Ekonomi Anlayışımız Orijinaldir

Karanlık ve ışığın birbirine zıtlığı nispetinde ışığın parlaklığı anlaşıldığı gibi, farklı sistemler üzerinde durulmasında, bu zıddiyetin aydınlatıcılığı düşünülebilir.

Gerçi, İslâm her şeyi zirvede temsil ettiğinden, güzelliğinin görülmesi için zıddına muhtaç değildir. Fakat, herkes bu güzelliği aynı derecede göremeyeceği ve o zirve noktaya nüfuz edemeyeceği için, nisbî bir karşılaştırma yapılarak, kapitalizm ve komünizm gibi, yeryüzünde söz sahibi olmuş ekonomik doktrinlerden bir nebze de olsa bahsedilebilir. Bizim maksadımız da bu idi: iyiyi ve güzeli göstermek, bakışları ve gönülleri iyiye ve güzele çevirebilmek.

Bir diğer açıdan biz, bir hayli zamandan beri hemen her noktada, Batıyı âdeta bir kıble hâline getirdik. Dini doğru anlamak için bile onlara müracaat ettik. Hayatı anlama adına onların kapısını çaldık. Maddeyi de mânâyı da onlardan öğrenme peşine düştük. Aynı şekilde, sanki kendi dünyamızda hiç bilinmiyormuş veya sanki her sahada söz Batıya aitmiş gibi, iktisadı da onlara göre yorumlar olduk.

Böylece, Batının karanlık üstüne karanlık atmosferine gireli beri, diğer meseleler gibi, iktisat deyince de ya Ricardo'nun görüşüne ya Robinson'un görüşüne ya da bir başka Batılının görüşüne başvurmayı mârifet saydık.

Hâlbuki iktisat, hayatımızın bir parçası olarak, hayatın bütün üniteleri içinde, umumî çerçevede her yönüyle tarifini bulmuş ve olması gereken yere konmuş, kendisine verilmesi gereken değer de verilmiştir.

Batı için iktisat veya ekonomi, ferdin şahsî hayatını ele alan ve onun maddî refahını hedef edinen bir ilim dalıdır. Bu itibarla ekonomi, Batıda bir bakıma her şeydir. Hayatı dünya hayatından ibaret sayan ve mutluluğu tamamen maddenin dar ve sisli çeperinde arayan Batılı için ekonomiyi nazara almadan ferdî ve içtimaî hiçbir meseleyi çözmek mümkün değildir.

Hayat ve ölüm, onlara göre, fert planında olsun, toplum planında olsun, ancak gelir ve giderlerin denge veya dengesizliği ile anlatılabilir. Bir süper devletin doğuşu ekonomik refah, yıkılışı ekonomik krizle izah edilebilir. O kadar ki, dine de, insanların dinî inanç ve hayatlarına da yine ekonomi açısından yaklaşacak kadar maddeye hapsolmuş bulunan Batılının nazarında, gelir kaynakları ile hedeflenen maddî refah noktası -eğer böyle kesin bir zirve nokta varsa- arasındaki denge veya dengesizlik, fert ve cemiyetin ahlâkî karakterinin de temeli sayılabilir.

Böyle bir dünya görüşü için, tek değer paradır. Ne kadar dikkat çekicidir ki, değeri tamamen temsîlî, itibarî ve izafî olması gereken para, Batı ekonomisinde fonksiyonunu aşarak tamamen malın yerini almakta ve asıl değer itibarıyla 5 lira olan bir kâğıt parçası, 500 bin liralık bir emtianın yerine geçebilmektedir. Bu bile Batıda değerlerin ne kadar alt üst gittiğini, mutlak değer namına hiçbir şeyin kalmadığını ve ölçülerin bütünüyle tersine çevrildiğini göstermeye yeter.

Şimdi bu kısa hulâsadan sonra, kendi iktisat anlayışımız üzerinde durabiliriz.

1. İktisadî Sistemimizin Temel Düsturları

Cenâb-ı Hak, nice hikmetlere bağlı olarak insanoğlunun ulaşabileceği mahdut kaynaklara mukabil, sınırsız arzu ve isteklere bir sınır getirmiş ve bunu da Kur'ân-ı Kerim'de gayet net olarak beyan etmiştir.

Evet, bizim iktisadî anlayışımızda, Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiyleri birer pusula gibidir. Sınırlarına riayet etme mecburiyetinde olduğumuz bu emir ve nehiylerden birkaçını, sırf bir fikir verme açısından burada arz etmek istiyorum:

Bir yerde Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Rabbinizin nimetlerinden yiyin ve Rabbinize şükredin. İşte size güzel bir memleket ve çok bağışlayan bir Rab!" (Sebe sûresi, 34/15)

Yani, siz O'nun kulusunuz, rızkı da O yaratmıştır. Öyle ise Rabbinizin size verdiği bu nimetleri yiyin, için ve hayatınızı şükür mülâhazasına bağlı sürdürün.

Âyetin devamında ise şöyle buyruluyor: İşte size bir belde-i tayyibe.. ve sizin karşılaşacağınız da Gafûr bir Rabdir. Ama eğer siz, bir kısım yanlışlıklara girerek, size verilen rızkı, şükür içinde harcamayıp da israf eder ve size bahşedilen nimetlerin kadr u kıymetini anlamayarak onları lüzumsuz yere saçıp savurursanız içinde bulunduğunuz belde 'tayyib' olmaktan çıkar. Ve Cenâb-ı Hak da size kevnî kanunlarıyla azap eder ve dolayısıyla da O'nun gufranına eremezsiniz.[1]

Bir başka âyette ise O şöyle ferman eder: "Ey âdemoğulları! Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin; yiyin, için fakat israf etmeyin. Çünkü Allah müsrifleri sevmez." (A'râf sûresi, 7/31)

Yani, namazgâha giderken veya topluluk içine çıkarken ziynetini al, insanların karşısına hoş olmayan, tiksindirici bir görünümde çıkma. Zira hadisin ifadesiyle, Allah verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmek ister.[2] Senin de O'nun nimetlerinden istifade ederek onları izhar edip göstermen, Rabbine karşı bir tahdis-i nimet ve şükür olduğunu hatırdan çıkarma! Sen bu nimetleri üzerinde gösterdiğin müddetçe, hep hâl diliyle Allah'a "Elhamdülillah yâ Rabbi" demiş olursun.

"Yiyin ve için!"[3] ve Allah'ın size helâl kıldığı şeyi nefsinize haram kılmayın. Zira bu vadide Resûl-i Ekrem'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) bile itap edilmiş ve "Ey şanı yüce Nebi! Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi ne diye nefsine haram ediyorsun?" (Tahrim sûresi, 66/1) denmiştir.

"Yiyin ve için!" emri, muvazenede işin bir tarafını teşkil ediyor. "İsraf etmeyin; zira, Allah israf edenleri sevmez." (En'âm sûresi, 6/141) nehyi ise, diğer tarafını; zira âyetin bu yanı yiyilip içilecek şeylere sınır koymaktadır. Binaenaleyh biz, vücudumuz, dimağımız ve ruhumuz için, şükretmeyi netice vermeyecek şekilde saçıp savuramayız. Saçıp savuramayız; zira Allah, konuyla alâkalı açık yasak koymuştur.

Ayrıca bir başka âyette O, şöyle emretmektedir: "Akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver, fakat saçıp savurma! Çünkü saçıp savuranlar şeytanın kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankördür!" (İsrâ sûresi, 17/26-27)

Evet, hayat-ı içtimaiyede sen, senin yakınların arasında fakir insan kalmasına imkân verme! Yoksula da hakkını ver. Unutma senin gelir ve kazancının içinde Allah'ın başka kullarının da hakkı vardır.

Ne var ki, onlara hakkını verirken saçıp savurmamalısın! Evet, çoluk-çocuğun kapı kapı dolaşıp el açacak ve dilenmeye zorlayacak şekilde varını-yoğunu har vurup harman savuramazsın. "Zira saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir." (İsrâ sûresi, 17/27) Evet, bunlar, ancak şeytanî yolun yolcularıdırlar. Şeytanın idaresinde teb'a ve raiyyet olanlar, ilâhî mülk ve melekûtun raiyyeti ve teb'ası olamazlar. "Şeytan Rabbine karşı nankörün ta kendisidir." (İsrâ sûresi, 17/27)

Görülüyor ki İslâm, harcamalara hayır yolunda dahi olsa bir sınır ve tahdit koyuyor. Hâlbuki israf ve tüketime dayalı sistemlerde böyle bir sınırlandırma söz konusu değildir. Onun için bu sistemler insanların başına her zaman gaile açagelmişlerdir.

Yukarıda, kısmen bu hususa temas ettiğimiz için, burada herhangi bir mukayeseye girecek değilim. Ancak bizim iktisadî yapımızla diğer iktisadî yapılar arasında derin bir uçurumun var olduğunu tekrar etmekte yarar var.

Her şeyden evvel bilinmelidir ki, insanoğlunun ihtiyaç ve arzuları sınırsız, buna mukabil, ekonomik kaynaklar ise gayet mahdut ve sınırlıdır. Öyle ise, insanlar arasında bu ekonomik kaynaklar belli bir sisteme göre taksim ve pay edilmelidir.

Bize ve bizim müntesibi olduğumuz dinin iktisat anlayışına göre bu taksimi yapan Allah'tır. Ve zaten böyle bir taksim yapmak da sadece O'nun hakkıdır. Zira, bütün ekonomik kaynakları yaratan O'dur.

