zemine düşmez; onun çok derin bir çukura yuvarlanma ihtimali vardır. (Bkz.: Bediüzzaman, Lem’alar s.204 (Yirmi Birinci Lem’a)) Farklı bir tabirle Everest Tepesi’nin zirvesinden düşenler, Lût Gölü’nün derinliklerine gömülürler. Çoğu zaman en yüksek ile en alçak yan yana durur. Eğer en yükseğin hakkını verirse insan, orada kalır; hakkını vermediği takdirde ise tepe taklak oradan aşağıya düşer.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Düz insan

Sanki alacaklı imiş gibi Allah’a kulluk yapanlar var Müslümanlar arasında. Hâlbuki ne kadar kulluk yaparsak yapalım, yine de borçluyuz biz Cenâb-ı Hakk’a. Bu vartaya düşmemek için en salim yol, düz insan olmaktır. “Rabbim Allah ve Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi bir Efendim var. Yeter de artar bile bana” cümlesi ile ifade edilebilecek hakikate gönülden iman etme, düz insan olmanın göstergelerinden sayılabilir.

Edep ve Nezaket Medeniyeti

Soru: "Kur'an atmosferinde edep, Hak'tan halka uzanan çizgide seviye, vazife, misyon ve konum keyfiyetine göre kuşatıcı bir durum arzeder. Onun buyrukları ve irşatları çerçevesinde her mü'min bir edep insanıdır." diyorsunuz. "Edebin kuşatıcılığı" ne demektir; birer "edep insanı" olabilmemiz için dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Edep; hâl, tavır ve davranış güzelliği demektir. İnsanlara iyi muamelede bulunma mânâsını da ihtiva eden edep, aslında, Peygamber Efendimiz'in sünnet-i seniyyesine tabi olmak ve O'nun örnek hayatına göre bir çizgi takip etmektir.

İnsanların seviye, vazife, misyon ve konum keyfiyetlerine göre onların edep anlayışları ve davranışları da farklı farklı olur. Allah'a karşı edep, her an O'nu görüyor veya O'nun tarafından görülüyor olma mülahazasıyla hareket etmek, sürekli O'nun hoşnutluğu peşinde bulunmak, sevme ve saygı duyma hislerini O'na yöneltmek demektir ve herkes böyle bir edeple mükelleftir. Fakat, bu edep de izafîdir; sıradan bir insanınkiyle bir peygamberin edebi arasında çok fark vardır. Rasûl-ü Ekrem Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah karşısındaki edebi tarife gelmeyecek kadar derindir ama O'nun Hazreti Cebrâil'in edebiyle alakalı söyledikleri, "Cevâhir kadrini ancak cevher-füruşân olan bilir." hakikatine tam bir misaldir. Efendimiz der ki; "Mi'rac gecesi belli bir noktada, Cebrâil aleyhisselamı eskimiş bir elbisenin perişaniyetinde gördüm. O noktaya vardığında adeta ayaklarının bağı çözülmüş; eskimiş bir elbise gibi yığılıp kalmıştı. Allah korkusu onu bu hale getirmişti. O zaman bir meleğin Cenab-ı Hakk'ı nasıl bildiğini anladım." İşte, Cibril-i Emin'in o hâli bir melek haşyeti ve Cenab-ı Hakk'a karşı derin bir saygının neticesidir.

Demek ki, Allah'a karşı edep bile bir manada herkesin kendi idrak ve ihsas ufkuna göre değişmektedir. Mesnevî'de anlatılan bir menkıbe bu idrak ve ihsas farkına güzel bir misaldir: Musa (aleyhisselam) bir gün bir çobana rastlar. Çoban, "Ey kerem sahibi Allah'ım, neredesin ki sana kul olayım; çarığını dikeyim, elbiseni yıkayayım.. Yüce Rabbim sana süt ikram edeyim. Bütün keçilerim sana kurban olsun." deyip durmaktadır. Hazreti Musa, "Kiminle konuşuyorsun?" deyince, çoban "Yeri göğü yaratan Rabbimle konuşuyorum." der. Allah'a bu şekilde hitap etmenin doğru olmadığını öğrenen çoban sözlerinden dolayı çok pişman olur ve mahcubiyet içinde çeker gider. Biraz sonra Hazreti Musa'ya, "Kulumuzu bizden ayırdın. Biz söze ve dile bakmayız, gönüle ve hâle bakarız." diye vahiy gelir. Evet, onun hali, bir çobanın kendi felsefesine göre Cenâb-ı Hakk'a karşı kulluk sergilemesini, edep ve saygısını ifade etmektedir. Siz onun halini kitaplarda hiçbir yere koyamazsınız. Hiçbir kitap onun Cenab-ı Hakk'a hitaben söylediklerini ve O'nun hakkındaki mülahazalarını bünyesinde kabul etmez. İhtimal bizim edep telakkimiz de, peygamberlerin edep anlayışıyla kıyaslanınca o çobanınkine benziyordur. Zaten, biz de onlara kıyasla o çoban gibiyiz; dolayısıyla, o mazur görüldüğü ve kendi idrak seviyesine göre değerlendirildiği gibi, biz de onca hatalarımıza rağmen mazur görülebiliriz.

Peygamberâne Edep

Peygamberler, ibadet ü taatlerinde ve diğer muamelelerinde hep edepli olmasını bilmiş, Allah'a karşı olabildiğince saygılı davranmışlardır. Geçenlerde bir makalede arz etmeye çalıştığım gibi, mesela, Hazret-i İbrahim, hastalıklarını verenin kim olduğunu bildiği halde, "Allah beni hasta eder, sonra da şifâyâb kılar" dememiş; "Hastalığımda O'dur bana şifa veren." (Şuara, 26/80) demiştir. Neden acaba? Çünkü, zahirî yüzü itibarıyla hastalığın bir çirkinliği var. Çirkin bir fiili Allah'a isnâd etmek o seviyedeki bir kalbin ve o dereceki idrak sahibinin edebine münâfîdir. Dolayısıyla, Hazreti İbrahim, olumsuz gibi görülen bir şeyi Allah'a isnad etmemiş; hastalığı kendine, şifayı da Cenab-ı Hakk'a bağlamıştır.

Denilir ki; Harun Reşid'in annesinin adı Hayruzan'dı. Hayruzan, çölde bulunan dikenli bir bitkinin adıdır. Bir şair, Halife'nin huzurunda onun ailesini meth ü senâ ederken, Hayruzan ismini hiç kullanmayıp Harun Reşid'in annesini başka kelimelerle yâd edince iltifat gömüştü. Edîb orada edepli davranmış; "dikenli çöl bitkisinin oğlu" şeklindeki bir tedaiyi hasıl edebilecek olan ismi kat'iyen kullanmamıştı. Peygamberlerin her hal, tavır ve sözlerinde de bu incelik vardır. Tek bir isimle, bir sıfatla ya da bir isnadla bile olsa eksik, kusur veya çirkinlik çağrıştıracak ifadelerden uzak durmak onların edep anlayışlarının gereğidir.

Hazreti Musa, kanun, kural ve kıstas tanımayan ve ne yapacağı belli olmayan tiranlardan, onların işlerini kolaylaştırmamak için kaçmış; Mısır'dan uzaklaşarak Eyke'ye ulaşmış; genel kabule göre, Hazreti Şuayb'ın (ya da herhangi bir salih kulun) kızlarına su çekme ve hayvanları sulamada yardımcı olmuş; sonra da bir gölgeliğe sığınarak, "Rabbim! Lutfedeceğin her nimete muhtacım." (Kasas, 28/24) demiştir. Aslında onun durumu, sözlerinin kendi haline mutabık olması için, "Allahım, çok acıktım; canım dudağıma geldi. Ayakta duracak takatim, gidecek yerim ve sırtımı dayayacağım kimsem kalmadı. Yedir, içir, karnımı doyur ve bana bir sığınak lutfet." demesini gerektiriyordu. Fakat, o böyle bir tasrihi edebe münâfî görüyor; pek çok ihtiyacı bulunan bir insan edasıyla sadece halini Allah'a arz etmekle yetiniyordu.

Biz de edepli olmaya dikkat ederiz; Rabbimize karşı mülahazalarımızı seslendirirken en uygun üslubu yakalamaya çalışırız; fakat, peygamber edebi bambaşkadır. Hatırlarsınız; bir dönemde "Yâ Kâdıya'l-hâcât ıkdi havâicenâ küllehâ; yâ Dâfia'l-beliyyât ve'dfa' anne'l-belâya küllehâ - Ey ihtiyaç ve hacetleri gideren Rabbimiz, bizim bütün ihtiyaçlarımızı gider; ey belaları def' u ref' eden Sultanımız, başımıza gelmesi muhtemel bütün belaları def' eyle." şeklinde dua ediyordum. Bu duanın aslında, "küllehâ" kaydı yoktur; fakat, bütün hacetlerimizi kastetmek için ben "küllehâ" da diyordum. Daha sonra, bu kelimeyi söyleme hususunda şüpheye düştüm. Çünkü, Peygamber Efendimiz böyle bir dua yaparken, "Senin hoşnut olacağın hâcetlerimi yerine getir." diyor. İşte "Senin hoşnut olacağın" kaydı bir edep ifadesidir. Meseleyi O'nun rızasına bağlama ve "Razı olduğun hususlarda ihtiyaçlarımı gider" deme Allah'a karşı saygının gereğidir. Biz, bu mülahazaya düşüne düşüne varırız ama Peygamberler, hususiyle de İnsanlığın İftihar Tablosu fetânet-i âzam sahibi olduklarından, düşünüp taşınmadan ne diyeceklerini bilir ve hep edep çerçevesinde kalırlar.

Allah'a karşı edepten sonra peygamberlere ve hususiyle de Peygamber Efendimiz'e (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) karşı edep gelir. Rasûl-ü Ekrem'e karşı edep, O'na itaatin Hakk'a itaat sayıldığının bilinmesi ve O'nun Allah'la münasebetleri örnek alınarak her konuda hedeflediği hususların takip edilmesi demektir. Çünkü, Sünnet-i Seniyye bütünüyle edeptir; Cenâb-ı Hak, edebin bütün güzelliklerini Habibinde cem' etmiştir. O da, Bediüzzaman hazretlerinin ifadesiyle, "Vahşî, âdetlerine mutaassıb ve inatçı insanları, kötü ahlak ve çirkin adetlerinden uzaklaştırıp ahlâk-ı hasene ile techiz ederek bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eylemiştir."

Kur'an'ın Mucizesi Bir Cemaat

Allah Rasûlü, edep ve saygının unutulduğu bir zaman diliminde, vahşi insanlar arasında, hatta bazı kabileler itibarıyla, kız çocuklarının diri diri kuma gömüldüğü bir coğrafyada neş'et etmiştir. O günkü insanların konuşma tarzlarına bakarsanız onların edep anlayışına dair bazı ipuçları yakalayabilirsiniz. O devirde, evlat babasına sadece ismiyle ya da künyesiyle hitap ediyordu; "Ömer" diyor, "Ebu Bekir" diyor; annesini "Ümmü Seleme" diye çağırıyordu. Öyle ki, bir bedevî Allah Rasûlü'ne ard arda sorular soruyor; sonra da pazarlık eder gibi, "Seni hak olarak gönderen Allah'a yemin olsun ki, bundan ne fazla ne de eksik yaparım." diyordu. Zülhuveysira adında birisi, o esnada mal taksiminde bulunan Resûl-ü Ekrem'e (aleyhisselam) gelip küstahça, "Ya Muhammed, adaletli ol!." diyebiliyordu. Bu söz bizden birine söylenmiş olsaydı, ne yapardık acaba? Oysa biz, adaletsizlik etmiş de olabiliriz. Fakat, dünyaya adalet getirmeye memur edilmiş bir Peygamber o saygısızlığa maruz kalıyordu. Ne var ki, Şefkat Peygamberi, bu kabalıkların hepsini sineye çekiyor; her defasında, bir başka kaba insanın tavrıyla onuru rencide olsa da her şeye katlanıyordu. Neden? Çünkü, bir insana ebedi saadeti kazandırma çok önemlidir; O da ümmetinin kurtuluşu için her cefaya razı oluyordu.

