Güven Telkin Etme ve Şeffafiyet
Soru: “Gelecek nesillerin tenkidine medar olacak hususlardan kaçınmak şartıyla muhataplara güven telkin etme”nin ehemmiyeti üzerinde duruluyor. “Muhataplara güven telkin etmek” ne demektir ve bu vazife yerine getirilirken gelecek nesiller nezdinde tenkit ve ithamlara maruz kalmamak için hangi hususlara dikkat edilmelidir?
Cevap: Daha önce değişik vesilelerle ifade edildiği üzere, mü’min, Allah’a, Peygamber Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O’nun haber verdiklerine gönülden inanıp kabul ve tasdik eden insan demektir. Fakat aynı zamanda o –kelimenin iştikakından da anlaşılacağı üzere–, açık-kapalı her hâliyle çevresindekilere güven vaad eden, yeryüzünde emn ü emanın temsilcisi olarak yalan ve aldatmadan fersah fersah uzak bulunan, özü sözü bir, tam bir emniyet ve güven insanı demektir. Bu sebeple biz “güven telkin etme” derken, “idare-i maslahatçılık yapma, oportünist davranma, ‘güvenilir insan intibaı’ bırakmak suretiyle çevresindekileri idare etmeye çalışma” gibi bir anlayışı kesinlikle kastetmiyor, kabul etmiyoruz; kabul etmiyoruz çünkü böyle bir anlayışın, Müslümanlıkla, dinimizin temel prensipleriyle telif edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla imanımızın gereği olarak bizim, her türlü hâl ve hareketimizde, tavır ve davranışımızda dosdoğru olmamız, doğrulukla oturup doğrulukla kalkmamız ve her zaman, herkesin başvuracağı bir güven kaynağı hâline gelmemiz gerekir ki, işte bizim ‘güven telkin etmek’ten kastımız da budur.
Vehimleri İzale ve Ortak Platformlar
Fakat günümüzde güven duygusu yerle bir edilmiş olduğundan kafalar çok karışık ve hemen her yerde âdeta bir paranoya yaşanmakta, bir paranoya hüküm sürmektedir. Dolayısıyla insanlar birbirine karşı ciddi bir önyargı içinde ve kimse birbirine güvenmiyor. Bu şartlar altında siz, inancınızın gereği olarak hep doğruluk peşinde olsanız ve yalandan tiksinti duyup hayatınızı hep doğruluk çizgisinde sürdürseniz dahi, yine de yeryüzünün değişik coğrafyalarında, bir kısım insanlar günümüzün bu kasvetli atmosferinin tesiri altında kalıp, yakından tanıyıncaya kadar size karşı belli bir korku, endişe ve önyargı içinde olacaklardır. İşte bu sebeple bir yolunu bulup mutlaka hem hâl dili, hem de beyan kabiliyetinizle doğruluğa kilitli, emniyet vaad eden bu iç dünyanızı, tabiî hâlinizi ifade etmeniz, ortaya koymanız ve böylece başkalarına bir güven insanı olduğunuzu anlatmanız gerekir. Aksi takdirde ister evliya, isterse asfiya olun, eğer muhatabınızda size karşı bir güven duygusu hâsıl olmazsa hiç kimseye olumlu bir şey anlatamaz, ruhunuzun ilhamlarını aktaramaz ve gönüllere kendi değerlerinizi kâmet-i kıymetince duyuramazsınız.
Bunun için yapılması gerekenlerden biri, farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla bir arada olunabilecek zemin ve platformlar tesis etmektir. Meselâ, muhataplarınızı kendi mekânlarında ziyaret edip çaylarını içer, onları çay içmeye davet eder; yemeklerini yer, yemek yedirir ve böylece ortak zeminleri değerlendirip size karşı zihinlerde oluşabilecek muhtemel yanlış anlama ve yanlış telakkileri gidermeye çalışırsınız. Evet, farklı kültür ve anlayıştaki insanlarla aranızda bir hat tesis etmeniz, bir köprü kurmanız çok önemlidir. Çünkü sözlerinizle her zaman ifade edemeseniz dahi, ortak zemin ve müşterek platformlarda, çok defa tavır ve davranışlarınızla, lisan-ı hâlinizle bir güven insanı olduğunuzu ortaya koyabilme imkânı bulursunuz.
