Takdim

Böyle derin ve buudları geniş, söz hünerlerinin elmas ve altın yaldızlar gibi parladığı, gözleri kamaştıran, kalbi ebed ufuklarında mest eden bir esere takdim yazmak, benim nâçiz kalemime düşmemeliydi. Ne beyan kabiliyetim ne de edebî ufkum böyle bir yazıyı yazmaya müstait değildir; fakat böyle güzide bir kitaba nakise getirecek sözlerimin yanında içtenliğimi affıma vesile yapmak isterim. Benim için bu paye bir lütuftur...

Elinizdeki bu kitap, bir defa okunup geçilecek bir eser değil; satır satır incelenecek, kelime kelime tetkik edilecek kadar değerli. İlhamları mayalayacak ve ruhu sonsuzluğa kanatlandıracak kadar ile'l-merkez çekim gücüne sahip. Güzellikler ülkesinden deste deste güller derleyip getiren, söz denizlerinde ufkumuzu genişleten ve içimizde, kâinat kitabını yeniden okuma şevki tutuşturan bu eserin sayfaları arasında gezerken kendimi cennet bahçesinde dolaşıyor gibi hissettim...

İlk cümleden son cümleye kadar birbirine bağlı, altın, elmas, zebercet, yakut taşlarından örülmüş bir kolye gibi... Bu edebî mücevherler, bir an önce dizildiği aşk ve sevda zinciriyle birlikte bütün zarafeti ve ışıltısıyla, asrın boynuna geçirilmeli, insanlara bilhassa edebiyat severlere hediye edilmelidir... Zira hem üslûp hem de muhteva itibarıyla bu kitaptaki yazılar, bir taraftan kalemlere ilham şuleleri sunar, gönüllere yazma aşkı, okuma sevdası aşılarken bir taraftan da anlatımda rota, beyanda pusula, duygu ve düşünceleri ifade etmede yol gösterici bir rehber mahiyeti taşıyor.

Neden mi? Zira uzun süredir Anadolu sathında dil bir kaos yaşıyor. Anlatım, ifade tarzı rotasız gemiler gibi bir o yana bir bu yana gidiyor. Velhasıl beyan ufkumuz karanlık ve kesif bir atmosferle sarılı... Bilhassa eli kalem tutanlar neyi, nasıl anlatacakları hususunda bir sönmez ışık arıyorlar. Beyanın böyle nereye gideceğini, neyi nasıl anlatacağını, hangi hedefe yürüyeceğini şaşırdığı bir dönemde bir deniz feneri gibi ufkumuzda beliren bu kitabın değerini, fikir ve düşünce işçileri, beyan gemisinin tayfaları daha iyi bilirler.

Bu da nazardan ırak tutulmamalıdır..

"Kudret kaleminin ucundan yokluğa akan mürekkebin ilk damlası beyan, Yaratıcıyla-yaratılan arasındaki sırlı münasebeti keşfedip ortaya koyan da yine beyandır." diye sözüne başlayan müellif, varlığın ilk çekirdek döneminden, kıyamete kadarki serüveninde beyanın önemini kelime ve cümlelerle panorama şeklinde gözlerimiz önünde tablolaştırmış.

Bu konuda şu söz ne kadar manidar ve ufuk açıcıdır bir bakın:

"Biz hepimiz birer lisan, bu lisanların var oluş gayeleri de beyandır. En büyük gerçek olan hakkı itiraf edip bu konuda varlığı bir senfoni gibi seslendiren, seslendirip eşyanın yüzündeki perdeyi aralayan ve ona kendini ifade etme imkânını veren beyan.. düşünce hazinelerinin kapılarındaki kilitleri çözen anahtar beyan, geniş bir merkezî hareketin, çevreyi harekete geçirmesinin düğmesi beyan, halife unvanıyla varlığa müdahale etme mevkiine yükseltilmiş insanoğlunun tahtı beyan, kalemi beyan, kılıcı beyan ve saltanatının temel kaideleri de beyandır. Beyanın bayrağının dalgalandığı yerlerde en güçlü ordular bozguna uğrar ve dağılır; onun gürlediği meydanlarda top güllelerinin sesi arı vızıltısına dönüşür. Beyan sancağının çekildiği burçların arkasında sadece onun davulunun, kösünün sesi duyulur; onun mehterinin gürlediği bucaklarda sultanların yürekleri ağızlarına gelir, İskenderlerin, Napolyonların çaresiz kalıp geriye döndükleri nice aşılmaz surlar vardır ki, Beyan Sultanı'nın beyan kılıcıyla paramparça edilmiş ve beyanın inkıyat, itaat meşk eden kalemine selâm durulmuştur."

