Canlı Kalmanın Yolları

Canlı Kalmanın Yolları

Soru: Hakka hizmet yolunda ilk günkü aşk, şevk ve canlılığımızı koruyabilme adına neler yapabiliriz?

Cevap: Her şey, ilk ortaya atıldığında, yeni ve ter ü taze olması itibariyle insan ruhunda bir heyecan meydana getirir. Fakat bu heyecan, daha ziyade hislerden kaynaklanmaktadır. Böylesi yeni şeyler, insanın his dünyasına gelip çarpar ve onda yeni bir canlılık meydana getirir. Daha sonra bu meselenin daha akıllıca, daha sistematik ve daha makul esaslara dayandırılması gerekir ki uzun ömürlü olsun.

Evet, her yeni şey insanda bir şevk ve zevk hâsıl eder; bu sayede kişi bir zevk-i ruhanî içine girer. Ashab-ı kiramın büyüklüğünün arkasında da bu hakikat vardır. Onlar, zulmetten, küfürden, dalâletten ve karanlıklardan tamamen sıyrılarak Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ittiba ve iktida etmişlerdi. Efendimiz’in nübüvvet atmosferi içinde çok taze, çok yeni şeyler duyup zevkediyordu. Her gün, âdeta semada hazırlanmış, meleğin eliyle yeryüzüne inen yeni bir sofra ile semavileşiyorlardı. Bu durum, onları eski hayatlarından öyle uzaklaştırmıştı ki, sabah-akşam en doğruyu söyleyenin sofrasına oturup kalkıyor ve her gün gelen o taze taze sofralarla, dünyadan ve mâsivâdan fersah fersah uzak bir atmosfere yükseliyorlardı. Bu onlarda yeni ve taze bir ruh hâleti hâsıl ediyordu ki, bu bizim namazlarımızda, dualarımızda ve başımızı yere koyup secde ettiğimiz anlarda bile çok nadir duyabildiğimiz ölçüdeydi. Bu ruh hâletini bir örnekle arz etmek istiyorum.

Bazen öyle bir hâl olur ki, o hâle mazhar olduğumuz zaman kendimizi Cenâb-ı Hakk’a çok yakın hissederiz. O anda bütün dünya bize verilse, elimizin tersiyle rahatlıkla itebiliriz. Hatta o lâhzada bize, “Buyurun, Cennet’e girin!” dense, Yunus Emre gibi, “Cennet başkalarının olsun. Bize Seni gerek Seni!” deriz. Ama o, bir anlık durumdur. Bu ânı, hayatın âşirelerine, sâniyelerine, sâliselerine yerleştirme önemlidir. Zannediyorum sahabenin hayatı hep böyleydi. Onlar, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vesile olması sayesinde semadan inen turfanda Cennet nimetleriyle sürekli tazelenip durmuş, Müslümanlık adına his ve heyecanlarını hep canlı tutabilmişlerdi.

Namaz, insanların ancak zamanla alışkanlık kazanacağı bir ibadettir. İnsanlar günde beş defa abdest alır, Huzur-u Kibriyâ’ya yönelir, düşünceleri ve kalbleriyle o işin içinde olmaya çalışırlar. Belki bazen sadece hisleriyle, hatta bazen sadece şeklî olarak namaz kılarlar. Diğer ibadetlerde de aynı durum geçerlidir. Kâbe’yi tavaf ederler; bu esnada, tâ Sidre-i Müntehâ’ya kadar bu mekânın meleklerin metâfı olduğunu, Cibril’in (aleyhisselâm) dahi orada pervane döndüğünü, geçmişte binlerce peygamberin o metâfta dolaştığını düşünemeyebilirler. Unuturlar da bu dönüşleri sadece bir şekilden ibaret kalır. Orada Allah’ı (celle celâluhu) unutup nefsaniyetlerini yaşayabilir; insanlığın çok aşağı derekelerine sukût edebilir, hatta kötü düşüncelere bile girebilirler. Bütün bunlar şekilcilikten ve ülfetten, meselenin artık sıradanlaşarak eski his ve heyecanı uyarmamasından kaynaklanır.

