İslâm’ın Ruhu

Soru: ‘İslâm’ın ruhu’ ifadesi ne anlama gelmektedir?

Cevap: En küçük canlılardan en mükemmel canlı olan insana kadar her şeyin bir ruhu vardır. Beşerî sistemlerin bir ruhu olduğu gibi İslâm’ın da bir ruhu vardır. Kâinatta, mahlukat türleri üzerinde cereyan eden kanunlar, mahiyet itibariyle bir yönüyle ruha benzerler. Tohumlardaki gelişme, sistemler arasındaki itme-çekme gibi kanunlar, eğer haricî bir vücuda sahip olsalardı, üzerinde hükümlerini icra ettikleri türlerin adeta ruhu olurlardı. Bizim ruhumuza gelince o, zîşuur bir kanun-i emrîdir. كُنْ  “Ol!”[1] emrinden gelir, وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي “Ona ruhumdan nefhettim.”[2] sözünün mâsadakı olarak bir nefha-i ilâhiyedir.

İslâm’ın da bir ruhu vardır. O, bir mânâda, İslâm’da akideden amele, amelden muamelâta, usûlden fürûa kadar bütün parçalar arasındaki derinlik, ledünnîlik, şuur ve âhenktir. İslâm’ın ruhu, en büyük usûl olan “Lâ ilâhe illallah” hakikatinden, füruâtın en küçük meselesine -meselâ yatarken elini başının altına koyup sağ tarafı üzerine yatmak ve,

[3]...اَللّٰهُمَّ أَسْلَمْتُ نَفْسِي إِلَيْكَ وَوَجَّهْتُ وَجْهِي إِلَيْكَ وَفَوَّضْتُ أَمْرِي إِلَيْكَ وَأَلْجَأْتُ ظَهْرِي إِلَيْكَ رَغْبَةً وَرَهْبَةً إِلَيْكَ، لاَ مَلْجَأَ وَلاَ مَنْجَا مِنْكَ إِلاَّ إِلَيْكَ

şeklindeki duayı okumaya- kadar mevcut olan bir umumiliğin unvanıdır. Bu, tıpkı bir ağaçta, çekirdeğinden meyvesine kadar, göz tırmalamayan, şiirimsi bir âhengin bulunması gibi bir şeydir. Evet, İslâm’ın ruhu, usûl-fürû bütün emirlerde o ağaçtaki âhenge benzer şekilde kendisini gösterir.

İslâm, herhangi bir beşerî sistem gibi sığ ve sathî değildir. Bundan dolayı onu Hazreti Muhammed’e (aleyhissalâtü vesselâm) mâl etmek dahi bir mânâda uygun değildir. Binaenaleyh müsteşriklerin anlayışı içinde Hazreti Musa’nın (aleyhisselâm) bugünkü ümmetine “Musevî”, Hazreti Mesih’in (aleyhisselâm) dağılmış ve özünü yitirmiş ümmeti olan Hıristiyanlara “İsevî” dediğimiz gibi, Hazreti Muhammed’in Müslüman ümmetine “Muhammedî” demeyiz. Bazen bu tabiri kullanıyoruz ama bu, hususi bir mânâdadır ve bundan mecaz kastediyoruz. Bundan, Allah’tan Resûl-i Ekrem’e akseden, bir ahlâk hâlinde tecessüm etmiş وَاِنَّكَ لَعَلٰى خُلُقٍ عَظ۪يمٍ “Sen bir yüce ahlâk üzere ahlâk âbidesisin.”[4] iltifatının tam bir mâkesi olan o âbide şahsiyet Hazreti Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) ledünniyâtıyla anlatmaya çalışıyoruz. Bu mânâda İslâm’ın ruhu, sağlam bir tevhid akidesi, inanılması gereken şeylere inanma ve Allah’ın bizden yapmamızı istediği şeyleri, O’nu görüyor gibi yapmaktır ki, bu sonuncusuna “ihsan” diyoruz. İhsan, hadisin ifadesiyle, اَلْإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ “Allah’a, sanki O’nu görüyor gibi ibadet etmektir. Her ne kadar biz O’nu göremesek bile O bizi görüyor.”[5] sırrına mâkes olmak veya o sırrı temsil etmektir.

Bir insanın topyekûn bir hayatı, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) benzeme ve O’na uyma düşüncesiyle yaşaması, dolayısıyla bütün muamelâtını ibadet hâline getirmesi de İslâm’ın ruhunu kavramış olmanın ifadesidir. Bir insan tıpkı Allah Resûlü gibi yemeye, içmeye, yatmaya... hâsılı hayatını O’na göre dizayn etmeye çalışırsa beşerî âdetleri dahi ibadet hâline gelir, hayatı baştan başa ibadet olur ki, biz buna İslâm’ın ruhuna göre yaşama diyoruz.