Ayrıca asayiş ve güvenlik açısından gerekli tedbirleri almak şartıyla, olabildiğince şeffaf olmalı, şeffafiyet içinde hareket etmeli ve mahrem telakki edilen hususlarda dahi –tabir caizse– muhataplarınızı mahremirâz edinmelisiniz. Böylece herkese çok güvendiğinizi, kimseye karşı bir endişe taşımadığınızı ortaya koymuş ve bu suretle insanların güvenini kazanmış, onlardaki endişeleri gidermiş olursunuz. Kanaat-i âcizanemce çeşit çeşit paranoyaların yaşandığı günümüzde böyle bir anlayışa ciddi ihtiyaç var. Evet, basın-yayından mektebe, ailelerin birbirine gelip gitmelerinden müesseseler arası köprüler kurmaya kadar her alanda böyle bir itimat duygusunun teminine zaruret derecesinde ihtiyaç bulunmaktadır.
Cennet Köşklerini Düşünmek dahi…
Çünkü daha önce de değişik vesilelerle âcizane arz etmeye çalıştığım gibi, bir kısım kimseler dünyanın değişik yerlerinde belli yollarla iktidara yürümüş, iktidar olmuş ve halklar üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Onlar bu uğurda, meşru-gayrimeşru ellerindeki her türlü imkânı kullanmış, belli yerlere gizlice nüfûz etmiş ve gelip o ülkenin imkânları üzerine konmuşlardır. İşte bu tür insanlar çevrelerine bakarken hep kendi iç dünyaları adesesinden bakar, değişik hareket ve oluşumları, faaliyet ve kıpırdanmaları kendi yaptıklarına kıyas edip öyle değerlendirir ve neticede kendi levsiyatlarını başkalarında da tahayyül edip insanlarla muamelelerini bu anlayışa göre belirlerler.
Hani bir hırsız bir dükkânın kepenklerinin önünden geçerken, onlara bakar ve o esnada “o kepengin kolay bir şekilde nasıl açılacağı, kilidinin nasıl çözüleceği, hangi yollarla içeriye girilip daha sonra içerideki o malların nasıl hızlı bir şekilde boşaltılacağı” gibi şeyleri düşünür. Yani oradan geçerken daha başta göz hırsızlığıyla, yapacağı hırsızlığın zeminini hazırlar, onun kurgusuyla meşgul olur. Fakat o dükkânın sahibi de dükkânının önünden geçerken gözleri kendi kepenginin üzerinde, muhtemel bir hırsızlığa karşı oradaki kilidin yeterince güvenli olup olmadığını düşünür. Bu durumu gören ve o şahsın dükkân sahibi olduğunu bilmeyen hırsızlar ise, onu kendilerine kıyas edip “bu da bizden” derler.
İşte bu misalde olduğu gibi, birileri kırk haramiler gibi milletin mukadderatı üzerine oturmuş, belli yerlere sızmış, nüfûz etmiş ve oraları ele geçirerek kendi aralarında paylaşmışlarsa, gayet masum düşüncelerle ve insanî faziletlerin i’lası istikametinde koşturup duran insanları da aynı şekilde değerlendirir, onlara da aynı gözle bakarlar. Hâlbuki o adanmış ruhlar son derece masum düşüncelerle hareket etmektedirler. Öyle ki, makam-mansıp-iktidar gibi dünyevî arzu ve hevesleri rüyalarında dahi görmemişlerdir. İnsanın, olmayacak şeyleri, istemediği durumları rüyasında görmesi mümkündür. Fakat onlar, o türlü arzu ve heveslerden öylesine uzak bulunmaktadırlar ki, bazı rüyalar şuuraltı müktesebatının dışa yansıması olsa da, onların şuuraltında böylesi mülâhazalar bulunmadığından, o türlü düşünceler onların rüyalarında dahi kendilerine yer bulamamaktadır. Ama bir kısım insanlar hep o rüya ve hülyalarla oturup kalktığından masum insanları da kendi bakış açılarına göre değerlendirir, kendi bakış açılarına göre yorumlarlar. İşte bazılarının bu yanlış kanaatlerini izale etme adına o insanlarla görüşmeli, onlara sizi müşâhede etme ve iç dünyanıza muttali olma imkânını sunmalı ve böylece endişe edip durdukları o hususların sizlerde bulunmadığını görmelerini sağlamalısınız. Evet, dünyalarına el uzatacağınız hissi karşısında böyle bir talebinizin olmadığını, dünyevî imkân ve iktidarlarını onlarla paylaşma gibi bir sevdanızın bulunmadığını diliniz döndüğünce ifade edip lisan-ı hâlinizle ortaya koymalısınız.