Yine bizim iktisat anlayışımızda, para her şey değildir. Zira muvakkaten yaşadığımız şu dünyada, asıl mülk Sahibini razı etme, burada bey ve paşa iken ahirette gedâ (dilenci) olmama, burada villalarda yaşarken orada dilenci durumuna düşmeme, bizim için vazgeçilmez birer hedeftir. Bu açıdan da, para esas hedef değil, bizi hedefe götüren vesilelerden biridir. Hem de tâli vesilelerden biri...

2. Ekonomik Yapımızın Temel Özellikleri

a. Ekonomi Anlayışımız Eşsizdir

Ekonomi ilmi için bir mânâda, "İnsanın sonsuz ihtiyaç ve istekleriyle, kaynakların sınırlılığı arasındaki münasebetleri düzenleyen bir ilim dalıdır." denmiştir ve denebilir.

İnsan, gerçekten bütün bir ömür boyu, sonu gelmeyen arzular, ihtiyaçlar ve emeller ağında çırpınır durur. O, "Bir vadi altını olsa, bir ikinci vadiyi isteyecek"[4] özelliktedir.

Ne var ki, her insanın aslî ihtiyaç ve hakikî rızkına fazlasıyla yetecek olan ekonomik kaynaklar, herkesin hırsını, sonu gelmez emellerini ve biri giderildikçe onlarcasına kapı açan sun'î ihtiyaçlarını doyuracak kadar da zengin değildir.

Bundan ötürü, ekonomik sistemler, kaynakların insanların ihtiyaçları çerçevesinde dengeli ve adaletli dağılımını, en verimli şekilde işletilip, en rantabl biçimde kullanımını esas alır. Bu noktada birleşen iktisat sistemleri, bu meselelere bakışları, konuyla alâkalı getirdikleri prensipler ve ortaya koydukları düzenlemeler açısından farklılıklar arz eder.

Meselâ, bir sistem vardır ki, onda ekonomik faaliyetler her şeyin başında gelir. Bu sistemde insan, yiyen, içen, üreten ve tüketen bir varlık olarak görülür ve dolayısıyla da âzamî tüketim ön plana çıkar. İnsan, tükettiği nispette insandır ve hep daha çok tüketim için çırpınır durur.

Böyle bir sistemde beşerî arzuların tatmini esas olup âdeta, "Geçmiş, gelecek masal hep/Eğlenmene bak, ömrünü berbat etme!" (Ömer Hayyam) anlayışı içinde fert, ömrünü sonu gelmez arzularını tatmin peşinde tüketir. Böyle bir sistemde dinî ve ahlâkî değerler elbette ön plana çıkamaz ve "insan, insanın kurdu" hâline gelir.

Sonuç olarak, vicdanı, sorumluluk anlayışı, adalet, hakkaniyet duyguları tefessüh etmiş bulunan fert, kanunların boşluklarına sığınır ve gücü nispetinde kanunları kendi lehinde değiştirerek, her şeyi kendine benzetir. Bu sistem kapitalist sistemdir.

Bir başka sistemde, devlet adına bir grup her şeye el koyar. Âdeta, arzuların, ihtiyaçların, hatta emeğin de eşitliği adına bütün insanları işçi kabul eder ve ferdî teşebbüse, dolayısıyla ferdî istidatların neşv ü nemâ bulmasına hiç mi hiç yer vermez. İnsanı dar ihtiyaçlara göre düşünür ve elden geldiğince onu emek sınırlarına hapseder. Temelde insanî fıtratı nazara almaz ve neticede istidatları körelttiği gibi, insanları da gizli gizli çalmaya alıştırır. Bu sistem de komünist sistemdir.

Bütün bunların dışında bir başka sistem de vardır ki, onda ekonomik faaliyetler belli, mutlak ve değişmez değerlere oturmuştur. Bütün insanlar, insanların da mülkün de Sahibi, göklerin ve yerin Rabbi olan Allah'ın kullarıdır.

Ekonomik motif ve saikler, temelde insanı daha da faziletli kılmaya yönelik 'teşvikler' mevkiindedir. Her türlü faaliyet, haram-helâl hudutları içinde cereyan eder. Hatta bu hudutlar, 'mekruh', 'mubah' ve daha da ötede 'şüpheli' gibi ince sınırlarla belirlenir.

Bu sistemde gelir kaynaklarının dağılımı, bu kaynaklardan istifade yolları ve insanların bunlarla olan münasebeti bellidir ve hep aynı mutlak değerlere göre cereyan eder. Her zaman ana ihtiyaçlar nazara alınır, insan fıtratı kat'iyen ihmal edilmez, emek ön plana çıkar ve istidatlar kamçılanır.

Fakat hemen adalet ve bunun da ötesinde merhamet, şefkat ve iyilikte yardımlaşma düsturları devreye girer. Ahiret inancı, tek kuruşuna kadar her kazançtan ve tek kuruşuna kadar her harcamadan bir büyük mahkemede sorguya çekilme inancı, bütün bu ekonomik faaliyetlere hususî bir istikamet verir ve bir renk katar.

Bu sistemde meşru dairede kazanma, hatta yeme ve içme teşvik edilir. Fakat lüks ve israf yasağıyla yine bir sınırlama söz konusudur. İnsan, tükettiği nispette değil, ekonomik faaliyetlerini insanî faziletlerine basamak yaptığı; adalet, merhamet, hakkaniyet, başkalarının hukukuna saygı, hayırda yardımlaşma ve hatta başkalarını kendine tercih etme gibi erdemlerle bezendiği ölçüde insandır. Bu sistemde sınırsız tüketimin yerini kanaat ve tutumluluk almıştır.

Bu üçüncü sistem, İslâmî sistemdir ve o, bu yanlarıyla diğer bütün sistemlerden ayrılır.

b. Ekonomi Anlayışımız Kendine Özeldir

Zaman zaman İslâm ekonomisi ile kapitalizm veya komünizm arasında karşılaştırmalar yapılmış ve hususiyle bu asrın başında İslâm, kapitalizme daha yakın görülmüş ve gösterilmiş; sosyalizmin revaç bulduğu asrın ortalarına doğru ise, bu defa o, sosyalizmle barışık bir sistemmiş gibi sunulmak istenmiştir.

Oysaki İslâm, teferruatta ister istemez bazen kapitalizme, bazen sosyalizme yaklaşsa da, o her hususta olduğu gibi ekonomik yapısı itibarıyla da hem dünyayı hem ukbâyı, dolayısıyla insanın bütün hayatını kucaklayan ilâhî bir dinin bütünlüğü içinde, sahip olduğu kendine has yeriyle, sosyalizme uzak olduğu kadar kapitalizme, kapitalizme uzak olduğu kadar da bir başka izm'e uzaktır ve aralarında hiçbir temel benzerlik bulmak da mümkün değildir.

Her şeyden önce ayrılık, temel bakış noktasındadır. Bundan dolayı da onu diğerleriyle aynı çizgide mütalâa etmek yanlıştır.

İslâm, ferdin ahiret mutluluğunu ve bu mutluluğun kazanılma yeri olan dünyadaki yaşamı da esas alır. Ona göre, dünya ve ahiret, bir evin iki odası gibi yan yanadır; birbirinden ayrı değildir ve bir bakıma, birbirinin tamamlayıcısı mesabesindedirler. Fert planında olsun toplum planında olsun, herkes hayatını bu prensibe göre ayarlayacağından, iktisat da gerçek tarif ve yerini yine bu prensibin içinde bulacaktır.

İkinci olarak, insan dahil, mülk bütünüyle Allah'ındır. İnsan da Allah'ın mülkünde bir emanetçidir. Hem öyle bir emanetçi ki o, kendi bedenindeki tasarruflarında bile keyfemâyeşâ (dilediğini yapmakta hür) değildir. Dolayısıyla, bedeni dahil kendi mülkünde istediği gibi tasarrufta bulunamaz.

Bu prensip çerçevesinde, belli nispette özel mülkiyete sahip olsa da, bu mülkiyeti kullanma, gelirinden istifade etme ve miras bırakma gibi hür tasarruflarında da Allah'ın tayin ettiği çizgide hareket etmek zorundadır.

İşte bu prensipler açısından İslâm ekonomi doktrinini, ebedî ve değişmez değerlerden tecrit edilemezlik anlayışı içinde, "Allah'ın koymuş bulunduğu mutlak değerlere göre, fert ve cemiyetin hayat standardını düzenleyen prensipler bütünü." şeklinde tarif edebiliriz.

İslâm ekonomi doktrininde ferdin mutluluğu, ayrıca içinde yaşadığı toplumun huzur, refah ve mutluluğu ile de bölünmez bir bütünlük arz eder.

Sağlam bir içtimaî yapıya oturtulmuş hemen bütün ekonomik sistemlerde ortak bazı noktalar vardır. Bunlar, hemen her ekonomik düzende aynıdır ve değişmez.

Meselâ, her ekonomik sistem gelir kaynakları meselesini ele alır; bu kaynakların en verimli şekilde kullanımı ve dağılımı konusunu inceler. Arz ve talep ile gelir ve gider arasındaki dengeyi hiçbir zaman göz ardı etmez ve bu dengeyi koruyucu tedbirler teklif eder.

Yine, ferdin belli bir gelir kaynağını işletmesi, elde ettiği ürünleri satması, mübadelede bulunması, gelirini harcaması veya yeni yatırımlara girişmesi gibi mevzular, bütün ekonomik sistemlerin müşterek meseleleridir. Bunlar ve bunlar gibi daha pek çok husus, iktisadî bünyenin belli başlı unsurlarını teşkil eder.