İşte böyle insanların oluşturduğu bir toplumdan Sahabe Efendilerimiz gibi "Kur'an'ın mucizesi bir cemaat" çıkmıştır. Çünkü, Kur'an onları adım adım güzel ahlaka ulaştırmış ve "Ey iman edenler: Söz ve hareketlerinizde ileri gidip de Allah'ın ve Rasûlü'nün önüne geçmeyin. Allah'a karşı gelmekten sakının. Allah her şeyi hakkıyla işitir ve bilir. Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin. Onunla, kendi aranızda yüksek sesle konuştuğunuz gibi konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan bütün emekleriniz hiçe iniverir." (Hucurât, 49/1-2) mealindeki ayetler gibi ilahi emirlerle herkesi edepli olmaya çağırmıştır.

İlk ayette yer alan "Allah Rasûlü'nün önüne geçmeyin" ifadesi, bir soru sorulduğunda, bir meselenin izahı ya da bir problemin çözülmesi istendiğinde, O varken siz söze karışmayın.. Allah Teâlâ, kendi murad-ı sübhanîsini O'nunla bildirmiştir; O'nun mesajına uyma, Allah'a uyma demektir; dolayısıyla, O mesajını ortaya koyduğu zaman, siz öne geçip farklı fikir beyan etmeyin, Peygamber'e akıl vermeye kalkmayın.. bunların yanısıra yolda giderken bir izin ya da ihtiyaç olmaksızın O'nun önünde yürümeyin ve sofrada ondan önce yemeğe başlamayın.. gibi manaları ihtiva etmektedir. Demek ki, Peygambere karşı edep, dolayısıyla Allah'a karşı edeptir. Çünkü, O bize Allah'ı tanıtarak, ilahî mesajını bildirerek ve O'nun razı olacağı şeyleri öğreterek yolumuzu aydınlatan ve ebedî saadet yolunu açan Zât'tır.

İkinci ayette, "Seslerinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin." denmektedir. Bu ayet nazil olduğunda, Sâbit ibnu Kays ibni Şemmas (radiyallahu anh) evine kapanmış, "Ben Cehennemliklerdenim." diyerek ağlamaya durmuştu. Peygamber Efendimiz, onun komşusu olan Sa'd b. Muaz'a, "Sabit ne halde, rahatsız mı?" deyince; o da gidip arkadaşının halini sormuştu. Sabit b. Kays, "Bu âyet indirilince çok korktum; ben sizin en gür seslinizim, demek ki ben Cehennemliklerdenim." cevabını vermişti. Hazreti Sa'd durumu Peygamberimize anlatınca, Rasûlullah, "Hayır o, Cennetliklerdendir." buyurmuş, Sabit hazretlerini yanına çağırarak ona "Sen hayır ile yaşayacak, hayır ile öleceksin." müjdesini vermişti. Sabit b. Kays hazretlerinin sesi çok tizdi; konuştuğu zaman mikrofon kullanıyormuş gibi olurdu. Peygamber Efendimiz onun bu halinin tabiî ve yaratılıştan olduğunu anlatarak onu teselli etmiş; ayette kastedilen kimselerin, Peygamber huzurunda duruşun âdâbına riayet etmeyen, kaba kaba konuşan ve sesini yükseltip bağıran insanlar olduğunu belirtmişti.

Kur'an-ı Kerim tezgahında terbiye gören Sahabe efendilerimiz, zamanla tam bir saygı topluluğu durumunu ihraz etmiş ve halleriyle örnek olabilecek duruma gelmişlerdi. Artık, Allah Rasûlü'nün huzurunda hiçkimse sesini yükseltmiyor, herkes pesten konuşuyor ve çok edepli davranıyordu. Onlardan hiçkimse söz kendisine verilmeden konuşmuyor; birisi konuşacağı zaman da önce sesini akort ediyor, ne diyeceğini önceden belirliyor, az kelimeyle çok mana ifade etmeye çalışıyor ve asla gereksiz konulara girmiyordu. Onlar, Peygamber Efendimiz'e yapılan bir saygısızlığın, taşkınlık sayılıp bütün iyi işleri iptal edeceğini biliyor; O'nun yanında ulu-orta konuşmanın ve bağırıp çağırmanın bütün amelleri alıp götüreceğine inanıyor ve hepsi Sabit ibnu Kays ibni Şemmas gibi saygıyı muhafaza edememe endişesi taşıyorlardı. Ve bir gün geliyordu ki, O'nun huzurunda ne konuşma, ne yakışıksız bir tavır sergileme, ne ses yükseltme ve ne de itiraz sayılabilecek bir fikir beyan etme görülüyordu. "Biz, Efendimiz'in huzurundayken başımızda kuş varmış gibi duruyor, tek kelime kaçırmamaya gayret ediyorduk." diyen Sahabe Efendilerimiz, artık Söz Sultanı'nın huzurunda, konuşmak şöyle dursun, hareket etmekten bile kaçınıyor, O'nun dudaklarından dökülen söz incilerinin bir tanesini bile zayi etmemeye ve O'nun her sözünü tam anlamaya çalışıyorlardı.

Edep Ya Hû!..

Kur'an'ın edep çağrısı bizim için de geçerlidir. Rabbimiz'e, Peygamber Efendimiz'e, anne-babamıza, alimlere, Hak dostlarına, Hak yolunda olan idarecilere, bütün vatandaşlara ve hatta bir manada bütün insanlığa karşı saygı ve edep çerçevesinde hareket etmemiz müslüman olmamızın gereğidir. Enbiyâ-ı izamın, Ashab-ı kiramın ve Selef-i salihinin hayatları bizim için birer edep tablosudur. Bizim de saygı duymamız ve karşılarında edep sınırlarını asla aşmamamız gereken muallimlerimiz, mürşidlerimiz ve rehberlerimiz ya da şöyle böyle kendisine çok borçlu olduğumuz insanlar vardır. Onlara karşı edep de, nezdi uluhiyette sevap getirici ve Allah'ın rızasını kazandırıcı vesilelerdendir. Hele bu edebimiz Allah'tan ötürü ise, yani, mahlukâtı Allah'tan ötürü sevdiğimiz gibi insanlara karşı da Allah'tan ötürü edepli davranıyorsak, o zaman gerçekten kazanma yolunda yürüyoruz demektir.

Son cümle bana, Übeyy b. Ka'b ile İbn Abbas (Allah ikisinden de razı olsun) arasında geçen bir hâdiseyi hatırlattı. Bir gün Hazreti Übeyy ata binerken Hazreti İbn Abbas onun atının üzengisini tutar. Übeyy bin Ka'b onun bu davranışı karşısında, "Sen ne yapıyorsun! Sen ki Peygamberin amcasının oğlusun..." deyince; İbn Abbas, "Biz büyüklerimize hürmet etmekle emr olunduk." der. Bu defa Hazreti Übeyy, İbn Abbas'ın elini tutup öper; "Biz de, ehl-i beyte karşı böyle davranmakla emredildik." karşılığını verir. Onlar, bu halleriyle birer edep abidesi olduklarını ortaya koydukları gibi saygılarının Allah ve Peygamber sevgisinden kaynaklandığını da göstermişlerdir.

Her meselede olduğu gibi, edebi de tabiatın bir derinliği haline getirmek gerekir. İnsan işleye işleye, düşüne düşüne, üzerinde dura dura edebi tabiat haline getirebilir. Dolayısıyla birine karşı edepli davranırken riyakârlık yapmamış ve sadece karakterini sergilemiş olur. Böylece, riyadan, süm'adan ve başkalarına kendini satmaktan uzak kalır. Ayrıca, tabiî olmayan şeylerde her zaman inkıtâlar meydana gelebilir; sun'î davranışlar zamanla insana bâr olmaya başlar ve iradeyi zorlar. İnsan, irade gücünü her meselede ortaya koyamayabilir, her an iradenin hakkını veremeyebilir. Fakat, bir şey tabiat haline getirilirse, onun rüzgarı da arkaya alınır ve o işe inkıtasız devam edilir.

Bizim terbiye sistemimizde edep herkesin tabiatının bir yanı olmuştu. Biz birbirimize hitap ederken "efendim" derdik; hatta en küçük kardeşlerimize bile "efendi" diye seslenirdik. Öyle ki, annem ve babam, belki çocukken beni ismimle çağırmışlardı ama belli bir yaştan sonra bana asla sadece adımla hitap etmemişlerdi. Bir anne-baba, oğlu paşa da olsa, yine "Ahmet ‎ gel, Mehmet kalk" diyebilir. Fakat, annem bana hep "Hacı Efendi" derdi. Kardeşlerim de ‎ birbirlerine "Efendi" diye seslenir ve hep saygı ifade eden bir üslupla konuşurlardı.

Bizim dünyamızda, herkes muhatabını "zat-ı âliniz" sözüyle taltif ederdi; bir teklifte bulunacaksa "lutfedin" derdi. Bir büyük karşısında, tek kişi söz konusu ise, "bendeniz" ve "halâyıkınız"; birkaç kişiden bahsedilecekse "bendegân" ve "köleleriniz" denmeden söze girilmezdi. O gün herkes, dediği, ettiği ve ortaya koyduğu her şeyde gayet içten ve ince bir tavır sergiler, hep edeple oturur-kalkardı. Bu nezaket, o toplumda tabiat ve ahlak haline gelmişti. Bu nazik ifade ve üslup düşünülmeden ortaya konurdu ve milli terbiyemizin gereğiydi. Bu üslupta bir zorlanma, bir inkıta ve bir riya olmazdı.

Bugün de insanlığın o terbiye sistemine, o edebe ve o nezakete ihtiyacı var. " Bîedeb mahrum bâşed ez lûtf-i Rab – Edepten mahrum olan Allah'ın lütfundan da mahrum olur." kaidesine mâsadak olmuş beşer öyle bir edebe muhtaç. Alabildiğine kabalaşmış, olabildiğine hoyratlaşmış, -çok afedersiniz- "lan, hişt, hey, moruk..." demekten utanmayan yırtık ağızlara edep öğretme, onları güzel konuşma usulü ve uygun hitap üslubuyla tanıştırma çok önemlidir. Bazıları sayın, bey, efendi gibi ifadelerin samimiyeti bozduğunu düşünürler. Şahsen ben bu düşünceye katılmıyorum; bu bir üslup meselesidir ve bizim güzel üslubumuz her zaman korunmalıdır.

Eskiden tekye ve medreselerin kapısında "Edep ya Hû" yazılıydı. Bu söz, "Ey insan edebe dikkat et!" demekti. Daha kapıdan girerken karşılaşılan böyle bir ikaz o dergahların töresiydi. Ona benzer şekilde, hemen her yerde, her durumda ve her konumda insanlara edep telkin edilirdi. O edep, Kur'an'ın insanda görmek istediği bir özellikti. Hazreti Mevlânâ'nın, "Efendi bil ki, Allah kelâmı olan Kur'ân âyet âyet edepdir. Akıldan sordum: ‘İman nedir?' Akıl kalb kulağına ‘iman edepdir' dedi." sözleriyle nazara verdiği hal, tavır ve söz güzelliğiydi.

Başkaları üzerinde müessir olan unsur da süslü sözler değil, insanî tavırlardır. Süslü–püslü sözlerin insanlara uzun süreli tesir ettiği çok görülmemiştir. Sadece söz tesirli olsaydı, dünya çapında en büyük edipler kitleler üzerinde müessir olur ve kalıcı tesirler icra ederlerdi. Herbiri birer sistem kurar ve öyle edebiyat ekolleri oluştururlardı ki, insanlar onlardan hiç ayrılmazlardı. Puşkinizm, Dostoyevskizm, Tolstoyizm, Balzakizm, Sartrizm gibi akımlar olurdu ve insanlar onların arkalarından giderlerdi. Fakat, bazı yanlarıyla onları takdir eden ve yazdıklarını beğenen bazı insanlar vardır ama genelde onları birer kudve (rehber, önder) kabul edip arkalarında giden ve arkalarından gitmekle kurtuluşa ereceğine inanan insan neredeyse hiç yoktur. Dolayısıyla, müessir olanlar, sözlerinden daha çok hal, tavır, davranış ve edepleriyle tesirli olmuşlardır.

Saygı Anlayışımıza Ters Tavırlar

Soru: Otururken ayak ayak üstüne atma, ellerle oynayıp durma gibi alışkanlıklar edebe aykırı mıdır?