Evet, ülfet, insana zamanla çok şey kaybettirir. İbn Mesud’un (radıyallâhu anh) daha o devirde şöyle dediğini nakletmiştik: “Allah, İslamiyeti gönderdi. Az bir zaman geçmişti ki Hadîd sûresindeki şu âyet tüylerimizi ürpertir mahiyette nâzil oldu: ‘İman edenlerin kalblerinin Cenâb-ı Hakk’ı ve O’nun tarafından inen hakikatleri hatırlayarak yumuşayıp saygı ile dirilme vakti gelmedi mi? Sakın onlar daha önce kitap verilen ümmetler gibi olmasınlar. Zira kitabı tanımalarının üzerinden kendilerince uzun zaman geçmesi sebebiyle, onlarda ülfet meydana gelmişti.’[1][2]

Bu âyet bir anlamda şu mânâya geliyordu: Sizden önce kendilerine kitap verdiğimiz Yahudi ve Hıristiyanlar gibi olmayın. Onlar, kitapları nazil olup da aradan bir süre geçtikten sonra, din ve dine ait meselelere karşı ülfet duymaya başladılar. Derken kalbleri kasvet bağladı ve Allah’tan (celle celâluhu) gelen tecellîlerden artık etkilenmez hâle gelip âdeta taş kesildiler. Sakın siz de onlar gibi olmayın!

Sirâceddin Ali İbn Osman el-Ûşî, meşhur Bed’ü’l-Emâlî metninde, mü’minler ahirette Allah’ın cemal-i bâkemalini gördüklerinde bu müşâhedenin onlara bütün Cennet nimetlerini unutturacağını söyler. Asrın insanının beyanı içinde, Allah’ı görmenin hasıl edeceği manevi hazza Cennet’in binlerce senelik lezzeti mukabil gelemeyecektir. Evet, insanlar o an cennet nimetlerini unutacaklar ve “Bin sene Cennet’te yaşayacağımıza bir an Rabbimizi müşâhede etsek!” diyeceklerdir. Çünkü bütün hazların, zevklerin, lezzetlerin, güzelliklerin ve nimetlerin kaynağı O’nun müşâhede ve maiyyetidir.

Hadislerin ifadesine göre Allah Cennet’ten görülecektir.[3] Cennet öyle bir yerdir ki, insanlar oraya girdikleri zaman mazhariyetlerini Allah’ı (celle celâluhu) müşâhede ile taçlandıracaklardır. İnsan, aynı insandır ve kalbi yine mahbit-i ilham-ı ilâhîdir ve o, melekleşmeye namzet bir varlıktır. Fakat Cennet öyle bir ufuk, öyle bir kutup noktadır ki, insan oraya yükseldiği zaman, Rabbini görebilme noktasına da yükselmiş olacaktır. İnsan, Allah katında belli konum elde ettiği zaman, o konuma gelen iltifat ve lütuflara da mazhar olur. Cenab-ı Hak, insana belli bir yer vermiştir. O, bu yerini muhafaza ettiği sürece ilâhi lütuflara mazhar olur; yerini kaybettiğinde ise onları kaçırır. Meselâ, Rabbim, “Bütün hassasiyet ve kemal-i dikkatinizle, nazarlarınızı kapıma dikecek ve her şeyi sadece benden bekleyeceksiniz.” dese, kula düşen bunu yapmaktır. Büyük bir mürşid, “Beni bir kedi irşad etti.” der ve şöyle devam eder: “Bir kedi, farenin çıkacağı deliğe gözünü dikmiş ve saatlerce gözünü oradan ayırmamıştı. Neden sonra fare delikten çıktı ve kedi de onu yakaladı. Bunun üzerine kendi kendime dönüp dedim ki: Rabbin tecellîlerinin, senin iç âlemini ne zaman yıkayacağı belli değil. Gözünü bir lahza bile O’nun kapısından ayırmadan âdeta bir örümcek sabrı içinde, ağını kurup sabırla ve bin sancı ile hep beklemede kal/kalmalısın da...”

