Beytülmâl

Bizim en önemli müesseselerimizden biri de beytülmâldir. Beytülmâl, Efendimiz devrinde kurulmuş, Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde devam etmiş, hususiyle Osmanlı devrinde devletin gelişmesine denk bir seviyeye ulaşmış ve kendinden beklenen fonksiyonu eda etmiştir. Bundan da anlaşılıyor ki, bizim her zaman sistemli bir mâlî yapımız olmuştur.

Beytülmâl, Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tertip ve tanzimi esas alınarak, Beytülmâl-i hâs, Beytülmâl-i mutlak ve Beytülmâl-i âmme şeklinde üç bölümde mütalâa edilmektedir.

1. Beytülmâl-i Hâs

Beytülmâl-i hâs (hususî beytülmâl), Resûl-i Ekrem'in bizzat kendi hayat-ı seniyyelerinde tesis ve teşkil edilmiştir. Daha sonra halife ve devlet reisleri de hep aynı istikamette yürümüş ve bu müesseseyi yaşatıp korumuşlardır.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususî beytülmâlden kendi mübarek iaşelerini temin ediyor, sefirleri karşılıyor ve devletlere göndereceği hediyeleri buradan gönderiyordu ki, bu hakkı ona doğrudan doğruya Kur'ân vermişti.[1]

Ancak O, bu aidattan raiyyetinin en küçüğü, belki en küçüğünün de yarısı kadar bir geçimlik alıyor ve hânesini onunla idare ediyordu. Tebaanın en küçüğü günde kaç defa yemek yerse, ―diyelim ki bir defa― Resûl-i Ekrem de bir defalık yemek ölçüsünde bir şey alıyordu. Vâkıa, O'nun günde bir defa yemek yemediği de oluyordu, ama O, en fazla bir defa yiyordu. Çünkü tebaanın en küçüğü günde bir defa yemek yiyordu.

Tebaanın en küçüğü ne kadar elbise giyiyorsa, Resûl-i Ekrem de (sallallâhu aleyhi ve sellem) o ölçüde giyiyordu. Hâlbuki O'nun bir devlet reisi olma durumu vardı. Bayramlarda dış ülkelerden gelen sefirleri kabul edince, heyetlerle görüşeceği durumlara mahsus olmak üzere giydiği bir yeni elbisesi vardı. Bir de diğer günlerde, hayatla yaka-paça olduğu zamanlara mahsus giydiği elbise vardı ki, bu tür elbiseleri ekseriyetle birkaç yama taşırdı.

Beytülmâl-i hâs, devlet reisinin elinde ve inisiyatifinde olan, günümüzdeki örtülü ödeneğe benzer bir sistemdi. Devlet reisi bu mevzuda tasarruf hakkına sahipti. Ancak, devlet reisinin de aynen Efendimiz gibi davranması, onun iman ve vicdanına emanetti.

Allah Resûlü, birçok muharebeye bineksiz olarak katılmıştı. Bedir bunlardan biriydi. Uhud'a giderken de, binebileceği bir devesi vardı. Daha sonraları bindiği katırı (Düldül) O'na Heraklius hediye etmişti. Hayatının son demlerine doğru bindiği devesinin adı Adbâ idi.  Ve Allah Resûlü'nün bütün binekleri sırayla işte bunlardan ibaretti. Bu itibarla O gayet sade ve basit bir hayat yaşıyordu.

Daha sonra Raşid Halifeler bu hudut ve bu çizgiyi hep korudular. Hz. Ebû Bekir herkesin bildiği şekilde fakirane bir hayat yaşadı. Hz. Ömer adım be adım aynı şeyi takip etti.

Bir gün Efendimiz'in zevcelerinden kendi kızı Hz. Hafsa, "Babacığım, şöyle güzel bir elbise edinsen. Hiç olmazsa dıştan gelen heyetleri kabul edeceğin zaman o elbiseyi giysen!" dedi. Hz. Ömer'in kızına cevabı şu olmuştu:

"Kızım! Yoksa sen benim, benden evvelki iki dostumun gittiği yere gitmemi istemiyor musun? (Ben senin dediğini yaparsam nasıl olur da onlara kavuşabilirim?)"[2]

Hz. Osman aileden zengin idi. Babadan, dededen kalma serveti vardı ve ticaret yapıyordu. Halife olmadan önce hem Efendimiz devrinde hem de raşid iki halife devrinde Şam ve Yemen arasında büyük kervanlar teşkil ediyor ve ticaret yapıyordu.

