Mârifet, Muhabbet ve Medyuniyet
Soru: İman esasları vasıtasıyla mazhar olduğumuz lütuf ve güzellikler karşısında medyuniyet duyguları içinde olmamız gerektiğini aklen kabul ediyoruz. Fakat bu medyuniyeti bütün derinliğiyle gönlümüzde duyduğumuzu ve bu konuda gerekenleri yaptığımızı söyleyemeyiz. İmanla gelen lütuf ve güzellikler karşısında medyuniyet hisleriyle dopdolu olma ve elden geldiğince buna mukabelede bulunma adına neler yapılabilir?
Cevap: İnsan, doğruyu doğruluğuyla, güzeli güzelliğiyle, faziletmeâb bir zatı da faziletleriyle tanıyıp bildiği ölçüde sever. Evet, sevgi bilmeye bağlıdır. Muhabbet, mârifetin bağrında boy atar, gelişir; gelişir ve mârifetin artması ölçüsünde muhabbet de derinleşir, kök salar ve zamanla önü alınamaz bir aşk u iştiyaka dönüşür. Medyuniyet hissi de, mârifete bağlı böyle bir muhabbet ve hayranlığın tabiî neticesidir. Fazilet ve güzellikleri tanıyıp bildikçe onlara karşı aşk u iştiyak duygularıyla yanıp tutuşan insan, onlardan istifade ve istifaze yollarına başvuracak ve neticede istifade ve istifaze ettiği ölçüde de minnettarlık hisleriyle dolup taşacaktır.
İcmalî Bilgiden Hakka’l-Yakîn Ufkuna
Meselâ, Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz’e karşı medyuniyet hisleriyle dopdolu hâle gelebilmek için de ilk önce O’nun hakkında icmalî de olsa bir bilgiye sahip olmamız gerekir. Bu icmalî bilgiyle Efendiler Efendisi’ne (aleyhi ekmelüttehâyâ) inanan bir insan, elbette ki o ilk bilgiyle yetinmemeli ve Fazilet Güneşi O Zât’ı kendine has hususiyet ve derinlikleriyle tanıyıp öğrenmeye çalışmalıdır. Tabir-i diğerle, icmalî bilgisini detaylandırıp tafsile çevirmeli, bir mânâda ilme’l-yakîn mertebesine adım atmalıdır. Daha sonra bunu da yetersiz bularak ayne’l-yakîn mertebesine sıçramalıdır. Hatta kalbî ve ruhî hayat ufkuna yönelip o yörüngede hayatını sürdürmek suretiyle gözünü hakka’l-yakîn ufkuna dikmeli ve meseleleri bir müntehî olarak doğrudan doğruya kendi içinde ihsas ve ihtisaslarıyla duyup hissetmeye çalışmalıdır. Yoksa bu konuda yeterli malumata sahip olmayan, o malumatı tafsil edip derinleştirmeyen, bu mevzuda ciddi bir rehabilitasyondan geçmeyen ve meselelere hep üstünkörü bakan
birinin Kâinatın İftihar Tablosu’nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) gerçek derinliğiyle sevmesi, sevip O’na karşı medyuniyet hisleriyle dopdolu hâle gelmesi mümkün değildir.