Evet, gözünü bir lahza başka tarafa kaydırsan ve tam o esnada tecellîgâh-ı ilâhînin mekânı olan kalbine Allah tarafından tecellî dalgaları gelse, kalbinin çevresini taşlar gibi katı bulur, sen de o dalgalanmadan haberdar olamazsın. Bu sebeple daima uyanık bir şekilde yerini koruma mecburiyetindesin.

Yukarıda verdiğimiz âyetin devamında ise şöyle buyrulmaktadır: “ …Neticede kalbleri katılaşmıştı. Hatta onların çoğu büsbütün fâsık (yoldan çıkmış)lardır.”[4] Burada dikkatlerinizi âyet-i kerimede geçen “fâsık” kelimesine çekmek istiyorum. Arapça fâsık, sözlük anlamıyla, bulunduğu yeri terk edip dışarı çıkan demektir. Bu mânâda Peygamberimiz, yuvalarından çıkıp insanlara zarar veren fare ve akrep gibi hayvanları “fâsık” olarak isimlendirmiştir.[5] Bunlar yuvasından başını dışarıya çıkarırsa, kendisini tehlikeye atar. Bir koyun sürüden ayrılırsa onu kurt kapar. Bu mânâda o koyun, kendisini tehlikenin kucağına attığı için fâsık olur. Mü’min de Din-i Mübin-i İslâm’ın daire ve çerçevesinden başını dışarıya çıkardığı zaman, yani Hakk’ın rahmetiyle rezonans olacağı yerden kaydığı zaman, kendisini şeytanın kucağına atmış olur. Yerini değiştirmeyen, dişini sıkan ve direnen, gayet ısrarla ve inatla duran kimse, Hak’tan gelen tecellîlere mazhar olur. Onun için İbn Mesud (radıyallâhu anh) bu âyetin kendilerini sarstığını ve “Kendinize gelin!” mesajı ifade ettiğini söylemek istemiştir.

Bu durum, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabı için dahi belli bir seviyede bahis mevzuu olunca, bizler için evleviyetle söz konusudur. Bu açıdan da çok hassas ve dikkatli olmamız gerekiyor. Aksi takdirde Müslüman olarak yaşarız da, hadisin tehdidi altında –hafizanallah– kâfir olarak ölme durumuna düşebiliriz.[6] Rabbim bizi ve bu daire-i kudsiye-i Muhammediye içinde bulunan herkesi muhafaza buyursun!

Bediüzzaman’ın ifadeleri içerisinde, “Her bir günah içinde küfre gidecek bir yol vardır.”[7] İnsan, küfre doğru yol aldığını sezemez; sezemez de günahlar yavaş yavaş kalbini öldürür. Evvelâ kişinin aşk ve heyecanı ölür. Geceleri namaza kalkmakta zorlanır. Tabi bu arada neler kaybettiğinin farkında da olamaz. Oysaki çoktan gözyaşlarına hasret hâle gelmiş, günahlar karşısında kalbinde duyması gereken burkuntu çoktan kaybolmuştur. Fakat o bunun farkında değildir. Yanıbaşında küfür adına icra edilen şeylerden dolayı içinde bir burkuntu hissetmez. Allah’a küfredildiği, Peygamber inkâr edildiği, Kur’an dinlenmez olup ahlâk-ı İslâmiye yerle bir edildiği hâlde o, olup biten bu şeylerden zerre kadar müteessir olmaz. Çünkü o artık, kalbinde Rabbiyle olan irtibatını kaybetmiştir.

Hakiki bir mü’min ise, arz ettiğim meselelerden herhangi biri karşısında, kalbi atom zerratı gibi parçalanacak hâle gelir ve ızdırap duyar. Bir mü’min, sokakta Din-i Mübin-i İslâm’ın esaslarına muhalif bir tavır gördüğü zaman, o gün gelir evine kapanır ve hıçkıra hıçkıra ağlar. İhtimal, akşam yemeği yemez, ızdıraptan iştahı kaçar. Böyle bir dertlinin yanına sokulup da, “Sen hayatında izdivaç yapmayı düşünmedin mi?” dediklerinde, “Ümmet-i Muhammed’in derdinden fırsat bulamıyorum ki onu düşüneyim.” der.

