Amel ve Cedel
Soru: Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne isnat edilen; “Cenâb-ı Hak, hayır murad ettiği kulları için amel kapısını açar, cedel kapısını kapatır.” muhtevasındaki sözü nasıl anlamalıyız?
Cevap: Hazreti Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) mektebinin önemli çıraklarından, mânâ âleminin kahramanlarından ve Asya’nın nurefşan âbidelerinden birisi olan Mâruf-i Kerhî Hazretleri, kendi devrini aydınlatmış önemli bir şahsiyettir. Aynı zamanda o, tasarrufu devam eden büyük velilerden biri olarak sayılmıştır. İşte kalb ve ruh ufkunun bu büyük kahramanı,
إِذَا أَرَادَ اللّٰهُ بِعَبْدٍ خَيْرًا فَتَحَ عَلَيْهِ بَابًا لِعَمَلٍ وَأَغْلَقَ عَلَيْهِ بَابَ الْجَدَلِ وَإِذَا أَرَادَ اللّٰهُ بِعَبْدٍ شَرًّا اَغْلَقَ عَلَيهِ بَابَ الْعَمَلِ وَفَتَحَ عَلَيْهِ بَابَ الْجَدَلِ
“Cenâb-ı Hak bir kul hakkında hayır murad ettiğinde onun için amel kapısını açar ve cedel kapısını kapatır; şer murad ettiğinde ise, amel kapısını kapatır ve cedel kapısını açar.” (el-Kazvinî, Muhtasaru Şuabi’l-îman, Dımeşk, Daru İbn Kesîr, 1/44-45) buyurmak suretiyle, bir taraftan kalb ve ruh hayatının canlılığı için amelin önemine, diğer taraftan da hakikatleri görmeye engel teşkil eden ve mânevî hayat için öldürücü bir virüs konumunda bulunan cedel zaafına dikkatleri çekmiştir.Amel ve İbadet
Burada zikredilen ameli, kulluk şuuru içinde, Allah’ın (celle celâluhu) rızasını hedefleyerek yerine getirilen her türlü iş, vazife ve mükellefiyet olarak anlayabiliriz. Her ne kadar usûl-i fıkıh ıstılahında ibadetler; farz, vacip, sünnet gibi sınıflara ayrılmış ise de, Allah’ın emri olmaları itibarıyla bunların hepsi çok önemlidir. Evet, ibadetleri kendi içinde ele alıp düşündüğünüzde, nispetler perspektifinde, ibadetlerin bir kısmına “küçük” diyebilirsiniz. Fakat bilinmesi gerekir ki, farzıyla, vacibiyle, sünnetiyle ibadetlerin hepsi büyüktür, “küçük” diye vasıflandırabileceğimiz hiçbir ibadet yoktur ve hepsi Allah katında çok değerlidir. Hatta Hazreti Pîr’in ifadesiyle, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âdet-i seniyyelerine ittiba ederek, âdeti ibadete çevirme niyetiyle yapılan ameller bile çok büyüktür ve kesinlikle hafife alınamaz. Meselâ yemek yeme, su içme, istirahat etme gibi âdiyattan olan bazı amellerde Habib-i Kibriya Efendimiz’e ittiba mecburiyeti olmasa ve bunu terk eden insan sukût etmese bile, elfaz-ı küfür ve efâl-i küfürle alâkalı bazı kitaplara baktığımızda, Efendiler Efendisi’nin (aleyhi ekmelüttehâyâ) bu gibi amellerdeki mübarek âdetlerini hafife almanın insanı iman dairesinden çıkartacak bir durum olduğu görülür. Küfre düşen bir insanın o ana kadar yaptığı bütün hasenatın boşa gideceği göz önünde bulundurulduğunda, insanın bu mevzuda ne kadar hassas ve ne kadar dikkatli olması gerektiği zannediyorum daha iyi anlaşılır.
Bu açıdan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun âdet-i seniyyelerini yapmaya mecbur olmasanız da, bir mü’min olarak kat’iyen onu hafife alamazsınız, almamanız gerekir. Meselâ Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) istirahat buyururlarken, mübeccel ve mukaddes ellerini başlarının altına kor, mübarek bacaklarını kıvırır ve sağ taraflarına yatarlardı. Bir insan bu şekilde yatmasa, meselâ, bacaklarını açsa, sırt üstü yatsa, o insan elbette ki dinden çıkmaz. Fakat bu insan, –hafizanallah– Efendiler Efendisi’nin (aleyhi salavâtullahi ve selâmuh) bu yatış şeklini hafife alacak ifadeler kullanırsa, onun sukût etme ihtimali vardır. Görüldüğü gibi bu oldukça nazik bir meseledir.