Hz. Osman çok zengindi ama, bununla beraber, Allah yolunda her şeyini infak etmesini biliyor ve gidip Mescid-i Nebevî'de veya Mescid-i Haram'da kumlar üzerinde yatıyordu. Hem de o bütün bunları, idare ettiği devletin bizim devletimizden otuz-kırk kat büyük olduğu bir dönemde yapıyordu. Aynı zamanda o dönemde halk arasında zekâta muhtaç tek bir insan da bulunmuyordu.

O böyle davranırken çok rahattı. Çünkü, Resûl-i Ekrem'in getirdiği saf hayatın muktezası bu idi ve kendinden öncekilere vâsıl olabilmesi de ancak bu yolla mümkün olabilecekti. O, bütün kalbiyle buna inanıyordu.

İşte, Beytülmâl-i hâs böyle emin insanların elindeydi ve bu şekilde sarf ediliyordu. Zaten Allah'tan çok korkan ve kendi muhasebesini bu mehâfete bağlı götüren ve her an ahirette hesap verme endişesiyle tir tir titreyen böyle insanların beytülmâlde suiistimal etmeleri asla ve kat'a düşünülemezdi. Çünkü o insanlarda ruh yüceliği vardı ve çünkü o insanlar, insanı zelil kılan lüks ve israftan çok uzaktılar…

Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali kumda da yatsalar, onlar meleklerden daha azizdirler. Hayatını onların hayat çizgisinde sürdüremeyen reisleri ise, kuş tüyü yataklarını en mutena yatak odalarına serseler bile, İslâm nazarında hiçbir kıymete tekabül etmez.

Tabiî ki, her iki zümrenin icraatı da kendisine göre olacaktır. Hak ve adalet açısından Cibril'le omuz omuza yaşayan insanlarla, tiranlar gibi yaşayanların bir olmayacaklarını -bilmem ki- tavzihe gerek var mı..!

2. Beytülmâl-i Mutlak

Beytülmâl-i mutlak ise, aynı olmasa da bazı fonksiyonları itibarıyla Merkez Bankasına benzer. O, Müslümanların hazinesi ve devlet parasının terâküm ettirildiği yerdir. Merkez Bankasından farkı, para basmaması ve faiz muamelesi yapmamasıdır.

Burası aynı zamanda ganimet, cizye ve haraçların da toplandığı bir merkezdir. Devlet hem kendi hem de Müslüman fertlerin ihtiyaçlarını oradan karşılar. Beytülmâl-i mutlakın, Müslümanlığı zarara uğratacak hiçbir icraatı yoktur. Dahası, Müslümanların paralarını oraya yatırıp değerlendirmeleri de söz konusudur.

3. Beytülmâl-i Âmme ve Görevleri

Beytülmâlin üçüncü bölümü 'Beytülmâl-i Müslimîn' de denilen Beytülmâl-i âmmedir. Bazı fakihlere göre 'Müslimîn' (Müslümanlar) sözü, 'âmme' (kamu, herkes) mânâsını da ihtiva etmektedir.

Durum böyle olunca, Hıristiyan ve Yahudiler de zimmî olarak bu beytülmâle müracaat etme hakkına sahiptirler. Beytülmâle müracaat eder, oradan icabında maaş alabilir ve geçimlerini temin ederler.

Beytülmâl-i âmme başlı başına ayrı bir hazine hüviyetinde çalışır. Ona bugünkü mânâsıyla 'maliye' demek de mümkündür. Ancak günümüz maliyesinin ona kıyasla çok eksik yanlarının olduğu da unutulmamalıdır. Beytülmâl-i âmme daha cevval, daha seyyal, daha aktif ve daha işlektir.

Ayrıca zekât ve diğer vergiler de burada toplanır. Devlet piyasaya bununla vaziyet eder ve fiyat istikrarını bu merkezle sağlar. Enflasyon ve fiyatlarda aşırı düşmeyi (deflasyon) bununla önler. İçte ve dışta bir kısım spekülasyonların önüne bununla geçer.

İşte devlet, âmmenin beytülmâlini bu mevzuda kullanmak suretiyle, iktisadî ve ticarî hayattaki dalgalanmaları önler. Memleketin varidatına (gelirlere) göre, ciddî bir plan içinde yatırım ve harcamaları ayarlar. Bu itibarla Beytülmâl-i âmme bir bakıma maliye bir bakıma da Devlet Planlama Teşkilatı gibi çalışır. Raşid Halifelerin sistemi bu idi. Emevî, Abbasî, Selçuklu ve Osmanlının, tam uydukları ve riayet ettikleri zaman sistem buna yakındı.

