Ekonomi Anlayışımızın Temel Esasları

İslâm ekonomisinin temel esaslarının başında hâkimiyet mevzuu gelir. Başkalarına göre kim ve ne olursa olsun, bize göre mutlak hâkim, Allah’tır (celle celâluhu).

İkinci esas, dünya görüşüdür ki, eşya ve hâdiselere, özellikle de içtimaî ve iktisadî hayattaki gelişmelere bakıp, sebep-netice açısından bunları mevcut duruma göre yorumlama ve değerlendirme, bu esasın ana konularıdır.

Üçüncü esas, özel mülkiyet ve serbest teşebbüs meselesidir.

Dördüncü esas, cihan sulhü prensibi;

Beşinci esas ise, âlemşümûl kardeşlik anlayışıdır.

Şimdi konuyu biraz daha açarak İslâm ekonomisinin temelini teşkil eden bu esasları teker teker incelemeye alalım:

1. Hâkimiyet

Dinimizde, Allah hâkimiyeti esastır. Bu esasın en temel rüknü de Allah'a imandır. Öyle ki, bize göre O'na inanmak ile, O'nun hâkimiyetini kabul etmek bir hakikatin iki yüzü gibidir.

Bu itibarla da, her şey üzerinde Allah hâkimiyetini kabul etmeyenler, Allah'a inanıyor görünseler de, hakikî mânâda O'na inanıyor sayılmazlar. Kur'ân-ı Kerim'de Allah hâkimiyetinin esas olduğunu ifade eden pek çok âyet-i kerime vardır. Bu cümleden olarak şunları zikredebiliriz:

"Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O, her şeye kadîrdir." (Mülk sûresi, 67/1)

"Her şeyin hükümranlığı elinde olan ve sizin de Kendisine döneceğiniz Allah münezzehtir."
(Yâsîn sûresi, 36/83)

Müslümanlar olarak, her şeyin mülkü ve melekûtu elinde olan Allah'ın hâkimiyetini kabul etmek, bizim için en birinci esas ve olmazsa olmaz temel disiplindir.

Gökleri ve yeri yaratan, gökler ve yer arasında âhenksizliğe, nizamsızlığa meydan vermeyen ve çok hassas bir teraziyle eşya ve hâdiseleri tartan, şiirimsi bir âhenk içinde her şeyi yerli yerine yerleştiren ve sonra insanı bu sarayı temâşâ ve değerlendirmeye davet eden -ki eşyada cebrîlik, insanda ise iradîlik hükümfermâdır- davet edip insana, "İradenle sen de bu âhenge, bu senfonizmaya uyacaksın!" diyen Hz. Allah'tır (celle celâluhu). Mülk ve melekût O'nun elindedir ve O, her şeyin biricik hâkimidir.

Bu hususa örnek olarak, kişinin intihar etmesinin İslâm hukukuna göre haram olması verilebilir. Evet, intihar büyük bir suçtur. Hatta başkasını haksız yere öldürmekten farksız, belki ondan da ağır bir suçtur. Çünkü canımızın hakikî malik ve hâkimi Allah'tır. Mal da can gibidir. Onun da gerçek sahibi ve maliki Hz. Allah'tır.

Mal da can da Rabb'in insanlara birer emanetidir. Dolayısıyla insan bunları koruma sorumluluğu altındadır ve bu uğurda ölürse şehit olur. Bunları tehlike anında korumama ise, insanı Allah katında mesul eder. Çünkü yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, kâinatın asıl ve mutlak hâkimi, bütün mülk ve melekût âleminin gerçek sahibi Allah'tır.

a. Mülkün Yegâne Sahibi O'dur

Evet, mülk ve melekûtun yegâne sahibi Allah'tır. Kur'ân-ı Kerim, bu hakikati şu âyetiyle gayet net olarak ifade eder:

"De ki: Mülkün sahibi olan Allahım! Mülkü dilediğine verir, dilediğinden çekip alırsın; dilediğini azîz, dilediğini ise zelîl kılarsın; bütün hayır Senin elindedir. Doğrusu Sen her şeye kadirsin; geceyi gündüze, gündüzü geceye geçirirsin; ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın ve dilediğini hesapsız rızıklandırırsın." (Âl-i İmrân sûresi, 3 /26-27)

Evet, Allah (celle celâluhu), Malikü'l-Mülk'tür. Mülkü dilediğinden alır ve elinden aldığı kimseyi zelîl kılar; dilediğine verir, verdiği kimseyi de azîz kılar. O, ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır; geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirir. Kışta bahar, baharda kış cilveleri gösterir.

Kâh olur insanların başına firavunları, nemrutları musallat eder ve onlara âh u vâh ettirir; kâh Mesih soluklu insanları sultan yapar ve herkese ferah-fezâ nefesler aldırır.

Bazen Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile güldürür, bazen da Ebû Cehil ile ağlatır ve inletir. Çünkü, mülk sahibi O'dur ve onu istediğinden alır, istediğine verir. O isterse bütün mahlukatı, bütün güç ve kuvvet kaynakları karşısında serfürû ettirir.

"Malikü'l-Mülk Sensin, mülkü istediğine verirsin." (Âl-i İmrân sûresi, 3/26)

Bu cümlelerle Allah (celle celâluhu), bizi muhatap olarak alma lütfuyla lütuflandırıyor ve bize, Kendisine, "Sen" deme imkân ve fırsatını veriyor.

Evet, içimizi, düşünce ve duygularımızı huzurunda şerh etmemiz, deşarj olmamız ve O yâr-ı vefâdarın huzuruna gelip, el-pençe divan durarak derdimizi O'na açabilmemiz mevzuunda O bize imtiyazlar bahşediyor.

Candan bir dost ve halîl olmanın ifadesi böyle bir ünsiyeti bize bahşeden Hz. Allah'a (celle celâluhu) binlerce hamd ve sena olsun! Bu mânâ ve muhtevayı destekleyici daha başka âyetleri de örnek alarak sunmamız mümkündür. Meselâ,

"Göklerde olanlar da, yerde olanlar da Allah'ındır. İşler hep Allah'a varacaktır." (Hadid sûresi, 57/5)

"Kendilerine ne zarar ne de fayda verebilirler."
(Furkân sûresi, 25/3)

"De ki: Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda ne de bir zarar verme gücüne sahibim."
(A'râf sûresi, 7/188)

Bu âyetler, beşerin Allah'tan başka ilâh olarak kabul ettikleri varlıkların perişaniyet ve acziyetlerini ifade bakımından eşsizdir. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde: "Ben nefsime malik değilim."[1] buyurur.

Nuru, kâinatın yaratılışındaki kalemin mürekkebi, ilk 'kün feyekûn' emrinin mazharı Hz. Muhammed de (sallallâhu aleyhi ve sellem) kendisine malik değilse, hiç kimse kendine malik değildir ve olamaz. O hâlde her şey, Malikü'l-Mülk olan Allah'a verilmelidir.

Zaten her şeyi kuran, tanzim eden Zât, mülkü başkasına havale edip başkasının gereksiz müdahalesine de imkân vermez. Kurduğu âhengi başkalarına, hele nâdân ve cahillere kat'iyen bozdurmaz.