Cevap: Bugün çok yaygın olan bazı tavır ve hareketler vardır ki, dinde bunlar mezmum sayılmış, sevimli bulunmamış ve yerilmiştir. Hatta, Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) bunlardan bazılarını zikrederek, ellerini kalçaya koyma ve kolları arkaya atıp elleri sırtta birleştirme gibi hareketleri kibir alameti saymıştır. Bir bacağı diğeri üzerine atmak, bir ayağı öbürünün üstüne koymak da bir kibir işareti olarak kabul edilmiştir. Ayak ayak üstüne atarak oturmak, bizim geleneğimizde ve terbiye sistemimizde hiç yoktur. Başkalarının yanında yatmak, uzun oturmak, ayaklarını uzatmak, bacak bacak üstüne atmak bizim kültürümüze uygun olmadığı gibi birine karşı yüzdeki ekşime, bakıştaki sertlik, lüzumsuz el kol hareketleri yapmak ve dudak bükmek de bizim edep anlayışımıza çok terstir. Bir mü'min bu tür davranışlarla asla başkalarını hafife almamalı ve o manaya gelebilecek her hareketten sakınmalıdır. Bazıları, biraz dinlenmek için ayak ayak üstüne atıyor olabilirler ama Hak dostları gece yatarken bile öyle yapmamaya çalışırlar. Bazen unutarak bir ayaklarını diğeri üzerine azıcık koyacak olsalar, hemen toparlanır, "Estağfirullah Ya Rabbi, Sen görüyorken benim böyle yapmam ayıptır." der ve kendilerine çekidüzen verirler. Fakat, o tür hareketler, bazı insanlarda tabiat haline gelmişse, onlar da bir büyük tarafından ikaz edilmeli; doğrudan söylemek onları rencide edecekse, umumun içinde ve umuma hitap edilerek dolaylı yoldan onların da nasiplenmesi sağlanmalı.

Ne var ki, bu hususun da istisnaları olabilir. Mesela, bazen bizim devlet büyüklerimizin başka ülkelerin temsilcileriyle görüşürken bacak bacak üzerine attıklarını ve rahat oturduklarını görüyoruz. O şekilde oturmayı kaba bulsam ve tek başımayken dahi öyle oturmasam bile, ne zaman o tabloyu görsem çok hoşuma gider. Zira, mütekebbire karşı gösterilmesi gereken tavır kibir tavrıdır. Onların gurur ve kibir ifade eden hareketleri karşısında bizimkiler de ezilmemeli, bilâkis onlardan da rahat olmalıdırlar. Hem tabiatında tevazu bulunan bir insanın bir mütekebbire karşı o şekilde davranması iradîdir ve genel karakterini yaralayıcı bir durum değildir. Zannediyorum, muhatapları saygılı davransa bizimkiler de tabiatlarının gerçek rengini ortaya koyacak ve yüksek bir edeple mukabele edeceklerdir.

Hâsılı, biz nasıl bir edebin çocuklarıysak, nasıl bir edep ortamında ve nasıl bir edep kültürüyle neş'et etmişsek onu canlandırmalı ve ona göre yaşamalıyız. Bizim kendimize ait kültür kaynaklarımız vardır. O kaynaklara bağlı olarak gelişip olgunlaşmış olan edep anlayışımız da Allah'ı hoşnut edecek, Peygamberimiz'i sevindirecek ve insanlar arasında da rahatsızlığa sebebiyet vermeyecek şekilde düz çizgili bir kültürdür ve saf bir edep telakkisidir. Biz, bir edep toplumunun ve sağlam bir kültürün çocuklarıyız. Öyleyse, tavır ve davranışlarımız bu özümüzü yansıtacak keyfiyette olmalıdır.

Gazeteciler ve Yazarlar da Edepli Olmalı

Soru: Bediüzzaman Hazretlerinin "Edipler edepli olmalı" sözünü nasıl anlamalıyız?

Cevap: Bediüzzaman Hazretleri taşrayı İstanbul'a, İstanbul'u da Avrupa'ya kıyas ederek efkâr-ı umumiyeyi bataklığa sürükleyen, şahsî garazları ve intikam fikrini uyandıran, böylece haysiyet kırıcı bir neşriyatla İslam ahlâkını sarsan bazı gazetecilere hitaben "Ey gazeteciler! Edipler edepli olmalı; hem de edeb-i İslâmiye ile müteeddib olmalı." demiştir.

Aslında, edebiyatın kökü edeptir ve o, bir yönüyle edebin nesebi sahih evladıdır. Bundan dolayı edebiyatla meşgul olan bir insanın duygu, düşünce, söz ve tavırda edep kurallarına uygun davranması gerekir. Onların sözleri, milletin genel hissiyatını seslendirmeli; yazıp konuşurken bağlı kaldıkları ilkeleri de vicdanlarındaki diyanet hissi ve halis niyet belirlemelidir.

Ne var ki, Üstad'ın Lemeat'ta ifade ettiği gibi, edepten mahrum gazeteci ve yazarlar, "Sefahet fenadır, insanlara yakışmaz." der ama onu öyle bir tasvir ederler ki, okuyucunun zihnini bulandırır, iştahını kabartır, heva ve hevesini canlandırır; neticede akıl ve hissi söz dinlemez bir hale getirirler. İşte böyle bir edebiyat –bağışlayın– edepsizliğin ta kendisidir. Bâtılı tasvir ederek sâfi zihinleri bulandırmak, edebiyat adı altında edepsizlik yapmak demektir.

Söz ve yazıyı bir insanın gıybeti hesabına kullanma, ister nesir isterse de nazımla başkalarını hicvetme de bu kategoride düşünülebilir. Düşünce ve fikir hürriyeti diyerek şahsî hürriyeti seslendirirken başkalarının saygı duyduğu hakikatlere karşı saygısızlık yapmak da katmerli bir edepsizliktir.

Bildiğiniz gibi, rasyonalizm, realizm, sürrealizm, romantizm gibi farklı farklı edebiyat ekolleri vardır. Bunlar asıl itibarıyla felsefi cereyanlar olup zamanla birer edebiyat ekolü şeklinde seslendirilegelmiştir. Bunların kimisi sadece akıla, bazısı aklın hiçbir denetlemesini kabul etmemek ve hiçbir töre, ahlak ve estetik anlayışının tesirinde kalmamak kaydıyla insan benliğinin kendi yorumuna, bir kısmı da aşka ve romantik konulara bağlanmıştır. Ne var ki, bu akımların büyük çoğunluğu edebiyat adına işlenen cinayetlerin vesilesi olagelmiştir. Çünkü, edebiyatın aslı edeptir; bunlarda ise, öze karşı bir muhalefet, kökü tahrip ve asılla dal arasındaki bağı koparma vardır.

Mesela, edepten mahrum bir edebiyat, dostların bulunmayışından ve sahipsizlikten kaynaklanan gamlı bir hüzün verir. Çünkü, onun talebesi, alemi bir vahşetzâr olarak görür; insanı, sahipsiz ve kimsesiz bir şekilde yabanîler içinde kalmış gösterir, geride hiçbir ümit ışığı bırakmaz. İslam ahlakıyla donanmış bir gazeteci veya yazarın ifadeleri de bir nevi hüzün verebilir. Fakat, onun hüznü yetimâne değildir, âşıkanedir; dostsuzluktan değil, bir süreliğine dostlardan ayrılmış olmaktan kaynaklanır.

Hâsılı, edipler, bütün söz söyleme yeteneklerini ve sanat kabiliyetlerini her zaman hakkın, iyinin ve güzelin emrine vermeli; temiz kalbleri bâtıl tasvirlerle yaralamamalı, insanların saf düşüncelerini çirkin hayallerle kirletmemeli ve nefsanîlikleri resmederek onları cismâniyetin köleleri hâline getirmemelidirler. Bediüzzaman hazretleri de, "Edipler edepli olmalı" derken bu hususlara dikkat çekmekte, gazeteci ve yazarların, Kur'ân'ın teklif ettiği edep çizgisinde davranmaları gerektiğini vurgulamakta ve kaynağı itibarıyla insanî yanımızın önemli bir derinliği sayılan beyana karşı saygılı olmamızı tavsiye etmektedir.

Efendimiz'i rüyada görmek

Efendimiz'i rüyada görmek

Soru: Peygamber Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) rüyalarda, bazen sakallı, bazen sakalsız, kimi zaman siyah saçlı, kimi zaman da beyaz saçlı olarak değişik şekillerde görülmesini nasıl izah edebiliriz? İnsan, ne şekil ve surette görürse görsün, hakikaten O'nu görmüş sayılır mı?

Efendimiz’in kuşatıcı bir duası

Soru: Mü’minûn Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil olduktan sonra Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)

اَللّٰهُمَّ زِدْنَا وَلَا تَنْقُصْنَا وَأَكْرِمْنَا وَلَا تُهِنَّا وَأَعْطِنَا وَلَا تَحْرِمْنَا وَاٰثِرْنَا وَلَا تُؤْثِرْ عَلَيْنَا وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِنَا

“Allah’ım! Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma; ikramlarınla değerimizi yükselt, bizi zillete düşürme; bol bol vererek bize ihsanda bulun, mahrumiyet yüzü gösterme; bizi tercih et, başkalarını üzerimize tercih eyleme; bizden razı ol ve bizi icraat-ı sübhaniyeden razı olan kullarından eyle!” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 1/34) şeklinde dua yapıyor. Bu dua, bilhassa günümüzdeki inanan gönüllere ne gibi mesajlar vermektedir?

Cevap: Öncelikle şunu ifade edelim ki, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) vahye bizzat muhatap olduğundan, bir başkasının bu yüce hakikatleri O’nun ufku seviyesinde duyup anlayabilmesi mümkün değildir. Bu sebeple, söz konusu duanın mânâ ve muhtevasına dair burada ifade edilenlerin, onun gerçek derinlik ve enginliğini yansıtmaktan âciz kalacağının daha baştan bilinmesi gerekir.

Soruda da ifade edildiği üzere, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek duayı, Mü’minûn Sûresi’nin ilk âyetlerinin nâzil olmasından sonra yapmıştır. Söz konusu âyetlerin meâl-i münifi şu şekildedir: “Muhakkak ki mü’minler, felâha, mutluluk, başarı ve kurtuluşa erdiler. Onlar namazlarında tam bir huşû, saygı ve tevazu içindedirler. Onlar boş şeylerden uzak dururlar. Onlar zekâtı ifa ederler (hatta zekat vermek için çalışırlar.) Onlar ırzlarını, mahrem yerlerini muhafaza ederler. Yalnız eşleri ve sahip oldukları (cariyeleri) müstesna; çünkü bunu yapanlar ayıplanamazlar. Ama bu sınırın ötesine geçmek peşinde olanlar, işte onlardır haddi aşanlar! O mü’minler üzerlerindeki emanetleri gözetirler, verdikleri sözleri tam tamına tutarlar. Onlar namazlarını vaktinde eda edip zayi etmekten korurlar. İşte vâris olanlar, ebedî kalacakları Firdevs cennetine vâris olanlar onlardır onlar!” (Mü’minûn Sûresi, 23/1-11)

Allah’ın (celle celâluhû) Peygamber Efendimiz’e ve O’nun ümmetine bir armağanı olan bu âyet-i kerimeler nâzil olduktan sonra, burada sayılan vasıfları haiz olan mü’minlerin kurtuluşa erecekleri müjdesini bütün derinliğiyle duyan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), değişik zamanlarda vahiy sağanağı karşısında ellerini açıp Cenâb-ı Hakk’a hissiyatını ifade ettiği gibi -sahabe efendilerimizin rivayetine göre- yukarıda zikredilen duayı yapmıştır.

İlk talep: Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma!