İşte dertli insan budur. Alev alev yanan ümmet-i Muhammed’in o tüyler ürpertici korkunç durumu ve vaziyeti en hayatî, en ciddi bir meseleyi dahi insana düşündürmeyecek kadar ciddidir onun nazarında. Ve şayet bir mü’min bunlardan müteessir değilse, Allah ile münasebetinin ne ölçüde olduğunu düşünüp ürpermelidir.

Bu durum, kendisini rahat-rehâvete salan birçok kimse için mukadder bir keyfiyettir. Peki, bu hâli ve bu kötü keyfiyeti nasıl izale eder, kendimizi nasıl yenileyebiliriz? Ashap efendilerimiz ülfete girdiklerinde, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) müracaat ederlerdi. O, her durumda kendisine başvurdukları adeta bir sığınak idi. Başı ağrıyan O’na giderdi; içi sızlayan O’na müracaat ederdi. Meselâ bir gün âmâ biri Allah Resûlü’ne gelip O’ndan gözlerinin açılması için Allah’a dua etmesini istedi. Bunun üzerine Efendimiz adama -gördüğü bir hikmete binaen- sabretmesini tavsiye etti. Adam isteğinde ısrar edince de ona, abdest alıp iki rekât namaz kıldıktan sonra şöyle dua etmesini buyurdu:

اللَّهُمَّ إِنِّي أَسْأَلُكَ وَأَتَوَجَّهُ إِلَيْكَ بِنَبِيِّكَ مُحَمَّدٍ نَبِيِّ الرَّحْمَةِ، يَا مُحَمَّدُ إِنِّي تَوَجَّهْتُ بِكَ إِلَى رَبِّي فِي حَاجَتِي هَذِهِ لِتُقْضَى لِيَ، اللَّهُمَّ فَشَفِّعْهُ فِيَّ

Bu duanın (açıklamalı) mânâsı şöyledir: Allahım! Senden istiyorum ve Sana, rahmet peygamberi olan Habib-i Edib’ini, Hz. Muhammed Aleyhissalâtü vesselâm’ı şefaatçi yaparak teveccüh ediyorum. Biz, Senin Rahmaniyet ve Rahimiyetini O’nda tanıdık. Senin Rahmaniyet ve Rahimiyetin O’nunla temsil edildi. O’nu görmeseydik Bismillahirrahmanirrahim’deki er-Rahman ve er-Rahim’i bilemeyecektik. O’nun talimi olmasaydı, yeryüzünde nasıl bir rahmaniyet ve rahimiyet sofrası kurulduğuna muttali olamayacaktık. “er-Rahmanü’r-Rahim” diyecek fakat bunu kat’iyen anlayamayacaktık. Bize ve bütün insanlığaوَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ [8] unvanıyla takdim buyurduğun Habib-i Edib’in, hakikat adına her şeyi bize takdim etti ve gözümüzü açtı. İşte bu Rahmet Peygamberi ile Sana teveccüh ediyorum. Ey Muhammed! Seni vasıta yaparak, yani arkanda durup, “Ben O’nun ümmetiyim. O’na ittiba ve iktida ettim.” diyerek Rabbime teveccüh ediyorum. Yâ Rabbi! Şu Sultan’ın kalkan elleriyle ellerimi kaldırarak; O, Senin Dergâh-ı Nezd-i Ehadiyetinde kıvrım kıvrım kıvranırken, ben de ayaklarının dibinde iki büklüm olarak, O’nu Senin Nezd-i Ehadiyetinde şefaatçi yaparak, O’nun yüzü suyu hürmetine istiyorum, benim şu ihtiyacımı yerine getir.[9]

Sahabe-i kiram, iki rekât namaz kıldıktan sonra bu duayı yapan o âmâ zatın gözlerinin açıldığını ifade etmişlerdir.[10]