Hâsılı, Allah Malikü'l-Mülk'tür. Kıyamet gününde, "Bugün mülk kimindir? Vâhid ve Kahhâr olan Allah'ındır." (Mü'min sûresi, 40/16) buyrulacağını haber veren işte bu âyet de, hâkimiyet hakikatinin inkâr edilemez ayrı bir delilidir.

b. Diğer Sistemlerde Hâkimiyet

Bizler, Cenâb-ı Hakk'ın hâkimiyetine kayıtsız ve şartsız iman ediyor; bu inancı, bu itikadı da iktisadî hayatımızın temeli ve esası olarak değerlendiriyoruz.

Aslında bir Müslüman için böyle bir itikat elzem ve zarurîdir. Evet, Müslüman, inancında sadık ise buna böyle inanır ve kalbinde aksi bir düşünceye de zerre kadar yer vermez. Bu sebeple biz, diğer sistemlerle bir kıyas yapabilmek için bu konu üzerinde ısrarla durulması gerektiğine inanıyoruz.

İleride görüleceği gibi, 'hâkimiyet' mevzuu, diğer sistemlerde farklı değerlendirmelere tâbi tutulmuş en bulanık meselelerden birisi olmasına karşılık, bizim için bu mesele durulardan daha duru bir berraklığa sahiptir.

Şimdi burada, sadece bir mukayese olsun diye, diğer sistemlerin bu mevzudaki görüşlerine kısaca temas edip, ardından da İslâm iktisadının en birinci esasını teşkil eden 'Allah hâkimiyeti' meselesinin iktisadî hayat açısından değerlendirmesine geçeceğiz.

Diğer sistemler 'hâkimiyet' mevzuunu değişik şekilde ele alırlar. Bunlardan bazısı, hâkimiyeti monarşik sistemlerde olduğu gibi mutlak mânâda devlet reisine verir. Bazısı, aristokrasilerde olduğu gibi, hâkimiyeti belli bir zümrenin elinde görür. İşverenleri hâkimiyete en lâyık olarak değerlendirenler olduğu gibi, hâkimiyetin halka ve bilhassa proletarya ve işçi sınıfına ait bir hak olduğunu ileri sürenler de vardır.

Aslında, belli bir süre geçerli ve belli şartlara bağımlı olan bir hâkimiyet, gerçek anlamda hâkimiyet değildir. Süre bittiğinde veya onu hâkim hâle getiren faktörler ortadan kalktığında, hâkim olanlar bu defa da mahkûm olma durumuna düşebilirler.

Ayrıca, hâkim durumunda bulunan sınıfın, diğer sınıfların hak ve hürriyetlerine tecavüz etmesi de söz konusu olabilir. Hâkim hâle gelenlerin, daha önce karşısında mahkûm durumda bulunduğu insan veya zümrelerden intikam almaya çalışmaları hiç de az değildir. Evet, dün onlardaydı, şimdi de sıra bunlara gelmiştir. Böyleleri, daha önce kendilerine reva görülen muameleleri hasım saydıkları insanlara uygulayacak ve böylece kin ve nefretten yoğrulmuş mayalarının gereğini yapacaklardır. Tarih, bunun yüzlerce tekrarını görmüş ve insanlık, eğer İslâm'la hakikî insanlığa yükselmezse, kim bilir daha nice tekrarlarına şahit olacaktır.

Evet, tarihin şehadetiyle, bazı sınıflar insanlığın kaderi üzerinde zar atmış, onun hürriyet ve düşüncesiyle oynamış; milletin sarık, cübbe ve türbanıyla uğraşmışlardır.

Yine bu zümreler, şerare neşreden hâkimiyetlerini tesis ettikten sonra, minareler ve kiliselerin çan kuleleri onların sinesine kama gibi saplanmış; 'Allah' denilmesinden, Resûlullah'ın adının anılmasından, Kur'ân'ın okunmasından ve hatta mazi ve selef kokusundan, kısaca bütün mefâhirinden rahatsız olmuş ve kendileri gibi olmayanları durmadan rahatsız etmişlerdir.

Dahası, bu sınıfların hâkimiyeti insanın sadece maddî yapısıyla sınırlı kalmamış; sultaları altındaki insanların beyin, kalb ve vicdanlarıyla da oynamış; onları süflî duygularının en pespâyesiyle kirletmişlerdir. Bu ise, insanlık adına işlenmiş en büyük bir cinayet veya cinayetler silsilesidir.

İnsanoğlunun, hâkimiyeti, vahyin aydınlık dünyasına göre mutlak muktedir olan Hz. Allah'a değil de belirli bir zümre veya sınıfa verdiğinde ortaya çıkacak olan problemleri ve insanlık adına işlenecek cinayetleri saymak mümkün değildir.

Evet, belli sınıf ve zümrelerin hâkim güç olarak kabulü bahis mevzuu olunca, her sınıf kendi liderini, kendi tabusunu, kendi putunu getirip ortaya koyacak ve tek merci olarak sadece onu gösterecek ve hayatını onun despotluğuna sığınarak sürdürmeye çalışacaktır. Bu da insanlığın ruhen ve kalben esir olması demektir.

Yine bir zalim zümre, insanların duygu, düşünce ve imanları ile uğraşacak; koskoca bir nesli dinsiz yapabilmek için bütün imkân ve fırsatları kullanacaktır. Allah'ı inkâr yolunda münkirler, mülhitler yetiştirecek ve içtimaî hâdiselerin zimamını böylelerine teslim edecektir.

Bir diğer sistem, hâkimiyeti sözde millete verirken, bir başkası daha değişik mevhum bir ilâhı hâkim sayacaktır.

Vâkıa, bunlar, meseleleri bir kısım sûrî kanunlara dayandırarak, işlerini sürekli o sûrî kanunlar üzerinde yürütmeye çalışacak ve halkı bu yolla iğfal ve idlâl edeceklerdir, ama bütün bunlar, bir aldatmacadan ibaret kalacak ve asla uzun ömürlü olmayacaktır.

Pek çok hâdisenin şehadetiyle denebilir ki; tarih boyunca kendini akıllı zanneden ve hiçbir zaman ahireti ve oradaki mesuliyeti düşünmeyen bir grup 'şirzime-i kalîl', asla mâşerî vicdanda kabul görmeyen ve görmeyecek olan bazı teklifler getirmiş; bu teklifleri fıtrî ve insanî bulmadıkları için onlara karşı çıkan insanları ezip geçmiş ve bu zavallılara, vahşilere rahmet okutacak zulüm ve işkenceyi reva görmüşlerdir.

Üstelik, yaptıkları bunca insanlık dışı davranışları masum ve meşru göstermek için de, yine kendi menfaatlerine uygun ve kamu vicdanının kabul edip etmemelerine bakmadan bazı kanunlar hazırlamış ve hunharlıklarını bu kanunlarla örtmeye çalışmışlardır.

Dünyanın birçok yerinde yapılanlar, bunlara birer misal teşkil edebilir. Gerçi onlar, bazen tek kişinin istibdat ve zulmünden halkı kurtarmak için yola çıkmışlardır ama, bu defa da halkı, belli bir grubun zulmü altında inletmişlerdir. İşçi hürriyeti deyip onların ağızlarına bir kaşık bal sürmüş, arkadan da herkesi inim inim inletmişlerdir.