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu duada ilk olarak, اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ “Allah’ım! Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma!”demiştir. Akla gelen ilk ihtimal olarak Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ifadeleriyle Cenâb-ı Hak’tan ümmet-i Muhammed’in sayısını artırmasını talep etmiş olabilir. Zira ümmet-i Muhammed’in çokluğu, her zaman O’nun gaye-i hayali olmuştur. Nitekim konuyla ilgili rivayet edilen bazı hadislerde şu bilgiyle karşılaşıyoruz: O’na (sallallâhu aleyhi ve sellem) değişik topluluklar gösterilmiş, onlar arasında büyük bir karaltı gördüğünde, hemen onların kendi ümmeti olması ümidine girmiştir. Fakat kendisine onların Hazreti Musa’nın kavmi olduğu ifade edildikten sonra kendi ümmetini görmesi için ufka bakması söylenmiştir. Ufka baktığında ise daha önce gördüğü karaltıdan daha büyük bir karartının bütün ufku kapladığını görmüştür. Böyle bir manzaradan kalb-i Nebevî son derece memnun, mesrur ve mutmain olmuştur. (Bkz.: Buhârî, tıb 17, 41, rikak 50; Müslim, îmân 374)

Resûl-i Ekrem Efendimiz’in ümmetinin çokluğu konusundaki tehalükünü (şiddetli talep), evlenme konusundaki tahşidatlarında da görebiliriz. Mesela O (aleyhi ekmelüttehâyâ) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

تَنَاكَحُوا تَكْثُرُوا فَإِنِّي أُبَاهِي بِكُمُ الْأُمَمَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
“Evlenin, çoğalın; zira ben, kıyamet gününde sizin çokluğunuzla diğer ümmetlere karşı iftihar ederim.” (Abdurrezzak, el-Musannef 6/173)

Aslında evlenme bir açıdan, ferdî ve ailevî bir konu olması itibarıyla, dine ait büyük meselelerin yanında basit kalır ve denilebilir ki o büyük meselelere göre evliliğin izafi bir değeri vardır. Bununla birlikte Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin evlenmesini ve çoğalmasını tavsiye etmiş ve bununla iftihar edeceğini beyan buyurmuştur. Antrparantez, ifade edelim ki buradaki iftihar, övünç duyma anlamındadır ve Cenâb-ı Hakk’ın lütufları karşısında minnet hisleriyle şahlanma demektir.

Sayıca çokluk esas hedef olmamalı

“Allah’ım! Bizi artır, noksanlığa maruz bırakma!” talebinde ikinci ihtimal olarak Cenâb-ı Hak’tan keyfiyet yönüyle bir artma ve çoğalma isteğinin olduğu söylenebilir. Zira kemmiyete kıymet kazandıran keyfiyettir. Keyfiyet bulunmadıktan sonra tek başına sayıca çokluğun bir önemi yoktur. Nice büyük topluluklar, on bin veya yirmi bin sahabenin yaptığını yapamamıştır. İslâm’ın o ilk ve eşsiz kahramanları, o gün itibarıyla dünyanın iki süper gücü olan Sasânî ve Bizans imparatorluklarının oyunlarını alt üst etmiş, onları dize getirmiş ve böylece dünyanın kaderini değiştirmişlerdir.

Bugün dünyada yaşayan Müslüman nüfusunun bir buçuk milyar civarında olduğu söylenmesine rağmen Müslümanların, nüfusları oranında bir fonksiyon eda ettikleri söylenemez. Çünkü onlar bugün Kur’ân’ın istediği seviye ve kıvamda değiller. Ayrıca birbirine düşmüş hâldeler; birbiriyle uğraşıyor, teâruz ve tesakutlar fasit dairesinde birbirini yiyip bitiriyorlar. Evet, Müslümanlar tam bir vifak ve ittifak ortaya koyamadıklarından enerjilerini teâruzların ağında yiyip bitiriyor, inayet-i ilâhiyeye mazhar olamıyor, sıçrayıp devletler muvazenesinde yerlerini alamıyorlar. Onların sayıca çokluğu devletler muvazenesinde gerçekleştirilmesi gereken bu azîm misyonu eda etmeye yetmiyor.

Esasında tarihe bu gözle baktığınızda kemmiyet karşısında keyfiyetin ehemmiyetini çok açık ve net bir şekilde, çarpıcı misalleriyle görebilirsiniz. Mesela tarihin belli bir döneminde samimiyetle yollara dökülmüş nice insan, çalımlı hamleler gerçekleştirmiş, doludizgin hareketler sergilemiş ve çok bereketli muvaffakiyetlere mazhar olmuştur. Fakat aynı insanlar ruhta, mânâda, duyguda, düşüncede, kalbî ve ruhî hayatta kıvam kaybetmeye başlayınca eskiye nazaran sayıca daha fazla oldukları hâlde ilerleme ve inkişaf bir yana ihraz ettikleri konumu bile koruyamamıştır. Evet, onlar, kendilerini rehavete, tembelliğe, makam sevgisine ve korkuya salıp hicret ve ilâ-i kelimetullah mülahazasını unutunca sayılarının çokluğu kendilerine bir fayda vermemiş, güç, tesir ve ağırlıklarını kaybetmişlerdir. Bu açıdan Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) اَللَّهُمَّ زِدْناَ وَلاَ تَنْقُصْناَ derken, kıvam, kredi ve kıymet-i harbiye açısından bir çoğalma isteğinde bulunduğu ve bu konuda nakîse yaşatmaması adına Allah’a dua dua yalvardığı söylenebilir.

Nimeti nimet olarak bilme en büyük nimet

Duanın devamında وَأَكْرِمْناَ وَلاَ تُهِنَّا buyruluyor ki, bunun mânâsı “İkramlarınla değerimizi yükselt ve bizi zillete düşürme!”demektir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) burada, dünyevî imkânlar, güç ve kuvvet veya keşf u keramet değil de, ilâhi ikramlara mazhar olmayı istiyor. Demek ki, ikram-ı ilâhî talip olunması gereken çok önemli bir lütuf. Ayrıca bu ifade “if’âl” babından geldiği için mânâsı şöyle de olabilir: “Allah’ım bize ikramda bulun ve bu lütufların birer ikram olduğunu da bize her daim hissettir.”

İlâhî ikramın farkında ve şuurunda olması, insanın kayıp düşmekten korunmasına vesile olur. Çünkü ikramın farkında olan insan, sahip olduğu güzelliklerin O’ndan olduğunu, O’ndan geldiğini bilir. Eğer kişi, bunları kendi istidat ve kabiliyetlerinden bilir ve Karun gibi إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ عِنْدِي “O (servet) bana, sadece bendeki bilgi ve mârifet sayesinde verildi.” (Kasas sûresi, 28/78) derse, zillete maruz kalmaya bir davetiye çıkarmış olur. Bu açıdan insan ellerini açmalı ve sürekli “Allah’ım! İster kendi elimle yaptığım kötülükler sebebiyle isterse de Senin bir imtihanın olarak, beni herhangi bir zillete maruz bırakma!” diye sürekli yalvarıp yakarmalıdır.

Yâ Rab! Bizi mahrumiyetle cezalandırma!

Duanın devamında وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَ kısmı geliyor. Bunun mânâsı da, “Allah’ım! Bize sürekli, bol bol ihsanda bulun ve bize mahrumiyet yaşatma!” demektir.

İnsan, kendisini baştan çıkarmayacak dünyevî bazı nimetler isteyebilir. Hatta insanın istediği her şeyi Cenâb-ı Hak’tan istemesi çok önemlidir. Peygamber Efendimiz  (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Sizden herkes, ihtiyaçlarının tamamını Rabbinden istesin, hatta kopan ayakkabı bağına varıncaya kadar istesin.” buyurmuştur. ( Ebû Ya’lâ, el-Müsned 6/130) Bu açıdan insan, ister cennet köşesi gibi sımsıcak bir yuva, isterse salih bir çocuk, her ne isterse istesin, isteyeceğini Allah’tan istemelidir.

Bununla birlikte istenilecek şeylerin kıymetini belirleyecek olan esasen insanın ufku, konumu ve gaye-i hayalidir. Elbette huzurlu bir aileye, salih evlâtlara, kimseye muhtaç bırakmayacak geçim imkânlarına vs. sahip olma Allah’tan istenmesi gereken nimetlerdir. Fakat yaşamadan ziyade yaşatma sevdasıyla oturup kalkan, ihya düşüncesine kendisini adayan ve bütün insanlığa karşı çok ciddî bir şefkat hissiyle dolu olan birisinin gözü, bunların hiçbirisini görmeyebilir. Onun ufkunu dolduran şudur: “Rabbim! Ben hayattayken vesile olduğum veya vesile olduğum zannedilen herhangi bir fütuhat ve inşirahı görmek istemem. Fakat ne olur yâ Rabbi! Öldükten sonra kabrimin bir köşesinden din-i mübin-i İslâm’ın fütuhat ve inkişafını, her tarafta şehbal açan ruh-u revan-ı Muhammedî’yi, her yanda okunan ezanları, bütün kalblerin Seninle alâkalı olarak çarpmasını temaşa etmeyi bana lütfeyle!”

Bu açıdan denilebilir ki, وَأَعْطِناَ وَلاَ تَحْرِمْناَAllah’ım! Bize sürekli, bol bol ihsanda bulun ve bize mahrumiyet yaşatma!” derken herkes kendi himmetine göre Allah’tan bir şeyler ister. Birinin istediği beş kuruşla sınırlı kalırken bir diğeri milyonları isteyebilir. Bir başkası ise bununla da yetinmez ve namütenahiye, sonsuzluğa talip olur. Bazıları dünyevî nimetlere kavuşmayı isterken, Hazreti Gazzâlî, İmam Rabbânî ve Pîr-i Mugan gibi engin ufuklu insanlar sürekli O’nun rızasına ermeyi ve insanlara Cennet’e giden yolu açmayı dilerler. Evet, onlar her zaman, “Allah’m benim günde elli defa canımı al! Ama ne olur bahtına düştüm Rabbim! Var olduğu günden bu yana hiç bu kadar derbeder ve perişan vaziyete düşmeyen ümmet-i Muhammed’i bu sefalet ve rezaletten kurtar!” mülâhazalarıyla oturur kalkarlar. Bu açıdan denilebilir ki, ellerini açıp duaya duran insanlar biraz da bulundukları basamağın kendilerine ilham ettiği mülahazaları seslendirirler.

Müslümanların vesayet altına girmesi en büyük âfet

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) duanın devamında, وَآثِرْناَ وَلاَ تُؤْثِرْ عَلَيْناَ diyor. Bunun mânâsı da, “Allah’ım! Tercih edilecekse bizi tercih buyur ve kimseyi bizim üzerimize tercih etme!” demektir. Bu ifadeyi biraz daha açacak olursak Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Cenâb-ı Hak’tan, başkalarının gelip ümmet-i Muhammed’in üzerine hâkim olmasına, onu gütmesine, vesayeti altına almasına fırsat vermemesini istiyor.

Allah’ın başkalarını bize tercih etmesi değişik şekillerde olabilir. Mesela biz, kulluğun hakkını veremez, emanete riayet edemez ve dinden gerisin geriye dönersek Allah da devletler muvazenesinde bizi götürüp yerimize başkalarını getirebilir. Bu yüzden Allah’tan O’nun nezd-i ulûhiyetinde makbul olan insanların vasıflarına sahip olmayı istemeliyiz. “Allah’ım bize bedel başkalarını getirme! Burada neyin yapılmasını murad buyuruyorsan, bizimle yap!” demeliyiz. Çünkü O’nun bizi kaldırıp partal bir eşya gibi bir yere atması ve bizim yerimize başkalarını getirmesi, bizi kendi kıymetsizliğimize mahkûm etme demektir.

İmtihanın diğer bir nevi: Adam kayırmacılık

Öte yandan tercih edilmenin olumsuz bir şekli olan adam kayırma hakkında Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde,

إنَّكُمْ سَتَلْقَوْنَ بَعْدِي أَثَرَةً فَاصْبِرُوا حَتَّى تَلْقَوْنِي علَى الْحَوْضِ
“Sizler benden sonra adam kayırmalara rastlayacaksınız. (Kabullenmesi çok zor olan bu tür tavırlar karşısında) sabredin ki Cennet’te havzımın başında bana kavuşabilesiniz.” (Buhârî, fiten 2; Müslim, imâre 48)

buyurmak suretiyle farklı bir hakikate dikkatlerimizi çekmiştir. O’nun ruhunun ufkuna yürümesinden sonra, bu tür hâdiseler ortaya çıkmıştır. Kur’ân-ı Kerim “sâbikûn-u evvelûn” yani öne geçen ilkler)den olan sahabe-i kiram hakkında adeta başlarımızı döndürecek ölçüde takdirler üstü takdirlerde bulunduğu (Bkz.: Tevbe sûresi, 9/100) hâlde, arkadan gelen insanlardan bazıları bunu anlayamamış; anlayamamış ve Allah ve Peygamber nezdinde çok kıymetli olan bu kahramanlardan bazılarına apaçık zulmetmiş, haksızlıkta bulunmuştur. Mesela Hariciler Şah-ı Merdan, Haydar-i Kerrar ve Damad-ı Nebevî ünvanlarına layık olan Seyyidina Hazreti Ali’nin kıymetini bilememişlerdir. Aynı şekilde yaşadıkları dönem itibarıyla çokları tarafından Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’in kıymeti takdir edilememiştir.