Ancak ekonomik sistemleri bu tür mevzularıyla değil, ekonomik meselelere yaklaşımları, ekonomik hayatın her sahasında koydukları prensipler ve getirdikleri ölçüleriyle değerlendirir ve aralarındaki farkı görürüz. Yoksa, İslâm ekonomisinde de ticaret mevzuu vardır, emek ve sermaye münasebetleri vardır, kazanma ve harcama yolları vardır.

Mühim olan, İslâm'ın bunları düzenleme biçimi, onlara temel bakış açısı ve ana değerlendirme kalıplarıdır. Bu noktadan, İslâm ekonomisi eşsizdir, kendine hastır ve bütün ekonomik sistemlerden ayrıdır.

3. İslâm Ekonomisinin Dinamikleri

İslâmî yapı içinde har vurup harman savurma, vurgunculuk yapma, gereksiz istihlâk, israf ve savurganlık yoktur. Bu yapıda her yönüyle iktisat ve tasarruf anlayışı hâkimdir. Zira bu yapıda fert, büyük ölçüde kendi saadetini mesut bir cemaat içinde görür. Cemaati, milleti mesut ise o da mesuttur.

Meselâ, cemaat ve milletin tarlasına yağmur düşmüyorsa, bir kıtlık ve kuraklık söz konusu ise, kendi tarlasına yağmurun düşmesi onu fazla sevindirmez, hatta yerinde mahzun bile edebilir. Bu yapı içinde, başkalarının fabrikasının çarkları çalışmıyorsa, fert kendi fabrikasının çarklarının çalışmasını da fazla düşünmez.

Bu yapılanmada toplum, bir fabrikanın ayrı ayrı çarkları, bir vapurun hademeleri ve bir vücudun ağız, göz, dil, dudak, burun, kulak gibi uzuvları hâlinde çalışır. Her uzuv, her parça, her cüz yerinde diğerinin imdadına koşar ve ona yardımcı olur.

Öyle ise, bu yapıda gereksiz istihlâk olamaz. Lüks hayat ve başkalarını görenek ve tiryakilikle fena bir yaşayışa çekmek asla söz konusu değildir. İslâm'da doğrudan doğruya fıtrattan gelen, tabiata dayalı ve tabiatla beslenen alışkanlıkların dışında, gayri tabiî alışkanlıklar bahis mevzuu değildir.

İnsan, İslâmî çerçevede dünyaya bir mezraa (tarla) ve Esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini mütalâa edip çözeceği bir mektep nazarıyla bakar. Ve dünyayı dünya cihetiyle geçiştirmeye çalışır.

O, dünya cihetiyle dünyayı, muvakkaten gölgeleneceği bir ağacın altı ve bir süre durduktan sonra göçüp gideceği, her şeyi ile arkadan gelenlere bırakacağı bir uğrak yeri olarak görür.

Onun asıl vatanına gelince; numunesini burada gördüğümüz, tattığımız fakat doyamadığımız; bildiğimiz fakat, gerçeğine eremediğimiz; idrak ettiğimiz, ancak, iz'anına varamadığımız hakikî hayat, "Asıl hakikî hayat, ahiret hayatıdır. Keşke bilselerdi!" (Ankebût sûresi, 29/64) âyetiyle anlatılan o müstesna hayattır.

Böyle bir hayat fevkalâde mütelevvin, her şeyiyle sürekli yenileniş içinde ve âdeta bir çay gibi çağlayıp duran Cennet hayatıdır. Apaçık Cenâb-ı Hakk'ın cemalinin cilvelerinin mevcelendiği, rahmetin insanlara tebessüm ettiği bir hayattır. Ancak burası bir ekim yeridir; her şey burada ekilir, orada biçilir. Burada istikametli, şuurlu bir hayat tarzı gerçekleştirilir. Orada sırat-ı müstakîm erbabının vardığı Dâru's-Selâm'a varılır ve göz görmedik nimetlere nail olunur.

Evet, biz, sırat-ı müstakîmi bulan, duygularıyla fikrî ve ruhî istikamete kavuşan, ferdî, içtimaî ve iktisadî yaşayışında Allah'ın istek ve emirlerine râm olan insanlarla beraber Dâru's-Selâm'a davet ediliyoruz. Ama, oraya varacak, sadece sırat-ı müstakîm erbabıdır. Allah dilediğini sırat-ı müstakîme hidayet eder, dilediğini de kendi nefsiyle baş başa bırakır.

O'nun Rahmâniyet ve Rahîmiyet televvünlü meşîetinin dışında kalanlar, ya kapitalizm bataklığı içinde bocalayıp duracak veya komünizm gayyasına yuvarlanıp gideceklerdir; ama asla sırat-ı müstakîmi, doğru yolu bulamayacaklardır. Onlar hep ifrattan tefrite, tefritten ifrata intikal edip duracak, hayatlarında muttasıl zikzaklar çizecek fakat bir türlü vasat (orta) yola giremeyeceklerdir.

"Allah, insanları Dâru's-Selâm'a davet ediyor." (Yunus sûresi, 10/23) O'nun meşîetinden hissedar olanlar sırat-ı müstakîmi bulacak, şu ve bu sistemlere gözünü kapayıp kendi güzelliklerine uyanacak ve kendi ruhunun sesiyle buluşacaklardır. Onlar, yürekten Allah'a inanmıştır.

Mülk O'nundur. Minnet ve şükran da O'na aittir. Semayı ölçü içinde vaz'eden, atmosfere belli bir keyfiyet bahşeden, tebahhur (buharlaşma) kanunu koyarak bulutları susuzların imdadına koşturan, tohumu rüşeymler hâline getiren O'dur.

O, mülkünde istediği gibi tasarruf eder ve insanın da O'nun istediği ölçüde tasarruf etmesini ister. İnsan, kendisine müdahale hakkı verilmişse, onu behâim (hayvanlar) gibi sadece karnını doyurma istikametinde kullanmamalıdır. Her şey olmaya açık bir fıtrat lütfedilmişse, insan bu nimetlerin şükrünü eda etmeli; yani varlığa müdahale hakkını O'nun rızası istikametinde kullanmalı, kullanırken de sadece ve sadece Rabbin hoşnutluğunu esas almalı ve O'nun hoşnutluğu olmayan davranışlardan kaçınmalıdır.

Cimrilik yapmamanın yanında, verirken de saçıp savurmamalı; saçıp-savurup başkalarının ayranını kabartmamalıdır. Hele kat'iyen istihlâk (tüketim) esasına göre davranmamalı ve daima istikamette kalmaya çalışmalıdır. İstikamet, Cenâb-ı Hakk'ın gösterdiği yoldur.

Bütün bu ölçü ve kaideler, "Mülk O'nundur."[5] prensibine terettüp etmektedir. O hâlde, mülk O'nun olduğu ve sen de O'nun memlûkü bulunduğun için, O'nun istediği gibi tasarrufta bulunmalısın. Meşru dairede yiyip-içip meşru dairede kazanıp, meşru kaynaklara başvurup, ihtiyaçlarını da meşru şekilde görmelisin. Zira dünya ve ukbâ saadeti ancak Cenâb-ı Hakk'ı hoşnut etmekle mümkündür.

Ayrıca Cennet, israf etmeyen ve aynı zamanda cömertlikte bulunanları kabul ediyor ve Cehennem ateşi de müsrifler ve cimrileri yutuyorsa, o zaman hayatını mutlaka dünya ve ukbâ muvazenesi içinde dengelemeye çalışmalısın!

Bu denge ve ölçüyü ders verme sadedinde şu âyet-i kerimeyi zikretmeden geçemeyeceğim: "Allah'ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet, dünyadaki payını da unutma. Allah'ın sana yaptığı iyilik gibi sen de iyilik yap. Yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme. Doğrusu Allah bozguncuları sevmez." (Kasas sûresi, 28/77)

Yani Allah'ın sana ihsan ettiği şeylerle, öteler âleminde mesut olmanın yollarını araştırmayı ihmal etme! Tabiî bu arada dünya saadet ve nimetlerini de unutma.

Bunun mânâsı, dünyaya dünyanın ömrü, ahirete de ahiretin müddeti kadar yönelmek demektir.

Nefsine nefsin kadar, Allah'a da O'nun azamet, celâl ve ceberûtu kadar müteveccih ol! Ve Allah'ın sana verdiği şeyleri o istikamette sarf et!

"Yeryüzünde fesat çıkarma!"[6] Müfsit ve anarşist olma! Fesadı bir zümre çıkarır. Fakat asıl fesadı çıkaranlar; israfı körükleyen, başkalarının iştahını kabartan, kendi yiyip başkalarını sadece baktıran ve hep gayrin sırtından geçinmeyi ahlâk edinenlerdir. Onların bu davranışı, başka bir grubu tuğyana sevk eder, mütecaviz kılar ve böylece yeryüzünde fesada sebebiyet verilmiş olur.

Burada Kur'ân-ı Kerim, daha çok servet sahiplerine sesleniyor ve onlara, "Yeryüzünde fesat çıkarmayın!" diyor. Gerçi zengin bizzat ve aktif olarak yeryüzünde fesat çıkarmamaktadır. Ama, sebebiyet cihetiyle, yaptığı fesat ve anarşidir. Bu sebeple Allah zengine, "Yeryüzünde bozgunculuk (etmeyi) isteme!" uyarısında bulunuyor.

Müfsit, zaten müfsittir. Allah onu sevmemektedir. O, şeytan kadar merdut ve mel'undur. Buna sebebiyet veren ve onu tuğyana sevk edenler ise, Allah'ın verdiği nimetlerde muvazeneli hareket etmeyenlerdir. Onun için de ifsat cürmünde, bunlar da en az birinciler kadar suçludurlar.