Bizde ise mesele tamamen farklıdır. Bir kere bizde, onlarda olduğu gibi, "Sen gidersin, ben gelirim.", "Bugün senin elinde, yarın benim elimde." mantığı yoktur.

Bugün de yarın da mülk sadece ve sadece Allah'ın elindedir. Dolayısıyla vicdanlarımız, O'ndan gelen emir ve yasaklar karşısında saygılı ve iki büklümdür. Bu da bizi zulümden, tagallüpten ve istibdattan uzak tutan bir inayet eli gibidir.

İslâmî anlayışta da bir insan, Allah adına niyabeten ve hilâfeten diğer insanların başına geçer. Ama o, kat'iyen buna haris ve arzulu değildir. Ne Hz. Ebû Bekir ne Ömer ne Osman ne de Ali (radıyallahü anhüm) hatta ne de Ömer b. Abdülaziz ve Harun Reşid gibileri hilâfete haris olmuşlardır. Bilakis bunlar, insanlar tarafından liyakatli görülmüş ve bu vazife onlara tevdi edilmiştir.

Osmanlı döneminde de nice beyler ve paşalar yaşamıştır ki, bunlar, düşman ordularını ters yüz edip mağlubiyetleri muzafferiyete çevirmiş, şanlı hükümdarlarının yanında el-pençe divan durmalarına karşılık, düşman orduları karşısında aslan gibi kükremiş ve hasımlarının yüreklerini koparmışlardır. Timurtaş Paşalar, Çandarlı Haliller, Zağanoslar, Evranoslar bunlardandır.

Bununla beraber, idareye dirayetli ve liyakatli bu insanlar, hiçbir zaman tul-i emellere girmemişlerdir. Şimdi isterseniz mevzuu izah sadedinde birkaç tabloyu daha arz edebiliriz.

c. Beşer Hâkimiyeti İzafîdir

İşte, 'Mutlak Hâkim' olan Allah (celle celâluhu) adına, niyabeten ve hilâfeten milletin başına geçen, ama kat'iyen haris olmayan kutlulardan bir-iki sima:

Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), halife seçilmesinden bir süre sonra halkın karşısına çıkar. Bu, halifenin teb'asıyla mescitteki ilk buluşmasıdır. Bu buluşmada o, ashaba (mealen) şöyle seslenir:

"Ey İnsanlar! En hayırlınız olmadığım hâlde başınıza geçtim. Ancak, Kur'ân inmiş ve Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) de yolu tayin etmiştir. O'nun bize öğrettiklerinden biri; akıllılık takva, ahmaklık da günahkârlıktır. Benim yanımda sizin en güçlünüz, hakkı alınıncaya kadar zayıf olanınız; en zayıfınız da, başkasının hakkı ondan alınıncaya kadar güçlü olanınızdır.

Ey insanlar! Ben yeni bir yol koyucu değil, benden önceki yolu takip ediciyim. Eğer bu işi güzel yaparsam, bana yardımcı olunuz. Eğer o yoldan çıkarsam, bana engel olunuz. Böyle diyor ve Allah'tan benim ve sizin için bağışlanma diliyorum."[2]

Görüldüğü gibi, Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) işin başında halife olmaya asla razı değildir. Ancak Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) vefatı, Müslümanları iyiden iyiye sarstığı için ümmet arasında bir ayrılık ve şikak olabilir endişesiyle bir halifenin seçilmesi zaruretine binaen o bu ağır yükün altına girmiştir.

Aslında, muhtemelen Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Hz. Ömer veya Ebû Ubeyde b. Cerrah'ın halife olmalarını cemaate teklif etmek için oraya gelmişti. Ancak Hz. Ömer (radıyallâhu anh), isabetli bir kararla, Hz. Ebû Bekir'e (radıyallâhu anh) biat ettiğini ilan edince, arkadan da Ebû Ubeyde ve diğerleri onu takip etmiş, sonra da onun isteksizliğine karşı, "Hayır, halife sensin! Evet, bu işe en lâyık olan sensin!" diyerek ona biatlarını bildirmişlerdi.

Bunun üzerine o müstesna zat, tarihe, "Dur, beni dinle!" enginliğinde olan yukarıda aktardığımız sözleri söylemişti:

İşte, İslâm'daki idare anlayışı! Biz bu anlayışta şu hakikatleri görüyoruz: Emir, Hâkim-i Mutlak'ın hâkimiyeti altındadır. Toplum da Hâkim-i Mutlak'ın hâkimiyetini kabul edecek kadar uyanık, vicdanlı ve hâdiseler karşısında olabildiğine duyarlı ve olabildiğine titizdirler.

Evet, o toplum, şayet Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh) Allah'a isyan etse, çok rahatlıkla, "Sen aşağıya in, başkası halife olsun!" diyecek seviyededir.

Nitekim ikinci halife Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) başından geçen şu hâdise bu hakikati aydınlatma bakımından çok önemlidir. Koca halife, bir gün cemaatine hutbe îrad ederken bir ara onlara şöyle seslenir:

- Cemaat! Bende bir eğrilik, hak yoldan sapma görseniz ne yaparsınız?

Cemaat arasında pek de tanınmayan birisi hemen cevap verir. Elindeki kılıcına dayanmış bu adam halifeye şöyle der:

- Yâ Ömer! Eğrilirsen seni kılıçlarımızla doğrultmasını biliriz!

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) bu cevaptan çok memnun kalır. Ve ellerini açarak, "Allah'ım, Sana binlerce hamd ve sena olsun! Bu cemaat arasında, Ömer eğrilirse onu kılıçlarıyla doğrultacak insanlar var." der ve memnuniyet izhar eder.[3]

Evet, idarecideki şuur bu olmalıdır. Allah ona âriye (emanet) bir gömlek giydirmiştir ve o bu gömleği bir gün çıkarıp atacaktır. Atacaktır ama, bu gömleği giydiği müddetçe de kendisine düşen vazifenin hakkını verecektir.

d. Şahlar O'nun Kapıkuludur

Allah (celle celâluhu), bu dünyada ferden ferda (tek tek) her insana bir rol yüklemiş ve onları oynayacakları role göre donatmıştır. Bu itibarla, önemli olan, herkesin kendine düşen rolü en güzel şekilde oynamasıdır. Bu roller arasında halife rolü olduğu gibi, dilenci rolü de vardır. Evet, rol icabı, insanların kimisi hâkim, kimisi de mahkûm olabilir.

Cenâb-ı Hak, hükmetme yetkisine sahip, bütün hâkimlerin Maliki ve hükmünü bütün kâinata geçiren bir Hâkimler Hâkimi'dir. Bütün sultanlar, O'nun kapısında dilencilik yapar ve O'nun hükmü karşısında boyun eğerler.

İşte konuya misal teşkil edecek yüzlerce numuneden bir misal:

Fatih Sultan Mehmed Hazretleri, Belgrat'ta düşmanı ters yüz eden, İstanbul surlarını aşıp Bizans'a haddini bildiren ve daha yirmi bir yaşında iken Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) övgüsüne[4] mazhar olup en muallâ mevkie ulaşan bir ulu sultandır.

İşte bu büyük sultan, İstanbul'u fethettikten sonra, yaptıracağı camiin belli bir sayıda sütuna oturtulmasını ister ve bir Rum olduğu söylenen Sinan Atik'e bu mevzuda talimat verir.