İslâm'dan ellerini gevşetenler uygulama ve tatbikatta tekâsül (tembellik) gösterdikleri ve işi aksattıkları zaman baş aşağı gittiler. Evet, göklerin ve yerin dili ve lisanı olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan'dan, hayatın hangi safhasına dair olursa olsun, küçük bir inhiraf hem ferdi hem aileyi hem de cemiyeti baş aşağı getirir. Tarih bunun en açık delilleriyle mâlemâldir.

Âmmeye ait beytülmâlin kendine göre eda ettiği fonksiyonları vardır. Bunlardan bazılarını şöyle sıralamak mümkündür:

a. Âdil Gelir Dağılımı

Allah Resûlü fertler arasında hiçbir ayırım yapmadan malı taksim ediyordu. Bu taksimde ferdin içtimaî yönü veya bir başka meziyeti, tercih sebebi değildi. Aynı durum Hz. Ebû Bekir zamanında da devam etti. O da fertler arasında hiçbir ayırım gözetmeden taksimatta bulundu. Hz. Ömer ise, işe vaziyet edince bu türlü taksimatı bazı mülâhazalara binaen kısmen farklı bir şekilde uygulamıştı.

Evet, o, taksimatını Ehl-i Beyt-i Resûlullah'a ve Efendimiz'in zevcelerine fazla vermek şeklinde ele aldı. En çok maaş alan, Peygamberimiz'in zevceleri idi. Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (radıyallâhu anhümâ) Bedir'e iştirak edenler dahil herkesten fazla maaş alıyorlardı. Hz. Ömer onlara on iki biner dinar veriyordu.

Sebebi sorulunca da şöyle diyordu: "Ben hiçbir zaman Peygamberin torunlarıyla başkalarını müsavi tutamam. Onlar Cennet ehlinin delikanlılarıdırlar. Ve yine ben hiçbir zaman Efendimiz'in hanımlarını, yani bütün mü'minlerin analarını başka kadınlar seviyesinde düşünemem."

Fakat Hz. Ömer hayatının son demlerinde kendi kendine Resûl-i Ekrem'in ve Hz. Ebû Bekir'in taksimatının isabetli olduğunu düşündü ve "Keşke ben de Ebû Bekir gibi yapsaydım!"[3] dedi. Eğer hayatta kalsaydı, muhtemelen öyle yapacaktı…

Acaba Hz. Ömer'i eski kararından vazgeçiren husus ne idi? Bunu pek bilemiyoruz. Bana öyle geliyor ki, o, hayatının her safhasında Hz. Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Ehl-i Beytini ve zevcelerini başkalarından yine üstün tutmak istiyordu ama, devletin bazı kesimlerindeki vali, eyalet valisi, âmil, kâdılkudât vs. bunlar kendi yakınlarını, Resûl-i Ekrem'in yakınlarına kıyas ederek onlara fazla bir şey ayırırlar endişesini taşıyordu. Belki de koca Ömer (radıyallâhu anh) Emevî hükümdarlarında baş gösteren suiistimali ta o zaman vicdanında hissetmiş ve bu son sözlerini onun için söylemişti.

Diğer taraftan, Allah'a kurbiyet, mal taksiminde fazla pay almaya sebep olursa, bu ikisi de önü alınamayacak rahnelere sebep olabilirdi. Ama Hz. Ömer, kendi yaptığı taksimde zerre kadar adaletten ayrılmadı. İnsanlara, Allah'a kurbiyetlerine göre muamelede bulundu.

Hz. Ömer'e göre, bir insan Bedir'de veya Uhud'da bulunmuşsa, o, bu muharebelerde bulunmayanlara göre daha fazla hak almalıydı. Kim daha çok terlemişse, o, daha az terlemişe veya hiç ter dökmemişe göre elbette iltifat görmeliydi. Hz. Ömer'in adalet anlayışı buydu. Bir harbe iştirak etmiş, orada civanmertlik göstermiş bir insan, Hz. Ömer'in nazarında, daima muallâ bir taht üzerinde oturan semavî bir varlık hâlinde kendini gösterirdi.