Nice kereler ifade edilen bu husus, usûlüne uygun bir şekilde ihtiyaç duyulan her yerde tekrar ber tekrar ifade edilmeli ve denmelidir ki; biz kat’iyen ve katıbeten dünyevî makam ve mansıpların talibi değiliz. Ne o insanların dünyalarına talibiz ne de servet peşinde koşmaya. Eğer Cenâb-ı Hak bize meşru dairede kazanma imkânı verirse izzetimizle kazanır ve iffetli bir şekilde hayatımızı sürdürmeye çalışırız. El-âleme el açarak, tekeffüf ve tese’ülde bulunarak bir hayat yaşamayı elbette ki düşünmeyiz, düşünmek bir yana, bu durumu ölümden beter biliriz. Bu sebeple meşru dairedeki kazanç peşinde alın teri döker ve kazandıklarımızı da Allah’ın izniyle O’nun yolunda, milletimizi i’la istikametinde kullanma gayreti içinde oluruz. Ancak bunun ötesinde, belli makam ve mansıpları ihraz etmek suretiyle mal-mülk edinme, servet u sâmân sahibi olma gibi arzu ve hevesler rüyalarımıza dahi girmeyen mülâhazalardır. Bırakın fâni ve geçici dünyalık şeyleri düşünmeyi, biz Cennet’teki köşkleri, yalıları düşünmeyi dahi zamanımız adına israf sayarız. Elbette ki, Cennet’i ister, Cehennem’den Allah’a sığınırız fakat hülyalarımızı o türlü beklentilerle –bağışlarsanız o kelimeyle ifade edeceğim– asla kirletmeyi düşünmeyiz. Şimdi bizim ahiret adına mülâhazalarımız buysa, herhalde dünyaya ait meselelerle hülya ve rüyalarımızı kirletmeyeceğimiz evleviyetle, çok daha iyi anlaşılır.
Ancak bizim bu samimi düşüncelerimizin –biraz önce ifade edildiği gibi– bir kere dile getirilmesi yeterli değildir. Yani, “Bizim düşüncelerimiz halis, dünyevî bir beklentimiz, talebimiz söz konusu değil ve bunu da daha önce ifade ettik.” denilmemeli; denilmemeli ve bizi takip eden insanlar kesintisiz bir şekilde, hâl ve tavırlarımızda hep bu mânâ ve muhtevayı okudukları gibi, söz ve beyanlarımızda da bu mânâ ve mazmûna tercüman olacak ifadeleri duymalıdırlar.
Bu durum, insanlık yolunda koşturup duran, ölesiye bir gayret içinde hizmet eden insanların yol güvenliği ve güzergâh emniyeti adına bana çok önemli geliyor. Çünkü yürünen yoldan endişe ediliyor, hatta kimilerinde o endişe paranoya seviyesinde bulunuyorsa, o insanlar ciddi engeller kor, her köşe başına bir gulyabani diker, çok masum işlere dahi çelme takar ve adanmış ruhları yüz üstü yere getirmeye çalışırlar. Bunun için bir taraftan bütün bir hayat boyu emniyet vaad eden, emin ve güvenilir bir insan olmalı; ancak bununla yetinilmemeli, başkalarına da bu durum anlatılmalı, yersiz endişe ve vehimler izale edilmelidir.
Gelecek Nesiller ve Tarihe Not Düşmek
Sorunun ikinci kısmında, gelecek nesillerin tenkidine medar olacak hususlardan kaçınmak için neler yapılması gerektiği ifade ediliyor. Sizler, Allah’ın izniyle, kalbinizde, dininizden kaynaklanan insan sevgisi, merhamet düşüncesi; dilinizde “hoşgörü, diyalog, konuma saygı”, bir yola çıkmış yürüyorsunuz. Sinelerinizin herkese açık olduğunu, gönlünüzde herkesin oturabileceği bir koltuk bulunduğunu ve hiç kimsenin ayakta kalma endişesi taşımaması gerektiğini ifade ediyorsunuz. İşte yapılan bu iyi niyetli faaliyetlerin gelecekte dile dolanmaması, değişik itham ve iftiralara malzeme yapılmaması için, yapılan işler ve samimi niyetler kayıt altına alınıp tarihe not düşülebilir, dosyalanıp arşivlenebilir. Yapılan bu kayıtlarda, bütün bu faaliyetlerin arkasındaki niyetinizin, hiç kimseyi idare etmek veya kullanmak olmadığını, hiçbir şekilde takiyye yapmadığınızı, dinî duygu ve düşüncenizden taviz verme gibi bir anlayış içinde de kesinlikle bulunmadığınızı; insanların kafalarındaki