Ne var ki mimar, bu talimata uymayarak sütun sayısını eksik tutar ve Fatih'e göre önemli bir mimarî hata işler. Bunun üzerine Fatih, onun elinin kesilmesini emreder ve rivayete göre Rum mimarının eli kesilir. Ve arkasından da eli kesilen Sinan Atik, mahkemeye müracaat eder ve mahkemece davasında haklı bulunur. Derken, Fatih mahkemeye celb edilir ve Hızır Çelebi'nin hâkimliğini yaptığı mahkemede Fatih'in de elinin kesilmesine karar verilir.

Hükmü öğrenen büyük sultan, gayet mütevekkil bir şekilde kesilmesi için kolunu uzatır. Uzatır ama, bu manzarayı gören Sinan Atik, hemen meseleye müdahale eder ve bu adaleti gördükten sonra, ailesinin geçinebileceği nafakayı Fatih'in vermesi şartıyla davasından vazgeçtiğini söyler. Böylece Fatih'in eli kesilmekten kurtulmuş olur.

Fatih, mahkemeden sonra Hızır Çelebi'ye döner ve "Eğer Allah'ın hükmüyle hükmetmeseydin, şu kılıçla senin kelleni indirecektim!" diye kükrer. Bu kükreyiş karşısında Hızır Çelebi de, "Eğer verdiğim hükmü kabul etmeseydin, ben de sana aynı şeyi yapacaktım!" sözleriyle karşılık verir ve sakladığı hançeri çıkarıp padişaha göstererek, "Hem de bu hançerle!" der.

İşte, Allah hâkimiyeti ve adalet aşkı budur. Kuvvet hakka teslim olunca, ihkâk-ı hak mevzuunda şahlar gedâ, gedâlar şah olur. O güç karşısında, krallar ve hükümdarlar da dize gelir ve kulluklarını ilan ederler.

e. Zimmî Hukuku

Allah hâkimiyetini kabul edişin altında, bütün insanlığı kuşatacak çapta bir merhamet ve müsamaha söz konusudur. Zira emirler, Rabbülâlemîn olan Cenâb-ı Hak'tan gelmektedir. Evet din, dil, ırk gözetmeksizin O'nun sultanlığı herkese şamildir.

Bu itibarla da, kulları arasında doğru yoldan sapmış olanlara ait hükmü de yine onların Rabbi olan Allah verecektir. Ve bu hükmün adilane olmasında şüphe yoktur. Zira, Rabbülâlemîn olan Cenâb-ı Hak karşısında herkes, aynı seviyede ve eşittir; bu, hukuk karşısında herkesin eşit olması demektir.

Böyle bir hukuk anlayışı sayesinde herkesin canı, malı ve ırzı garanti altındadır. Hatta zimmî ve azınlık denilen grup için de Allah hâkimiyeti şuurunun hükümfermâ olduğu bir yerde yaşamak, nimetlerin en büyüğüdür.

Zira bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Kim bir zimmiye eziyet ederse, onun hasmı benim."[5] buyurmuşlar ve azınlık sayılan kimseler hakkında evrensel şefkatin enginliğine dikkatleri çekmişlerdir. Böyle olunca da artık O'nun ümmetinden hiçbir fert, bilerek bir zimmînin hukukuna tecavüz edemez ve bir zimmiye eziyette bulunamaz.

Hz. Ömer de (radıyallâhu anh), sinesinden yediği hançerle yaralı bir aslan gibi kıvranırken, çevresindekilere şunları fısıldamıştı: "Sakın ola, zimmîlerin hukukuna tecavüz etmeyesiniz. İçinizde yaşayan Hıristiyan ve Yahudilerin hakkını mutlak gözetesiniz."[6] Dersini bizzat Resûl-i Ekrem'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) almış birisi olarak Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) başka şeyler söylemesi de zaten düşünülemezdi.

Evet, o, bizzat kendisini öldürmek isteyen bir tali'siz için bile, Allah hâkimiyetini ilan ve itirafın ifadesi olarak, ben yaşadığım müddetçe ona dokunmayın. Ben ne yersem, ona yedirin. Benim hayat standardım ne ise ona öyle muamele edin. Ama ben ölürsem, siz de Allah'ın bu konudaki hükmünü uygulayın, der.

İnsanlar, Rabbülâlemîn olan Allah'ın (celle celâluhu) hâkimiyeti ile tecellî edip kendilerini böyle bir hâkimiyetin vesayet ve idaresi altında görünce, İslâm gibi huzur ve saadet dolu bir sistem ve nizam teşekkül etmekle onlar daha dünyada iken Cennet iklimini andıran bir hayat yaşayabilirler. Zira İslâm'dan başka hiçbir sistem insanlara böylesine huzur ve güven dolu bir hayat vaad etmez.

Buraya kadar, İslâm ekonomisinin ana esaslarından birisi olan Allah hâkimiyeti mevzuunu misallerle ve oldukça genişçe anlatmaya çalıştık. Zira bu mevzu, İslâm ekonomisini diğer iktisadî sistemlerden ayıran en büyük özelliklerden biridir ve bu yönüyle de o çok önemlidir.

2. Dünya Görüşü

İslâm ekonomisinin ikinci temel esası, onun farklı dünya görüşüne tâbidir. İslâm'ın dünya görüşü Kur'ân ile sınırlıdır. Ne var ki, bu sınırlandırma, görüş ufkumuzu sonsuzlaştırma ile eş değerli bir sınırlandırmadır. İslâm, bu yönüyle de diğer sistemlerden ayrılır.

Kur'ân'ın, eşya ve hâdiselere bakış açısına, içtimaî ve iktisadî meseleleri nasıl açıkladığına geçmeden önce, tarihî maddeciliğin mevzu ile alâkalı görüş ve düşüncelerine kısaca temas etmekte yarar olacağı kanaatindeyim.

a. Tarihî Maddecilik

Tarihî maddecilik, beşer çapındaki bütün hâdiseleri, iki ana esasa dayandırarak izah etmeye çalışır. Evet, maddecilere göre, insanlığı alâkadar eden her hâdise ve tekevvünün hemen hepsi temelde şu iki sebebe dayanır:

Birincisi: Sömüren ve sömürülen sınıflar arasındaki ezelî kavga.

İkincisi: İçtimaî hâdiselerin cebrî tekâmül yolu, tabir-i diğerle determinizma.

Bu görüşe göre, tarih boyunca insanlık âlemi içindeki bütün çalkantılar, bütün teşekkül ve tekevvünler, 'zenginler' ve 'fakirler' olarak iki sınıfın sürtüşmesinden ibarettir.

Haçlılar Anadolu'yu defalarca bu mülâhaza ile gelip gelip çiğnemiş; Selâhaddin Eyyûbî bu düşüncelerle onların karşısına çıkıp her seferinde onları göğüslemiş; Alparslan bu maksatla Anadolu'ya girmiş ve bu hedefe ulaşmak için büyük Malazgirt Zaferi'ni kazanmış ve Fatih'in, İstanbul surlarını bin bir zorlukla aşmaya çalışması da yine aynı gaye için olmuştur.