İmam Şiblî'nin tespitine göre, Hz. Ömer, Beytülmâl-i âmme içinde halka aidatlarını, maaşlarını dağıtırken, başını kaldırdığında yüzünde yara izi bulunan birini gördü. Adam orada duruyordu. Ona maaşını verdi. Adam yine bekliyordu, ama maksadı nedir bilemiyoruz. Başını kaldırıp onu tekrar görünce yine verdi. Bir daha başını kaldırdı, gördü, yine verdi. Adam utandı ve çekip gitti.

Hz. Ömer başını kaldırdığında artık onu göremedi. Sordular:

"Yâ Ömer! Niçin böyle yaptın?"

Cevap verdi:

"Vallahi, ben onu yüzünden yara aldığı falan muharebede öyle kıyasıya savaşırken gördüm ki, eğer akşama kadar burada dursaydı, ben de akşama kadar ona bir şeyler verecektim."

Evet, Hz. Ömer taksimde bulunurken, ferdin Allah'a kurbiyetini hesaba katıyordu. Kim Allah'a yakınsa, onu aslan payı almaya layık görüyordu. Öbürünün alıp almayacağı ayrı bir mesele. Tabiî bütün bunlar birer içtihattı.

Amr İbn Âs yeni Müslüman olmuştu. Bir süre sonra Resûl-i Ekrem onu çağırmış, kendisini bir seriyye ile harbe göndereceğini ve neticesinde de ganimet elde edeceğini haber vermişti. Bunun üzerine o da, "Yâ Resûlallah! Ben bunun için Müslüman olmadım. Ben, (Allah beni mağfiret etsin diye) Müslüman oldum." demişti.[4]

Bir başkasına yine ganimet verilirken, o da kalkıp Resûl-i Ekrem'e şöyle demişti: "Yâ Resûlallah! Ben ganimet almak için değil, şuradan bir ok yiyip şehit olmak için Müslüman oldum." Ve oradan dönüp başka bir tarafa gittiklerinde parmağıyla işaret ettiği yerden oku yedi, şehit oldu ve ruhunu Resûl-i Ekrem'in dizinde Allah'a teslim etti. Allah Resûlü, "Tam dediği yerden vuruldu!" deyip yanındakilere boğazından bir ok yiyerek şehit olmuş bu sahabinin daha önce dediklerini hatırlatmıştı.[5]

Validemiz Zeyneb binti Cahş, Hz. Ömer'in kendisine gönderdiği 12 bin dirhemi akraba ve yetimlere dağıttıktan sonra, "Allahım! Ömer'in atiyyesini bana bir daha gösterme, ruhumu kabzet!" şeklinde dua etmişti.[6]

Böyle insanların meydana getirdiği bir cemiyetin maliyesi asla açık vermez; iflas görmez. Evet, onlar fert olarak gayet sade ve müstağni yaşarken, devlet hazinesi ağzına kadar dolup taşıyordu.

Yoksa, bu cemiyetin yirmi sene gibi kısa bir zaman içinde en güçlü devletleri dahi dize getirecek bir askerî güce sahip olmasını izah etmek mümkün değildir.

Roma ve İran köklü birer devletti. İslâm zuhur ettiği zaman İran'ın mazisi bin seneyi çoktan geçmişti. O, oturmuş, istikrar kazanmış bir milletti. O sıralarda kuruluşlarının 2500. senesini kutluyorlardı. Hâlbuki kısa bir müddet sonra, beş-on senelik mazisiyle yeni bir devlet onları dize getiriyor ve yerle bir ediyordu.

Müslümanlar zengin idiler. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, beş-on yerde yedek at beslemek için yayla ve ahırları vardı. Sadece Medine civarında 4 bin civarında harbe iştirak etmeye hazır at bulunuyordu.[7] Böyle bir harp gücünün buudlarını düşünebiliyor musunuz?

Bu gücün altında, maliyenin çarçur edilmemesi yatıyordu. Devlet ricali, "Fırsat bu fırsat!" deyip kendi çıkarlarına yatırım yapmıyorlardı. Hem iş sadece ferdin vicdanına bırakılmıyor, devlet kademesinde vazife yapan herkes mal beyannamesinde bulunuyor, herkes hesap vermeye hazır yaşıyor ve herkese hesap soruluyordu.

Halid b. Velid cihan çapında bir kumandandı. Allah (celle celâluhu), iki büyük imparatorluğu onun kılıcıyla dize getirmişti. Asker, başında Halid'i görmeyince bir yere hareket etmeyecek derecede ona bağlanmıştı.