Onlar öyleydi. Allah Resûlü ile aynı zaman ve mekân dilimi içinde bulunmayan bizlere gelince; biz, evvelâ Hakikat-i Muhammediye’den (aleyhissalâtü vesselâm) mübarek huzuru itibariyle mahrum bulunuyoruz. İşte sahabenin büyüklüğünü ortaya koyan hususlardan biri de buydu. Onlar, Allah Resûlü’nü her gün görüyor ve O’nunla beraber oturuyorlardı. Binaenaleyh, bu mevzuda bize, daha sıkı ve daha ciddi durmamız gerekir. Bizim de müracaat edeceğimiz şeyler olacaktır. Meselâ yerinde derin, güzel bir arkadaşımız kendimizi yenilememize vesile olacaktır. Bu itibarla herkes kendisine, gönlü itibariyle çok derin bir arkadaş edinmelidir. O arkadaş, yanına gittiği, onunla oturup konuştuğu zaman Allah’ı hatırlatmalıdır. Zaten ehl-i hakikatin dilinde mü’min odur ki, onun davranışlarına baktığınız zaman Allah’ı hatırlarsınız. Herkes evvelâ böyle bir arkadaş seçmeli, böyle emin bir arkadaşa çocuğunu, kardeşini, yakınını teslim etmelidir. Bu insan, büyük bir nispette Müslümanlık adına, onun aşkını ve şevkini korumasına yardımcı olacaktır.

İkinci husus şudur: Bir iki asır var ki insanımız, Kur’an’da bize emredilen tefekkürden uzak kalmış, âyât-ı tekviniyeyi tefekkür edememiş, Allah’ın kâinat kitabında bize anlatmak istediği hakikatlere karşı gözü ve kulağı kapalı kalmıştır. Kur’an-ı Kerim bu hususa şu âyetiyle dikkatleri çeker: “Dünyada haksız yere büyüklük taslayanları, âyetlerimi gereği gibi anlamaktan uzaklaştırırım. O kibirlenenler her türlü mucizeyi görseler bile yine de onlara iman etmezler. Doğru yolu görseler o yolu tutmazlar. Ama dalâlet yolunu görseler o yola girerler. Böyledir, çünkü onlar âyetlerimizi yalan saymayı âdet hâline getirmiş ve onlardan gafil olagelmişlerdir.”[11] Mü’min, âyât-ı tekviniye dediğimiz, Allah’ın (celle celâluhu) gökte ve yerde kudret ve iradesiyle yazdığı âyetleri mütalâa etmeli, Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu, her an hâzır ve nâzır bulunduğunu düşünüp kendisini yenilemelidir.

Yıllar var, insanımız maalesef bunlardan hep uzak kaldı. Her Ramazan Kur’an okunur ama kimse Kur’an’daki bu hakikatlere bakmayı bir türlü düşünmez. Mü’minler kendilerini yenileyip, yeniden Kur’an’a eğilmelidirler. Böylece, Kur’an’ın solukları içinde hem kendi mahiyetlerinde (enfüsî) hem de kâinatta (âfâkî) Allah’ın kudret ve iradesiyle yazdığı şeyleri tetkik edip derin bir tefekkürle kendilerine bir yenilik kazandırabilirler. Bunun sonucunda ise hizmet adına heyecan ve şevkleri tazelenir ve sönüklükten, ölgünlükten kurtulurlar.

Peki, bunu nasıl yapacağız? Bunu yapmak için elimizdeki kitaplara müracaat edeceğiz. O kitapların bize kazandıracağı bakış açısıyla kâinata ve kendimize yeniden bakacağız. Rabbimizin kudret elinin her şeyde işlediğini görecek, mânen sanki o eli öpüyor gibi olacak, yeniden hayat kazanacak ve canlanacağız. Bu da canlılığımızı koruma adına ayrı bir husustur.