Hâsılı, materyalistlere göre, cihan tarihindeki bütün mevcelenme ve dalgalanmaların altında, sömüren ve sömürülen insanların serencâmesi vardır.

Yine onların düşüncelerine göre, insanlık başlangıç itibarıyla önce derebeyliğin (feodalizm) vesayetinde kalmış, ardından onun kaderine kapitalizm hükmetmiştir. Sonra da onun yerine sosyalizm gelip oturmuş veya daha farklı ifadesiyle gelip oturacaktır.

Bu cebrî yolculuk hiçbir zaman durmamış ve durmayacaktır da. Sonunda insanlar proletarya diktatörlüğüne boyun eğecek ve yeryüzünde başıboşluk veya tam nihilizm hâkim olacaktır. Bu dönemde eskimiş bütün değer yargıları altüst olacak ve her şey değişip farklılaşacaktır. Böylece, bu devr-i daim devam edip duracak ve hiç kimse de bu gidişe "Dur!" diyemeyecektir. Zira böyle bir tekâmül ruhu, eşyanın tabiatında vardır.

Günümüzde bütün düşünce sistemleriyle beraber yıkılıp giden bu tarihî maddecilik, eşya ve hâdiselere işte hep böyle bakmış ve içtimaî çalkantıları da böyle değerlendirmiştir.

Bu arada, böyle bir düşüncenin baş mimarı Karl Marks da, âlemi çok karışık bir kısım hipotezlerle tahlil etmeye çalışır. O, bütün tezlerin kendi zıtlarını içinde taşıdığı, bunların çatışmasıyla yeni sentezlerin oluşacağı; bu yeni sentezlerin de aynı süreci yaşayacağı (tez-antitez-sentez) mülâhazasıyla birlikte Hegel monizminin altını üstüne getirmekle doğruyu bulduğunu söyler.

Meselenin Kur'ân anlayışında değerlendirilişi ise tamamen farklıdır. Her ne kadar beşer tarihinde, sömüren ve sömürülen sınıfların mücadelesi olmuşsa da, bu, mücadele sebeplerinden sadece birisidir. Ve bunun yanında, Allah'ın yüce adını yükseltmek, yani i'lâ-yı kelimetullah uğruna yapılan dünya kadar cihad da söz konusudur.

Rica ederim; atına eyer, ayağına çarık bulamayan çöl çocuklarının, kısa bir zaman içinde cihad şuuruna ulaşmasını, değişik imparatorlukların karşısına dikilip, büyük bir çoğunlukla onları hep dize getirmelerini, atlarını denize sürüp okyanuslar ötesi ülkeleri fethetme himmetiyle dolup taşmalarını cihad ruhundan başka ne ile izah edebiliriz ve hele bütün bunlara nasıl sınıflar arası mücadele diyebiliriz?

Tarık b. Ziyad, yanındaki beş bin askerle, daha sonra kendi adının verildiği Cebel-i Tarık Boğazını geçip doksan bin kişilik düşman ordusuyla karşılaşınca leventlerine şöyle seslenmişti:

"Önünüzde deniz gibi bir düşman, arkanızda da düşman gibi bir deniz var. Ya şerefinizle düşmana saldırır ve erkekçesine ölür ya da kadın gibi kaçıp denizde boğulursunuz!.."

Aradan 5-6 saat geçmemişti ki, yine aynı Tarık, Toleytola'da hükümdarın sarayında, ayağının altındaki hazineler karşısında kendi kendine hitaben:

"Tarık! Sen dün bir köle idin, Allah seni hürriyete kavuşturdu. Bugün muzaffer bir kumandansın. Ama unutma, yarın toprağa gömülecek ve bütün yaptıklarından Allah'a hesap vereceksin!" diyebilmişti.

Şimdi burada bir lahza durup, "Böylesine bir şuur ve anlayışın neresinde sömürme vardır?" diye ehl-i insafa sormak gerekir. Zira Tarık, o kadar yolu sırf kralın hazineleri için kat etmiş olsaydı, hazineleri ayağının altında bulduğu zaman kat'iyen böyle konuşmayacaktı.

Evet, o, niçin "bütün lezzetleri acılaştıran"[7] ölümü, kendisine hatırlatmaktadır. Nasıl olur da beş bin kişilik bir orduyla sırf 'ganimet' deyip doksan bin kişilik mücehhez bir ordunun karşısına çıkabilir ve nasıl olur da kaçmamak için bütün gemileri yaktırır!..

Evet, tarihin altın sayfaları karıştırıldığında görülür ki, Tarık b. Ziyad ve onun gibi inançlı bütün komutanların, sadece ve sadece bir tek gayeleri vardı, o da i'lâ-yı kelimetullahtı.

b. Dünya Görüşümüz

Tarihî maddeciliğin dünya görüşünden sonra şimdi biraz daha genişçe bizim Kur'ân ve hadis endeksli dünya görüşümüze geçebiliriz:

Kur'ân'ın eşya ve hâdiselere bakışı materyalistçe olmadığı gibi, onun örgülediği toplum yapısı da asla sömüren ve sömürülenin mücadelesinden ibaret değildir. Evet, Müslümanı harekete geçiren husus hiçbir zaman, serfliğin derebeyliğe, derebeyliğin kapitalizme, onun da sosyalizme veya proletarya diktatörlüğüne intikali ve bu arada meydana gelen çelişkiler değildir. Bilakis, İslâmî düşüncenin temelinde mukaddeslerden mukaddes i'lâ-yı kelimetullah ruhu vardır.

Evet, her Müslümanın en birinci gayesi, Cenâb-ı Hakk'ın mübarek isminin bir yâd-ı cemil olarak bayraklaşması veya mecbur kalındığında düşman karşısında ırz, vatan ve namus uğruna müdafaa ve mücadele etmektir.

Çanakkale Savaşı, bu ikinci hususa bir misal olarak gösterilebilir. Evet, bizim oradaki kavgamız, hiç şüphesiz ne sömüren ne de sömürülen kavgasıdır. Düşmanlarımız Haçlı düşüncesiyle bize saldırıyor; biz de dinimiz, milletimiz uğruna onlarla mücadele ediyoruz. İşte bizim cihad felsefemiz.. onu başka yöne çekme bir saptırmadır.

Materyalistler, her şeyden önce işte bu noktada yanılıyorlar; yanılıyor ve beşer tarihinin medar-ı iftiharı olan bütün peygamberlerin mücadele ve kavgalarını, sömüren ve sömürülenin kavgası şeklinde yorumluyorlar.

Evet, onlar, İnsanlığın İftihar Tablosu'nu (sallallâhu aleyhi ve sellem) üzerinde sadece bir peştamal taşıyan Hz. Mesih'i (aleyhisselâm), kırk sene Tih sahrasında cemaatinin çilesini çeken Hz. Musa'yı (aleyhisselâm), en ağır hakaretlere maruz kalan Hz. Nuh'u (aleyhisselâm) ve daha nice peygamberi hep böyle değerlendirdiler ve bu zatların yaptıkları o ulvî ve büyük mücadeleyi, sömüren ve sömürülenin mücadelesi vehmettiler.

