Dünyada Huzurun Bendi Yıkıldı
Bugün bütün bir millet olarak hemen hepimiz sürekli telaş ve endişe ile oturup kalkıyor; hafakandan hafakana sürükleniyor; teşebbüslerimizde panikler yaşıyor ve iki adım ötede bilmem ne tür ürperten sürprizlerle karşılaşacağımız korkusuyla tir tir titriyoruz. Hiçbir düşünce üretemiyoruz; gelecek adına ciddî hiçbir plânımız yok. Yürüdüğümüz yollarda uyur-gezerler gibi tuhaf bir hâlimiz var. Karşımıza çıkan beklenmedik hâdiselerle alâkalı tavırlarımız birer kaba tepkiden ibaret. Başlangıcı yıllar ve yıllar öncesine dayanan millet düşmanlarının o korkunç tahrip stratejilerine mukabil, yaptığımız veya yapıyor göründüğümüz işler ise, ayakta kalabilme mücadelesi türünden şeyler. Bari, böyle bir mücadeleyi kendi kurallarına göre gerçekleştirebilseydik; ben söylemesem bile, ihtimal gelecek nesiller ona da "Ne gezer!" deyip geçecekler.
Düşünün ki milletimizi bir ömür boyu meşgul edecek işlerin kararları çok defa başkalarınca alınıyor. Tamamen bizim dışımızda alınmış bu kararları delebilme veya startı başkalarınca verilmiş hareketlerden nasıl yararlanırız ya da onların aleyhimizde olmamasını nasıl sağlayabiliriz heyecanıyla hâlden hâle giriyor, sürekli tabyadan tabyaya koşuyor; bugün yaptıklarımızı ertesi gün bozuyor ve ardı-arkası kesilmeyen yaz-bozlarla ömür tüketiyoruz.. ve tabiî, gözleri üzerimizde saf yığınlara da sürekli şaşkınlık yaşatıyoruz. Biz, mütemadiyen güven kaybediyoruz, onlar da irtifa. Arz câzibesinin kat katı bir cehalet, muhakemesizlik ve gaflet çekimiyle hep tepetaklak gibiyiz. Başı tutanların çoğu vurdumduymaz; başsız kitleler bilmem hangi dönemde yitirdikleri başlarının peşinde, salim düşünceler baskı ve saygısızlık bombardımanı altında; vazifesi toplumu eğitmek, aydınlatmak ve onu yüksek insanî hedeflere yönlendirmek olan -büyük çoğunluğu itibarıyla- basın-yayın müesseseleri (medya), reyting hatırına tam bir ibahiyecilik içinde; her şeye açık, sürekli kapkaranlık şeylerle homurdanıyor; homurdanıyor ve âlemin iffet, namus ve onuruyla oynuyor; her gün yeni yeni teşe'üm yaygaraları yapıyor; bâtılı tasvir ve teşhirle saf duygu, saf düşüncelerde bohemlik arzularını şahlandırıyor. Hele, bunlar arasında fitne ve fesada programlanmış gibi sürekli levsiyat neşreden öyleleri var ki, çok seyredilebilme veya okunabilme adına ar-namus, şeref-haysiyet dümdüz gidiyor ve insanı insanlığından utandıracak şeyler yapıyor.
Toplum her gün, kıyamet alâmetleri gölgesinde sabahlıyor, akşamlıyor ve âdeta bir sûr sesi bekleme heyecanı içinde.. huzur ve sükûnumuz bütün bütün hayal oldu.. bugüne kadar en birinci tahassungâhımız olan millî ruh ve millî düşüncemiz yamuk-yumuk.. ümitlerimiz şimdiye kadar hiçbir dönemde olmadığı ölçüde delik-deşik.. iradelerimizde üst üste kırılmalar; azimlerimiz de bütün bütün meflûç.. ve toplumca sürekli hafakan solukluyoruz. Özümüzden o kadar uzaklaştık ki, ihtimal bir köşe başında kendi ruhumuzla karşılaşsak onu bile tanımayacak gibiyiz.