"Mülk Allah'ındır." noktasından hareketle bunları arz etme lüzumu duydum. Bu bir hak ve Allah'tan gelen sistemle, beşer düşüncesinden kaynaklanan ve durmadan değişen sistem arasındaki farkı gösteren en belirgin bir alâmettir.

Vâkıa, fertlerin müreffeh bir iktisadî yapı içinde bütünüyle mesut olacağını iddia edenler de vardır. Bunlar, "Kaynaklar en ideal ve en akıllı şekilde dağıtılırsa, en yüksek seviyede iktisadî denge ve düzen tahakkuk ve teessüs etmiş olur. Amerika'nın beyaz gömlekli ve kravatlı işçisi bu durumdadır. Onun da başında patronu ve fabrikatörü vardır, ama yine de mesut ve bahtiyardır." iddiasındadırlar.

Belki bu refah, insanın midesine, bağırsaklarına hizmet eder ve belki de onu tatmin eder. Ama insanı bütünüyle ele aldığımız zaman bu refahın insana getirdiği ve getireceği ciddî bir mutluluk olduğu söylenemez. Zira hakikî mutluluk, insanı hâliyle ele alma, onu maddî-mânevî her türlü buhran ve krizlerden kurtarma ve ona insanca yaşama imkânını bahşetme şartlarına bağlıdır.

Mülkün Allah'a ait olduğu hususu, 'mülkiyet' konusu işlenirken yeniden ele alınacağından şimdilik kesiyorum.

a. Bu Sistem Bütünüyle İlâhîdir

Diğer iktisadî sistemlerin birer kurucusu veya kurucuları vardır. İslâm'ın iktisadî sistemi için ise hiçbir şahsı, "Bu kurucudur." diye göstermek mümkün değildir.

Bazılarının, İmam Ebû Yusuf, İbn Ebî Leyla, İbn Zenceveyh gibi fıkhın büyük üstadlarını veya daha sonra gelenlerden Tûsî ve bilhassa sosyolojinin kurucusu kabul ettikleri İbn Haldun'u İslâm iktisadiyatının kurucusu gibi gösterme gayretleri bütünüyle bir yanılgı ve tamamen yanlıştır.

Belki söylediklerim ilk başta biraz garip veya paradoks kabul edilecek ama, kat'iyen ve tam bir güvenle söyleyebiliriz ki, İslâm'ın iktisadî yapısı mü'minin ahlâkî yapısından ayrılmayan bir hususiyet arz etmektedir. Bu iki yapı ve yapılanmayı birbirinden ayırıp tefrik etmek mümkün değildir. Dolayısıyla İslâm iktisadının dışta formüle edilmesi veya onun çeşitli başlıklar altında tasnifi, İslâm iktisat veya ekonomisinin kurulması anlamına gelmez.

Evet, İslâm, bir bütün olarak teşekkül edinceye kadar peyderpey ve parça parça gelmiştir. Allah'tan gelen bu ses ve soluk, ferdin hem şahsî hem içtimaî hayatına yavaş yavaş hâkim olmuş ve bütün tekevvün edince de zaten ferdî hayat, bütünüyle o tekevvünden ibaret kalmıştır. Bence İslâm iktisadı da işte bu ses ve nefes dalgaları içinde aranmalıdır.

İslâm iktisadının kurucusu olarak gösterilmek istenen fertlerin yaptığı, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, mevcut vak'ayı rapor etmekten ibarettir. Hem de aynen diğer tabiî ilimlerde olduğu gibi...

Meselâ, birisi kalkıp bulutun teşekkül keyfiyetini anlatıyor ve "Yeryüzündeki su reşhaları, sızıntılar -havadaki nem ister artı isterse eksi yüklü olsun- kendi bünyesindeki enerjiyi sarf ede ede gider çiy noktasına ulaşır ve böylece bulut teşekkül eder." diyor. Şimdi bunları söyleyen insan, bulutun teşekkülü hakkında bir kanun mu vaz'etmiş oluyor, yoksa mevcut kanun veya sistemin izahını mı arz ediyor?

Nevton; kitle, mesafe ve sürat şu olursa, ters orantılı olarak çekim de şu olur, diyor. Şimdi bütün bunlar Nevton'un demesine binaen mi oluyor, yoksa, yukarıda arz ettiğimiz gibi, Nevton var olan bir kanunu izah mı etmiş oluyor? Yerküreyi güneşten 149,5 milyon km. mesafede durduran ve onu güneşin etrafında sapan taşı gibi döndüren Nevton değil ki, yerçekimi kanununu da o vaz'etmiş olsun.

Sperm belli yerlerden geçerek, rahm-i mâdere varır, orada yumurtaya başını sokmak suretiyle de embriyolojik safhanın başlamasına sebebiyet verir. İlk yedi hafta içinde durum şudur, sekizinci haftada şudur, dokuzuncu haftada şudur. Ve derken dokuz ayın hitamında da durum şudur. Bu bir kanun. Ama bu kanunu koyan herhangi bir hekim değil ki! Hekim sadece Allah'ın kendisine bahşettiği imkânlarla ve röntgen şualarıyla olup biten şeyleri tespit ve meseleyi rapor etmektedir.

Binaenaleyh, İbn Haldun'un, Tûsî'nin ve bir bakıma Ebû Yusuf'un da bu mevzuda söyledikleri o derin şeyler, sadece vak'anın raporundan ibarettir. Asıl vak'aya gelince, bu, İslâm'ın bütün emirleriyle bir bütünlük içinde, Allah (celle celâluhu) tarafından vaz'edilmiştir. Ve bizim ruhlarımıza sinmiştir.

Ruhlarımıza nasıl sinmiştir? Bir misalle arz edeyim: Bir çocuk düşünün. Bu çocuk hiç öğrenme gayret ve cehdini göstermeden evde namaz kılmasını öğreniyor. Nasıl? Bir gün babasından ayakta durmayı öğreniyor, ertesi gün rükûu, secdeyi, daha sonra da teşehhüdü, selâm vermesini. Hâlbuki bu mevzuda yazılmış herhangi bir esere de bakmıyor, hatta kendisini ezberlemeye de zorlamıyor.

Ama bir de bakıyorsunuz ki, bu çocuk hiç kafasını yormadan, rahat rahat namaz kılabiliyor. Şimdi bu çocuğun kendisinde pratikleşen, hatta onun ayn-ı hayatı hâline gelen bu hususlara gözümüzü kapayarak dışta namazı tarif eden formüllere bakalım ve diyelim ki: İşte bu çocuğun böyle namaz kılması, falan kitap ve filan ilmihâl sayesindedir.

Bu değerlendirme hata değilse bile eksiktir. Zira, esasen o çocuk namazı hiçbir zaman o şahsın ilmihâl kitabına bakıp da öğrenmiş değildir. Belki anne ve babasının davranışları ona tesir etmiştir. Hatta anne ve babanın yana yakıla davranışlarındaki müessiriyettir ki, o çocuğu böyle bir noktaya getirmiştir.

Ramazan günlerini oruçlu geçirmek isteyen yavruyu bu davranışa sevk eden, anne-baba ve yakınlarında gördüğü oruçtur. Akşam babasıyla beraber teravih namazına gider, minnacık ellerini o da aynen babası gibi açar ve dudaklarını kıpırdatarak bir şeyler söylemeye çalışır. Çocuk bütün bu davranışları duyarak, ezberleyerek, kafasını yorarak değil, çevresindeki hayatla bütünleşerek yapmaktadır. Belli bir yaşa gelince de artık bu hayat, bütünüyle onun bizzat kendi hayatı olmuştur.

Şimdi böyle bir vak'aya gözümüzü kapamak suretiyle, meselenin sadece formüllerden ibaret olduğunu söylemek hata değil midir? Evet, bir hayat düşünün ki, akideden ibadete, ibadetten muamelâta kadar her şeyi bizzat Efendimiz talim ve tebliğ etmiş ve bu bizde bir huy, bir ahlâk hâline gelmiştir. Artık bunu dışta aramak nasıl mümkün olabilir ki?

b. İktisadî Anlayışımız Hayatla İç İçedir

Mü'min, devleti adına her türlü fedakârlığa katlanmaya hazır insan demektir. Veya öyle olmalıdır. Meselâ, devlet dış borçlarını ödemekte zorlandığında o, malının kırkta birini değil, belki kırkta otuz dokuzunu hatta hepsini vermeye âmâde bulunmalıdır. Evet, kâmil mü'minin vasfı budur ve tarihimiz bunun canlı misalleriyle doludur.

Mü'minde cömertlik ve fedakârlık, köklü birer ahlâkî derinliktir. O, Sahib-i Şeriat'tan duyduğu, "Kardeşi aç iken tok yatan bizden değildir."[7] fehvâsınca, kardeşini doyurmadan kendisi yemeyen bir insandır. İşte mü'min, bunu tamamen ahlâk olarak benimsemiştir. Bu itibarla da o, başkaları açken tok olmayı düşünmez.

Onun içindir ki, biz iktisadî yapımızı ele alırken, başkaları bunları nasıl formüle ederse etsin, bizde bir hayat hâline gelen şekliyle ele alıp öyle değerlendirme mecburiyetindeyiz. Nitekim, ileride misalleri geldikçe bu husus daha vâzıh bir şekilde görülecektir.

Ve söz buraya gelmişken, daha önceleri söylediğimiz bir hususu bir kere daha hatırlatmak istiyorum: İslâm iktisadını hiç kimse fert olarak vaz'etmiş, sistemleştirmiş değildir. O lâhûtîdir ve o bizim hayatımızın ta kendisidir.