Üçüncü bir husus ise şudur: Cenâb-ı Hak, hizmetin zevkini, lezzetini ve şevkini hizmetin içine koymuştur. Hizmet eden kimseler hep zevk ve şevk içinde olurlar. Bir gün tembellik gösterip hizmetten uzaklaşan bir kimse, kendi adına bir kısır döngünün teşekkülüne sebebiyet vermiş olur. Yani bir gün ara verse şevki söner. Şevkinin sönmesiyle ikinci gün de ara verir. Bu iki gün onda dört günlük mesafe meydana getirir ve böylece o –eğer Allah’ın inayetiyle bu fasit zinciri kırmazsa– baş aşağı gitme yoluna girmiş olur.

Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, amelin zevkini amelin içine koymuştur. İşleyen insan, işlediği şeylerden zevk ve lezzet alır. Karda kışta bata-çıka köyleri dolaşan, insanımıza hak ve hakikat adına bir şeyler anlatmayı hedefleyen bir kimse, öyle bir zevk alır ki, yolda kollarınızı gerip önüne çıksanız ve ona deseniz ki, “Şurada sıcak bir yer var. Seni oraya alacak ve baklava ikram edeceğiz.” O, “Şu anda yolumu kesmeyin. İliklerime kadar öyle bir zevk duyuyorum ki, bana bin baklava ikram etseniz, yine de bunun yerini tutmaz.” diyecektir. Hatta o esnada Cennet’in kapıları açılsa yine tenezzül edip oradan içeriye girmeyecektir. Çünkü o, Rabbimizi anlatmaya gitmektedir ve bu itibarla hiçbir cazibe ve güzellik onun önünü alamayacaktır.

Öyleyse bu kudsî daire içinde hiçkimse vazifesiz, boş ve âtıl bırakılmamalıdır. İnsan öyle mübarek bir ağaçtır ki, meyve vermediği zaman hemen kurur. Ağaçlar kuru olmadığı zaman meyve verir. İnsan, başkalarına ruhunun ilhamlarını götürmediği, insanları irşad etme heyecanını kaybettiği zaman kurur. Binaenaleyh insanın bu yönünü canlı tutma mecburiyetindeyiz. Mesela, yeni gelmiş bir arkadaşı, mahir birinin yanında görevlendirip hemen bir vazifeye göndermek gerekir. Halktan bir arkadaşımızın evini açıp orayı bir sohbet müessesesi hâline getirmek lâzımdır ki arkadaşlarımız solmasınlar.

Diğer bir tabirle ifade edecek olursak: İnsan bir ağaçtır. Aşılandığı zaman makbul bir şekil ve keyfiyet alır. O, her baharda budanır, sık sık ızdıraplara maruz kalıp cenderelerden geçer ve başının üzerinde değirmen taşları dönüyor gibi yaşarsa nasıl ciddi bir davanın içinde bulunduğunu anlar. Hele Kur’an’ı da takip edebiliyorsa, adım adım Nebiler Nebisi’nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) yolunda olduğunu hatırlar ve asla ülfet ve ünsiyetin öldürücü kucağına düşüp erimez.

Son bir hususu daha arz edip sözlerimi noktalayayım. Her mü’minin işin içinde olması, kendi canlılığı adına bir şart, bir rükün olduğu gibi, mümkünse kendi evini de bu işte istihdam etmelidir. O evde dertler paylaşılmalı, kitaplar okunmalı, tefekkür edilmeli ve bu şekilde ev sakinlerine sürekli bir yenilik kazandırılmalıdır.


[1] Hadîd sûresi, 57/16.

[2] Müslim, tefsîr 24; en-Nesâî, es-Sünenü’l-kübrâ 6/481.

[3] Bkz. Buhârî, mevâkîtü’s-salât 16, tefsîru sûre (50); Müslim, mesâcid 211.

[4] Hadîd sûresi, 57/16.

[5] Buhârî, bed’ü’l-halk 16; Müslim, hac 67-70.

[6] Tirmizî, fiten 26; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 3/19.

[7] Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, İkinci Lem’a.

[8] Enbiyâ sûresi, 21/107.

[9] Tirmizî, daavât 119; Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/138.

[10] Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 4/138.

[11] A’râf sûresi, 7/146.