Tarihin hiçbir döneminde kendi değerlerimize karşı bu kadar yabancılaşmadık. Hiçbir zaman ruhumuzu bu ölçüde aç-susuz ve havasız bırakmamıştık. Şimdilerde, değişik telden her yanda bir hayli patırtı-kütürtü var; ama bunlar arasında duyamıyoruz bizi biz yapan ruhumuzun sesini; ne olduğumuzu, nerede durduğumuzu, neye namzet bulunduğumuzu göremeyecek kadar hayret, dehşet daha doğrusu şaşkınlık içindeyiz. Zannediyorum, kendi inanç ve düşünce kurnalarımız altında zihin ve ruh kirlerinden arınacağımız âna kadar da bu öldürücü kaostan kurtulmamız mümkün olmayacak...
Her yanda kulaklarımızı sağır edercesine tiz perdeden yabancı gürültüler; yabancılaşmaya imrendiren şov türü hâdiseler; gelip gelip sinelerimize oturan ve çaresizliklerimize dayanarak köpürüp ruhlarımızda âh u vâha dönüşen çeşit çeşit fezâyi ve fecâyi karşısında üst üste sarsıntılar yaşıyor, acılarla kıvranıyor, bir şeyler yapamama ruh hâleti ile sürekli yutkunup duruyor ve her gün biraz daha ruhumuzun aşındığını hissediyoruz.
Gerçi yer yer bir kısım ümit edalı sesler duyduğumuz ve istikbal vaad eden gelişmeler müşâhede ettiğimiz de olmuyor değil, ama, olabildiğine zayıf, fevkalâde cılız ve mevcudiyeti uzun bir geleceğe emanet bu seslerin ezanlaşması ve bu oluşumların kendi iç dünyamızla bir inkişaf sürecine girmesi için, hizmete adanmış çok sağlam yürekli babayiğitlere, kararlı yüksek iradelere, çatlayıncaya kadar koşmadan dûr olmayan küheylân edalı zinde ruhlara ve aktif sabırlı basiret insanlarına ihtiyaç var. Bence işte bütün bu evsafı haiz gönül erleri sayesinde ancak, yıllardan beri içimize sine sine duygularımızı, düşüncelerimizi kirleten ve bizi biz olmaktan çıkaran o meş'um olumsuzluklardan sıyrılıp, milletçe İslâm'la ruhlarımızın bir derinliği hâline gelmiş bulunan kendi tabiatımızı, kendi seciyemizi, kendi safvetimizi yeniden elde etmemiz mümkün olabilecektir.
Toplum olarak bir zamanlar biz, dünyanın en saf, en duru, en temiz ve en centilmen milletlerinden biriydik; hatta bazı dönemler itibarıyla en birincisiydik. Toplumun hemen her kesiminde, temeli imana dayalı, devamı Hakk'a adanmışlığa bağlı ciddî bir hakikat aşkı, bir araştırma sevdası, bir ilim iştiyakı, bir adalet ahlâkı, bir şefkat ve merhamet hissi soluklanırdı. Fert ve cemiyet hemen her zaman, tefekkür ve tedebbürle oturur kalkar; herkesi ve her şeyi şefkatle kucaklar ve Hakk'a halife olmanın gereği, yeryüzündeki muvazene ile alâkalı kendini bir numaralı sorumlu kabul ederdi. Yerinde âdeta yağmurlar gibi, hiçbir yeri tefrik etmeden her yana sağanak sağanak boşalır; yerinde ırmaklar gibi çağlar ve hayat olur akar; gün gelir deryalar gibi köpürür her tarafa mehâfet ve mehâbet salar; bir an da olurdu ki, güller ve çiçekler gibi bin bir renk ve râyiha ile tüllenir, görüp temâşâ edenlere âdeta iç içe şölenler yaşatırdı.. evet, onun her zaman ayrı tat, ayrı şive, ayrı lezzette daima değişip yenileşen, yenileşirken de özünün bütün hususiyetlerini koruyan ve bütün vicdanlarda semavîlik hissi uyaran bir letafet ve bir zarafeti vardı. Dünyanın dört bir yanında yaşanan hercümerç, şurada-burada yükselen bir kısım hoyrat gürültüler, onun ikliminden yükselen huzur ve itminan-ı dâim ile ritim değiştirir, hız keser ve âdeta bizim ses ve soluklarımız arasında kaybolur giderdi. Evet, hayatın her zaman bir mûsıkî gibi duyulduğu bu dünyada, kulakları tırmalayan en sevimsiz şerâreler bile duyulmaz olur ve derecesine göre her yanı âdeta cebrî bir sükut, semavî bir itminan ve engin bir huzur havası kaplardı; kaplardı da bu tali'li ülkenin insanları çok defa, bir iki adım hayallerinin gerisine çekilerek derin bir uhrevî sükûna dalar, imanlarının, ümitlerinin o masmavi ikliminde geçmiş-gelecek bütün zamanları birden yaşar ve kendi kendilerine gıpta ederek çevrelerine tebessümler yağdırırlardı.