Meselâ, İslâm iktisadıyla alâkalı eserler ortaya koyan Tûsî, konuyla alâkalı kitabında diyor ki:

"Herkes kendi besininin, giysilerinin, barınaklarının ve araçlarının üretimi ile uğraşmak zorunda olsaydı, belirli bir süre sonra besinsizlikten dolayı hayatın devamı imkânsızlaşacaktı. Fakat herkes birbiriyle işbirliği yaptığı, belirli meslekleri benimsediği ve yasalar, üretim fazlasının değiştirilmesine özen gösterdiği için, ekonomik araç ve mallar herkese yetmektedir. Allah, birbirlerine yardım etmeleri için farklı meslekleri benimseyecek şekilde, insanları değişik yetenek ve zevklerde yaratmıştır. Ekonomik sistemi ve uluslar arası ekonomik ilişkilerin var olmasını sağlayan bu iş bölümüdür. Karşılıklı işbirliği olmadan insan hayatı anlamsızlaşmaktadır. Sosyal ilişki kurmadan kişinin hayatını sürdürmesi düşünülemez. İnsan yaratılış gereği olarak topluma bağlıdır."[8]

Şimdi dikkat buyurun: Bu meseleler bizim hayatımızda en vâzıh hatlarıyla ve en ileri seviyede varsa -ki vardır- Tûsî'nin veya emsalinin yaptığı, vak'ayı rapordan başka bir şey değildir?

Meselâ, bir trafik kazası oluyor. Hemen vazifeli ekip geliyor ve vak'ayı rapor ediyor. Onların raporlarında bildirdikleri hususlar bizzat var olan vak'alardır. Yani vak'alar raporlara göre değil, aksine raporlar vak'alara göre düzenleniyor.

Şimdi, İslâm iktisadı denilen vak'aya gelince; o, doğrudan doğruya bizde çarpan bir kalb ve atan bir nabız hâline gelmiş, sonraları da Tûsî, İbn Haldun ve emsali şahıslar sadece bu vak'ayı rapor etmişlerdir.

Biz bunu söylerken, Tûsî'yi, İbn Haldun'u küçük mü görüyoruz? Asla!. Esasen bu tespitimizle biz de bir yönüyle vak'anın raporunu yapmış oluyor, diğer yönüyle de bir İslâm dehası olması bakımından İbn Haldun'u, Tûsî'yi alkışlıyor ve tebrik ediyoruz. Tabiî diğer büyükleri de…

İbn Haldun, içtimaî meselelere 'kitle' tabirini getiren insandır. O, Marks, Lenin, Engels ve daha bu mevzuda söz söyleyenlerin hepsinden asırlarca önce gelmiş ve ferdin mutluluğunun, kitlenin mutluluğuyla bir bütünlük arz ettiğini ve etmesi gerektiğini söylemiştir. Bu meseleyi pozitif ve normatif[9] olarak ele alan ilk ilim adamıdır İbn Haldun.

Ancak, söyledik, yine söylüyoruz ki, diğer bilim adamlarının kevnî kanunları keşfetmeleri gibi, İbn Haldun'un da yaptığı, İslâm'ın içtimaî ve iktisadî yapısında var olan kanunları tespit etmekten başka bir şey değildir. Yani o kanunları İbn Haldun koymamıştır; yerçekimi kanununu Nevton'un koymadığı gibi...

c. Kanunlar İlâhî Menşelidir

İslâm'da kanun koyma yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu hususunu yukarıdaki bölümlerde zikretmiştik. İktisadî kanunlar da bizzat Cenâb-ı Hak tarafından vaz'edilmiştir.

Zaten aksini düşünmek nasıl mümkün olabilir ki? Semayı ölçüyle vaz'eden, yerle sema arasında münasebet kuran, makro âlemle normo âlemin sultanı sayılan insan arasında ciddî bir alâka vaz'eden, sistemlerde cebrî nizama mukabil insanda her şeyi iradî nizama bağlayan ve bu iradî nizamı Kur'ân'ıyla, peygamberiyle anlatan ancak ve ancak Allah'tır (celle celâluhu).

Evet, Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dudaklarından lâl ü güher gibi şerefsudûr olmuş hiçbir söz boşa gitmemiş, inanan insanların vicdanında mâkes bulmuştur. Hem onlar bu hakikatlere öyle inanmış ve hayata öyle geçirmişlerdir ki, değil emir ve nehiy adına O'nun getirdiği şeyleri kabullenmek veya onlardan kaçınmak, O'nun ağzından atılan tükürüğü dahi yüzlerine, gözlerine sürmüşlerdir. Dolayısıyla denebilir ki, Müslümanların hayat tarzı Hakk'ın nizamının vicdanlarda mâkes bulmasından ibarettir.

Ve işte bu yapılanmadır ki, akidemiz gibi amelimizi, amelimiz gibi muamelâtımızı, iktisadî ve ekonomik yapımızı bizde değişmeyen, köklü bir huy hâline getirmiştir. Böyle olduğu içindir ki, umumî hayatımız, havamız bozulduğunda, Müslümanlığı yaşamaz hâle geliyor ve inanç zaafı içine düşüyoruz.

Bu sebeple, rahatlıkla denebilir ki, ticarî hayattaki zaaf ve çöküşümüz, meseleyi kavrayamayışımızdan kaynaklanmaktadır. Zira o zaman Medine'nin en güçlü tüccarları olan Yahudiler, ilk mü'minler karşısında 1-2 sene içerisinde ticaret yapamaz hâle gelmişlerdi.

Onları sopalarla, kılıçlarla Medine'den kovmamış, ama ticarî hayatta onlara ticaret yaptırmamışlardı. Bu sonucu da, sağlam bir ticarî denge ve düzen kurmalarına borçluydular. Ayrıca Yahudi, Ceziretü'l-Arap'tan ayrılırken orada ticaret yapma imkânı kalmadığı için bir mânâda kendi rızasıyla ayrılmıştı.

Görülüyor ki, Müslümanların iktisadî hayatıyla onların iman ve ahlâkları arasında bir ayırım yapmak oldukça zor. Dolayısıyla denebilir ki, mü'minler, iman ve ahlâklarının kuvvetli olduğu zaman ve zeminlerde iktisadî ve ekonomik yönden de hep güçlü, aksi durumlarda ise, iktisadî ve ekonomik yönden çöküntü içinde olmuşlardır.

Siz Asr-ı Saadet'teki tabloyu veya iktisadî yönden çok güçlü olduğumuz devreleri ister mü'minlerin iktisadî hayata ve dünyada dönen dolaplara akıl erdirmesine, ister başka sebeplere bağlayın, netice değişmeyecek ve yukarıda söylediğimiz kaidenin yerinde olduğunu göreceksiniz. Evet, iman ve İslâm'a tam ve gönülden bağlandığımız devirler, iktisadî yönden de çok güçlü olduğumuz dönemlerdir.

Mezellet ve meskenet içinde kıvrandığımız günler ise, iman ve İslâm'dan elimizi gevşettiğimiz zamanlara rastlamaktadır. Zaten bugün el açıp dilenci hâle gelişimizi, ithalat ve ihracatta dışa bağımlı kalışımızı da başka türlü izah etmemiz mümkün değildir.

d. Beşer Karîhasının Yanıldığı Nokta

Şimdi de iktisadî meselelere bir başka açıdan bakmaya çalışalım: İktisadî olaylar yüzde yüz, bir sebep ve netice tenasübü (determinizm) içinde cereyan etmez. Bazen aynı sebepler aynı sonuçları meydana getirmeyebilir.

Her ne kadar Marks ve onun gibi düşünenler iktisat ilmini de diğer pozitif ilimlere kıyas etmiş ve aynen pozitif ilimlerde olduğu gibi iktisat ilminde de mutlak bir cebrî determinizmanın geçerli olduğunu savunmuş ve aynı sebeplerden aynı neticelerin çıkacağını söylemişseler de, işin aslının pek de öyle olmadığı açıktır.

Nitekim Marshall gibi düşünürlerin görüşleri diğerlerinden oldukça farklıdır. Ona göre, eğer kimyacının elindeki terazi başkalarının elinde de bulunsaydı, kimya ilminde rahatlıkla elde edilen kat'î neticeler, diğerlerinde de elde edilebilirdi. Meselâ, herhangi bir kimyacı iki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunu birleştirse suyu elde eder. Çünkü H2O, sudur. Ve bu, ilâhî bir kanundur.

Aynen bunun gibi iktisat ilminde, "Talep arttıkça arz da artar." deyip umumî ve mutlak bir kanun ortaya koyamayız. Zira, çok önemsenmese bile bazı küçük şeylerin değişmesiyle netice de değişebilir. Dolayısıyla iktisat ilmini pozitif ilimlere has, pozitif bir çerçevede görmek ve göstermek mümkün değildir.

Evet, deniz ve akarsuların tebahhuruyla (buharlaşma) oluşan su buharı bulutlar hâlinde gökyüzüne yükselir. Orada yoğunlaşarak yağmur, kar veya dolu hâlinde tekrar yeryüzüne döner. Sperm, yumurtanın içine girince, şartlar müsaitse, embriyolojik safha başlar ve yavru teşekkül etme yoluna girer.

Bütün bunlar, Allah'ın değişmeyen sabit kanunlarıdır. Ne var ki, ticarî ve iktisadî hükümlerde yukarıdaki hususlar kadar sebep-netice tenasübünden bahsetmemiz mümkün değildir.