Eğer bu anlayış hamakatın ifadesi değilse, o, bu şekilde anlayan için de anlatan için de bir ihanetin ifadesidir. Zira Buda'nın insanın içine doğru sürdürdüğü mücadelesini, Konfüçyüs'ün ahlâk için verdiği kavgayı; Brahma'nın, Sokrates'in canlarını hiçe sayarak kendilerini feda etmelerini, sadece sömüren ve sömürülenin mücadelesi şeklinde anlamak düşüncesizlik ve mantıksızlığın ta kendisidir.

Biz, tarihî vak'alar ve hâdiseler zinciri içinde, onların iddialarını doğrulayacak tek hâdise bilmiyoruz. Aksine, tarihî gerçekler, onların dediklerinin bütün bütün yalan olduğunu ortaya koymaktadır.

Evet, ortada bir mücadele vardır; ama bu mücadele, hakkın mücadelesidir ve ırzın ve namusun müdafaasıdır. Belki bazen de, yanlış olmasına rağmen, ırk ve milliyet kavgasıdır.. ama hiçbir zaman sadece sömüren ve sömürülenlerin sürtüşmesi değildir. Bu itibarla denebilir ki, tarih bir baştan bir başa materyalizmin yalan söylediğini gösteren vak'alar mecmuasıdır.

İkinci olarak, onlara göre, beşerin çeşitli safhalardan geçerek cebrî determinizma gereği varacağı nokta, proletarya hâkimiyetidir. Bu mesele de daha Devr-i Risaletpenâhî'de (sallallâhu aleyhi ve sellem) âyât-ı beyyinâtla haberi verilen ve bu haberlerin doğru çıkmasıyla bir yalan olarak yine onların yüzlerine vurulan bir meseledir. Kur'ân-ı Kerim'de: "O Allah ki, şânı yüce peygamberini hidayet ve din-i hakla gönderdi. Ta o, bütün dinlere galebe çalsın." (Fetih sûresi, 48/28) buyrulmaktadır.

Bu âyetler nazil olduğunda henüz bir avuç Müslüman vardı. Ama bu bir avuç Müslümanın sahip çıktıkları din sayesinde, diğer bütün dinlere galebe çalacakları bir bişaret olarak haber verilmekteydi. O gün de sömüren ve sömürülen bir kitlenin bulunmasına rağmen âyette işçi ve ezilen sınıfın hâkimiyetinden değil, inanan insanların hâkimiyetinden bahsedilmekteydi.

Kur'ân-ı Kerim'in haber verdiği bu hâkimiyet, ilk defa Mekke fethiyle tahakkuk ettiği gibi, tarihin değişik devirlerinde de hep tekerrür etmiştir ve gelecekte de tekerrür edeceğine inanmaktayız. Zira Müslümanların ve salih kulların yeryüzüne vâris olacağı hususu, Cenâb-ı Hakk'ın vaadidir.

Tarihî maddecilik ise, bugün o büyük iddialarıyla birlikte bir bitme süreci yaşamaktadır. Evet, hiçbir zaman hedeflenen husus tahakkuk etmemiş ve bir proletarya hâkimiyeti gerçekleşememiştir. Öyleyse onun iddia ettiği 'sınıfların tekâmül seyri' bir yalan ve safsatadan başka bir şey değildir ve zaten bütün hâdiseler de bunu göstermektedir.

Bütün sistemler, görüş ve düşünceleriyle bir bir ufûl edip batmaya mahkûm iken, ufûl edip batmaktan müberra ve muallâ olan tek bir sistem vardır ki, hiç şüphesiz o da Kur'ân'la gelen sistem ve onun yoludur. Kur'ân, kelâm olarak mucize olduğu gibi, onun vaad ettiği sistem de mucizevîdir. Nitekim, birer birer yıkılıp giden bütün sistemler, bu hakikatin apaçık delilidir.

3. Özel Mülkiyet ve Hür Teşebbüs

İslâm ekonomisinin temel esaslarından biri de, hiç şüphesiz ferdin mülk edinme hakkıdır. İslâm, her mevzuda olduğu gibi bu konuda da tutarlı ve müstakîm bir yol takip etmiştir.

O, ne fertleri bütün bütün mülk edinmeden mahrum etmiş ne de onların 'lâ yüs'el' (sorumsuzca) harcamalarda bulunmasına göz yummuştur. Bu itibarla da İslâm, iktisadî yapısıyla, gerek kapitalizm ve gerekse sosyalizmden ayrılarak farklı bir çizgi takip etmiştir.

Mal-mülk edinme insanda fıtrî bir duygudur. Zira bütün umranlar ve bütün medeniyetler bu duygu ile kurulmuş ve korunmuştur. Ferdî mülkiyeti inkâr etmek suretiyle fıtratla çatışmak bir tefrit olduğu gibi, ferde, sahip olduğu şeylere sınır koymaksızın sonsuz bir tasarruf hürriyeti vermek de bir ifrattır.

Fert, ticarî ve iktisadî hayatında hür ve serbesttir. Meşru ve İslâm'ın çizdiği ölçüler içinde olmak kaydıyla o, istediğini alır-satar; topluma zarar verecek şekilde kenz ve stokçuluğa girmemek şartıyla malını saklar ve bunu belli pazarlarda değerlendirir. Onu korumak için gerekli tedbirleri alır. Zira, İslâm'da malı korumak, aynen canı ve ırzı korumak kadar mukaddestir ki, bu da İslâm'ın mala verdiği ehemmiyeti göstermesi bakımından çok önemlidir.

Daha sonra 'Mülkiyet' ve 'Üretim' konularını ele alırken yeniden bu mesele hakkında değişik boyutlarıyla ve daha tafsilatlı malumat vermeyi düşünüyorum. Burada, sadece bir işaret kabîlinden, konuyu bir çerçeve içine almak istedim.

Evet, özel mülkiyet ve hür teşebbüs, İslâm'ın kendi orijinine uygun olarak onun iktisadî yapısının esasları arasındadır. İslâm İktisadı, bu konudaki görüş ve düşünceleriyle de diğer sistemlerden ayrılır. Zira o, daima yolun en güzelini ve insan fıtratına en uygun olanını işaretler.

4. Cihan Sulhü

Cidal ve kavgayı bir hayat düsturu olarak seçen sistemler, insanlara yer yer sulh ve sükûnu vaad etmiş olmalarına rağmen, hiçbir zaman vaad ettikleri şeyi pratiğe dökememişlerdir. Aksine insanlar kendilerini hep bir kavga ve kaos ortamında bulmuş ve bunun vermiş olduğu stres ile hep ızdırapla inlemişlerdir. Hatta dünyanın şu anda içinde bulunduğu duruma, bu sistemlerin sebebiyet verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

İslâm ise, her zaman ve her yerde bir muvazene unsuru olarak imdada yetişmiş ve kendine ait esasları birer evrensel mesaj hâlinde insanlığa sunmuştur; sunmuş ve onu eşsiz bir disiplinler mecmuası olarak kabul edip hayatlarına uygulayanlar için de daima kurtarıcı bir rol üstlenmiştir.

Asırlarca misalleri yaşanan ve bugün de her şeyden çok muhtaç olduğumuz kardeşlik harcı ile yoğrulmuş iktisadî ve içtimaî sistemimizi kurduğumuzda biz Müslümanlar, -inşâallah- yeniden cihan sulhünün teminat sigortaları olacağız. Zira biz bozulduğumuz zaman, cihanda sulh ve sükûn da kalmadı. Hasımlarımız bizi yıkmakla sigortayı attırıp, çeşitli türden anarşileri tetiklemiş oldular.