Daha sonra gelen yöneticilerden bazıları da Râşid Halifeler dönemindeki adaleti muhafaza edememiş ve adam kayırmışlardır. Mesela onlar, bir yere bir idareci tayini veya ganimet taksimi söz konusu olduğunda hemen kendi yakınlarını tercih etmişlerdir. Hâlbuki Râşid Halifelerden hiçbirisi sırf kendilerine yakın oldukları gerekçesiyle akrabalarını belli makamlara getirmemiş, çevrelerine ayrıcalık tanımamış ve adam kayırmaya gitmemişlerdir. Çünkü bir ümmet içinde emanet, ehline verilmediği ve yakınlara iltimas geçilmeye başlandığında, o ümmetin işi bitmiş demektir.

Evet, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisinden sonra kayırmaların olacağını ifade ediyor ve ümmetine kendisine kavuşuncaya kadar sabretmelerini tavsiye buyuruyor. Çünkü sabrın sonu selâmettir. Böyle bir tavsiye çağımız mü’minleri için de çok önemli bir mesajdır. Zira bugün de zimamı elinde tutan ve işe vaziyet edenler değişik engellemelerle işin ehli insanlara haksızlıkta bulunabilirler. Varsın onlar zulmetsin!  Önemli olan sizin bütün bunlara aldırmadan hak bildiğiniz istikamette, Allah yolunda hizmetinize devam etmenizdir. Evet, adanmış ruhlar günümüzdeki bu tür adam kayırmalar karşısında istiğna felsefelerini korumalı, Cenâb-ı Hakk’ın bu mevzudaki takdirini intizar etmelidirler. Çünkü O, bugüne kadar hep güzel şeyler eyledi. Eyledikleri, eyleyeceklerinin en inandırıcı referansı olduğuna göre, bundan sonra da güzel şeyler eyleyecek demektir. Yeter ki biz, O’na karşı sadakat, emniyet ve bağlılıkta kusur göstermeyelim.

Kullukta zirve: Rıza ufku

Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) duasının sonunda ise وَارْضَ عَنَّا وَأَرْضِناَ “Bizden razı ol ve bizi Senden razı olan kullarından eyle!”ifadeleriyle, Cenâb-ı Hak’tan razı olmayı ve O’nun da bizden razı olmasını istiyor. Bu ikisi birbirinden hiç ayrı düşmemiştir. Zira Allah, bir insandan razı ise, insan da O’ndan razı olur. Aynı şekilde kulun, Rabbisinden gelen şeylere karşı rıza göstermesi, Rabbisinin de ondan razı olması demektir. Bunlardan hangisinin sebep, hangisinin sonuç olduğu hakkında ehlullahın farklı mütalaaları vardır. Bazıları insanın iradesinin hakkını verip rıza yoluna talip olmasının rıza-i ilâhiye vesile olacağını söylemiş ve bunu Efendimiz’in şu hadis-i şerifleriyle irtibatlandırmışlardır: “Cenâb-ı Hakk’ın nezdindeki yerinizi bilmek istiyorsanız, Allah’ın nezdinizdeki yerine bakın!” (Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 6/176) Yani siz O’na ne kadar değer veriyorsanız, nezd-i ulûhiyetteki değeriniz de odur. O’nu her şeyden daha çok seviyor, dünya ve içindeki her şeyden daha çok O’na değer veriyorsanız, nezd-i ulûhiyette ve mele-i âlânın sakinleri nezdinde de o ölçüde değer görürsünüz. Bazıları ise, Allah razı olmayınca, kulların da O’ndan razı olamayacağını ifade etmiş ve bunu âyet-i kerimelerde “Allah onlardan razı oldu, onlar da O’ndan razı oldu.” (Mâide sûresi, 5/119; Tevbe sûresi, 9/100; Mücadele sûresi, 58/22; Beyyine sûresi, 98/8) denilerek önce Allah’ın hoşnutluğunun zikredilmiş olmasıyla açıklamışlardır. İmam Kuşeyrî’nin de içinde bulunduğu diğer bir kısım kimseler ise onun, başlangıç itibarıyla iradî ve kulun kesbine bağlı olduğunu, nihayeti itibarıyla da bir tecelli ve hâlden ibaret bulunduğunu söylemişlerdir.

Meseleye Mâturîdî akidesi açısından bakılacak olursa Allah’ın rızasını elde edebilme adına, şart-ı âdi planında insanın iradî olarak rıza istikametinde bir gayretinin olması gerekir. Bu da insanın kendisini ve varlığı doğru okumasına, hakaik-i hâkka-i İslâmiye’yi doğru yorumlamasına bağlıdır. Evet, insan, Allah’tan razı olunca, Allah da (celle celâluhû) kendisine mahsus engin rızasıyla o kuluna teveccühte bulunacaktır.

Son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu mübarek duasında talep ettiği hususların her birisinin inananların hayatında tesirleri ehemmiyetli olduğundandır ki bizim de dualarımızda sürekli bu hususları Cenâb-ı Hak’tan istememiz gerekmektedir.

Bu bölüm ilk olarak www.herkul.org'da yayınlandı.

Eğitimden beklenen gaye

Arkadaşlara bir iki defa sordum: "Hocalarınız size, bir kere olsun, "Arkadaşlar! Bizim okumadan maksadımız, hakikatların gurub ettiği ufka gözleri takılıp kalmış, bitevî şaşkınlık yaşayan ve yitik ülke Atlantis'in yetim çocukları olan insanlığa dinimizin güzelliklerini anlatmaktır." dediler mi? Allah aşkına, "evet" deyin, müspet cevap verin; "evet" deyin, çünkü o zaman, ben de ferahlayacak ve rahatlayacağım. Dediler mi bir kerecik de olsa "Biz, bütün siyasi ve politik kavga ve gâyelerden uzak kalarak, dinimizi sadece ve sadece Allah'ın rızası için öğrenecek ve sonra da dünyevî hiçbir beklentiye girmeden, gerekirse taş kırıp alnımızın teriyle ekmeğimizi yiyecek; ama her halükârda O'nu anlatacak, muhtaç sinelere Hazreti Muhammed'in (sas) kevser-misal adını taşıyacağız!.. Hilkatimizin gâyesi Allah'ı (cc) tanımak ve başkalarına tanıtıp sevdirmektir, varlığımızın hikmeti budur; bunu yapmıyorsak yeryüzünde durmamızın, nefes alıp vermemizin de bir mânâsı yoktur, yaşamamız abestir; öyleyse gelin, abesle iştigal etmeyelim." dediler mi? Keşke ben, bu soruları sorarken müsbet cevaplar alabilseydim!.. Ne olurdu keşke, "evet" sesleri duysaydım!..

Eğer, emr-i bi'lma'ruf, nehy-i ani'lmünker vazifelilerinin kaynağı olacak ocaklarda bile ateş bu kadar sönmüşse, demek ki, bu mesele tamamen durmuş. Kaldı ki o okulların arkasında koskocaman bir milletin himmeti vardı. Yani, hayırsever ve civanmert insanlar, kapı kapı, fabrika fabrika dolaştılar; adeta para dilendi ve İmam Hatip yaptılar. Hiçbir fedakarlıktan geri kalmadılar. Şimdi, milletin bu mevzudaki bu ciddi tehâlükü karşısında en azından oradaki talebeler ve hocalar, "Bu insanlar, sadece maaş düşünen birileri olalım diye okutmadılar bizi.. sadece kariyer düşünelim, kademe ve derece arkasına düşelim diye okutmadılar. Yıkılmış din âbidemizi yeniden ikame etmemiz için okuttular." demeli ve ona göre hareket etmeliydiler. "Bu olmadı, denmesi gerekeni demedi ve yapılması gerekeni yapmadılar." demeyeceğim. Böyle bir düşünce su-i zan olur. Kim bilir, o mübarek müesseselerde de ne yiğitler, ne dertli sineler ve nice i'lâ-yı kelimetullah aşıkları vardır. Ne var ki, genelde, olması gerektiği ölçüde bir tebliğ ve temsil şuuru olduğunu ve bu şuurun bir aksiyona dönüştüğünü de söyleyemeyeceğim.

Erzurumluların bir tabiri vardır; onlar, "çubuk geme kondu" derler. Dövenin üzerine çıkan, dövene binen insan çubuğunu oraya koyarsa, bu "artık çalışmıyorum, bu işi yapmayacağım" demektir. İşte, bugün iyiliği emretme ve çirkinliklerden sakındırma ya da bir başka ifadeyle i'lâ-yı kelimetullah vazifesi mevzuunda da çubuk geme konmuş ve her şey durmuştur. Öyleyse, şu anda bu vazife çok önem arz etmektedir. Üstad Hazretleri, bu vazife için, şöyle-böyle yapıldığı dönemde bile "farzlar üstü farzdır" diyor, "farz der farz" tabiriyle ifade ediyor. Dolayısıyla, günümüzde, emr-i bi'lma'ruf, nehy-i ani'lmünker vazifesi çok önem kazanmış ve çok öne çıkmıştır.

Emr-i bi'lma'ruf, nehy-i ani'lmünker, daha önce de ifade ettiğim gibi, iyiliği, doğruluğu, Cenâb-ı Hakk'ın emirlerini anlatmak ve eğri olan şeylerden, kötülük ve çirkinliklerden insanları vaz geçirmek demektir. Bu rükün yerine getirilmezse din binasının bir direği yıkılmış olur. Zira, dinin ayakta durabilmesi için iki esasın toplum içinde daima canlı tutulması lazımdır. Bu iki esastan birincisi, emr-i bi'lma'ruf, nehy-i ani'lmünkerdir. Diğeri ise, rekâik okumaktır; yani, kalbi yumuşatacak, gözün yaşarmasına sebep olacak konuları, öldükten sonra dirilmeyle, insanın Cenâb-ı Hak'la münasebetiyle ve zühd mülahazasıyla ilgili mevzuları mütalaa etmektir. Selef-i salihîn rekâikle sürekli meşgul olurdu.. onlar emr-i bi'lma'ruf teşviki yapma ihtiyacı duymuyorlardı; çünkü, emr-i bi'lma'ruf, nehy-i ani'lmünker adına zaten ciddi bir metafizik gerilim içindeydiler. Hadisleri rivayet eden insanların hayatlarıyla alakalı malumat bulabileceğiniz rical kitaplarına bir göz atsanız, kendisini i'lâ-yı kelimetullah'a bir aşk derecesinde bağlamış insanlar görürsünüz. Mesela, Abdurrrahman b. Müll Ebu Osman enNehdi bunlardan biridir. Tamamını birden sırtında taşıyabileceği kadarcık bir mala sahip.. şehir şehir dolaşıyor. Bir yere çardağını kurup ibadet ü tâatıyla meşgul oluyor; evrâd ü ezkârını okuyor, ayetlerin tefsirini yapıyor, hadis-i şerifleri rivayet ediyor ve halkı irşad görevinde bulunuyor. O, bu salihâtla meşgulken, bir emir geliyor, falan yere sefer olacağı haber veriliyor. Çardağını söküyor, bağlıyor atının sırtına, sürüyor o tarafa.. o vazifesini tamamlar tamamlamaz da tekrar bir başka beldenin yolunu tutuyor; bir kere daha çardağını kurup i'lâ-yı kelimetullah vazifesinin ayrı bir yönünü eda etmeye koyuluyor.

el-Kulûbu'd-Dâria [Yakaran Gönüller]

Cenâb-ı Allah'a yakarış âdâbını öğrenmemiz ve O'na sürekli teveccühte bulunmamız açısından "el-Kulûbu'd-Dâria" adlı dua mecmuası çok önemli bir boşluğu dolduracak gibi görünüyor. Fakat, Kur'an harflerini okuyabilsek bile, ekseriyet itibarıyla, kitaptaki evrâd ü ezkârın manalarını anlayamıyoruz. Bu konuda bize neler tavsiye edersiniz?

Eleştiri ve Tenkitte Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar

Soru: Eleştiri yapan ve kendisine eleştiri yöneltilen kimseler nelere dikkat etmelidir? Dinde çok önem verilen insaflı ve hakperest olmanın önündeki engeller nelerdir?