İşte bu sebepten dolayı, iktisat ilmine pozitif ilimler gibi bakıp öyle yaklaşan ve öyle değerlendirenler öteden beri çok yanılmışlardır. Meselâ, Marshall ve Ricardo birbirlerinden ayrı görüşler serdetmişlerdir. Marks da daha farklı görüşler ortaya atarak, bir bakıma kendinden öncekileri hulâsa etmiş ve yeni terkiplere varmaya çalışmıştır. Daha önce Hegel ve Proudhon da yine kendilerine göre farklı şeyler söylemişlerdir.

Ne var ki bunların söylediklerinin hiçbirinde yüzde yüz isabet söz konusu değildir. Hatta bazıları yüzde yüz isabetsiz çıkmıştır. Bunun gayet basit, fakat düşündürücü bir cevabı vardır:

"Sebepleri çok iyi tayin edememe ve bu sebeplerden doğacak neticeyi yüzde yüz kavrayamama, yani eşya ve hâdiseleri manzar-ı a'lâ (en yüksek nokta)dan bakan bir ilimle değerlendiremeyip, illet ve malûl arasındaki münasebeti en kesin ve net hatlarıyla müşâhede edememedir."

Evet, işte bu, tek ve en geçerli sebeptir. Bundan dolayı da beşer karîhasından çıkan bütün iktisadî doktrinlerde her zaman yanılma ve isabetsizlik payı büyük olacaktır.

e. İktisat Sistemimiz Vahiy Yörüngelidir

Bir ilim, bir irade düşünün ki, o her şeye manzar-ı a'lâdan bakmakta; bütün eşya ve hâdiseleri birden görmektedir. Onun ilminde sebep müsebbebin yanında; illet-malûl iç içe; her şey bir nokta gibi ve hiçbir nesne o muhît ilimden gizli değildir. Binaenaleyh, böyle bir ilmin içtimaî ve iktisadî hayat adına ortaya koyacağı çözümlerin doğruluk ve kesinliğinde şüphe yoktur.

Auguste Comte, ilimleri tertibe tâbi tutarken, başta riyaziye (matematik), biyoloji ve felsefeyi sayar. Sosyolojiye ise çok gerilerde yer verir. Aslında bu ve buna benzer yapılan sıralamalar beşerin ilmine göredir.

Auguste Comte'u böyle bir olumsuzluğa iten, onun sınırlılıkla sınırsızlığı karşılamaya çalışmasıdır. Onun için, Karl Marks gibi krizli ve buhranlı bir dönemde yetişmiş olması itibarıyla, İbn Haldun'da da hedef düşünce problemli kitleler olmuş; bu sebeple, her ikisi de objektif davranamamıştır.

Bu sebepledir ki, ne Marks'ın ileri sürdüğü iddialar ilelebet devam edecek cinstendi ne de merhum İbn Haldun'un bâlâpervâzâne (yüksekten uçarcasına) ortaya attıkları şeyler... Gerçi İbn Haldun, İslâmî ufkun vâridatıyla bir hayli yaşamış ve daha da yaşayacaktır ama, Marks çoktan müzelik hâle gelmiştir.

Bu iki düşünürün ittifak ettikleri bazı noktalar bulunmakla beraber, kimin düşüncelerinin kimden mülhem olduğu bellidir. Aralarında benzerlik vardır; çünkü, ikisi de içtimaî kaynaşmaların olduğu buhranlı ve krizli bir ortamda neş'et etmişlerdir. Bu açıdan, her ikisi de arıza dönemlerine ait etkilenmelerden âzâde kalamamışlardır.

Arızalı dönem için yapılan gözlem ve tespitlerin sıhhatli dönem için geçerli olmayacağı muhakkak ve müsellemdir. Komaya girmiş ve oksijen çadırında beslenen bir insan için hekimlerin bir araya gelip verdikleri karar, sağlam insanlara tatbik edilse, ortaya çıkacak neticeyi tahmin etmek zor değildir. İşte Marks'ın ve bir bakıma merhum İbn Haldun'un, hatta Tûsî'nin durumu da aynı mülâhazalarla mâlûldür.

Kur'ân ise her şeye manzar-ı a'lâdan baktığı ve Allah'ın muhît ilminden kaynaklandığı için hiçbir arıza ile malûl değildir. Evet, onun anlattığı şeylerde arıza olmaz. O bütün krizlerin, buhranların üstünde kalabilecek niteliktedir. O muhît ilimde kriz sebep, krizden doğan şey de müsebbep olamaz. O muhît ilimde ne illet ne de malûl söz konusudur. Allah, manzar-ı a'lâdan her şeyi -sebep ve müsebbep- iç içe görmekte ve ona göre hüküm vermektedir.

Aslında Allah'ın verdiği bütün hükümlerde durum aynıdır. Onun için bir kere daha hatırlatıyoruz ki, İslâm'ın ekonomik yapısı vahiy ile müeyyettir.. ve bu yüce sistemin müntesipleri olan bizler, eğer O'nun değişmeyen düsturlarını ahlâk hâline getirip bütünüyle yaşayabilseydik kolumuz bükülmez ve bugünkü tereddîye (gerileme) girilmezdi.

Biz inanıyoruz ki, şahsî ve ailevî hayatımızın sıhhat ve selâmet içinde hayatiyetini devam ettirmesi, içtimaî hayatımızın denge ve düzenle yürümesi ancak ve ancak Allah'ın inayetinin sebepleri sayılacak emir ve nehiylerine inkıyatla ve hayatımızı o emir ve nehiyler istikametinde denge ve düzene koymakla mümkün olacaktır.

Bu denge ve düzeni temin edecek ana kaynaklar da Kur'ân, Sünnet, icmâ ve kıyas olmak üzere dörttür.

4. İslâm Dininin Dört Temel Rüknü

Bizim kaynaklarımız dörttür:

  1. Kitab-ı ahkâm olan Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan,
  2. Kur'ân'ın pratikleşmiş şekli olan Allah Resûlü'nün hayatı ve beyanları, yani Sünnet,
  3. Sahabe-i kiram, tâbiîn-i izâm, müctehidîn-i fihâm efendilerimizin bir araya gelip verdikleri kararlar, yani icmâ,
  4. Selim duyguların, dupduru düşüncelerin, nassların içinde akla tanınan salâhiyetin kullanılması, yani içtihat veya kıyas.

İslâm, işte bu ölümsüz kaynaklar sayesinde 15 asırdan bu yana devam edegelmektedir.

Böyle kaynaklara sahip olmayan beşerî sistemler ise zuhur eder etmez, belki de daha ilk zuhur ettiği esnada solmuş, pörsümüş ve ölmüştür. Öyle ki, bunların bahar ve hazanları iç içe yaşanmıştır.

Günümüzde bile nice sistemler gördük ki, biz, içinde yaşadığımız zaman diliminde onların hem başlangıcına hem sonucuna şahit olduk. Yani, onlar daha doğarken ölmüşlerdi. Hatta bu sistemleri kuranlar, kendi kurdukları sistemleri kendi elleriyle revizyona tâbi tutmuşlardı.

Hâlbuki onlar, bu sistemlerini semavî dinleri aşacağı mülâhazasıyla ortaya atmışlardı. Evet, onların ortaya attıkları sistemler, sistem adına bir sistemsizlik, düzen adına bir düzensizlikten ibarettir. Bugün bu türden ne kadar sistem varsa hepsi de yıkılıp gitmiştir. Şimdilerde ayakta durmaya çalışanlar da bir gün yıkılıp gideceklerdir.

a. Kur'ân-ı Kerim

Kur'ân, bütün ahkâmıyla bize sarsılmaz bir hayatın teminatını sunmakta, en arızasız, en pürüzsüz bir içtimaîden haber vermektedir. Diğer taraftan, Resûl-i Ekrem de (sallallâhu aleyhi ve sellem) 'Sünnet' dediğimiz hayatıyla bu işi pratikleştirmektedir. Sahabe, tâbiîn, tebe-i tâbiîn efendilerimiz de bu meseleleri icmâ ile daha bir pekiştirmişlerdir.

Böylece bizim için başka hiçbir kapıya, hiçbir anlayış ve düşünceye ihtiyaç bırakmayacak şekilde Kur'ân'da sırat-ı müstakîm denen bir şehrâh (ana cadde) ve herkesin yürümesine müsait bir yol meydana gelmiş demektir.

Kur'ân, Arş'ı ferşe, hatta insan vicdan ve ruhuyla Arş-ı Âzam'ı birbirine bağlayan öyle bir ifadeler manzumesidir ki, o, geriye çekilme, bozulma ve pörsüme bilmez. Hiçbir zaman onu değiştirmeye, tebdil ve tağyir etmeye lüzum hâsıl olmaz. O, ezelden geldiği için ebede gidecektir. İnananlar ona sarıldıkları sürece hep zirvelerde dolaşmışlardır. Ondan ellerini gevşetince de gayyalara yuvarlanmışlardır.

Kim kime tâbi olursa olsun ve bütün yedi dünya, yedi düvel duysun ki, biz Arş-ı Âzam'dan gelen o sağlam fermana bağlıyız. Ondan ellerimizi gevşetmediğimiz sürece insaniyetin kemalât arşına çıkacağımıza inancımız tamdır.

Bu kanaatimizi bozacak veya değiştirecek bir faktör de bilmiyoruz. Şu ana kadar böyle bir sebebe şahit olmadık. Bundan sonra da olacağımız kanaatinde değiliz. Aslında, bizde böyle bir kanaat hâsıl eden de yine bizzat Kur'ân'ın kendisidir.

O, bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:

"Hâ Mîm. Apaçık Kitab'a yemin olsun ki, Biz onu mübarek bir gecede indirdik. Doğrusu Biz, insanları inzar etmekteyiz. Katımızdan bir buyrukla, her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Doğrusu Biz, öteden beri peygamberler göndermekteyiz." (Duhan sûresi, 44/1-5)

"Size esrarengiz bir şey anlatacağım" der gibi bir ima seziliyor bu başlangıçtan.

وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ "Her şeyi apaçık beyan eden, her şeye denge ve düzen getiren şu Kitab-ı Mübîne yemin ediyorum!" demektir bu.

إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ "Biz onu, makro âlemin normo âlemle mütekabil hâle geldiği mübarek, kadri yüce, insan kadrinin vurgulandığı ve kadirlilerin kadri bilinir hâle geldiği, muhteremlerin ihtiram, muazzamların tâzim ve mübeccellerin tebcil edildiği bir gecede indirdik." demeye getiriliyor.

إِنَّا كُنَّا مُنْذِرِينَ "Biz inzar ediyoruz." Ve sizi maddî-mânevî baş aşağı gitmeden sakındırıyoruz. Evet, yıkılmadan kurtulmanız için size sakınma mesajı gönderiyoruz.

فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ أَمْرًا مِنْ عِنْدِنَا "Katımızdan bir buyrukla, her hikmetli işe o gecede hükmedilir." Evet, her emir o gecede tefrik edilir, her şey vuzuha kavuşturulur. Dolayısıyla o gece inzal edilen bu mübin kitapta her şey çok açıktır. Hem de tereddüt ve şekke mahal vermeyecek şekilde vâzıh ve açıktır.

İşte bu kitap, bu kitaba inananların en birinci kaynağıdır. Onlar hemen her meselelerinde mutlaka ona müracaat ederler. Evet, içtimaî hayatları adına başları ağrısa, bir problemle karşı karşıya kalsalar hemen Kur'ân'a yönelir ve dertlerine çareyi Kur'ân'da ararlar.

Zira Kur'ân, hikmetleri tükenme bilmeyen en büyük bir hazine ve en bereketli bir şifa kaynağıdır. Onun için mü'minler, her meselelerinde ona döner ve ona müracaat ederler. Başkaları başka kapılarda dolaşır; dolaşır ve âdeta boş kuyulara, dibi delik kovalar salarlar. Mü'minler ise, ellerindeki irfan kovasını, iman ipine bağlayıp Kur'ân'ın engin okyanusuna salarlar. Bu itibarla da hep irfanla dolar ve maddî-mânevî hayatlarını hep mamur kılarlar. Bu mübarek kaynak şimdiye kadar kendi cemaatini hiç yanıltmamıştır ve yanıltmayacaktır da.

İlk dönem itibarıyla sahabe ona sımsıkı tutunduğu için kemalât-ı insaniyete çıkmış, maddî-mânevî refahın doruğuna ulaşmış ve kendisini cihan hâkimiyetine taşıyacak bir konumu ihraz etmişti.

Daha sonraki devirlerde de o kitap, saygı gördüğü zaman, ona saygı duyanlar, saygı duyulur bir cemaat hâline gelmişlerdi ve onu muhterem kabul edenler muhterem olmuşlardı.

Aksine onu kapının arkasına atıp, ona hakaret edenler ise, imparatorlukların doruğundan, denaetin ve şenaatin bağrına yuvarlanıp derbeder olmuşlardır. Derbederliğin en onulmazını da fikrî hayatlarında yaşamışlardır. Zira bunlar, nasıl bir kuyunun dibine düştüklerini hâlâ idrak etmiş değiller ve yakın zaman içinde de idrak edeceğe benzemiyorlar.

Aslında, ona tutunanın Arş'a çıkacağını bizzat Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyuruyor.[10] Zira o, Arş'ı ferşe bağlamak üzere gelmiş bir kitaptır. Evet, o, kâinat ve insanı yaratan Allah'ın kelâmıdır. İnsan, abdullahtır. Kâinat, kâinatullahtır. Kur'ân da kitabullahtır. Kâinatla insan münasebetini Allah bu kitapta anlatmıştır.

Evet, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan, ezelden ebede kadar bütün hakikatleri şerhetmiş; varlığın içyüzünü açıklamış; zât, sıfât, esmâ gibi daire-i ulûhiyete ait en gâmız (sırlı) meseleleri aydınlatmış ve varlığın perde arkası yanlarını apaçık ortaya koymuştur.

Tabiî ilimlerdeki araştırmalarımız neticesinde görüyoruz ki, değişik ilimler, muvaffakiyet noktasında hangi zirveye bayraklarını dikerlerse diksinler, orada Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığına şahit olmaktadırlar. Astrofizikle fezaya yükselip, oradaki cisimlerin fizik yönünü araştırmaya çalışsak, uğradığımız her yerde, bizden evvel Kur'ân'ın izlerini görecek ve onun bayrağının dalgalandığını temâşâ edeceğiz.

Meselâ, embriyoloji dediğimiz, anne karnındaki ceninin teşekkül devir ve keyfiyeti konusunda tıp uzmanları modern imkânlarla anne karnına girdikleri, spermin arkasına takıldıkları, yumurtanın çevresinde döndükleri ve rahmin cidarlarına kulak verdikleri hemen her yerde Kur'ân'ın sesini duyacak ve onun bayrağının dalgalandığını göreceklerdir.

Atomlar âlemine girildiği, elektronlarla dönüldüğü, nötronlarla irtibat kurulduğu zaman da yine Kur'ân'ın âyât-ı beyyinâtının mevcelendiği görülecektir.

Evet, mikro âlemden makro âleme kadar her yerde Kur'ân'ın nabzının attığı duyulacaktır. Öyle ki, onun hayatiyetini ilgilendiren içtimaî, iktisadî, siyasî, idarî, askerî vb.. hemen her sahada Kur'ân'ın ruhu hissedilecektir.

Aslında bu sahalarda zirveleri tutan insanlar, Kur'ân'ı bu açıdan incelediklerinde, ulaşabildikleri en üst noktada Kur'ân'ın bayrağının dalgalandığını görüyor ve iki büklüm oluyorlar.

Kur'ân'ın insanı ihmal ettiğine ve edeceğine ihtimal vermek ciddî bir tenakuzdur. Bu konuda bizi aksini düşünmeye itecek hiçbir sebep de yoktur. Şimdiye kadar o, sözlerinin hiçbirinde yanılmamış ve ona tâbi olan cemaatin hiçbir fiyaskosu olmamıştır. Onlar daima bire bin almış, bereketli ve yümünlü bir hayatı paylaşmışlardır.

Her devirde olduğu gibi, 20. asrın akıl ve mantığı da Kur'ân'ın büyüklüğünü kabul etmek zorundadır. Zaten, dünyadaki gelişme ve eğilimler de hep bu istikamettedir.

b. Sünnet

Bizim ikinci kaynağımız Sünnet'tir. Sünnet ile hadisi birbirine karıştırmamak iktiza eder.

Sünnet, Kur'ân-ı Kerim'in bizzat Efendimiz tarafından her yönüyle pratiğe dökülmesidir. O, bizler için her zaman dinamik bir başvuru kaynağıdır.

Sünneti kavlî, fiilî ve takrîrî olarak üçe taksim etmek ve konuyu böyle bir şematikle izaha çalışmak yersiz olmasa da yetersizdir. Çünkü Sünnet, Allah Resûlü'nün dünya hatta kâinat sarayında, Cenâb-ı Hakk'ın karşısında arz-ı dîdâr edip temsil ve görünmesinden ibarettir.

Evet, O, en mükemmel ölçüde bir temsile muvaffak olmuş ve Allah karşısında görünmüştür. Aslında O'nun, en mükemmel vaziyetiyle görünmesini Allah istemiştir. Ta ki başkaları da O'ndan ders ve ibret alsın. İşte, bu ders ve ibret alışladır ki Sünnet, mü'minlerin hayatına hayat olmuştur. Bu açıdan da o, en dinamik bir teşrî kaynağıdır.

Biz Müslümanlar, her meselede Sünnet'e başvururuz. Zira onda Kur'ân'ın şerh edildiğini, icmâlinin tafsîl buyrulduğunu görürüz. Ve yine onda, âdeta bir ekran başına oturmuş da, kıyamete kadar gelip geçecek bütün hâdiseleri haber veren Resûl-i Ekrem'in ses ve soluğunu duyar gibi oluruz.

Evet, Allah (celle celâluhu) O'na her şeyi göstermiştir. Sırası gelince de bu hâdiseler, "Dur, ben de görüneyim!" dercesine, O'na inananların gözünün önünde resmigeçide durmuşlardır. Evet, O, ne haber vermişse hepsi çıkmıştır.

Siyer ve megâzî kitapları bize, Allah Resûlü'nden mervî, istikbale ait yüzlerce haber naklederler. Bunlardan büyük bir ekseriyeti bugüne kadar çıkmış, diğerleri de zaman ve zemin beklemektedirler. Bu haberler arasında öyle sır yüklü olanları vardır ki, biz ancak, onlarla karşılaşınca, kendilerini duyurduklarını anlar ve bütün kalbimizle, "Allah Resûlü doğru söylemiş." deriz.

Fırat ve Dicle etrafında kızıl kıyametlerin kopacağını bize O, bundan asırlar önce haber vermiştir.[11] Biz ise O'nu şimdilerde daha yeni anlıyoruz.