Biz, sulh için, selâmet-i umumî için sevgiyle coştuk; herkese "Selâmün Aleyküm - Allah'ın selâmı üzerinize olsun, selâm ve emniyette olun." dedik. Gayretimiz boşa gitmedi; gitmedi ve daima selâm ve emniyet dileklerimize karşı, "Ve Aleyküm Selâm - Allah'ın selâmı sizin de üzerinize olsun." ile mukabele gördük.

Bizler, dün öyle idik; bugün de huzurun bekçileri, sulhün habercileri ve şahitleriyiz. Bunu, mazimizde cihan çapında tahakkuk ettirmiş ve yeryüzünde karşılaştığımız herkese kardeş nazarıyla bakmıştık. Böyle bir muvazene ölçüsü ile zulüm ve tecavüzden kendimizi alıkoymakla kalmamış; insanlık çapında bunun yaygınlaşmasına da öncülük etmiştik.

Evet, bizler geçmişimiz itibarıyla her zaman ve her yerde bir muvazene (denge) unsuru olarak devreye girdik ve sulh-ü umumînin teminatçısı olduk. Dün böyle idik, hayat boyunca da böyle olacağız. Hatta ölürken bile böyle ölecek; Cennet'e girdiğimiz zaman, "Selâm size, hoş geldiniz. Ebedî kalmak üzere buraya girin!" (Zümer sûresi, 39/73) iltifatını alacağımız ana kadar da böyle devam edeceğiz.

Aslında şu âyet-i kerime de bize böyle bir sonucu müjdelemektedir: "Rabbilerine karşı gelmekten sakınanlar, bölük bölük Cennet'e götürülürler. Kapıları daha önce açılmış bulunan Cennet'e vardıklarında onun bekçileri bu kimselere, 'Selâm size, hoş geldiniz! Ebedî kalmak üzere buraya girin.' derler." (Zümer sûresi, 39/73)

Başka sistemler, hayatı devam ettiren düsturlardan biri olarak cidali, kavgayı esas alırken ve varlıklarının devamı için bunu vazgeçilmez bir kaide olarak kabul ederken, İslâm bunu teavün ve yardımlaşma esasına bağlamıştır ki; sulh-ü umumî için bundan daha mühim bir esas ve kaide olamaz.

İslâm'ın iktisadî yapılanması açısından cihan sulhü kaidesini nazara alacak olursak; bu iktisadî yapının bütün dünya insanları için nasıl bir emniyet ve güven atmosferi hâsıl ettiği ve edeceği her türlü izahtan vâreste olduğu ortaya çıkacaktır.

Diğer sistemlerden hiçbirinde pratiğe dönük olmak şartıyla sulh esası yoktur. Kur'ân, "Sulh hayırlıdır." (Nisâ sûresi, 4/128) düsturunu âlemşümûl bir prensip olarak ele alır ve onun uygulanmasını tavsiye eder.

İslâm iktisadî yapısının oturtulduğu bu temel esas, başkalarını çökertmekle ayakta kalmaya çalışan bâtıl sistemlerin oturduğu temelsiz esaslardan, Arş'ın ferşten uzaklığı nispetinde uzak ve aynı zamanda bir mürüvvet ve insanlık örneğidir.

Şu kadar var ki, insanlık henüz cihan çapındaki bu sulh sistemini anlayıp idrak edecek seviyeye gelmemiştir. Hâlbuki İslâm, on dört asrı aşkın bir süre önce böyle bir teklifle gelmiş ve iktisadî yapısını da bu temel esas üzerine oturtmuştur.

5. Âlemşümûl Kardeşlik

Kur'ân-ı Kerim, âlemşümûl bir kardeşliği tesis etmek üzere nazil olmuş ilâhî bir kitaptır.. evet, evrensel kardeşlik, ancak Kur'ân-ı Kerim'in bütün insanlığı kucaklayan engin düşünce dünyasında teessüs edebilmiştir. Böyle bir esas, istikrarlı ve arızasız bir içtimaî ve iktisadî hayat için çok önemlidir.

Âlemşümûl kardeşlik, Endülüs'teki bir mü'mine inen kılıç darbelerinin iniltisinin bütün mü'minlerin vicdanında duyulması şeklinde kendisini hissettirdiği gibi, o, Bosna, Çeçenistan, Filistin ve Mısır'dan ta Afrika içlerine, hatta Filipinler'e kadar, mütegallipler tarafından dininden, diyanetinden ötürü işkence ve zulme maruz kalanların âh u enînlerine ortak olma ve bu duygularla iki büklüm hâle gelip inlemek demektir. İslâm tarihi, bu duygularla süslenmiş yüzlerce misalle lebaleptir.

Evet, Abdurrahman Gâfikî'nin başına Charles Martel'in kılıcı kalkıp inerken, beri tarafta başka bir mü'min başını tutup inlemiş; Çanakkale, Trablusgarp veya başka bir yerde Türk ordusu zulme uğrayınca, âlem-i İslâm'ın diğer yerlerinde aynı duygular köpük köpük yaşanmış ve sineler hep hıçkırıklarla inlemiştir.

İslâm, bütün prensipleriyle, en küçük daireden başlayarak en geniş daireye kadar bu kardeşliği hem de en sağlam şekilde tesis etmiştir. İslâm kardeşliğinin en önemli esası inanmaktır. "Ancak inananlar kardeştir." (Hucurât sûresi, 49/10) beyanı bunun en sadık şahididir. Evet, o, hiçbir ayırım gözetmeden önce bütün inananları kardeş kabul eder.

Bu kardeşlikte o, kral ile kapıcıyı aynı safta, yan yana ve omuz omuza, aynı şartlar altında ve ubûdiyet şuuruyla birbiriyle bütünleştirir ve tecezzî kabul etmez bir 'kül' (bütün) hâline getirir.

İslâmî düşünce açısından mâbette zengin-fakir, beyaz-siyah, soylu veya soylu olmayan ayırımı yapılmamıştır. Herkes orada açık-kapalı her yanıyla en iyi şekilde duyulup hissedilmiştir ki; âlemşümûl kardeşlik duygusunun ilk temrinlerinin yapıldığı bu kutlu mekânın tesirini bir başka yerde duyup yaşamak mümkün değildir.

Bir Âlemşümûl Kardeşlik Örneği

Şanlı mazimizi incelediğimiz zaman, Kur'ân'ın tesis buyurduğu âlemşümûl kardeşliğin yüzlerce canlı misaliyle karşılaşırız. İşte o yüzlerce örnekten sadece bir tanesi:

Bir zamanlar, şarkta adı anıldığı zaman garptakinin ödü kopan aslanlar aslanı Osmanlı, yaralı ve mecruh kıvranırken, Batının bütün mütecavizleri onun başına üşüşmüştü ve onu bütün bütün tarihten silmek istediklerinde, İslâm'ın pek çok hakikî dostu onun için inlemiş ve onun ızdıraplarını paylaşmışlardı.