Bununla beraber, Yermuk muharebesi gibi Müslümanların ölüm-kalım mücadelesi verdiği bir sırada, Halife Hz. Ömer (radıyallâhu anh) onu azletmişti. Emri tebliğ vazifesi Muhammed b. Mesleme'ye verilmişti. Muhammed b. Mesleme, Halid'in başındaki sarığı boynuna takıp onu bu hâlde halifenin huzuruna getirivermişti.

Muhammed b. Mesleme, halifenin emrini kendisine tebliğ ettiği zaman asker, Halid adına kılıcını kınından sıyırıp halifeye karşı kıyam edebilirdi. Hâlbuki Halid, sarığını açıp boynuna takacak ve Muhammed b. Mesleme onu Medine'ye kadar o vaziyette götürecek kadar mütevazi ve civanmert bir insandı.

O gün Hz. Ömer, Halid'e hitaben şöyle demişti:

"Halid! Sen ordu kumandanısın. Orduya tayin edildiğin zaman şu kadar mal varlığın vardı. Bugün de servetine bakacağım. Daha öncekinden fazla bir şeyin varsa, onu iliklerini sökercesine senden alacağım!"

Ama Halid'in malının hesabı yapıldığı zaman, orduya intisap ettiği zamandakinden daha az bir mala sahip olduğu görülmüştü. O gün 20 bin dirhemi varsa bugün ancak 10 bin dirhemi vardı. Halid bu yönüyle de tertemiz olduğunu ispatlamıştı.

Hz. Ömer buna çok sevinmişti ama, bir mesele daha vardı; onun da mutlaka halledilmesi gerekmekteydi. Bu münasebetle de o Halid'e şöyle demiştir:

"Halid! Allah şahit ki seni çok seviyorum. Ama halk bütün zaferleri senin şahsında buluyor. Hâlbuki bize bu zaferleri ihsan eden Allah'tır. İnsanların şirke düşmesine meydan vermek istemiyorum. Ve bunun için de seni kumandanlıktan azlediyorum."[8]

Halid, hiçbir itirazda bulunmaksızın şerefiyle ordusuna dönmüş; kumandan değil, ömrünün sonuna kadar bir nefer olarak savaşmaya devam etmişti.

Görülüyor ki, o koca kumandan Halid, mal beyannamesinde bulunuyor ve malının hesabını veriyor ki, İslâm'ın maliyesi bu türlü insanların elinde idi ve asla çarçur edilmiyordu. Yakına, akrabaya ―avam ifadesiyle― peşkeş çekilmiyordu. Dağıtım hakkaniyetle yapılıyor ve israfa meydan verilmiyordu.

b. Takdirle Yâd Edilecek Eserler Bırakmak

İslâm maliyesinin vazifelerinden biri de, gelecek nesillerin takdirle yâd edeceği ve hatırlayacağı eserler bırakmaktır. Medeniyet tarihi, ecdadımızın bize, onları hayırla hatırlayacağımız çok sayıda eser bıraktığını yazmaktadır.

Bazılarının, kendi ruh köküne cibillî düşmanlık ve nefretlerinin bir alâmeti olarak, ecdadı kınayıcı ifadeler kullanmalarının ilmî ve insanî hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Bunlar, ecdadımızın bu kadar minare bırakacağına, bize neden fabrika bacaları bırakmadığını soruyorlar. Bu düşünce sahipleri kendi tarihini bilmediği gibi, dünya teknoloji tarihini de bilmiyorlar demektir.

Evvelâ, ecdadımızın bıraktığı minareler, fabrika bacasına mâni değildir ve olmamıştır da. İkinci olarak, teknolojinin bu safhaya sıçraması daha dün denecek kadar kısa bir zaman önce gerçekleşmiştir. Üçüncüsü, ecdadımızın bize bıraktığı el tezgâhları hiç de küçümsenecek oranda değildir. Dördüncüsü, Batılı, fabrika bacalarını diktiği günden beri ecdadımıza teknolojik gelişmeleri yakından takip ve tatbik edebilecek bir huzur ve fırsat vermemiştir. Bunda âbâ u ecdadımızın hiçbir günah ve kusuru yoktur.