O'nun, Talakan'da çıkacağını ve altından daha kıymetli olduğunu bildirdiği madenin uranyum olduğunu biz ancak uranyumun kullanılma sahalarını açıklığıyla gördükten sonra idrak ediyoruz.[12]

Güneyde çıkacak diye haber verdiği büyük yangını, gözlerimizi yuvasından fırlatacak şekildeki ürperticiliğiyle görünce, O'nun verdiği haberleri, vicdanımızda bir kere daha duyup tasdik ediyoruz.[13]

Evet, Allah Resûlü'nün parmak bastığı ve söylediği her söz, mevsimi gelince aynen vâki olmaktadır. Bu demektir ki, O'nun içtimaî ve iktisadî hayatımız adına söyledikleri de aynen çıkacaktır. Öyle ise, mutlak mânâda çare yine Efendimiz'in bize 'çare' olarak sunduğu noktalarda aranmalıdır.

Evet, içtimaî ve iktisadî âhenk ve düzenimiz, kâinatta cereyan eden nizama uygun hareketimiz, O'nun sözlerine ittiba etmeye, O'nun pratik hayatını, hayatımıza hayat kılmaya bağlıdır. Bir kere daha tekrar etmek gerekecekse, diyebiliriz ki, mü'minin ikinci derecede başvuracağı kaynak sünnettir.

Sünnet, Asr-ı Saadet'ten günümüze şek ve şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde, en mevsûk kanallardan, alabildiğine hassas ve kılı kırk yaran bir titizlikle muhafazaya alınmış ve bugünlere gelip ulaşmıştır. Zira ümmet, bu konuda çok uyanık davranmış, ta Efendimiz devrinde yanlış yorumları önleyici en güçlü prensipleri vaz'etmiş ve onu korumaya almıştır. Aslında, O'nun Sünnet'i lâhût âlemi tarafından da tasdik ve kabul görmüştür. Bizim o âlemce kabul görmemiz için de sımsıkı Sünnet'e ittiba etmemiz gerekmektedir.

c. İcmâ

İcmâ da dinamik bir kaynaktır. İcmâ, Kur'ân ve Sünnet'in suiistimal, suitevil ve tefsirine karşı göğsünü geren ve onları koruyan her mü'minin sık sık başvurduğu kaynaklardan üçüncüsüdür.

İcmâ, avamca yaklaşımla, işin ehli olan bir cemaatin herhangi bir mevzuda ittifak etmesi demektir. Onun, Ebû Hanifeler, Şâfiîler, Mâlikler ve Ahmed b. Hanbeller ile ayrı bir buudda pekiştirilmesi farklı bir konudur.

Bir devirde, bin insanın "Bu böyledir." demesi, daha sonraki devirlerde, milyonlarca insanın "Bu böyledir." hükmünü de içine almakta ve onun böyle olmasını gerektirmektedir. Dolayısıyla da icmâ, topyekün Müslümanların ittifakı demektir.

Bu karar, diktatörlerin, üç-beş kişilik konseylerin kararı değildir. Bu karar, bütün bir milletin kararı demektir. Ve böyle bir kararda söz, en salâhiyetli ağızlardan çıkmaktadır.

Nasıl ki, hekimlik sahasında doktorların, mühendislik sahasında mühendislerin, kimya sahasında kimyagerlerin, riyaziye sahasında matematiği bilenlerin icmâı esastır, -tabiî bu tür icmâlar da İslâm'ın nazarında mukaddes ve muhteremdir- öyle de fıkıh, hadis ve tefsiri bilenler bir meselede ittifak ettikten sonra, artık onun hilâfına hüküm beyan etmek cehaleti izhardan başka bir şey değildir.

d. Kıyas

Kıyasa gelince, o da, sıralamada her ne kadar dördüncü sırada yer alsa da en azından icmâ kadar ehemmiyeti hâiz, önemli bir disiplindir.

Kıyas, Kur'ân ve Sünnet'e müracaatla içtihat yolunun kullanılması, ahkâm istinbat edilmesi ve bir neticeye varılması şeklinde de yorumlanabilir. İslâm tarihi boyunca, sahabe-i kiramdan başlayan çizgide günümüze kadar nice büyük İslâm bilginleri hep bu metodu kullanmışlardır.

İçtihat yapan ve mezhep kuran; daha doğrusu halkın, onların görüşleri etrafında toplanmasıyla gruplar teşkil eden bu büyük zatlar, fevkalâde anlayış ve takat-ı beşerin fevkinde bir idrake sahip bulunmalarıyla, Kur'ân-ı Mucizü'l-Beyan ve Sünnet'in içinde tevil ve tefsire açık ne kadar mesele varsa hepsini imbikten geçirmiş, tevil ve tefsire tâbi tutmuşlardır.

Bu zatlar, Asr-ı Saadet ve Asr-ı Nur'a yakın olmaları sebebiyle, Mir'ât-ı Muhammed'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) mütecellî olan envâr ile tenevvür ettiklerinden ve ellerindeki parlak menşûru, gün aydınlığı içinde, karşılaştıkları meselelere tuttuklarından, Kitap ve Sünnet, olduğu gibi onların tefekkür ve düşünce aynalarına aksetmiş ve onlar da çıkarabilecekleri bütün hükümleri bu elverişli ortam ve şartlar altında çıkarmışlardır.

Vâkıa, yer yer biz de Ebû Hanife, Şâfiî, Mâlikî, Sevrî, Evzâî, Zührî gibi insanlar yetiştirebiliriz, diye düşünürüz. -Evet, insan dûn-himmet olmamalı ve hep böyle düşünmelidir.- Ancak, mesele realite planında ve vâkîde hiç de öyle kolay değildir.

Günümüzde bir Ebû Hanife, bir Süfyan b. Uyeyne, bir Sevrî, bir Evzâî, bir İmam Mâlik'in yetişmesi âdeta imkânsızdır. Bu, bir yönüyle onların çok güçlü ve kuvvetli olmalarından, diğer yönüyle de, yine onların Kur'ân ve Sünnet'te mevcut bütün alternatifleri kullanma meleke ve imkânına sahip bulunmalarındandır.

Onlar, Kur'ân ve Sünnet içinden ne kadar mesele çıkarabileceklerse bütününü çıkarmış da sanki kimseye bir şey bırakmamışlar gibidir. "Sanki" diyorum, zira Cenâb-ı Hakk'ın inayet, hikmet ve rahmeti iktiza ederse içimizden yine böyle büyük kabiliyetler çıkartır ve onları da dinine hizmet ettirir. Bu her zaman mümkündür. Ama her mümkün vâki değildir.

Ebû Hanife'nin (radıyallâhu anh), Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek, nurlu ve bereketli bir tek sözünden üç bine yakın fetva çıkardığı rivayet edilir. Bu, bir mânâda, o sözün içinde ne kadar tevil, tefsir ve alternatif varsa hepsinin kullanılmış olması demektir.

Binaenaleyh daha sonraki asırlarda ilim ve irfan adına ortaya çıkıp, Kur'ân ve Sünnet'ten hüküm çıkarmak gayesiyle içtihat ve kıyasa başvuranlar, ortaya koydukları konulara baktıklarında görmüşlerdir ki, onlar Ebû Hanife'nin, Şâfiî'nin, İmam Mâlik'in, Evzâî'nin fetvaları içinde çoktan yerlerini almış. Evet, fıkıh ve hukuk kitaplarına bakıldığında bu açık seçik olarak görülecektir.

Biz burada 'İslâm dininin dayandığı dört temel rükün' başlığı altında söylediklerimizi, bu mevzuu şerh ve izah etmek gayesiyle ifade etmiş değiliz. Zaten bu ve benzeri meseleler, bu konuyla alâkalı binlerce eserde tafsilatıyla anlatılmıştır.

Ancak, bizim burada dikkatleri çekmek istediğimiz husus, İslâm iktisadının da bu temel ve sarsılmaz esaslara dayandığını, bu sebeple diğer iktisadî sistemlere hiç benzemediğini ve onlardan bu yönüyle de üstün olduğunu vurgulamaktır. Zannediyorum aktardığımız bu kısa malumat dahi bu hususu aydınlatmaya ve bu hükmü ispata yeterli olacaktır.

[1] Bkz.: Sebe sûresi, 34/15-17.
[2] Tirmizî, edeb 54.
[3] Bakara sûresi, 2/60; A'râf sûresi, 7/31.
[4] Buhârî, rikâk 10; Müslim, zekât 116-119; Tirmizî, zühd 27; menâkıb 32; İbn Mâce, zühd 27; Dârimî, rikâk 62.
[5] Fâtır sûresi, 35/13; Zümer sûresi, 39/6; Teğâbun sûresi, 64/1.
[6] Bakara sûresi, 2/60; A'râf sûresi, 7/74; Hud sûresi, 11/85; Şuarâ sûresi, 26/183; Ankebût sûresi, 29/36.
[7] Hâkim, el-Müstedrek, 2/15.
[8] Bknz. M. A. Mannan, İslâm Ekonomisi, s. 22-23.
[9] Pozitif yaklaşım, bir vak'ayı herhangi bir değer hükmü katmadan olduğu gibi rapor etmektir. Normatif yaklaşım ise, bir davranışın nasıl olması gerektiğini belirten ve bir değer hükmü içeren yaklaşımdır. Meselâ, ülke nüfusunun 70 milyon olduğunu belirtmek pozitif bir yaklaşım; nüfusun olandan yüksek veya düşük olması gerektiğini belirtmek normatif bir yaklaşımdır.
[10] Bkz.: Tirmizî, fezâilü'l-Kur'ân 14; Dârimî, fezâilü'l-Kur'ân 1; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/91.
[11] Buhârî, fiten 24; Müslim, fiten 30-32.
[12] Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 14/591 (Ebû Ganm el-Kûfî'den naklen).
[13] Buhârî, fiten 24; Müslim, fiten 42; Tirmizî, fiten 42.