Evet bebeklik dönemi. Hem kâinatın hem bizim... İlk duyduğumuz ninni veya ilâhi. Ve yıllar sonra ölüm... Ya da varlığın ilk duyduğu ses, 'Kün' ile gözlerini açışı... Çağlar sonra kıyamet... Bakınız bu var oluş ve yıkılışı beyan ile nasıl irtibatlandırmış muhterem müellif:

"Biz hepimiz dünyaya gözümüzü beyanla açtık, beyan ninnileriyle büyüdük, bir noktaya yöneldikse beyanın sihriyle yöneldik. Bundan sonra da yaşarsak, yine beyanla soluklanarak yaşayacak, ölürsek bilgi ve beyan mahrumiyetinin kuraklığında can vereceğiz."

Beyan, derken yazar bir taraftan teoriği tarif ediyor; bir taraftan da pratiğin en güzide misallerini sunuyor, en güzide neşidelerini terennüm ediyor. Ruh-efza nağmelerini kulağımıza fısıldıyor. İşte şu cümleler buna ne güzel örnektir:

"Beyanın yankılandığı yamaçlarda binlerce kumru murâkabeye dalar, yeni gülşenlerin hülyalarıyla yaşar.. beyan mızrabı bilgi telleri üzerine kalkıp indikçe eşya semâa kalkar, hâdiseler ilâhî bir raksın "hayhuy"uyla inler.. beyanın aks-i sadâsıyla inleyen çöllerde bir değil, binlerce mecnun dolaşır.. onun nağmelerinin duyulduğu koylarda bülbüller dillerini tutar, yuvalarına çekilir.. onun haykırışlarının ulaştığı vahşi ormanlarda tilkiler hileye "elveda" eder, aslanlar kuyruklarını kısar, inlerine sığınırlar."

Ardından çocukluk döneminden bir misalle bizlere 'Bu işin ilk mayası o dönemde atılır.' der gibi şu altın cümleleri sunuyor: "Bazen insan, güçlü bir beyan esintisi karşısında, âdeta balonlara binmiş, uçurtmaların dolaştığı noktalarda dolaşıyor gibi, kendini bulunduğu atmosferin sonsuza açık iklimlerinde uçuşan kuşlar kadar hür ve rahat hisseder."

Sonra bu gönül yolculuğumuzda sıra "Edebiyatın Gücü" yazısına geliyor. Onun kapısını çalıyor ve içine giriyoruz. Bizi tebessüm eden çiçekler karşılıyor, cümle kapısından, revaktan geçiyor, çiçeklerin arasından reftare yürürken şu iç açıcı gül demetine takılıp kalıyoruz, onu koklamadan edemiyoruz: "Nazım ve nesir yoluyla hâle ve duruma göre söylenen ya da yazılan zarif, ölçülü, âhenkli, dil kurallarına uygun sözler veya bu çerçevedeki sözlerden bahseden ilim diyebileceğimiz edebiyat; aslında terbiye, nezaket, zarafet ve haddeden geçme, kıvama erme mânâlarına hamledeceğimiz "edeb" kökünden gelmektedir. Ama, daha çok da, insanın hayat tarzı, yaşama üslûbu, sîretiyle alâkalı ve onun kalbî, ruhî hayatının inkişaf ettirilmesine vesile bir amel diye yorumlanagelmiştir. Bu mânâdaki edebin tahlil edileceği yerse, ya ahlâk kitapları ya da tasavvuf risaleleridir. Örfî mânâdaki edebiyatın, bu anlamdaki edeble doğrudan doğruya değil de, dolayısıyla bir münasebeti vardır."