Sakın yanlış anlaşılmasın, bu durum “o insan kurtulamaz” demek değildir. İmanın bir rüknü olan,
لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ
Her Sabah Bir Kere Daha Vira Bismillah
Aslında aynı durumu Allah’a iman mevzuu hakkında da düşünebiliriz. Evet, nazarî planda O’na inandığını söyleyen ve kalben, aksine ihtimal vermeyecek şekilde O’na iman eden herkes kurtulur. Fakat böyle bir imanla kurtulmak başka, Zât-ı Ulûhiyeti –tabir caizse– mahiyet-i nefsü’l-emriyesiyle bilmek tamamen başka bir meseledir. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin “Allah’ı bilmek O’nun Zât’ını bilmekten farklıdır.” yaklaşımı da, bu hususa işaret ediyor gibidir. Nasıl ki, fetret döneminde yaşayan hunefâdan bir insan, kendi aklıyla bir Yaratıcı’nın var olduğu bilgisine ulaşabilir. Çünkü bir köy muhtarsız, bir iğne ustasız, bir harf kâtipsiz olmadığına göre, ahenk içinde işleyen bu koskoca kâinat nasıl sahipsiz, maliksiz ve nazımsız olabilir, der, kâinatta hâkim olan nizamdan yola çıkarak bu nizamın nâzımsız olamayacağını düşünür ve neticede nazarî planda, kendi aklıyla bir Yaratıcı’nın varlığı ve birliğine hükmeder/hükmedebilir. Ancak bu bilme, mahrutî bir nazarla bütün esmâ-i kudsiye-yi ilâhiyenin ortaya koyduğu hakikat çerçevesinde Cenâb-ı Hakk’ın Zât’ını bilme demek değildir. Kaldı ki, böyle engin bir bilgiye nazarî planda sahip olunsa bile, o bilginin mârifete dönüşmesi, başka bir ifadeyle nazarî bilginin vicdanla hissedilir, duyulur, bilinir hâle gelmesi apayrı bir husustur. Bu semere ancak amel neticesinde elde edilebilecek bir ufuktur. Evet, insan ancak amel neticesinde, vicdanında duya duya Cenâb-ı Hakk’ı (celle celâluhu) bilebilir. Üstad Hazretleri bir mânâda böyle bir bilme için, “hads” tabirini kullanmıştır ki, hads, bir yönüyle esbabı olmadan derinlemesine bir ihsas ve ihtisas neticesinde insan vicdanında bir mârifet peteği oluşturur. Aynı zamanda o, iz’an mertebesinde aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir imanı netice verir. Cenâb-ı Hak bütün bu hususları ekstra bir lütufla bazı kimselere ihsan edebilir. Ancak âdet-i ilâhî öyle cereyan etmediğinden bu durumu bir istisna kabul etmek ve istisnaların kaideyi bozmayacağı esasından hareketle de onu ayrı bir kategoride değerlendirmek icap eder. Bu açıdan biz bir kez daha ifade edelim ki, iman hakikatleri nazarî bilgiyle değil ancak amelle, bilinenleri hayata hayat kılmakla, tabiatın bir derinliği hâline getirip benliğe mâl etmek suretiyle gerçek mânâda ortaya çıkacaktır.
Bu sebeple, iman için başta icmalî bir bilgi yeterli olsa da, mü’min hiçbir zaman bununla yetinmemelidir. O, her sabah, doğan güneşle birlikte bir kere daha “vira bismillâh” deyip yeniden âyât-ı Kur’âniye ve ehâdis-i nebeviyeye dalmalı, âyât-ı tekviniyeyi hallaç etmeli ve bu istikamette yeni araştırma, yeni tahkik ve yeni tetkiklerle bir binayı restore ediyor gibi imanını bir kere daha gözden geçirmelidir. Dünkü, evvelki günkü bilgiler bunun için yeterli değildir. Çünkü siz bugün bir baştan bir başa kâinat kitabını hallaç etseniz ve bu ameliye neticesinde hâsıl olan cilt cilt ansiklopediler ölçüsündeki bilgileri kafanıza yerleştirseniz dahi, yarın o Zât-ı Ecell ü A’lâ’yı hüşyâr bir gönülle terütaze yeniden duyup hissedebilme adına yine o bilgilere muhtaç olduğunuzu göreceksiniz. Evet, Cenâb-ı Hakk’ı her gün bir kere daha terütaze duyma adına Hz. Üstad’ın, Âyetü’l-Kübra’da takip ettiği yol gibi sürekli bir “hel min mezîd/daha yok mu” kahramanı olarak imanda yeni bir donanım, yeni bir diriliş ve belki de yeni bir inşaya gitmeli ve demelisiniz ki; “Şu an duyup hissettiklerime bakınca, sanki ben dün inanmamış gibiyim. İnanılması gerekli olan seviyede bir iman ancak bugün bana nasip oldu.” Fakat bir sonraki gün, bir kere daha imana dair bir kısım hususları elekten geçirip, analiz ettikten sonra, bu sefer de; “Dün de ben haybetteymişim, asıl bu gün Cenâb-ı Hak bana daha farklı olarak Zât’ını duyurdu.” demelisiniz. Hatta doğrudan doğruya enbiya-i izâmın (alâ nebiyyina ve aleyhimüsselâm) meclisine girseniz ve o ulvî heyetin insibağı neticesinde başınızı kaldırdığınızda Cenâb-ı Hakk’ın arşını temâşâ ufkuna erseniz, yine de dûnhimmet olmamalı, o noktada dahi çıtayı birkaç metre yükseltip “Yok mu daha ötesi?” demelisiniz.