Cevap: Kritik etme, tenkitte bulunma gibi kelimelerle de ifade ettiğimiz eleştiri, herhangi bir şahsın veya grubun ortaya koyduğu iş, tavır, davranış ve sözlerin gözden geçirilip eksikliklerinin ortaya dökülmesi demektir. Eleştiri, usûl ve üsluba dikkat ederek ortaya konulduğunda bir kısım hataların düzeltilmesinde ve eksikliklerin telafi edilmesinde önemli bir faktördür. Buna mukabil olumsuz ve yıkıcı bir tarzda yapılan eleştiri ise problemi daha da büyütecek, tahribatı daha da derinleştirecektir. Farklı bir tabirle insanların kuvve-i maneviyesini kıracak bir üslup kullanma, onları ümitsizliğe düşürecek ve aktivitelerinden geri bırakacak ölçüde sorgulamalara girme veya her şeyi kökünden nefyedecek şekilde genellemelere gitme matlup bir eleştiri tarzı değildir. Dolayısıyla eleştiri, körü körüne itiraz etme, sırf muhalefet etmek için demagoji ve mugalataya başvurma, karşı tarafı karalama veya yerme gibi davranışlardan farklıdır.

İslâmî Kültürde Eleştiri

İslâm tarihine göz atacak olursak, vahyin başlangıcından itibaren farklı şekil ve kalıplarda eleştirinin varlığını devam ettirdiği görülecektir. Mesela sahih hadisleri, uydurma olanlardan ayırma adına ortaya konmuş çok önemli birer disiplin olan metin ve senet tenkidine bu gözle bakabiliriz. İslâm âlimleri, tenkidi bir filtre olarak kullanmak suretiyle uydurma bir kısım sözlerin Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözleri içine karıştırılmasının önüne geçmişlerdir. Onlar, hadis ravilerini, rivayet edilen hadis metinlerini, metinlerle ilgili yapılan yorum ve şerhleri vs. çok ciddi sorgulamak suretiyle sahte ve yanlış söz ve yorumların dinin dışında kalmasını sağlamışlardır.

Malum olduğu üzere Kur’ân’ın tamamı mütevatiren nakledilmiştir. Bu yönüyle bütün âyetlerin sübutu kat’idir. Fakat bir kısım âyet lafızlarının delâlet ettiği manalar kat’i olsa da, bir kısmı da zannîdir (lafzın manaya delaletinde kesinlik yoktur). Bunların manasının doğru tespit edilmesi adına bütün ihtimaller değerlendirilmiş, ortaya konulan her türlü tefsir ve tevil gözden geçirilmiş, yapılan ciddi sorgulamalarla en doğru hükümlere ulaşılmak istenmiştir. Bu itibarla lafzın delâlet ettiği doğru mananın bulunması adına âyetler bile böyle bir sorgulama ve kritiğe tâbi tutulmuştur.

Ulema, hadis nakleden ravilerin veya din hakkında konuşan âlimlerin tenkit edilmesinin gıybet, su-i zan ve tecessüs (insanların gizli hâllerini araştırma) gibi günahlara sebebiyet verebileceğinin farkında olsalar ve bu tür günahlara girmekten çok korksalar da dinin muhafazası adına bunu yapmışlardır. Hadis ilminin dev imamlarından Şube İbn Haccac, senet kritiği yapmadan önce, “Gel Allah rızası için biraz gıybet (!) edelim.”[1] diyerek meselenin hassasiyetine ve inceliğine dikkat çekmiştir. Onlar, din adına konuşulduğu veya Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hadis isnat edildiği bir yerde susmayı doğru bulmamışlardır. Zira bu, dinde bir kısım çatlama ve kırılmalara sebebiyet verirdi.

Aynı şekilde karşılıklı fikir teatisi içerisinde farklı konuların ele alındığı münazara ilmi geliştirilmiştir. Münazara esnasında ortaya konulan farklı fikirler tartışılmış, tenkide tâbi tutulmuş ve neticede hakikate ulaşmaya gayret edilmiştir. Karşılıklı yapılan müzakerelerin hedefine ulaşması ve hakikatin ayan beyan ortaya çıkması adına da münazara adabı üzerinde durulmuştur.

Selefin ortaya koymuş olduğu bütün bu gayretler takdir edilmeyecek gibi değildir. Allah’a binlerce hamd u sena olsun ki böyle seleflerimiz var. Zira onlar Kur’ân, hadis ve diğer ilimlere dair ortaya koymuş oldukları olağanüstü gayretlerle İslâm’ı muhafaza etmiş, bizi Allah’a ve Peygamber’e ulaştıran yollar açmış ve bu yollarda patikalara sapmadan doğru bir şekilde yürüyebilmemiz için bize rehberlik yapmışlardır. Onların âlemine girmeden, inceden inceye hayatları tetkik edilmeden kıymetleri bilinemez. Onlar adeta bir melekler topluluğudur.

Eleştiride İnsaflı Olma

Selef, tenkit sistemini ve münazara ilmini geliştirirken insaflı olmaya çok önem vermişler; eleştirilerinde haklı çıkmaktan ziyade hakkın ortaya çıkmasını esas almışlardır. Hatta münazarada hakkın kendi elinde ortaya çıkmasından memnun olan kişinin insafsız olduğunu ifade etmişlerdir. Diğer taraftan, münazarada haklı çıkan ve kazanan bir insan gerçekte hiçbir şey kazanmamıştır. Kaybeden ise yeni bir şey öğrenmiş olur.

Hz. Ömer’le ilgili nakledilen şu hâdise bu konuda güzel bir misaldir. Hz. Ömer, halife olduğu dönemde hutbe verirken meseleyi evliliğe getirir. Evliliği kolaylaştırma adına bir kısım stratejilerden bahseder. Bunlardan birisi olarak da mehirlerin herkesin kaldırabileceği bir seviyeye indirilmesi gerektiğini ifade eder. Aslında Hz. Ömer’in bu yaklaşımı oldukça makuldür. Fakat arka taraftaki maksurede oturan yaşlı bir kadın perdeyi sıyırır ve bu görüşün Kur’ân’a mı dayandığını yoksa kendi görüşü mü olduğunu sorar ve arkasından, “Eşinizden ayrılıp da yerine başka biriyle evlenmek isterseniz, ayrıldığınız hanıma yüklerle mehir vermiş olsanız da içinden ufak bir şey bile almayın.” (Nisâ sûresi, 4/20) âyetini hatırlatarak Hz. Ömer’in görüşüne itiraz eder. Bunun üzerine Hz. Ömer, “Herkes Ömer’den daha akıllı!” şeklinde mukabelede bulunur. (el-Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 7/233)

Maalesef günümüzde hem televizyonlarda tartışma adıyla yapılan programlar hem siyasilerin birbirlerine karşı tavır ve davranışları hem de benlik ve enaniyetin çok ileri gittiği modern kültür bizim düşüncelerimizi, ağzımızı ve üslûbumuzu çok bozdu. Bizleri saldırgan birer yaratık hâline getirdi. İnsanlıktan ve hakperestlikten uzaklaştırdı. Günümüz insanı birbiriyle konuşurken, tartışırken veya birbirini eleştirirken hak ve hakikatin ortaya çıkmasına değil, kendi dediklerini karşı tarafa kabul ettirmeye çalışıyor. Herkes haklı çıkma, sözünü geçirme, alkışlanma ve takdir edilme derdinde. Durum böyle olunca da eleştiriler faydadan çok zarar veriyor.

İnsanda Körlük Hâsıl Eden Faktörler

Hiç şüphesiz insanın hak ve hakikat arayışında objektif olmasının, eleştiri ve tenkitlerinde insaflı hareket etmesinin önüne geçen bir kısım körlükler vardır. Bunlardan birisine maruz kalan bir insan, gerçeği göremeyebilir veya olduğundan farklı görebilir. Bu yüzden de çok defa aka kara, karaya da ak der. Veya eğriyi doğru, doğruyu da eğri olarak görür.

Mesela insanda körlük hâsıl eden faktörlerden birisi şöhretperestliktir. Bir insanın davranışlarını ne ölçüde şöhret tutkusu şekillendiriyorsa, onun bakışı o ölçüde daralacaktır. Zira böyle birisinin, sadece kendisini arzu ettiği şöhret ufkuna ulaştıracak şeyler dikkatini çekecektir. O, daha ziyade şöhrete ulaşacağı vasıtalarla ilgilenecek ve onunla ilgili argümanları görecektir. Dolayısıyla böyle bir kişi bazı meselelerde objektifliğini korusa da umumi manada objektif olamayacaktır.

Aynı şekilde bir kişinin sadece kendi istikbal ve çıkarlarını düşünmesi de onu bakar kör kılar. Zira gözünü müdürlük, müsteşarlık, vekillik ve bakanlık gibi makamlara dikmiş bir insanın umumi anlamda doğru düşünmesi ve doğru değerlendirmeler yapması çok zordur. Çünkü böyle bir kişinin mülâhazaları hep arzu ettiği hedeflere göre şekillenecektir. Bir kısım doğrular bile onun düşüncelerinde çizgi kaymasına maruz kalacaktır. Zira o, iyi bir Müslüman olsa ve sağlam bir muhakemeye sahip olsa bile ele aldığı meseleleri farklı bir yörüngeye çekerek değerlendirecektir.

Körü körüne bir ideolojiye sahip olma da insanda körlük hâsıl eden faktörlerden bir diğeridir. Evet, bir ideolojiye körü körüne bağlanan bir insanın doğru görmesi ve objektif olması çok zordur. Hangi ideolojiye bağlanmış olursa olsun bu türden insanlar, ele aldıkları meseleleri kendi belirledikleri doğrular açısından değerlendireceklerinden çok defa insanları yanıltırlar. Çünkü kendi doğrularını topluma da dayatmak isterler. Bu yüzden de çok defa toplumda bir kısım çatlamalara, yarılmalara, patlamalara yani gayr-i tabiî bir kısım değişimlere sebebiyet verirler.

Tarafgirliğin, aidiyet mülahazasının ve cemaat enaniyetinin de önemli bir körlük sebebi olduğunu ifade etmek gerekir. Kendi meşrebini hâkim kılmaya ve kendi düşüncesine göre bir yere varmaya çalışan insanlar da görmeleri gerekli olan şeyleri objektif bir şekilde göremezler. Çünkü onlar bütün meseleleri hep kendileri için ifade ettiği manaları itibarıyla değerlendirmeye alırlar. Ancak bütün kulluklardan kurtulmuş Hakk’ın azat kabul etmez kullarıdır ki her şeyi doğru veya doğruya yakın görebilirler. 

Çok önemli körlük sebeplerinden bir diğeri de kuvvettir. Aslında kuvvetin bir hikmet-i vücudu vardır. Aklın, mantığın ve muhakemenin kendisi için ayrı bir derinlik olduğu kuvvet alkışlanabilir. Fakat bunlardan yoksun olan ve her problemin çözümü olarak görülen bir kuvvet insanda akıl tutukluğu meydana getirir. Bu yüzden ben, böyle bir kuvveti elinde bulunduran insanlara hep dörtte üç kör nazarıyla bakmışımdır. Dolayısıyla onların bir kısım problemlere çözüm adına ortaya attıkları düşüncelerle yetinmemeli, farklı alternatif çözümler araştırılmalıdır. Böyle bir kuvvet onu elinde bulunduran şahsın başına bela olacağı gibi, bu şahsın bulunduğu yere göre milletin de başına bela olacaktır.

Kendi tarihimize bakarken akıl, mantık ve muhakeme ile çözülmesi gereken bir kısım problemlerin kuvvetle çözülmesi karşısında hep inkisar yaşamışımdır. Hatta yer yer çok sevdiğim bazı zatların kuvvet kullanarak çözmeye çalıştıkları bir kısım icraatlarını eleştirmiş ve “Keşke şu problemi kuvvetle değil de akıl yürütmeyle çözselerdi!” deyip hayıflanmışımdır. Kuvveti elinde tutanların alternatif çözüm yolları araştırmamaları, meseleleri daha yumuşak ve insanî yollarla çözmemeleri karşısında ciddi teessür duymuşumdur. Zira bana göre akıl ve mantıkla üzerine gidilmeyip güç ve kuvvetle bastırılan problemlerin kalıcı olarak çözülmesi çok zordur. Bunların bir süre sonra yeniden hortlama ihtimalleri yüksektir. İnsanlık tarihi bugüne kadar bunun çok sayıda misalini görmüştür. Baskı altına alınan ve ezilen insanlar bir süre sonra kendi hissiyatlarına göre farklı şekillerde başkaldırmışlardır.

