Cenâb-ı Hak Bir Âyetinde "Ben İstediğim Kulumu Hidayete Erdiririm" Diyor. Bu Durumda Cenâb-ı Hak Kulları Arasında Bir Ayrım Yapıyor mu?


Evvelâ, Allah bir ayrım yapsa, kimin hakkı var ki, O'na "Niçin ayrım yaptın?" desin. Allah, mülk sahibidir[1]. Hepimizi belli şeyler içinde evirip çeviriyor; ama, kimsenin, herhangi bir hak iddia etmeye de hakkı yoktur. "O Mülk Sahibi, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder." Hakikatinin sahibidir. Ayrıca, O'nunla alâkalı sual sorulurken, çok nezihane, edibane sormak lâzımdır. Allah, her şeyi kabza-i tasarrufunda tutan Mâlikü'l-Mülk'tür.[2] Kimsenin böyle, bu tarzda soru sormaya hakkı yoktur ve edebe münafidir.

Ancak şöyle denebilir: "Cenâb-ı Hak beni hidayete veya dalâlete atıyorsa sonra acaba beni hangi esas, hangi prensip ve hangi hikmete binaen muaheze edecektir? Zira, O, Hakîm-i Mutlak'tır. Acaba bu husustaki hikmeti nedir?"

Evet, Allah dilediğini hidayete, dilediğini de dalâlete götürür. Bu husus, Kur'ân-ı Kerim'in mükerrer yerlerinde hep böyle zikredilmiştir.[3] Meşîet-i ilâhiye esastır. Bu mevzuda dikkat edilmesi gerekli olan husus da şudur: Hidayet ve dalâlet Allah'ın yaratmasıyladır. Ama sebebiyet, kulun mübaşeretidir. Kulun mübaşereti o kadar zayıftır ki, âdeta hiç hesaba katılmamakta ve doğrudan doğruya bütün kâinatların yaratılması, kendisine ait olan Allah'ın (celle celâluhu) Zât'ı zikredilmektedir.

Bir misal ile meseleyi tavzih edelim: Meselâ bizler, yemek yeme, su içme ameliyesini yapıyoruz. Bu yeme ve içmenin neticesinde içimize giren çeşitli proteinler, vitaminler, demirler, bakırlar yerlerini alıyor ve bedende, kendilerine has fonksiyonları ifa ediyorlar. Bütün bu meseleler öyle hassas hesaplarla yapılıyor ki, insanın sadece lokmayı ağzına koyması bu işlerin halli için yetmiyor. Yettiği farz edilse bile, insanın ağzına lokmayı koyması için gerekli olan elindeki kuvvet, kafasındaki dirayet, ta baştan Allah tarafından verilmiş. İnsan lokmayı ağzına koyar-koymaz, Allah tükürük bezlerini harekete geçiriyor, ağzı sulandırıyor ve yemek daha ağızda ıslanırken, hemen beyne haber gidiyor; oradan da mideye şifreler çekiliyor ve ona "Dikkatli ol!" deniliyor. "Hangi çeşit usare ve asidi ifraz edeceksen et; çünkü şu cinsten, şu çeşit yemek geliyor." Derken, midedeki bütün fakülteler faaliyete geçiyor. Sadece buraya kadar olanları dahi, insan, kafasıyla düşünmeye kalkışsa, bunların pek azını bile yapamaz. Kaldı ki onun, bazen yanlışlıkla dilini çiğnediği de oluyor.

Mide kendine ait fonksiyonu ifa ediyor. Kendi eriteceği şeyleri, meselâ nişastalı, glikozlu şeyleri eritiyor. Ve iş bununla bitmiyor; bağırsağa giderken ona da bir şifre gönderiliyor:

"Şunlar geliyor." Yani sert ve ancak asitli şeylerle halledilebilir cinsten nesneler. İnsanın bundan sonraki safhada hiç dahli yoktur. Sonra selülozlu şeyler bağırsaklara giriyor, derken onlar faaliyete geçiyor. Bunların bir kısmı, meselâ elma kabuğu gibi şeylerse -insan vücudunda bu gibi enzimler olmadığından- erimiyor ve dışarıya atılıyorlar. Bütün bunların hepsi fevkalâde hassasiyet içinde ve haberli olarak cereyan ediyor. Evet, midede ne erir, ne erimez bunların hepsi de haberli oluyor. Sonra sıra karaciğere geliyor ve karaciğer de kendisine ait yüzlerce vazifeyi yapıyor...

Görüyoruz ki, bir lokma, insanın midesine girdikten sonra, onun vücuduna faydalı hâle gelinceye kadar, bin ameliye görüp-geçiriyor. Ve bu bin ameliyenin hiçbirinde insanın dahli olmuyor.

Şimdi, bu nankör insan kalkıp dese ki "Ben, lokmayı ağzıma koydum, vücuduma demiri, kömürü gönderdim, stok yaptırdım. Hangi hücrelerin nelere ihtiyacı varsa, onları onlara tevdi ettim. Vitamin isteyene vitamin, protein isteyene protein gönderdim. Hararetlerini de ayarlayıp hepsini faaliyete geçirdim." Allah'ın bu icraatına şerik olduğunu iddia etmiş olmaz mı?