endişe ve paranoyaları izale etmek için ve onların insanlıklarına duyduğunuz saygıdan dolayı ortak mekân ve müşterek platformlarda onlarla diyalog kurmaya çalıştığınızı ifade edersiniz. Böylece gelecek nesillerin ilk elden ve ilk kaynaktan hâdiseleri doğru okuyup doğru değerlendirmelerine imkân hazırlamış olursunuz. Evet, günümüzde ve daha sonraki günlerde bazıları bu meseleleri serrişte edeceklerdir. Öyleyse bu tür insanların her zaman bulunabileceğini hesaba katmalı ve onlar tarafından suçlanmamanız ve nâhak yere suizanlara maruz kalmamanız için mutlaka bugünden ortaya bir şeyler koymalısınız. Biraz önce ifade edildiği gibi, dünyevî makam ve imkânları elinde bulunduran insanları hiss-i rekabet ve kıskançlığa itmemek, ellerindeki imkânları kaybedecekleri korkusu karşısında, sizin o noktalarda gözünüz olmadığını anlatmak için bunları yaptığınızı ve bunu zaruret derecesinde bir ihtiyaç gördüğünüzü ifade edip kaydeder, kaydedip dosyaladığınız bu malzemeyi de gelecek nesillerin akıl ve vicdanlarına havale edersiniz. Ayrıca hüsnüzan beslediğiniz insaf ve vicdan sahibi insanların yanına gider, onlara halis niyet ve samimi düşüncelerinizi doğrudan doğruya aktarır ve o insanlar kanalıyla gelecek nesillere sesinizi duyurabilirsiniz.
Bu noktada akla şöyle bir soru gelebilir: “Biz sırf Allah rızası için ve samimi niyetlerle bu işleri yaptığımıza inanıyoruz. Böyle olduğu hâlde gelecek nesillerin hakkımızda suizan beslemesinden mesul olur muyuz?”
Objektif mükellefiyet itibarıyla, sırf zanna hüküm bina edip suitevil ve suitefsire giren insanların işledikleri günahtan dolayı sizin bir vebal ve sorumluluğunuz söz konusu olmayabilir. Ancak sübjektif mükellefiyet açısından meselenin bir de merhamet ve şefkat yanı vardır. Şayet biz bütün mü’minlere karşı derin bir şefkat ve alâka duyuyor ve onların ağız, göz, kulak, dil ve dudaklarından olumsuz bir şeyin sadır olmasına sebebiyet vermemeyi düşünüyorsak, bu mevzuda başkalarına günah işletmeme de –sübjektif mükellefiyet açısından– bizim için çok önemlidir. Eğer zihinlerde vehim, şüphe ve tereddütler varsa onları izale etmek mü’mine merhamet ve şefkatin gereğidir. Bu açıdan başkalarının suizanna düşmelerine ve hasede girmelerine meydan vermemek, kıskançlık ve gıpta damarlarını tahrik etmemek için çok dikkatli ve hassas olunmalıdır.
Çünkü insan kimi zaman kendisi farkında olmasa da, başkalarının gıpta damarını tahrik edip nefsanî ve şeytanî duygularını tetikleyebilir. Meselâ gönüllüler hareketi içinde bulunan fedakâr bir arkadaşınızı güzel hizmetlerinden dolayı öyle takdir eder, öylesine alkışlarsınız ki, siz hiç farkına varmasanız da, bu alkış ve takdirlerle aynı kıbleye yöneldiğiniz, aynı secdeye baş koyduğunuz mü’min bir kardeşinizin gıpta damarını tahrik etmiş olabilirsiniz. Bundan dolayı herkesin hissiyatını hesaba katma, mevcudiyetinizi hazmedemeyen insanların haset, gıpta, rekabet ve tenafüs duygularını tetiklememe çok önemlidir. Bunun için de bizim bütün mü’minlere karşı zillet ölçüsünde derin bir tevazu ve mahviyet anlayışı içinde olmamız, aidiyet mülâhazasından veya aidiyet mülâhazası gibi anlaşılabilecek söz ve beyanlardan, tavır ve davranışlardan alabildiğince uzak durmamız gerekir. Evet, hiçbir mü’mine olumsuz bir söz söylettirmeme ve onları yanlış yorumlara sevk etmeme bizim mü’min kardeşlerimize olan re’fet, şefkat ve düşkünlüğümüzün bir gereğidir. O hâlde Allah rızası istikametinde yapılan en masum işlerde dahi bu husus asla göz ardı edilmemelidir.
- tarihinde hazırlandı.