Bu tür körlükler yaşayan insanların eleştiri ve tenkitte de insaflı olmalarından bahsedilemez. Onlar birilerini tenkit ederken hep karşı tarafı karalamaya matuf konuşurlar. Kendilerinin haksız olabileceğini akıllarına bile getirmezler. Halk ifadesiyle kendilerini hep “sütten çıkmış ak kaşık gibi” göstermeye çalışırlar. Bu sebeple de onların sözlerinden çok fazla istifade edilemez. 

Evet, bir insanın eleştiri ve tenkitlerinde insaflı olması ve hakikatin ortaya çıkmasına hizmet etmesi için bütün bu körlüklerden uzak durması gerekir. Düşünceleriyle toplumu aydınlatmak ve doğru bir ibre gibi sürekli çevresindekilere gerçek kıblelerini göstermek isteyen insanların çok hakperest olması ve hakkın hatırını hiçbir hatıra feda etmemesi gerekir. Yoksa yukarıda zikredilen körlüklerle malul olan insanlar çoğu zaman kendi his ve duygularını fikir zannedebilecekleri için düşünceleriyle, sözleriyle veya yazılarıyla başkalarını yanıltabilirler.

Bu itibarladır ki toplum meseleleriyle ilgili konuşan, yorum ve eleştiri yapan kimseler eğer hak ve hakikate hizmet etmek istiyorlarsa kendilerini çok iyi gözden geçirmelidirler. Onlar öncelikle doğrulara karşı saygılı olmasını bilmeli ve enine boyuna düşünüp taşınmadan konuşmamalıdırlar. Kabullendikleri bir fikrin uzun yıllar doğru olduğunu zannetseler bile, kural ve kaideleriyle bunun aksi bir fikir ortaya konulduğunda çok kolaylıkla kanaatlerini değiştirmesini bilmeli ve şöyle diyebilmelidirler: “Mesele benim bildiğim gibi değilmiş. Ben, bu konuda yanılmışım. Demek ki bugüne kadar kendi kaprislerimin esiri olmuş, heva ve heveslerimi fikir zannetmişim.”

Usûl ve Üsluba Dikkat Etme

Tenkidin faydalı olması ve muhataplarca dikkate alınması adına dikkat edilecek diğer önemli bir faktör de kullanılan üsluptur. Söylenilen sözlerin makul ve doğru olması kadar onların sunuluş tarzı da çok önemlidir. Tenkidin karşı tarafta bir rahatsızlık hâsıl etmemesi adına üslup doğru, sunuş tarzı da insanî olmalıdır. Böyle olursa sizin bir problemi çözmeye veya bir yanlışı düzeltmeye matuf teklif ve düşünceleriniz dikkate alınır ve hatta bir açılıma vesile olabilir.

Buna göre, eleştirmeden önce muhatabın genel durumunu göz önünde bulundurma ve ona göre bir üslup kullanma çok önemlidir. Eğer muhatabımız bizim söylediklerimizi sindiremeyecekse konuşmanın bir faydası yoktur. Çünkü böyle bir kişiye karşı söylenecek sözler onu tepkiye sevk edecek ve onda hakka karşı saygısızlık duygularını uyaracaktır.

Bazen tenkit ettiğimiz mevzudan ziyade kullandığımız üslup karşı tarafı hazımsızlığa sevk eder. Eğer biz, maksadımızı balyozla onun kafasına vuruyor gibi ifade edersek, söylediğimiz sözler bir yönüyle ona ruh travması yaşatır. Böyle bir kişi bizim sözlerimizin doğru olduğuna inansa bile söyleniş tarzından rahatsız olduğu için kabullenmek istemeyebilir. Hatta kendisinin haklı olduğunu ispat etmek veya bâtılı hak göstermek için kafasında türlü türlü felsefeler oluşturur. Dolayısıyla biz, onu şeytanî mülâhazaların vekili hâline getirmiş oluruz.

Eleştiri mevzuunun ve üslubun yanında bazen eleştiriyi kimin yaptığı da önem arz eder. Öyle ki bazı şeyleri biz söylediğimizde büyük bir tepkiyle karşılayan bir şahıs, aynı şeyleri bir başkasından duyduğunda iltifat gibi görebilir. Bu, biraz da eleştiren ve eleştirilen arasındaki münasebetle ilgilidir. İnsan, çok sevdiği kişilerin tenkitlerini bile takdir gibi görebilir. Bu açıdan hatalı gördüğümüz bazı davranışları ille de kendimiz söylemeye çalışmamalı, bu konuda inat etmemeli, bize göre sözünün daha tesirli olacağına inandığımız insanlara havale etmeliyiz. Asıl olan, hakikatin bazı sinelerce kabul edilmesi ve hakkın tutulup kaldırılması ise hak ve hakikatin kim tarafından dile getirildiğinin ne önemi var?

Usul adına dikkat edilmesi gerekli olan diğer bir nokta da şudur: Eğer birinin hatalarını yüzüne söylediğimizde rahatsız olacaksa, onun da ders alabileceği bir ortamı kollayarak umuma konuşmayı düşünebiliriz. Zira pek çok defa Allah Resûlü’nün, gördüğü hataları dile getirme tarzı da bu şekilde olmuştur. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), birinin bir yanlışı karşısında ashabını mescide toplamış ve umuma konuşmuştur. Böylece hatası olan kişi de incinmeden ve rencide olmadan yaptığı yanlışın farkına varıp ve onu düzeltme imkanı bulmuştur.

Özellikle enaniyetin çok ileri gittiği günümüz dünyasında eleştiri adına bu tür inceliklere dikkat etmek daha da önem kazanmıştır. Kutuplardaki aysbergler gibi enaniyete sahip olan insanlar eleştiri ve tenkide karşı oldukça tahammülsüz hâle gelmişlerdir. İşte böyle bir dönemde hak ve hakikatin saygısızlık görmemesini istiyorsak mutlaka bu konuda doğru ve etkili olduğuna inandığımız usul ve üslubu bulmaya çalışmalıyız.

Eleştirileri Dikkate Alma ve Saygıyla Karşılama

Bütün bunların yanında elbette kendilerine eleştiri yöneltilen kimseler de insaflı olmalı ve hatta hatalarını gösteren kimselere teşekkür etmesini bilmelidirler. Bediüzzaman’ın yaklaşımıyla, eğer birisi bizi koynumuzdaki akrebe karşı uyarmışsa, ona yapılacak muamele teşekkür etmek olmalıdır.

Farklı bir tabirle eğer evimizin bir yerinden duman çıkıyor, evin içini koku sarıyor ve birisi de kalkıp, “Acaba bu evde bir yangın mı var?” diyorsa, yapılması gereken davranış kalkıp odaların hepsini kontrol etme ve duruma göre tedbir almadır. Yoksa, “Sen ne şom ağızlı bir insansın! Ne diye bu tür şeyler konuşuyorsun!” diyerek onu susturmaya çalışmanın hiçbir kimseye faydası yoktur. Bilemiyoruz, gerçekten konuşan kişi felaket tellallığı yapıyor da olabilir. Fakat bunu anlamanın yolu, onun eleştirdiği meselenin bir kere daha gözden geçirilmesidir.

Önceki yıllarda bir misafirim gelmişti. Bilgili ve kültürlü bir insandı. Giderken umuma duyurmadan biraz eğilip, “Hocam, arkadaşlar biraz kitap okusalar.” demiş ve zımni olarak az kitap okunmasını eleştirmişti. Şimdi bunun karşısında yapılması gereken davranış, hakikaten bu konuda bir eksiğin bulunup bulunmadığına bakma ve eğer varsa bunu telafi etmeye çalışmadır. Yani insanlara faydalı kitapları okutma, hem dinlerini hem de içinde yaşadıkları dünyayı daha iyi tanımalarını sağlama, kitap okumayı daha sistemli hâle getirme, kitapların çok ciddi bir anlama cehdiyle okunmasını temin etme, ülfet ve ünsiyeti giderme adına müzakereli okuma gibi yeni okuma şekilleri geliştirme adına gerekli gayreti göstermedir.

Bazen yöneltilen tenkitler isabetli olmayabilir. Hatta bazen dile getirilen düşüncelerde önyargı ve garaz da bulunabilir. Fakat biz, eleştirilere müspet yaklaşmaz, onların hepsini kaldırır bir kenara atarsak, boşların yanında doluları da zayi etmiş oluruz. Böyle yapmak yerine gümüş ve altın paraların yanında bakırlara, demirlere ve hatta sahte olanlara da belli ölçüde saygıyla yaklaşmasını bilirsek, onlardan istifade etmenin de önünü açmış oluruz.

Öte yandan eğer biz, kendi düşüncelerimize saygı gösterilmesini ve değer verilmesini istiyorsak, başkalarının düşüncelerine gereken değeri vermeliyiz. Makulün makulce karşılanmasını arzuluyorsak, öncelikle başkalarının makul olmayan düşüncelerini bile makul karşılayabilmeli, daha doğrusu bu düşünceler içerisinde makul bir taraf araştırmalıyız. Bu konularda saygısızlık ve kabalığı bir kenara bırakmalı, tavır ve davranışlarımızın yumuşak ve sıcak olmasına dikkat etmeli ve bize aykırı gelen fikirlere bile sinemizi açabilmeliyiz.

Esasında yontulmamış ve rötuşlanmamış kaba düşüncelerin İslâm’da yeri yoktur. İslâm, bazı düşünceleri ele almış, evirmiş, çevirmiş, şekillendirmiş ve her gönle girebilecek kıvama getirmiştir. İşte bizim kullanmamız gereken metot da budur. Bu ölçüde geniş sineli olabilir, hakka saygı prensibini benimseyebilir ve farklı fikirlere karşı tahammüllü hâle gelebilirsek, bir kısım eleştiri ve tenkitlerin çatışma ve kavga vesilesi olmasının da önüne geçmiş oluruz.

Bir zamanlar arkadaşlara şunu tavsiye etmiştim: Hepiniz hata ve yanlışlarınızı size karşı rahatça söyleyebilecek birer kardeş edinin ve ona şöyle deyin: “Gerek din ve diyanet yaşantıma, gerek hizmetin işleyişiyle ilgili yaptıklarıma, gerekse insanî ilişkilerimdeki tavır ve davranışlarıma dair gördüğün her türlü yanlışlığı rahatlıkla bana söyleyebilirsin.” Zira sahabe efendilerimizin hayatlarına baktığımızda, onların aralarında böyle bir anlaşma olduğuna dair kesin bir bilgimiz olmasa bile onların, gördükleri hataları birbirlerine çok rahatlıkla söylediklerini görürüz ve bizim için onlar birer yıldız, karanlık gecelerimizde yollarımızı aydınlatan birer ışık kaynağıdır.


 

[1] Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâ 7/152; Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye fî ilmi’r-rivâye s. 45; İbn Battal, Şerhu Sahihi’l-Buhârî 9/247.

Emanette emin miyiz?

Soru: Büyüklerimizin, “Yâ Rab, kusurumuzu affet. Bizi kendine kul kabul et. Emanetini kabzetmek zamanına kadar bizi emanette emin kıl.” şeklinde dua ettiklerini görüyoruz. Emanetten maksat sadece can mıdır; vazife ve sorumluluklarımız açısından “emanet” tabirini değerlendirir misiniz?

Allah Teâlâ’nın insana bahşettiği ilk ihsanlar birer emanet olduğu gibi, insanın, iradesinin hakkını verip bu ilk mevhibeleri değerlendirmek suretiyle kazandıkları da birer emanettir. Aslında insanın kazandıklarının fâil-i hakikisi de Allah’tır. Ne var ki, hukuk disiplinleri içerisinde ifade edilen, “Bir şeyin hakiki fâili görünmüyorsa, o fiil, en yakın sebebe nispet edilir.” kaide-i külliyesinden hareketle, insanın iradesini kullanarak kazandığı bazı şeyleri -her ne kadar iradeye terettüp eden işlerle onun arasında “tenasüb-i illiyet” prensibine göre bir münasebet bulunmasa da- biz insana nispet ediyoruz. Dolayısıyla Allah tarafından insana meccânen verilenler birer nimet olduğu gibi, insanın iradesinin hakkını vererek kazandıkları da nimet kategorisi içinde değerlendirilmelidir. İnsan, bu bakış açısını yakalayabildiği takdirde, hem kendisine bahşedilen hem de iradesinin hakkını vererek mazhar olduğu bütün bu nimetlerin evvel ve âhirinde, zâhir ve bâtınında kudret-i namütenahinin elini görecek, bu nimetleri kendisine ihsan eden Zat’a karşı sinesi hamd u sena duygularıyla dolup taşacaktır. Evet, insan bütün bu nimetleri düşündüğü zaman, çok ciddi bir metafizik gerilim içinde minnet ve şükran hisleriyle oturup kalkacak, “elhamdülillah”la soluklanacak ve bu mübarek kelimeyi, tepeden tırnağa kadar vücudunun her yanında ihtizaz meydana getirecek şekilde duyacaktır.