Umumiyet itibariyle kelâmcıların, İslâm’ın ruhu sözünden anladıkları mânâ, daire-i ulûhiyet, rubûbiyet ve ubûdiyette tevhid akidesidir. Cenâb-ı Hak, Zât’ında birdir; eşi, menendi, şeriki, zıddı ve niddi yoktur. İhlâs sûresi bu durumu ifade ediyor: قُلْ هُوَ اللهُ اَحَدٌۚ ﴿﴾ اَللهُ الصَّمَدُۚ ﴿﴾ لَمْ يَلِدْ وَلَمْ يُولَدْۙ ﴿﴾ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ كُفُواً اَحَدٌ ﴿﴾ “De ki: O, Allah’tır, gerçek ilâhtır ve birdir. Allah Samed (Tam, eksiği olmayan, her şey Kendisine muhtaç olduğu hâlde, Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan)’dır. Ne doğurdu ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu.”[6] Allah, tevhid-i ulûhiyeti ifade eden bu âyetler ile anlatılan bir Zât-ı Ecell-i A’lâ’dır. Biz O’nu, Kendi ifadeleriyle tanıyoruz.

Allah’ın (celle celâluhu), ulûhiyet dairesinde eşi ve benzeri olmadığı gibi rubûbiyet dairesinde de eşi, menendi, ortağı yoktur. Bazen bir sultanın da misli, ortağı olmuyor gibi görünebilir. Fakat saltanatının ihtişamına rağmen bir kısım vezirleri, şerikleri vardır; onlar mâbeyn dairesinde onun tasarrufuna müdahale ederler. Mesela, riyaset-i cumhuriyede kalem-i mahsus müdürü, başbakanlıkta da bakanlar vardır. Bunların hepsi teker teker kendilerine ait vazifeleri yaparlar. Binaenaleyh tasarruf dairesi içindeki zat reis-i cumhur, başbakan gibi bir kişi olsa da tasarruf adına onun bir kısım vezirleri vardır. Allah’ın (celle celâluhu) Zât’ında, mâbudiyetinde şerik muhal olduğu gibi tasarruflarında da ortağı yoktur. Âyet bu durumu, لَوْ كَانَ ف۪يهِمَٓا اٰلِهَةٌ اِلَّا اللهُ لَفَسَدَتَاۚ “Şayet gökte ve yerde Allah’tan başka tanrılar bulunsaydı oraların nizamı bozulurdu.”[7] diyerek burhan-ı temânu ile ispat etmektedir. Bütün fiiller Allah’a aittir. O eker, yetiştirir, büyütür, biçer, yedirir.. hâsılı O, rubûbiyetinde de tektir. Nitekim âyette, وَاللهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ “Sizi de, yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır.”[8] buyuruluyor. Konuştuğumuz zaman konuşmamızı yaratan Allah (celle celâluhu) olduğu gibi yazdığımızda da yazmamızı yaratan Allah’tır. Bizde, boyutlarını bilemediğimiz, niyet mahiyetinde “irade” denilen bir şey vardır. “İrade” bizdendir ama her dairede fiil ve tasarrufu Allah’a vermek tevhid-i rubûbiyetinin gereğidir.

Hem zâtında hem de icraatında bir olan Hazreti Allah’a (celle celâluhu), sadece O’na kullukta bulunmaya da tevhid-i ubûdiyet diyoruz. Mülk ve mülkte tasarruf kendisine ait olan daire-i rubûbiyet karşısında bize düşen şey de işte bu kulluktur. Bu konuda en mükemmel kulluğu Hazreti Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) sergilemiştir. Bizim yapmamız gereken O’nun kulluk performansını ortaya koymaktır.

İşte İslâm’ın ruhu budur ve bu çok geniş ve kapsamlı bir konudur. Bu mevzuda yazılmış pek çok eser vardır ve bu eserlerde değişik izahlar görmek mümkündür.


[1]   Bkz. Bakara sûresi, 2/117; Âl-i İmrân sûresi, 3/47, 59; En’âm sûresi, 6/73; Nahl sûresi, 16/40; Meryem sûresi, 19/35; Yâsîn sûresi, 36/82; Mü’min sûresi, 40/68.

[2]  Hicr sûresi, 15/29; Sâd sûresi, 38/72.

[3]    “Allah’ım! Hem ümit ederek hem de korkarak kendimi Sana teslim ettim, yüzümü Sana çevirdim, işimi Sana ısmarladım, sırtımı Sana dayadım. Sana karşı yine Senden başka sığınak, Senden başka dayanak yoktur…” (Buhârî, daavât 6, tevhîd 34; Müslim, zikir 56).

[4]  Kalem sûresi, 68/4.

[5]  Buhârî, îmân 37, tefsîru sûre (31) 2; Müslim, îmân 5, 7.

[6]  İhlâs sûresi, 112/1-4.

[7]  Enbiyâ sûresi, 21/22.

[8]  Sâffât sûresi, 37/96.