Bugünün edebiyatına vurulan neşteri de görmenizde yarar var:

"Edebî olarak ele alınıp işlenen konunun bir din, bir düşünce, bir felsefe ya da bir doktrin olması fark etmez; edebiyat, insanlığın tarih boyu elde ettiği bilgi birikimini nesilden nesile aktarabilmenin, dünü bütün derinlik ve zenginlikleriyle şimdilerde de duyup hissedebilmenin, mazi ve hâli realitenin iki buudu, geleceği de onun izafî derinliği şeklinde zevk edebilmenin en önemli yollarındandır."

Ardından yazma ve söz söyleme adına nasıl bir rota çiziyor bakınız:

"Edebiyat, sadece insanlar arasında yazı yazma ve söz söyleme sanatlarıyla laf ebeliği yapmak, beğenilen sözler üretmek mesleği değildir; o, belâgat ve fesahat buudlarıyla, söz söyleme sanatını sevimli hâle getirerek, gündelik dili en temiz, en nezih, en sevimli ve kalıcı malzemeyle beslemenin, süslemenin, zenginleştirmenin suyu-havası, incisi-mercanı ve kullandıkça, harcadıkça çoğalan hazinesidir."

Peşi sıra ham ve olgunlaşmamış sözlerin olgunluk ufkuna ermeden beyan dalında tebessüm edemeyeceğini şöyle özetliyor müellif:

"Evet bir edebiyatçı, her yerde gündelik duygularla kendini ifade eden sokaktaki adamdan çok farklı düşünür, farklı değerlendirir, farklı yorumlarda bulunur ve her zaman seviye peşinde koşup, gelecek nesillere, severek tevârüs edip saygı duyacakları bir miras bırakmaya çalışır. İşte bu yönüyle de o, her zaman bir üstad, diğerleri birer çırak; o bir mimar, ötekiler de birer işçidir."

Ya dil... En büyük derdimiz dil ve anlatım. Düşündüğümüzü, hissettiğimizi doğru ve güzel bir şekilde sunma eksikliği... Bu nasıl düzelecek, eksiklik nasıl tamamlanacak, bu gedik nasıl tamir edilecek? İşte söz ustası, bir milletin bütün vâridâtının taşıyıcısı olan dilin önemine işaret ediyor ve 'dil'i, geçmişi geleceğe taşıyacak biricik köprü olarak tarif ediyor. İfade evimize saray olma ufkunu, tefekkürümüze köşk olma payesini sunuyor... Şu sözlerden bu gayret ve ceht ne güzel anlaşılıyor değil mi:

"Dil, bir konuşma ve düşünme vasıtası olmanın yanında, geçmişteki zenginlikleri günümüze, bugünkü birikim ve yeni terkiplerimizi geleceğe intikal ettirmede de önemli bir köprü vazifesi görmektedir. Bir millet, atalarından tevârüs ettiği ve şimdilerde de yeni terkip, yeni biçim, yeni şekillere sokarak değerlendirdiği topyekün zihnî, fikrî, ilmî müktesebat ve zenginliklerini, ancak bütün bunları kucaklayabilecek güçlü bir dille ebedîleştirebilir. Zira bir millet, ne ölçüde zengin ve renkli bir dille konuşabiliyorsa, o ölçüde düşünüyor; ne seviyede düşünüyorsa, o çerçevede de konuşabiliyor demektir."