Evet, yaralı aslanın iniltisi bütün İslâm âleminde yankılanıyor ve onun imdadına koşmak için herkes elinden geleni yapmaya çalışıyordu. İşte bu samimî dost dünyadan biri de Hindistan'dı.

Süleyman Nedvî anlatıyor:

"Müslüman Türk'ün Trablusgarp'taki hezimeti ve geriye çekilmesi, diğer Müslümanlar gibi Hint Müslümanlarının da vicdanında bir inilti şeklinde yankılanmaya başlamıştı.

O gün ben, çiçeği burnunda bir gençtim. Halk, harıl harıl sokaklardan büyük bir meydana doğru akıyordu. Bu akıntı içinde ben de oraya gittim. İğne atsan yere düşmeyecek kadar bir kesafet ve kalabalık vardı. Müslüman Türk'ün Trablusgarp'taki mağlubiyet ve hezimetinin hesabı görüşülecekti.

Evet, onun için gözyaşı dökülecek, onun için eller Yüce Mevlâ'ya kaldırılacak, kefere ve fecereye lânet okunacak ve Müslüman Türk'ün yardımına koşabilmenin çareleri aranacaktı.

Hint hükümetini, oradaki Hindu'yu ve Hindu düşüncesini aşarak, o gün bir baştan bir başa Lahor'un sokaklarını inanmış Müslümanlar dolduruyordu. Hatipler konuşuyor, duygular coşuyor ve halkın gözünden akan yaşlar âdeta yere düşmüyor da birbirinin sırtına dökülüyordu.

Herkes elinde ve üzerinde ne varsa ortaya atıyor ve bunlarla Müslüman Türk'ün imdadına koşmaya çalışıyordu.

Halk coşmuştu. 'Canını veren yok mu?' dense, hemen herkes, pasaportu eline alıp Çanakkale'ye, Maraş'a, Gaziantep'e koşacaktı. Zira, Resûlullah'ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) on dört asır evvel tesis ettiği kardeşlik ruh ve anlayışı, bunun böyle olmasını gerektiriyordu.

Nihayet, o esnada kalabalığın saygıyla bir zata yöneldiği görüldü. İki büklüm bu zat, beyaz elbiseleri içinde kürsüye doğru yürüyordu. Muhtemelen böyle bir hesaplaşmanın şiirine kafiyeyi o koyacaktı. Koyacak ve bu tatlı âhenge ayrı bir dem getirecekti. Evet, son sözü o söyleyecek, fezlekeyi de o ifade edecekti.

Sonradan, sözleriyle sineleri dağlayan o zatın Dr. Muhammed İkbal olduğunu öğrendim. Bu söz sultanı, o gün işte böyle iki büklüm kürsüye çıktı. Onun büyüleyici konuşmasıyla halk kendinden geçmiş ve herkes canını vermeye teşne hâle gelmişti. O ise sözlerini şöyle sürdürüyordu:

– Cemaat! Ben şu dakikada kendimi Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ruhaniyeti huzurunda görüyorum. Bana diyor ki:

– Muhammed İkbal, bana ne hediye getirdin? Ben de O'na cevaben diyorum ki:

– Yâ Resûlallah! Sultana sultanlık, gedâya gedâlık yaraşır. Benim gibi bir gedâdan sultanlara ne hediye olabilir ki! (Evet, asırlar var ki, sana bir hediye getiremedik. Bedr'in aslanları, Uhud'un kahramanları, Huneyn'in serdengeçtileri gibi seni sevindiremedik.) Ancak şimdi sana öyle aziz bir hediye takdim ediyorum ki, onu Cennet'teki kevserlere dahi değişmem. Bu hediye, Trablusgarp'ta İtalyanlara karşı savaşan Mehmetçiğin akan kanıdır!"

Bu sözleri duyan cemaat kendinden geçmişti. Evet, Resûl-i Ekrem'e en son takdim edilen hediye, işte bu yarım bardak kandan ibaretti. Ve bu kan, İslâm'ın haysiyet, namus ve iffeti adına akıtılmıştı.

Hindistan'daki Müslüman, Trablusgarp'taki Türk'ün derdiyle işte böyle ilgileniyor ve inim inim inliyordu.

Evet, bizim burada sinemizden yediğimiz bir hançer, orada bir Hintliyi, bir Afrikalı siyahîyi böyle inletiyordu.

Nasıl ki, bugün, herhangi bir Müslüman ülkesindeki bir inilti bizim gönlümüzde de mâkes bulmakta, vicdanlarımızda yankılanmakta ve topyekün İslâm âleminde aynı inilti ve ızdırabı meydana getirmekte, öyle de, o gün, İslâm dünyasının büyük bir kısmı ızdıraplarımızı bizimle paylaşıyor ve bizim için kardeşlik gözyaşları döküyorlardı.

Öyle de olması icap ederdi. Zira Mefhar-i Mevcudat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Müslümanları, bir bünyenin farklı uzuvlarına benzeterek bu uhuvveti şöyle ifade buyurmuşlardı:

"Birbirlerini sevmede, birbirlerine merhamette, birbirlerine şefkatte mü'minler bir bedene benzerler. Onda bir uzuv rahatsız olsa, diğer uzuvlar da uykusuz kalır, ateşlenir ve onun ızdırabına iştirak ederler."[8] Evet, âlemşümûl kardeşliğin muktezası işte böyle olmak gerekir.

İktisadî yapının bir de böyle bir kardeşlik esasına oturtulduğu düşünülecek olursa, artık bu yapının sarsılıp yıkılması düşünülemez. Şayet Müslümanlar, bu şuurla bir araya gelir ve bütün gelir kaynaklarını böyle bir ekonomik sistem içinde çalıştırırlarsa, çok yakın bir gelecekte dünyanın en zengin ve en güçlü devletlerini kurmuş olurlar.

Zannediyorum böyle bir sistemleşme içine girildiği takdirde, Müslümanlar başkalarına el-avuç açmayacak, falan veya filan topluluk bizi kabul etsin diye çırpınıp durmayacaklardır.

Her şeye rağmen biz, ümidimizi yitirmiş değiliz. İnşâallah yitirmeyiz de; zira şimdilerde haricî ve dahilî binlerce hâdise, Müslümanları böyle bir çizgi ve zemine doğru itmektedir. Kardeşlik esasına dayalı bir ticarî ve iktisadî yapılanmayı –ümit ederim– yakın bir istikbalde bütün ihtişamıyla hepimiz müşâhede ederiz.

[1] Bkz.: Buhârî, zekât 3; menâkıb 13; Müslim, iman 248-350; imaret 24; Tirmizî tefsir (26) 1-2.
[2] Ali el-Müttakî, Kenzü’l-ummâl, 5/601; İbn Hişâm, es-Sîratü’n-nebeviyye, 6/82.
[3] Şiblî Numanî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 2/297.
[4] Hâkim, el-Müstedrek, 4/468; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/335; Taberânî, el-Mu’cemu’l-kebîr, 2/38.
[5] Münâvî, Feyzu’l-kadir, 6/19. Ayrıca bkz.: Ebû Davud, imare 33.
[6] Şiblî Numanî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 1/301-302.
[7] Bkz.: Tirmizî, kıyame 26; zühd 4; Nesâî, cenaiz 3; İbn Mâce, zühd 31.
[8] Buhârî, edeb 27; Müslim, birr 66.