İman en büyük emanet

Görüldüğü üzere bu perspektiften bakıldığında emanetin çerçevesi çok geniştir. Mesela hayatımız bize bir emanet olduğu gibi, onun üstünde ebedi hayatın nüvesini taşıyan iman, ihsan, marifetullah, muhabbetullah da önemli birer emanettirler. İman olmayınca, insan, bu dünyada diğer mahlûklar gibi çok dar bir zaman dilimi içinde yaşayıp sonra da kendini yokluğa mahkûm etmiş olur. Onun ebediyete mazhar olması ise imana bağlıdır. Bu sebepledir ki insan, kendisine tevdi edilen iman gibi çok önemli bir emaneti korumak için etrafında ne kadar surlar oluştursa, bu hedef doğrultusunda, bütün cehdini ortaya koyup ne kadar araştırmalar yapsa, deliller getirse, tahşidatta bulunsa, yine de işin hakkını vermiş olamaz. Böyle değerli bir emanet karşısında ona düşen vazife, “Hel min mezid” ferdi olarak, hep “Daha yok mu, daha yok mu?” deyip yola devam etmektir. Diyelim ki size çok değerli mücevherlerin bulunduğu bir kutuyu emanet olarak verip sonra da “Bunu korumazsan kellen gider.” dediler. Şimdi bu emaneti korumak adına sizin ne denli büyük bir hassasiyet göstereceğiniz âşikardır. Hâlbuki imanın yanında, onun kıymeti bir hiç hükmündedir. Bu açıdan insanın, “Aman, şuradan şeytan girebilir.”, “Aman nefs-i emmârem şu boşluğu değerlendirebilir.” diyerek sürekli imanının etrafında surlar oluşturmaya çalışması, bu denli büyük bir emanete karşı emin olma mülahazasının bir ifadesidir.

İmanda sabitkadem olmanın yanında, ibadet ü taatte mütemadi olma da bu iman emanetini koruma adına çok önemlidir. İnsanın bu mevzuda sürekli Cenâb-ı Hakk’a tazarru ve niyazda bulunması ve O’nun himaye ve inayetine sığınması gerekir. Nitekim Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ),

اَللَّهُمَّ يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْبِي عَلَي دِينِكَ

“Ey kalbleri evirip çeviren Allahım! Benim kalbimi dininde sabitleyip perçinle!”,

اَللَّهُمَّ يَا مُصَرِّفَ الْقُلُوبِ صَرِّفُ قُلُوبَنَا اِلَي طَاعَتِكَ

“Ey kalbleri halden hale koyan Rabbim, kalblerimizi ibadet ü tâatine yönlendir!” dualarını dilinden hiç düşürmemiştir.

İslam kime emanet?

Başlarımızın tacı olan Kur’an-ı Kerim de bize bir emanettir. Onun hem hafızların zihinlerinde hem de mânâ ve muhtevasına sahip çıkılarak korunup muhafaza edilmesi gerekir. Şayet Kur’an-ı Kerim, mânâ ve muhtevasıyla bilinmiyorsa, onun kadr ü kıymeti de bilinmiyor demektir. Unutulmamalı ki, gırtlak ağalarına emanet ederek sadece dinleyip teselli bulmakla Kur’an’a sahip çıkmış olmayız. Asıl, renk atmasına ve solmasına meydan vermeksizin Kur’an’ın toplum içinde hep canlı kalmasını sağlamalı, onu dünyanın biricik kitabı haline getirme adına çalışıp çabalamalı ve onun ruhunu, ruhlara üfleyerek bu emanete sahip çıkmalıyız. Eğer arz ettiğim çerçevede ona sahip çıkamıyorsak, kadife kılıflar içine koyup yatak odalarında başlarımızın üzerine assak da, o emanete ihanet ediyoruz demektir.

Hayata taşınması gereken bütün esas ve prensipleriyle Müslümanlık da, başta Allah (celle celaluhu) sonra da Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ümmet-i Muhammed’e bir emanettir. İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) Müslümanlığın çerçevesini belirlemiş, neyin ne olduğunu açık seçik ortaya koymuş ve bizlere dünyevî-uhrevî mutlu olma yollarını göstermiştir. Dolayısıyla Rasûl-i Ekrem Efendimiz, İslam’ı, başta sahabe-i kiram efendilerimiz, sonra da arkadan gelen nesillere emanet etmiştir. Daha sonraki asırlarda gelen müceddit, müçtehit, evliya, asfiya ve ebrardan her birisi kendi dönemlerinde dini yaşanır kılma adına bir kısım kapalı noktaları vuzuha kavuşturmuş, içtihat ve istinbatlarıyla İslam’ın her devirde terütaze yaşanabilirliğini ortaya koymuş, böylece üzerlerine düşen vazifeyi yerine getirmiş, sonra da onu arkadan gelen nesillere emanet etmişlerdir. Dün seleflerimizin omuzlarına konulan bu emanet bugünbizim omuzlarımızın üzerinde bulunuyor, yarın da sonraki nesillere aktarılacak. O halde bu emaneti deformasyon görmüş bir halde devretmek büyük bir vebaldir. Evet, biz bu emanete sahip çıkmaz, onu gereğince korumaz ve sağlam bir şekilde haleflerimize teslim etmezsek, bir taraftan bu emanete ihanet etmiş, diğer yandan da yarının insanlarına karşı büyük bir haksızlık yapmış oluruz.

İhmale uğradığından dolayı bilhassa günümüzde, imana ve Kur’an’a hizmet mevzuu daha bir önem kazanmıştır. Geçmiş dönemlerde, çok sıkıntılı şartlarda bile bu yüce mefkûre uğrunda insanlar hırz-ı can etmiş, yapmaları gerekli olan işleri arızasız kusursuz yerine getirmiş ve bu emaneti günümüze kadar taşıyıp bize ulaştırmışlardır. O halde bize düşen vazife de, bu hizmet-i imaniyeyi arıza ve kusura maruz bırakmaksızın geldiği şekliyle muhafaza etme, hız kesmeden devam etmesini sağlama ve onu ulaştırılması gerekli olan yerlere ulaştırmaktır. Yani biz ömrümüz olduğu sürece bu emanetin emanetçileri olarak, zerresini zayi etmeksizin, onu götürülmesi gerekli olan yere götürmekle mükellefiz. Eğer hakkıyla yerine getirilemediğinden dolayı bu hizmette kırılma, çatlama, duraklama ve hatta geriye gitme olursa, emanete hıyanet etmiş sayılırız ki, Cenâb-ı Hak bunun hesabını ahirette bize sorar. Bir misal olması açısından ifade edeyim: Bu yola baş koymuş bir insan, vazife yaptığı bir yerde on altı saat mesai yapmaksızın, gelip de işlerin aksadığını söyleyerek yardımcı talebinde bulunuyorsa, bu şahsa kendini tembelliğe salmış biri nazarıyla bakılabilir. Zira adanmış bir ruh on altı saat mesai yaptıktan sonra hâlâ yapılması gerekenler adına belli boşluklar hissediyorsa ancak o zaman işlerin üstesinden gelemediğini ifade ederek yeni bir yardımcı talebinde bulunabilir. Evet, nezd-i uluhiyette hainlik damgası yemekten ve emanete hıyanet etmekten endişe ediyorsak, meseleyi bu çerçevede ele almalı, sonra da “Allah’ım! Bir an önce emin insanları gönder de, üzerimizdeki bu emanetleri zayi etmeden onlara teslim edebilelim.” dua ve mülahazalarıyla Cenâb-ı Hakk’ın kudret ve rahmetine sığınmalıyız.

Emanetin zayi edilmesi bir nifak sıfatı

Rasûl-i Ekrem Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) bir hadis-i şeriflerinde:

أَرْبَعٌ مَنْ كُنَّ فِيهِ كَانَ مُنَافِقًا خَالِصًا وَمَنْ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْهُنَّ كَانَتْ فِيهِ خَصْلَةٌ مِنْ النِّفَاقِ حَتَّى يَدَعَهَا إِذَا اؤْتُمِنَ خَانَ وَإِذَا حَدَّثَ كَذَبَ وَإِذَا عَاهَدَ غَدَرَ وَإِذَا خَاصَمَ فَجَرَ

“Dört huy kimde bulunursa, o adam katıksız bir münafık olur. Hatta bunlardan biri dahi bulunsa, ondan vazgeçinceye kadar o kişi münafık özelliği taşıyor demektir. Kendisine bir şey emanet edilince hıyâneteder.. konuşunca yalan söyler.. verdiği sözde durmaz.. düşmanlık yapınca da sınır tanımaz.” (Buharî, İman 24; Müslim, İman 106) buyurmak suretiyle emanete sahip çıkmamayı bir nifak alameti olarak zikretmiştir. Siz bu hadis-i şerifte ifade edilen emaneti, yukarıda sayılan silsile içindeki bütün hususları kafanızda canlandırarak ele alabilirsiniz. Bu itibarla denilebilir ki, bütün bu emanetleri muhafaza mevzuunda tam bir hassasiyet göstermez ve bunun için gerekli tedbirleri almazsak sırtımızda bir nifak sıfatıyla hayatımızı sürdürmüş oluruz. Bu, aynı zamanda bir peygamber sıfatı olan emniyet vasfını da kaybetme demektir. Hâlbuki insanlar enbiya-i izamın sıfatlarıyla ittisaf etmeleri ölçüsünde bir değer ifade eder; bunları kaybetmeleri ölçüsünde de değerlerini yitirirler. Ayrıca son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, hukuk-u ammeye taalluk eden böyle bir meselede, aklına estiği gibi hareket eden insanlar, bu tavırlarıyla, hiç farkına varmaksızın gidip emanete ihanet gibi büyük bir vebalin altına girmiş olurlar. Bundan dolayı ihsan-ı ilahi olarak omuzlarımıza konulmuş bu emaneti zayi ederiz endişesiyle hepimiz tir tir titremeli ve ellerimizi açıp “Ya Rab! Emanete ihanet gibi bir sukuttan bizi muhafaza buyur ve bizi emanetini alacağın güne kadar emanette emin kıl” diye sürekli birbirimizi de mülahazaya alarak dua etmeliyiz.

Emniyet

İnsan bu dünyada emniyetle yaşamamalı. Hiçbir zaman kendine güvenip kendinden emin olmamalı. Kul dünyada hep havf ile yaşamalı. Akıbeti hususunda sürekli tir tir titremeli. Havf ve reca dengesinde bir ömür sürüp neticeyi Allah'a (cc) vermeli. "Ben kafirim, ben münafığım." demek caiz değildir; ancak İnsanın içinde hep bir endişe olmalı, "Bende münafıklık alâmeti var mı?!." diye... Bu endişeyi koca Hazreti Ömer bile taşıyor ki, biz neden taşımayalım! Hazreti Osman mezarlığa uğradığı zaman nefes alamayacak hale gelinceye kadar ağlardı. Namazını kıldığı zaman makbul olduğuna inanmalı; ancak, "Bunda bir eksiklik var mı, yüzüme çarpılır mı?" diye endişe etmeli.

İmam Gazzali dahil pek çok muhakkikîne göre, İnsan yaşarken hep havf yörüngeli olmalı; ölüm anında ise recâya yapışmalı. Yani, ötelere açılacağı o dakikalarda, Cenâbı Allah hakkında hüsnü zan etmeli, O'nun rahmetine sığınmalı ve reca duyguları içinde, "Artık yapabileceğim bir şey kalmadı. Şu an kendimi tamamen Senin rahmetine teslim ediyorum." demeli. İmam Şafii Hazretleri de vefat ederken şöyle diyordu: "Cealtürrecâ li avfike süllemâ Allah'ım! Recayı affına merdiven yaptım."

Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.