Kısırlaşan dilin bu handikabı nasıl aşacağı ve bu engeli aşmada bu işin ehline ne kadar büyük görev düştüğü her türlü izahtan varestedir. Müellif bu konuda bizlere şu önemli öğüdü veriyor:

"Eğer bugün kendimizi ifadede sadece çevremizden duyup öğrendiklerimizle ya da mevcut lügatlerdeki sözcüklerle yetinecek olursak, okullar, sanayî müesseseleri, ticaret fuarları, teknoloji hangarları... gibi modern hayatın zarurî gördüğü pek çok alanda sessiz sessiz oturup etrafımızı dinleme mecburiyetinde kalırız ki, bu da, içinde bulunduğumuz çağın temel esasları kabul edilen bir kısım dinamiklere karşı alâkasızlık ve dolayısıyla da muasır milletler karşısında elenip gitme demektir."

Dilin ve düşüncenin kökümüze bağlılıkla düzeleceğini, özümüzle irtibatımız nispetinde güçleneceğini beyan eden müellif, şu ufuk açıcı söz ile dil ve düşüncede hâlimizi tekrar gözden geçirmemizi salık veriyor:

"Kendi dillerinin köklerine bağlı olmanın yanında, ona bu seviyede genişlik ve esneklik kazandıran milletler, her zaman en sesli, en konuşkan ve düşünce bakımından da en dinamik toplumlar olagelmişlerdir."

Canlı kalmak ve hayat solumak... Ayakta kalmak ve mefkuremizi cihanşümul bir atlasta nakış nakış dokumak, sınırsız bir ufukta tayf tayf yayabilmek... İşte bir fert için, bir millet için en önemli konu bu. Bu konu yüreğimizdeki eser verme ve güzel konuşup güzel yazma ve insanlığa tatlı ve efsunkâr söz ve beyan meyvelerini takdim etme hissimizi kamçılıyor ve ruhumuzu bilinmez bir yönden gelen şevk ateşiyle harekete geçiriyor..

Müellif bu hissimize tercüman olur mahiyette "Yaşamak için yenilenmek, meyve verebilmek için de her zaman canlı kalmak" şartını bir daha bize fısıldayıp nazarlarımızı 'Güzel ve Güzellik' ufkuna çeviriyor. "Güzel ve Güzellik" yazısında da yine dil ve anlatım oturmuş tahta. Yine onun terennümü, ışıklı, güzel yüzü tebessüm ediyor.

"Bazen güzel bir şiir, zengin bir nesir, ince bir motif, lâtif bir tezhip, gürül gürül bir kahramanlık destanı, iyi dramatize edilmiş bir hikâye, beşerî heyecanlarımızı haykıran bir mûsıkî nağmesi bizi o kadar coşturur ve heyecanlandırır ki, görüp duyduğumuz ses hevenkleri ve değişik objeler tıpkı bir meltem gibi dört bir yandan ruhumuzu sarar, bizi büyüler, güzelliklerin sihirli âlemine çeker ve bize ötelerden güftesiz-bestesiz ne nağmeler, ne nağmeler duyurur."

Güzel ve güzellik, edebiyatın en birinci vesilesi. Anlatımda kalemi şahlandıran, duyguları coşturan, ümidi kamçılayan bu sihirli ufuk ve rengârenk iklim ve büyülü atmosfer değil midir? Yazar, bu ufka bakın ne tatlı, ılımlı, meltem gibi yumuşak cümlelerle çekiyor bizi:

"Bütün güzelliklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalmaları, zevk ve lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin, nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr ellerin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki revnakın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar, tebeî bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler, kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna yükselirler."

Güzel, güzeldir de ya gölgesi... Gölgeyi silmek, onu görmezlikten gelmek, aslı için de bir bakıma kadir bilmezlik sayılmaz mı? Güzelin gölgesi de güzel. Ne müthiş bir buluş ve ifade ediş tarzı bu... "Asıl-gölge, esas-tâbî fark edilebildikten sonra, küll hâlinde veya parça parça varlığa karşı hissettiğimiz alâka da mahzursuz sayılır. Bu açıdan da, hem gölgeye hem de tâbî olana güzel nazarıyla bakabiliriz. Zira, güzellere tâbî olanlar da güzeldir ve her güzellik, onu duyan âşıkları, sevgiliye ulaşma arzusuyla coşturan bir nâme, bir mesaj, bir fısıltı, bir sinyal ve bir çağrıdır."