Mevcutla İktifa ve Şeytanın Çelmesi
Maksadımı ifade adına müsaadenizle bir misal daha arz edeyim. Bildiğiniz üzere, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancına göre dünya Cenâb-ı Hakk’ı görmek için müsait bir temâşâgah, bir mirsat olmadığından, Allah (celle celâluhu) burada görülemez. Gördüm diyenlerin gördükleri esasında mir’at-ı ruhlarına göre bir tecellîdir. Bununla birlikte muhalfarz bir insan bu mazhariyete erse, yine de himmet o kadar âlî olmalı ki, “Dahası yok mu bunun?” demelidir. Dahası ne olabilir? Meselâ, Cenâb-ı Hakk’ın cemali bâ kemâlini müşâhede mazhariyetine eren bir insan; “Acaba esmâ-i ilâhiye ve sıfat-ı sübhaniyeyle ifade edilen O Zât’ın cemali bâ kemâlini, ihata ve idrak ölçüsünde, mahiyetü nefsi’l-emriyesine uygun görebilmek mümkün mü?” demelidir. Gerçi bildiğiniz gibi Kur’ân-ı Kerim:
لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ
Mevzuumuz itibarıyla asıl üzerinde durulması gereken husus ise, insanın bildiğiyle iktifa etmemesidir. Çünkü mevcutla iktifa etme dûnhimmetliktir. İlk mektepte duyduğu bilgilerle yetinen, bu mevzuda derinleşme azmi olmayan, derinliklerde yer alan zenginliklerin peşine düşmeyen bir insan, himmetine zincir ve pranga vurmuş demektir. O, hep olduğu yerde kalakalır. Olduğu yerde kalan insan da kurumaya, dökülmeye ve karbonlaşmaya müstahaktır. Böyle bir insan –hafizanallah– er geç devrilip gidebilir. Bugün olmazsa yarın, can hulkuma gelip, el el ile, ayak ayak ile elveda, el-firak ettiği zaman –Rabbim muhafaza buyursun– şeytanın bir çelmesiyle yıkılıp gidebilir.
Böyle ebedî bir helaketten kurtulmanın yolu ise, yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi, sürekli bilgisini derinleştirme peşinde olmak, onu tabiatına mâl olmuş bir muhassala hâline getirip irfan ve mârifete ulaşmaktan geçer. Çünkü bildiklerini benliğine mâl etmiş bir insana, şeytan, elli türlü oyunuyla gelse, felsefecilerin yaptıkları gibi diyalektiklerle onun kafasını karıştırmaya çalışsa, yine de o insan, irfan ve mârifet ufku sayesinde, fesat adına çırpınıp duran o şeytana bıyık altından güler ve –kusura bakmazsanız avam lisanıyla ifade edeceğim– “Sen onu benim külahıma anlat!” der, yoluna devam eder. Evet, böyle bir konumu ihraz etmiş bir insana ârız olan vesvese ve şüpheler, Allah’ın izni ve inayetiyle ya alttan vurur geçer, ya üstten vurur geçer ama asla onun mahzen-i imanına girip oraya dokunamaz.
Medyundur O Ma’sum’a Bütün Bir Beşeriyet
İşte her gün hilkat âlemindeki binlerce ilâhî tecellîyi okuyup mârifet peteğini örgüleyen ve sürekli müşâhede ettiği o tecellîler karşısında Allah sevgisiyle yanıp tutuşan bir insan icabında uykusunu terk eder, rahatı-rehaveti elinin tersiyle iter ve O’nun rızasına ermek için her türlü sıkıntı ve meşakkate göğüs gerer. Evet, böyle birisi için, Hakk’ın hoşnutluğunu kazanabilme yolunda katlandığı her türlü meşakkat, dert ve cefa, artık onun için bir zevk ve sefadır. Dolayısıyla böyle bir insan, engin kerem ve sonsuz merhametiyle, bin bir esmâ ve sıfâtıyla O Zât-ı Ecell ü A’lâ’yı kendisine tanıttırdığından dolayı Rehber-i Ekmel ve Mükteda-yı Küll Efendimiz’e (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) karşı da derin bir sevgi ve medyuniyet duyguları içinde bulunur.