Yer yer muhalif esen rüzgârlarla bu gümüşten atmosferin delindiği, bu masmavi tabiatın renk attığı, çevrenin şöyle-böyle sarardığı da olurdu, ama, umumî havanın her zaman semavîliğe açık olması sayesinde, en şiddetli rüzgârlar bile hemen meltemlere dönüşür, renkler bahara boyanır ve her şey yeniden bir ledünnîliğe bürünürdü. Evet, bu dünyada, ne mütemâdî gaflet ve ondan kaynaklanan laubalîlik ne de sürekli sızı ve çığlık duyulurdu. Dış saiklere bağlı ara sıra huzur ve sükûnumuzu yırtıp geçen bir kısım münasebetsiz hâdiseler cereyan etse de, devam etmez; başladığı gibi biter ve neticede gelir her şey bir kere daha yerli yerine otururdu; oturur ve millî, içtimaî atmosferimiz yeniden o esâtîrî hâlini alır, cennetlere ve cennetliklere açık sihirli bir uhrevî renge bürünürdü. Öyle ki, henüz göremediğimiz bütün gaybî âlemler, müşâhede ettiğimiz varlık ve hâdiselerin önüne çıkıyor gibi olur ve ruhlarımıza ne bilinmedik şeyler fısıldardı. Derken, zamanla bu büyülü vâridât iç dünyamızın bir derinliği hâline gelir ve bizi kendi şivesiyle konuşturmaya başlardı. Bu derûnî hisler, tekerrür ettikçe zamanla ruhlarımıza, karakterlerimize uygun yeni bir bakış ufku kazandırır ve bize ruhanîliğin kapılarını aralardı. Öyle ki bazen bulunduğumuz mekânı semaların arz üzerine sarkmış bir yanı, kendimizi de o sihirli dünyanın sakinleri sanırdık.
Bu iç içe zenginliklerimizin, ruh ve gönüllerden taşıp duran mevhibe hazinelerimizin sırlı anahtarı imanımız ve onun her zaman canlı kalabilmesinin sırrı da amel-i salih ve ihlâsımızdı. İnanan hemen herkes, gönlünde bu lâhûtî vâridâtın estirdiği inşirahı duyar ve göklerdekilerle aynı mehâbet televvünlü haz ve lezzeti yaşardı.
İman, Kur'ân ve İslâm'ın bu ölçüde duyulup yaşanmasından hâsıl olan bir aydınlık tufanı, hemen her zaman bütün bu muhalif rüzgârların gücünü kıran bir büyü ile dalgalanır; mânevî bir menşurdan başlarımıza boşalan ilâhî bir ziya gibi her yanımızı sarar ve bütün ruh sistemimizin bakış, duyuş, seziş ve değerlendirmelerine tesir ederdi. Ruhun katmanlarına açık durabildiğimiz bu kabîl durumlarda, bir meşher gibi temâşâ ettiğimiz dünyayı, bir kitap gibi okuduğumuz kâinat ve hâdiseleri, aynı mazhariyetlerle serfiraz bütün insanları ve emrimize musahhar kılınmış bütün canlı-cansız varlıkları birer dostumuz, birer yol arkadaşımız gibi duyar ve bütün bunlardan içimize akan derin bir lezzetle kendimizi cennetlerin koridorlarında sanırdık.
Bu mazhariyetlerle, içimiz her türlü gıll u gıştan azade yürüdüğümüz yolda, beklenmedik bir anda etrafımızı bir kısım gulyabanîler sardı. Bunlar kalblerimize kezzap içirip ufuklarımıza sis püskürttüler; gözlerimize mil vurup, bizi temâşâ ettiğimiz meşher ve okuduğumuz kitaptan ettiler. Güneşimizi çaldı, mehtabımızın çehresini kararttı, yıldızlarımızın bağını kopararak hepsini boşluğa saldı ve her şeyin simasına zift saçıp aydınlık dünyamızı kapkaranlık hâle getirdiler.