"Bütün güzellikler, bizi bizden alıp aşkınlığa yükseltmek, maddenin dar mahbesinden kurtararak, kaynağın enginliğine ulaştırmak için vardır."

Tabiatta her nokta bir çiçek, bunun yanında gönlün her noktası da petektir..

Düşünce arı gibi o nektar ve tiryakları alır ve gönül peteğine doldurur.

Bu aşkın gönüllerde, çevreye bakmasını bilen yüreklerde böyledir. Varlığı çakırkeyf seyreden ve ondaki incelikleri, esrarlı çizgileri göremeyen, özüne nüfuz edemeyen kişiler için her şey boş ve her varlık ufuksuz bir yolun derbeder yolcusudur. Biz, bu sözden, sazdan, içli ve özlü niyazdan; Hak ve hakikat için yükselen güzide avazdan anlamayan kişileri bir kenara bırakıyor ve tabiat konçertosundaki mûsıkînin derinlemesine sırrını anlayıp keşfeden gözü ve kulağı olan, kalbi ve ruhu hüşyar yüce insanların ve onların terennümlerine dönüyoruz..

"Evet o, doğan Ay'dan, batan Güneş'ten, göz kırpan yıldızlardan, rengârenk tabiat meşherlerinden, esen yelden, yağan kardan, başımızdan aşağı dökülen yağmurdan ve melekler gibi süzülüp göklere yürüyen buhardan aldığı mesajlarla, hemen her adımda, vuslat koyuna gireceği heyecanını duyar; duyar ve göz-gönül birliğine ulaşmış bir sevdalının duygularıyla, 'Her yerden herkes, Senin güzelliğini temâşâ için koşup geliyorlar ve o eşsiz Cemalinle naz naz üstüne cilvelerle salınıyorlar. Aşağıdan, yukarıdan her varlık, dellâllar gibi âvâz âvâz Seni haykırıyor ve Senin nakış nakış güzelliklerinin akisleri olarak keyiflenip oynuyorlar.' (Bediüzzaman) der."

Güzellik edebiyatı şahlandıran güç. Bir bakıma edebiyatın ruhuna ateş salan kuvvet ve kudreti özünde taşır. Fakat edebiyatın engin ufuklara kanatlanması için sadece güzellik yeterli midir? Elbette yeterli değildir... İşte müellif bu atlama tahtasından ruhu nasıl sıçratıyor bakın. O deryaya dalmanın, derinlere inmenin ve nice ümit ve sevda incisi toplamanın, nice sevgi mercanı elde etmenin tek yolu bu kutsî sıçrayış ve o ufka kanatlanma. O denizde yol almayı, o yıldızlı mehtapta kanat çırpmayı da ancak özünde güzele yürüme azmi ve gayreti olan, güzele ermek için kıvılcımları göklere yükselen aşk ateşini kalbinde tutuşturan kişiler başaracaktır.

Bu konuda şu tarif nasıl sırlı, iç içe sema yivleriyle dokunmuş bir bakın:

 "Gerçek aşk, fitili sonsuzun çerağından tutuşturulmuş, arzı da semayı da, doğuyu da batıyı da aşkın, zaman-mekân üstü, lâhûtî öyle bir ışık veya kordur ki, tecellîsi nur, içi buğu buğu huzur ve çevresi de, sevgili kokusuyla buhur buhurdur."

"Aşk, mekânda mekânsızlığın, zamanda zamansızlığın en doğru şahididir. O, gökler ötesinden insanın kalbine salınmış ateşten bir zincir, bu zincirle bend olmuş kimseler de, aşkın azat kabul etmez bendeleridir."

İşte böyle sürüp gidiyor serüven... Söz serüveni, beyan güzelliği, aşk ve ümit yolculuğu... İşte böyle sürüyor ve ruhlarımızı gaşy ediyor.

"Dar Bir Açıdan Şiir" deyip sürüp gidiyor

"Dar Bir Çerçevede Kadın" deyip devam ediyor...