İbadet çerçevesinde arz etmeye çalıştığımız bu izahlardan da anlaşılacağı üzere en büyüğünden büyüğüne, büyük olanından küçük gibi görünenine kadar bütün ibadetleri yerine getirmek çok önemlidir. Kanaatimce Mâruf-i Kerhî Hazretleri’nin ifadesindeki “amel” kelimesine de işte bu perspektiften bakmak gerekir. Yani denilebilir ki, onun cümlesindeki amelden maksat, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine bağlılık içinde ve O’nun rızasını tahsil etme istikametinde gerçekleştirilen her türlü ameldir.
Bu noktada, ayrıca üzerinde durulması gereken bir husus da şudur: İman her şeyin esası ve temeli olduğundan elbette ki, ibadete giden yol da imandan geçer. Fakat bilinmelidir ki, imanın insanda rüsuh bulması, kökleşmesi, tabiatının bir derinliği ve buudu hâline gelmesi de ibadet ü taatle olur. Evet, insan, ibadet yapa yapa, hayır işleye işleye imanı, tabiatının bir derinliği hâline getirir ve o imanı derinlemesine içinde duyar. Bu açıdan da iman bir esas olmakla beraber, ona göre esas sayılmayan ibadet ü taat onu takviye edip güçlendirir. Meseleye felsefî bir mülâhazayla bakılacak olursa, bunlardan birine nazarî, diğerine de amelî iman denilebilir. Zât-ı Ulûhiyetin –tabiri caizse– “mahiyet-i nefsü’l-emriye”siyle bilinmesi de amelî imana bağlıdır. İşte bir kul için, ibadet ü taat bu denli önemli olduğundan, “Cenâb-ı Hak bir insan hakkında hayır murad ettiğinde, onun için amel kapısını açar, ibadet ü taate giden yolları gösterir.” denilmiştir.
Cedel: Bâtılı Hak Gösterme Gayreti
Cümledeki ikinci unsur olan cedel mevzuuna gelince o; dilbazlık yapmak suretiyle, kelime oyunlarıyla bâtılı hak gösterme gayreti, hakikatleri ters yüz etme cehdi demektir. Cedeli illa da başka bir kelimeyle ifade etmek istiyorsanız, onun mânâsını karşılayabilecek en uygun kelime diyalektiktir. Cedel ve diyalektiğin kaynağı ise, insanın kendini başkalarından üstün görmesi ve sürekli bir faikiyet mülâhazası içinde olmasıdır. Öyle ki ona “Gözün üzerinde kaşın var!” bile diyemezsiniz. Çünkü o, mutlak surette, –hâşâ ve kellâ– kendini eksik ve kusurlardan münezzeh ve müberra görmektedir. Bu açıdan hiçbir zaman üzerine toz kondurtmaz ve asla hakkında olumsuz bir söz söyletmez. Ayrıca o, “Burnundan kıl aldırtmaz!” denecek ölçüde bir gurur âbidesidir. Hâsılı denilebilir ki, cedel ve diyalektik; kibir, fahir, enaniyet ve gurur gibi zaaflardan kaynaklanır.
Mefhum karışıklığına düşülmemesi için şunu da ifade edeyim ki, cedel ve mücadele kelimeleri aynı kökten gelseler de, umumiyet itibarıyla ifade ettikleri mânâ farklıdır. Cedeli, Arapça’daki “mirâ” kelimesiyle ifade edilen ve hakikatin ortaya çıkıp tebellür etmesi için değil de, yanlış da olsa kendi anlayışını, fikir sûretindeki heva u hevesini ne yapıp edip karşı tarafa kabul ettirme cehd ve gayreti şeklinde anlayabiliriz. Mücadeleyi ise, müspet-menfî bir netice için çalışıp didinme, cehd ve gayret gösterme, münakaşa ve münazarada bulunma… gibi daha umumi mânâda kullanırız. Meselâ, Kur’ân-ı Kerim’de;
وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ
“Onlarla en güzel bir yolla mücadelede bulun.” (Nahl sûresi, 16/125) buyruluyor ki müspet mânâdaki mücadeleye bir misal olarak zikredilebilir. Evet, hakkı ikame, adaleti tesis adına ortaya konan cehd ve gayretler; alkışlanacak, takdirle yâd edilecek ve nezd-i ulûhiyette kıymeti haiz bulunan mücadele şekilleridir. Cedel ise, akıl ve mantık oyunlarıyla başkalarını aldatma; aldatıp tongaya düşürme mânâsında mücadelenin güzel olmayan şeklidir.Günümüzde televizyonlarda sıkça gördüğümüz tartışma programlarında ortaya konulan üslûp, cedel ve diyalektik için canlı bir misaldir. Meselâ, bir programda itikatla alâkalı bir mevzu konuşuluyor. Bir âlim çıkıp orada, Kur’ân ve Sünnet ışığında imanın dindeki yeri ve önemini, inançsızlığın insan için ne büyük bir kayıp olduğunu dile getiriyor. Fakat bakıyorsunuz, söylenen bu hakikatten rahatsız olan ve onu kabul etmek istemeyen karşısındaki insan, diyalektiğe başvuruyor ve: “Ne demek istiyorsun? Sadece sen mi Cennet’e gireceksin”, “Allah inananların Rabbi olduğu gibi, inanmayanların da Rabbi değil mi?” ve –hâşâ– Allah’ı sorgular gibi, “Allah günahkârları da Cennet’e koysa neyi noksan olur ki?” gibi laflar ediyor. Hâlbuki o âlim zatın, karşı tarafı inançsızlıkla itham etme gibi bir kastı söz konusu değil. O sadece temel disiplinler çerçevesinde imana dair bir hakikati dile getirmektedir. Fakat iman adına nasslarla belirlenen çerçeveyi kabul etmek istemeyen muhatabı ise, laf kalabalığı, kelime oyunları ve asılsız ithamlarla, iman adına ortaya konan o çerçeveyi kırmayı düşünmekte, böylece o tartışmadan galip çıkmayı hedeflemektedir ki, işte bu tavır cedel ve diyalektik demektir.
Günaha Günah İlave Etmemek İçin
Hemen şunu ifade edeyim ki, ben böyle bir durumla karşılaştığımda, muhatabı günaha, günah ötesi bir günaha sevk etmemek için: “Allah’a (celle celâluhu) kimin gerçekten iman ettiğini kendisi bilir, biz bilemeyiz. Ben her gün iki yüz rekât namaz kılsam, gecelerimi hep evrâd u ezkârla geçirsem bile, bu amelleri yapmayan bir başkası Allah’a benden daha sağlam iman etmiş olabilir.” demişimdir. Kanaatimce bu husus çok önemlidir. Zira işlenen bir günaha yeni bir günah eklenmemesi için, karşımızdakine yeni bir günah fırsatı vermememiz, yeni bir günah kapısı aralamamamız gerekir.
Diyalektiğe giren insanlarla alâkalı önemli bir husus da, Efendiler Efendisi’nin, cedele tutuşan insanların ilham esintilerinden mahrum kalıp onlardan vahyin bereketinin kesileceği şeklindeki ikazıdır. Bu uyarı çerçevesinde diyebiliriz ki, diyalektiğe müptela olanların konuştukları hep heva ve heves ürünüdür. Bir ömür boyu konuşup durdukları şeyler hiçbir zaman gönüllerde müspet ve kalıcı bir tesir meydana getirmez. Bundandır ki, günümüzde, kitaplar devirmiş, müktesebatı çok engin ve çok iyi konuşup duran insanlar görürüz. Fakat ne yazık ki bu kişiler, milletimizin maddî-mânevî terakkisi adına herhangi ciddi bir proje ortaya koyamamış, insanımıza uzun soluklu ve kalıcı bir hizmet sunamamıştır. Demek ki bunlar vahyin bereketinden cüda düşmüş ve ilhamdan mahrum kalmışlardır.
Yapılması Gereken Bunca İş Varken
Meselenin inanan insanlara bakan yönüne gelince: Diyalektik ve cedel bombasının patladığı, yani onun bir sistem, bir metot olarak benimsendiği yerlerde, insanlar o bombanın alfa, beta tesirlerine maruz kalmışlardır. İnanan insanlar içinde ise, o bombanın üçüncü derecede gama tesirine maruz kalmış ve ondan şöyle böyle etkilenmiş olanlar vardır. Bu sebeple onlar da, kendi seviyelerine göre, vahyin bereketinden yoksun, ilhamdan mahrum kalmışlardır. Diğerleri mahrum der mahrumken, berikiler de mahrumiyet içinde hayatlarını sürdürmüşlerdir.
