Bakara Sûre-i Celîlesi (13-14. âyetler)
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ اٰمَنُوا قَالُوا اٰمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلٰى شَيَاطِينِهِمْ قَالُۤوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ
“Ne zaman onlara: ‘Şu güzel insanların iman ettiği gibi siz de iman edin.’ denilse onlar, ‘Yani o beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanalım?’ derler. Asıl beyinsizler onların kendileridir de bunun farkında değiller. Bunlar iman edenlerle karşılaştıklarında ‘Biz de mü’miniz.’ derler. Ne var ki şeytanlarıyla baş başa kaldıklarında da: ‘Emin olun, biz sizinle beraberiz, onlarla alay ediyorduk.’ derler.”
Daha önce de ifade edildiği üzere duygu ve düşünceleri itibarıyla işleri hile yapma ve aldatma olan münafıklar, Resûlullah’a da hud’a ve hilede bulunmaya kalkışmış ve bu konuda o kadar ileri gitmişlerdi ki yalanlarına O’nu da (sallallâhu aleyhi ve sellem) inandıracaklarını sanmaya başlamışlardı. Aslında bu yanlış telakki, akide noktasında bir şüphe, bir tereddüt ve bir reybîlik ifadesiydi. Zaten âyetlerde münafıkların hem fesat çıkarmaları hem de sulhun yanında olduklarını iddia etmeleri ve fesadı salah, salahı da fesat gördükleri açıkça ifade edilmektedir. Aslında hangi devirde olursa olsun nifak virüsünün bütün insanlık için ne denli zararlı olduğu Kur’ân-ı Kerim’de açıkça ortaya konmakta ve insanlık bu nifak şebekesine karşı tekrar ber tekrar uyarılmaktadır.
Bundan başka, münafıklarla alâkalı yukarıda geçen âyet-i kerimede, akideden muamelatın teferruatına, ondan da ahlâkî değerlere kadar sınıflar arasında fark gözetmeyi esas alma gibi korkunç bir inhiraf müşâhede edilmektedir. Tabi ki, kendilerine has bir iman iddiasında bulunurlarsa böyle bir imana bağlı ferdî, ailevî ve içtimaî hayatı ilgilendirecek ne kadar saha varsa o sahaların hemen hepsinde ciddi bir farklılık kendini gösterecektir. O anlayışa göre içtimaî nizam ele alındığında, tamamen maddî olan böyle bir nizamın temelinde ekonominin ve maddî refahın yattığı görülecektir. Bu anlayış itibarıyla da münafıkların içtimaî hayattaki refah ve saadet telakkileri tamamen maddî durumun mükemmeliyetine bağlı olacaktır.
Buna mukabil, inanan insana göre huzur sadece maddiyatın mükemmelliğiyle değildir; o, Allah’a ve ahirete iman kaynaklı, öyle sağlam dayanaklıdır ki, insan bin mahrumiyet içinde bulunsa da onu duyar. Evet, mü’minin düşünce dünyasının temelinde Allah’a iman, peygambere iman ve ahirete iman yatmaktadır. Diğer bütün değerler, teferruat kabilindendir ve zatî kıymetleri de ona göredir.
Bu âyet-i kerimede de وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ اٰمِنُوا كَمَۤا اٰمَنَ النَّاسُ قَالُۤوا أَنُؤْمِنُ كَمَۤا اٰمَنَ السُّفَهَۤاءُ أَلَۤا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَۤاءُ وَلٰكِنْ لَا يَعْلَمُونَ denilerek, mü’minlerin emr-i bi’l-ma’ruf vazifesiyle münafıklara olan nasihatleri, hususiyle mü’minlerin en büyük temsilcisi olan Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) onlara karşı irşadkâr ifadeleri, onların Müslümanlara ve Efendimiz’e aşağılayıcı bir üslupla mukabele etmeleri ve ardından mü’minler tebrie edilip asıl sefihlerin/beyinsizlerin kimler olduğu vurgulanmaktadır. Sanki bu âyet-i kerimede mü’minler ile münafıklar arasında bir diyalog kurulmakta ve önce mü’minler konuşmakta, sonra da münafıklar onlara cevap mahiyetinde mukabelede bulunmaktadır. Neticede ise Allah (celle celâluhu) her iki kesim hakkında hükmünü vermektedir.
- tarihinde hazırlandı.