Bu dönemde, nefsimiz ruhun tahtına oturtuldu.. kalbimiz şeytana ipotek edildi.. Hudâ'nın yerinde hevâ âbideleri dikildi.. ar-namus ayaklar altında kaldı.. hayâ, ismet iffetsizliğe yenik düştü.. saygısızlık en mergub metâ hâline geldi.. her yan levsiyat ve çirkinlik panayırına dönüştü.. edep, nezahet eskilerin bir kısım değersiz metrûkâtı gibi gösterilmeye çalışıldı.. vefa, sadakat, hamiyet önce ruhlara unutturuldu; sonra da sözlüklerden silindi...
Hâsılı, bütün o eski bağlar-bahçeler bozuldu.. güller-çiçekler yasa düştü.. her taraf yeniden çölleşmeye başladı.. sümbüller yerinde dikenler boy atıp gelişti.. bülbüller sustu, saksağanlara gün doğdu.. yılan-çıyan serbest dolaşımın bütün avantajlarından istifade ederken, güvercinlere kafes yolu göründü.
İşte her şeyin dibe vurduğu bu dönemde idi ki, hamiyetli bir kısım sineler hafakanla atmaya duruyor; müteheyyiç fıtratlar daha bir heyecanla oturup-kalkmaya başlıyor; ızdırap insanlarının ızdırapları bir kere daha çatlama kertesine ulaşıyor; ulaşıyor da, bu hâl hemen herkeste kendi olmaya doğru bir seyahat arzusu uyarıyordu. Bu da bir-iki asırdan beri devam eden boşluk ve bu boşluktaki tökezlemelerin sona ermesi emareleri demekti.
Şimdilerde, pek çok ruhta heyecan ve gönüllerde arayış; her vadide bir sürü düşünen dimağ ve düşünen dimağlarda beyin fırtınası.. her tarafta âdeta bir vilâdet şöleni yaşanıyordu. Ve artık o korkunç sukut ve asırlarca süren ürpertici sükuttan sonra, milletçe bizim de dünyaya bir şeyler söylememiz zamanı gelmiş olmalıydı; zira söyleyecek çok şeyimiz vardı ve tam söyleme mevsimiydi.
Evet, arkada bıraktığımız şu birkaç asırlık düşüş, hamiyetli ruhlarda öyle bir aşk u şevk uyarmıştı ki, hâlihazırdaki durumumuz bundan kat kat kötü olsaydı dahi, zannediyorum doğrulup kendimize gelmemize yetecek dersi almıştık ve bu aynı zamanda bizim için iyi bir muharrik de sayılırdı. Sanki yıllar ve yıllar süren bir durgunluk ve yorgunluk dönemi yerini hareket aşkına bırakıyor ve bugüne kadar devam edegelen değişik dalga boyundaki olumsuz tecellîler, ardı arkası kesilmeyen handikaplar âdeta kendimizi yeniden keşfetmemiz için bizi biliyor gibiydi. Öyle ki artık bugünden daha çok, uzak-yakın yarınlardan söz ediyor ve geleceğin hülyalarıyla yaşıyorduk. Bugüne kadar bazılarının hep olmayı tahayyül edip de olamadıkları şeyler, bize sadık birer şafak emaresi rengiyle olabilirliğin mesajlarını veriyor ve bizi yeni bir sabaha uyarıyordu. Belki henüz güneş doğmamıştı ama, ufukların fecir mırıldandığı da açıktı. Dünü kaybetmiştik; önümüzde yarın vardı. Şimdi tam bir metafizik gerilimle "gelecek" deyip zamanın döl yatağındaki yeni armağanını beklemeliydik. Bence dünü değerlendirmesini bilemeyenler, şayet fevt ettikleri şeylerin ızdırabıyla kendilerine gelebilmiş ve yarınlara hazırlanmış iseler, çok fazla şey kaybetmiş sayılmazlar. Durup bekleyeceğiz; bakalım gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar!
Yağmur, Ocak-Mart 2003, Sayı 18
- tarihinde hazırlandı.