Çünkü O olmasaydı, hiçbir zaman kâinat kitabını doğru okuyamaz ve Zât-ı Ulûhiyet’i bilemezdik. Esmâ-i ilâhiyeyi, sıfât-ı sübhaniyeyi akılla nasıl bilebilirdik ki! Zât-ı Baht mevzuunda akıl bize ne söyleyebilirdi ki! Bu konularda aklın söyleyeceği her söz bir yönüyle siliktir ve hatta denebilir ki, nesepsiz sözlerdir. O tür sözlerden Hz. Mesih, Hz. Ali veya Eimme-i İsnâ Aşere’nin –hâşâ– ulûhiyeti gibi dalâletler; hulul ve ittihadı gibi sapıklıklar çıkmıştır ki bütün bunlar aklın inhiraflarıdır. Hâlbuki fetanet-i azam sahibi Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhi ekmelüttehâyâ), vahiy ile müeyyed bulunduğundan bizim elimize aklın rehberliğinde ulaşmamız mümkün olmayan sırlı anahtarlar vermiş; vermiş ve kaos ve zulmet içinde bulunan eşya ve hâdiselerin dili çözülmüş; varlık, okunaklı, muhtevalı, muhteşem bir kitaba dönüşmüş; zulüm, anarşi ve karanlıklar içinde bocalayıp duran insanlık da kurtuluşa ermiş ve insanî değerler açısından yeniden dirilmiştir. Merhum Âkif ne güzel ifade eder bu hakikati;
“Medyun O’na cemiyeti, medyun O’na ferdi!
Medyundur O Ma’sum’a bütün bir beşeriyet,
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret!”
Evet, işte bu ölçüde kendimizi, varlığın ille-i gâiyesi, en anlamlı nüktesi olan o Zât’a karşı medyun hissederiz. O olmasaydı kâinat da olmamalıydı, biz de olmamalıydık. Çünkü her şey O’nunla bir mânâ kazanmıştır. O’nun eliyle Cenâb-ı Hak vâridât ve mevâhibini başımızdan aşağı boşaltmaktadır. Yoksa, topraktan çıkıp gelme ve yine gidip toprağın bağrına gömülerek orada yokluğa itilmeden ibaret olan bir hayat tasavvurundansa, böyle bir düşünce ile hayat yaşamaktansa bence insan hiç olmasaydı daha iyi olurdu.
Bu açıdan hepimizin tutku seviyesinde, O’na karşı gösterdiği/göstermesi gereken sevgi ve alâka tabiîdir. Ancak esas o mârifet canlı bir kültür hâline gelip vicdanda kendisini hissettirir, ağır basar, yönlendirir, farklı duyar hâle getirir ve varlığa daha engince bakmanızı temin ederse, işte o zaman bu sevgi ve alâka sağlam esaslara dayalı hakiki bir muhabbet unvanını kazanır. Öyle ki, aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz’i andığınız her yerde ayak tırnağınızın ucundan başınızdaki saçınızın ucuna kadar bütün vücudunuzda bir ihtizaz yaşar, bir heyecan ve helecan duyar, burnunuzun kemiklerinin sızladığını fark edersiniz. Zaten sızlamıyorsa o Habib-i Kibriya karşısında burnun kemikleri, bence o kemiklerin var olma anlam ve gayesi de yok olmuş demektir.
Sorunuzla alâkalı son bir husus olarak şunu ifade edeyim: Dinin bize ulaşmasını sağlayan ve onu pratik hayatta bize mal eden Hulefa-i Râşidin Hazretlerine karşı da zıllî planda sevgi, alâka ve medyuniyet hisleri içinde olmamız gerekir. Çünkü denilebilir ki, bir Hazreti Ebû Bekir Efendimiz olmasaydı bu dinin yarısından mahrum kalır, gerçek mânâ ve muhtevasıyla o dini yaşayamazdık. Bir Ömer Efendimiz olmasaydı, dinin şu kadarı eksik kalır; Hazreti Osman olmasaydı dinde değişik gedikler olur; Hazreti Ali olmasaydı, bu dini doğruluğuyla ve enginliğiyle bilemezdik. Tabiî daha sonra derecelerine göre, Aşere-i Mübeşşere, sahabe-i kiram ve onlardan sonra gelen müctehidin-i kirâm ve müceddidin-i fihâm efendilerimizin de bu mevzudaki baş döndüren cehd ve gayretleri dolayısıyla derin bir hürmet ve minnettarlıkla anılması gerekir. Evet, zillin zılli planında da onlara karşı sevgi ve alâka duyup minnet ve medyuniyet duyguları içinde yâd etme mezkûr zevâtın hakkı, bizim de vazifemizdir.
- tarihinde hazırlandı.