Bundan dolayı bakıyorsunuz, bir aksiyon insanı, bir adanmış gönül dahi çağımızın bu umumî havasından müteessir olup hadisin ifadesiyle zükkama tutulabiliyor. Meselâ adanmış bir ruh, bütün zamanını, kendi plan ve projesine vakfetmesi, müspet harekete sarf etmesi gerekirken, “Biz bu yolun adanmış bir ferdiyiz.” anlayışıyla başka şeylere başını kaldırıp bakmaması iktiza ederken, cedel ve diyalektik adına ortaya atılanlara kulak kabartıp zihnî ve fikrî dağınıklığa düşebiliyor. Evet, umumi ortamın tesiri, televizyon, internet ve gazetelerin etkisiyle adanmış bir ruh da kendini bu havaya kaptırabiliyor. Oysaki Hazreti Pîr’in ifadesiyle bizim iki değil, dört elimiz bile olsa iman ve insanlık yolunda yapılması gerekenler açısından yine de yetmez. Bugün insanımız, fedakârlık, civanmertlik ve adanmışlık duygusuyla hareket ederek dünyanın dört bir yanına açılmıştır. Şimdi önümüzde böylesine geniş alanlı bir açılım ve yapılması gereken bunca hizmet varken, santimini bile zayi etmeksizin, tasavvur ve düşüncelerimizi, aksiyon ve cehdimizi ilim ve sevgi yolundaki bu adanmışlık çizgisine sarf etmemiz gerekmez mi? Tahayyüllerimiz, tasavvurlarımız, düşüncelerimiz hep o istikamette olmalı değil mi? O kadar ki, –afedersiniz– ıtrahattan sonra istibra yaparken atılan beş-on adımlık bir zaman dilimi içinde dahi, “Acaba bu meseleyi daha hızlı bir şekilde nasıl yapabiliriz, bu açılımlara yeni açılımlar nasıl ilave edebiliriz?” diye düşünmemiz gerekmez mi? Evet, dünyada gidilmedik, ulaşılmadık bir yer kalırsa Allah indinde mesul oluruz diyerek, nâm-ı celîl-i Muhammedî’yi ve O’nun sevgi ve merhamet anlayışını dünyanın her yerine götürmenin hesabı yapılmalıdır. Yoksa, kendi kuruntularımızla yaşama, kahvehanede, sağda-solda konuşup durarak ömür tüketme, laf-ı güzafla hayatı bitirme İnsanlığın İftihar Tablosu ve O’nun vaad ettiklerine inanan bir insanın işi olamaz. Evet, O’nun namını cihana duyurma gibi ulvî, mukaddes ve şerefli bir iş içinde olduğumuzun şuurunda isek, o yolda olduğumuza inanıyorsak, o zaman bizim üzerimize düşen ne yapıp edip mutlaka O’nun nâm-ı celîlini dünyaya duyurmanın bir yolunu bulmak olmalıdır.
Eğer siz, bu duygu ve bu düşünceyle meşbu iseniz, Allah’ın izniyle bütün vaktinizi ona göre programlar, hep o istikamette koşturup durur ve böylece hayatınızda cedel ve diyalektiğe düşecek bir boşluk bırakmamış olursunuz.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: Hazımsız insanlar tarafından dile getirilen tenkit, itham ve iftiralara maruz kalabiliyoruz? Böyle bir durum karşısında ortaya konan mücadele de cedel kategorisi içine girer mi?
Eğer sizin meşru müdafaa adına tavzihte bulunmanız, tashih etmeniz hatta tekzipte bulunmanızı gerektiren durumlar olursa, mâkul bir tarzda bu yollara müracaat edebilirsiniz. Hatta gerekirse, bir kere daha o türlü bir iftira cüretkârlığına girilmemesi için tazminat davası açarak hukuk yoluyla müfterinin ağzına bir fermuar vurmayı düşünebilirsiniz. Elbette ki bu durum, sizin hukukî ve demokratik bir hakkınızdır. Buna kimse bir şey diyemez. Fakat neticede böyle bir müspet netice alma düşünce ve gayesi olmadıkça, falanın şöyle demesi, filanın böyle demesi, kendi mefkûresine kilitlenmiş insanları kanaatimce hiç alâkadar etmemelidir. Evet, adanmış bir gönül, insanımızı i’lâ istikametinde vazifesi neyse ona bakar/bakması gerekir. Yine Hazreti Pîr’in ifadeleri içinde, karşımızda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evladımız tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye koşarken yolda biri bizi kösteklemek istemiş de ayağımız ona çarpmış. Ne ehemmiyeti var? O müthiş yangın karşısında bu küçük hâdise bir kıymet ifade eder mi? İşte bu ruha kilitlenmiş insanlar, ömürlerini hep bu anlayış istikametinde dolu dolu geçirirler. Evet, onlar hep amelle, aksiyonla dolu dolu yaşarlar; Cenâb-ı Hak da onların sa’y u gayretlerine dolu dolu mükâfat ihsan eder, karşılığını kat be kat verir ve Hakk’ın inayetine sunulmuş o davetiyelerle, bir baştan bir başa bütün bir yeryüzünü çemenzâre çevirir.
- tarihinde hazırlandı.