Belki, bu mevzuda düşünülmesi ve söylenmesi gerekli olan şey şudur: "Bu esrarengiz mekanizma, gaybî bir el ile çalıştırılıyor. Ben lokmayı ağzıma koyunca, birdenbire esrarengiz şeyler olmaya başlıyor. Binaenaleyh, bu lokmanın halledilmesi mevzuunda benim bir dahlim yoktur. Bu işi yaratan Allah'tır (celle celâluhu). Hazım ve sonrasını yaratan da O'dur." Böyle demekle insana ait iş, Allah'a isnat edilmiş olmaz. Belki Allah'ın işi, Allah'a isnat edilmiş olur. İnsanın bu mevzuda o kadar cüz'î bir mübaşereti vardır ki, bunca işi kendisine isnat etmeye asla hakkı yoktur.

Gelelim hidayete. Hidayet, öyle mühim bir meseledir ki, insanın onu elde etmedeki iradesi, çok küçük bir izhâr-ı liyakattan ibarettir. Meselâ çok defa isterim ki, kalbî bir inşirah, bir inbisat içinde bütün hissiyatımla içimi cemaate dökeyim. Hâlbuki "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz"in[4] sahibi olduğundan, bütün içimi, hissiyatımı ifade edemiyorum; ancak alâkaderilimkân bir şeyler söyleyebiliyorum. İstiyorum ki, nâfizülkelim ve alabildiğine muhlis olarak, ahkâm-ı ilâhiyeyi, ahkâm-ı Kur'âniye'yi nakledeyim. Hâlbuki her şey bir noktada takılıp kalıyor. Ne kadar arzu ediyorum, namaza durduğum zaman kendimden geçeyim; vecd ve istiğraklarla kendimi unutayım, dünya ve mâfîhâdan bütün bütün sıyrılayım. Hâlbuki bu arzumun binde birine dahi muvaffak olamıyorum. Demek ki, elimde samimî isem sırf bir istek var. Geri kalanları tamamen Yaratan'a ait... Ey Rab, göz açıp-kapayıncaya kadar dahi olsa bizi bize bırakma!..[5]

Dikkat buyurulsun; iman zevki, iman aşkı, iman hazzı, Cennet iştiyakı ve Cenâb-ı Hak'tan gelen her şeyi almaya, kabul etmeye teşne olma keyfiyeti, bütün bunlar öyle ilâhî mevhibelerdir ki, bunları insanın sinesine ancak Allah yerleştirebilir. İnsan, sadece mübaşeret eder. Onun için Saduddin-i Teftâzânî bu mevzuda "İman, insanın cüz'î iradesini kullanması suretiyle, Allah'ın onun ruhunda yaktığı bir şem'adır." der. -Şem'ayı yakana ruhlar feda olsun!Böyle büyük bir neticede senin cüz'î iradeni kullanmaktan başka bir dahlin yoktur. Sanki düğmeye dokunuyorsun ve hayatın tenvir ediliyor. Binler avizenin, bir tek düğmeye dokunmakla etrafı aydınlatması gibi, iman tarafına, cüz'î iradenin o kadarcık yönelişi, hidayet nurunun yakılmasına vesile oluyor.

Evet, bu meseleyi de ağızdaki lokma gibi anlama mecburiyetindeyiz. "Allah dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz."[6] "Allah dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola iletir."[7] fehvasınca kimse, O'nun dilediğinden başkasını dileyemez... O'nun saptırdıklarını hidayete erdiremez, O'nun hidayete erdirdiklerini de saptıramaz.

Netice olarak işin çoğu O'na aittir. Bize ait olan o kadar cüz'î, o kadar küçüktür ki, bunları görmezlikten gelerek, olan şeylerin bütününe sahip çıkmamız, Allah'a karşı suiedeb ve cüretkârlıktan başka bir şey değildir.

Alâ kaderilimkân: İmkân nispetinde, mümkün olduğu kadar.
Mâfîhâ: İçindekiler.
İfraz: Salgılama.
İstiğrak: Basiret ve şuurun, yaşanan hâlin duygu ve hülyalarının baskısı altında kalıp, kendinden geçmesi.
Meşîet-i ilâhiye: Cenâb-ı Hakk'ın dilemesi.
Mübaşeret: Bir işe başlama, girişme.
Nâfizül-kelim: Sözü tesirli.
Vecd: Coşku (ilâhî aşkın insan benliğini bütünüyle sarması).

[1] Bkz.: Fâtır sûresi, 35/13; Zümer sûresi, 39/6; Şûrâ sûresi, 42/39; Zuhruf sûresi, 43/51; Mülk sûresi, 67/1.
[2] Âl-i İmrân sûresi, 3/26. Arıca bkz.: Mâide sûresi, 5/1; İbrahim sûresi, 14/27; Burûc sûresi, 85/16.
[3] Bkz.: A'râf sûresi, 7/186; Kehf sûresi, 17/17; Zümer sûresi, 39/37.
[5] İnsan sûresi, 76/30.
[5] Bkz.: Tirmizî, daavât 99.
[6] İnsân sûresi, 76/30.
[7] Müddessir sûresi, 74/31.

14 Ekim 1977, İzmir Bornova Merkez Camii