Geri kalışımızın kusuru ne Osmanlı'da ne de Selçuklu'da aranmalıdır. Eğer onların kusurları birse, biz 20. asırda o kusurların bin katını irtikâp etmişizdir. Hiç olmazsa bu işlediklerimiz bizi kendimizden utandırmalı ve ecdadımıza dil uzatmamıza mâni olmalıdır. Bizim, her şeyimizle kendimize karşı yabancılaşınca, yıkılışımızın da o nispette süratlendiği bir gerçektir. Hâlbuki onlar, gelecek nesillerin takdirine vesile olabilecek sayısız eserler bırakmışlardır. Bizler şimdilerde bunu bizzat görüp takdir ediyoruz.

İlim, bizim bağrımızda boy atmıştır. Avrupa'nın asırlarca üniversitelerde okuttuğu nice kitapları Müslümanlar yazmışlardır. Bizdeki astronomi ve tıp adına yapılan keşifler Batılıyı hayret içinde bırakmıştır. Mâşerî vicdan bizde onlardan çok önce uyanmıştır.

Ama her nedense bizde müthiş bir ecdat düşmanlığı var. Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfü'l-Akl adlı eserinde, Türk milleti kadar ecdâdından kopuk ve ecdâdına söven hiçbir millet görmediğini söyler.

Ben Münih'teki bir müzeyi gezerken ona daha çok hak verdim. Müzede en eski devirlerden başlayarak kendi devirlerine kadar gelip geçen bütün ilim ve fikir adamları zikrediliyor ve mermer bir levhada onların hayat hikâyeleri anlatılıyordu. Haklarında söylenen sözler hep senâkâr ifadelerden ibaretti.

Belki günümüzün keşif ve buluşlarıyla o insanların dün söyledikleri taban tabana zıt şeylerdi. Buna rağmen ceht ve gayretlerine saygı duyuluyor ve o insanlar göklere çıkarılıyordu. Orada adı geçen insanlar arasında belki kendilerine uydurma bir meziyet isnat edilenler de vardır. Ama hiçbir Alman bunu araştırmamakta ve o insanları hep büyük olarak tanımaktadır.

Bizde ise nice dev insanlar gelip geçmiştir ve bunlar günümüzde tek bir satırlık malumatla dahi anılmamaktadır. İşte bu manzarayı görünce içim bir kere daha burkuldu ve ecdadımıza karşı gösterdiğimiz kadirbilmezlik beni bir kere daha iki büklüm etti. Mustafa Sabri Efendi'ye hak vermemek mümkün değildi…

c. Kabiliyetli Kişilerin Yetiştirilmesine İmkân Hazırlamak

İstidat ve kabiliyetli kişileri tespit edip onların kendi alanlarında yetiştirilmesine imkân hazırlamak, günümüzde her zamankinden daha çok ehemmiyet arz eden bir durumdur. Beytülmâl vasıtasıyla devlet, istidat ve kabiliyetli kişileri bilgi, görgü ve becerilerini artırmak üzere dünyanın dört bir yanına göndermeli ve onlardan âzamî ölçüde istifade etmenin yollarını araştırmalıdır.

Vatan ve millet için faydalı olacağına inanılan bütün yatırımlar, karz-ı hasen denilen borç verme usûlüyle teşvik edilip liyakatini ispat eden şahıslara dengeli bir kalkınma çerçevesi içinde yatırımlar yaptırılmalıdır. Başka türlü, asrın şartlarına uygun bir teknik ve teknolojiye sahip olmak mümkün değildir. Zira bugünkü hızlı gelişme karşısında fertlerin kendi imkânlarıyla teknoloji dünyasına ayak uydurması çok zor, hatta imkânsızdır. İşte İslâmî bir iktisadî yapı içinde bütün bu ve benzeri faaliyetleri Beytülmâl-i âmme tekeffül eder.

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, İslâm hiçbir konuda boşluk bırakmamıştır. O, ferdî, ailevî bütün dertlere derman vaad ettiği gibi, içtimaî, iktisadî ve ticarî problemlere de çözümler getirmiştir. Yeter ki, biz İslâm'ı kendi dinamikleri içinde yaşayabilelim. İşte o zaman onun hayata nasıl hayat ve can verdiği daha iyi anlaşılıp müşâhede edilecektir.

[1] Bkz.: Enfâl sûresi, 8/41.
[2] Beyhakî, Şüabu'l-iman, 5/159.
[3] Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 2/452-453.
[4] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/197.
[5] Hâkim, el-Müstedrek, 3/688.
[6] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 6/127.
[7] Şiblî Numânî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/144-145.
[8] Şiblî Numânî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 1/245.