"Kalb ve Ruh Ufku" diyor ve kıvrım kıvrım ebedî izleri takip ederek ufuklar aşıyor..

"Tarihî Tekerrürler Devr-i Dâimi Aralığına Bağlı Bir Uzun Temenni" diyor ve bizi cedlerimizin ferasetli çehreleriyle, aydınlık nasiyeleriyle, ümit ve aşk oyalı endamlarıyla ve insanı huzur ve saadet iklimine çeken meltemden yumuşak soluklarıyla tanıştırıyor...

Sonra, "Mübarek Bir Coğrafyanın Gurbet Yılları" ile gurbeti iliklerimize kadar yaşatıyor ve bu gurbetten sılaya göçte ve gerçek dost ve dostlar ile buluşmada bize gerekli kural ve kaideleri sunuyor, bir bir öğütlüyor.. "Bence Tam Ağlama Mevsimi"nde ise gözyaşı mevsimini hatırlatıyor ve mânevi buharlar gibi göklere yükselen his ve duygularımızın çiy noktasına gelip nasıl yere yağmur gibi döküleceğini fısıldıyor. Ağlamanın rüknünü ve içli beste gibi yürekten olması gerektiğini salık veriyor.

"Dünyada Huzurun Bendi Yıkıldı" yazısının ilk bakışta bir elem ve ızdırap, acı ve keder dokulu olduğu zannedilir; ama içine girince cennet reyhanları, ümit ulakları ve sevda çerağlarıyla karşılaşır insan... Evet eğrileri söylerken bile yazar saçlarımızı okşar ve içimize şefkat meltemleri gönderir, ruhumuzu eritici soluklarıyla mest eder..

"O Günler Ne Günlerdi" ile bir hasret yurduna çeker bizi ve gönül muhasebemizi yaptırır, eski ile bağımızı yeniler ve çemenzarı tatmış bülbülleri yine o dallara, o bağlara, güllere sümbüllere davet eder. Gurbet yaşayan şaşkın gönüllere geçmişte kalan güzel günleri hatırlatarak (o günlerin izdüşümünü örgülemek için bile olsa) bir daha hamle yapmaları için gayret verir. Evet,

' Bu yol uzaktır,
Menzili çoktur,
Geçidi yoktur,
Derin sular var.'

diyen Yunus gibi bizi bir daha kendi özümüze, verilmiş sözümüze ve geçmişteki şevk ve aşk ibrişimleriyle nakışlı ve oyalı gündüzümüze çeker ve orada sarsar, kendimize getirir; Nesibe gibi yaralarımızı sardıktan sonra "Haydi" der ve sırtımıza dest-i teşviki vurur...

"Bir Aynadır Bütün Varlık"a uğradığımız zaman, esenlik dolu bir iklime giriveririz... Her yan ve yönde gördüğümüz dost yüzüdür... Ezelî, ebedî dost ve enis ile karşılaşırız... Onun kudret izlerini, isim ve sıfat çizgilerini ve renklerini tek tek görür, müşahede eder ve mest ü sermest olarak yolculuğumuza devam ederiz...

Bu serüven biter mi... Asla bitmez ve bitmeyecek. Bu beyan çağlayanı sonsuza dek sürecek...

Bizler o çağlayanın serinliğini ve yüreği coşturan akışını, ebedî ve ezelî bestesini ömrümüz oldukça duyup hissedeceğiz...

Biliyor ve inanıyorum ki bu gül bahçesinde, bu sümbül yaylasında, bu zambak ülkesinde, karanfil diyarında bütün duygularınız doyacak, güzellik adına bütün hisleriniz alacağını alacak ve kalbiniz iliklerine kadar söz güzelliğine ve beyan bengisuyuna kanacak...

Pin It
  • tarihinde hazırlandı.
Telif Hakkı © 2024 Fethullah Gülen Web Sitesi. Blue Dome Press. Bu sitedeki materyallerin her hakkı mahfuzdur.
fgulen.com, Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî sitesidir.