Faiz Meselesi

Faiz, iktisadî hayatın en eski problemlerinden biridir. Haksız bir kazanç olan faizin ne aklî ne de vicdanî hiçbir dayanağı yoktur.

Zamanın seyri içinde, faizin meşruluğu, vasıfları ve ekonomi içindeki fonksiyonu hep münakaşa edilegelmiştir. Kimi zaman yerin dibine batırılmış, kimi zaman da göklere çıkarılmıştır.

Şunu kesin bir dille söyleyebilirim ki, faize meşruluk kazandıran devirler, bütünüyle beşerin ahlâken çöküntü içinde olduğu devirlerdir. Meselenin bu yönüne temas etmeden evvel onun tarihî seyrine kısaca atf-ı nazar etmede fayda var.

1. Faizin Tarihi

Eflatun 'Kanun', Aristo ise 'Politika' adlı eserlerinde faizi yerden yere vurmuşlardır. Eflatun'a göre faiz ahlâk dışı bir davranıştır; faziletli ve erdemli insana asla yakışmaz. Onun için mutlaka yasaklanmalıdır.

Aristo'ya göre ise faiz, kısır tavuktan yumurta almaya çalışmak gibi yanlış bir düşüncedir. O, kestirmeden, "Para parayı doğurmaz." demektedir.

Roma, başlangıçtaki ihtişam döneminde şiddetle faizin karşısındadır. Ancak yıkılmaya yüz tuttuğu zaman diliminde faize kurtarıcı bir simit gibi sarılır. Buna rağmen dibe vurmaktan bir türlü kendini kurtaramaz.

Hıristiyanlık esas itibarıyla faizi haram kılmış; fakat, içki ve domuz eti misillü bazı haramlarda olduğu gibi, daha sonra yapılan değişikliklerle faiz de helâl hâle getirilmiştir. Oysa ilâhî vahye dayanan bir dinin bunlara cevaz vermesini düşünmek mümkün olmasa gerek…

Günümüzde Yahova Şahitlerine ait kitaplar da bu konular üzerinde ısrarla durmaktadır. Gerçi Yahova Şahitleri meselesi ayrıca üzerinde durulması gereken bir husus olmakla beraber, sözü dağıtmamak için burada şimdilik o meseleye girmiyorum.

Orta Çağ'da kilise, faiz aleyhinde şiddetli beyanatlar vermiş ve tefecilikle çok ciddî kavgaya tutuşmuştur. Ancak feodalizmin zayıflaması ve ticarî kapitalizmin gelişmesi karşısında faizi meşrulaştırmak zorunda kalınmış ve –maalesef– konu kitaplara bu şekliyle geçmiştir.

Hususiyle sınaî kapitalizmin gelişmesiyle, Batıda faiz karşısındaki direnişler bütünüyle gevşemiş ve faiz herkes tarafından kabul edilir bir realite hâline gelmiştir.

2. Faiz Teorileri

Faizi açıklamaya çalışan çok sayıda teori geliştirilmiştir. Bunların hemen pek çoğu, sermayenin kaynağının tasarruf olduğu konusunda ortak bir görüşe sahiptirler. Ayrıldıkları nokta ise, faizi meşrulaştıran dayanaklardır.

Meselâ Ricardo, özendirmeyi esas alır. Ona göre, parası alınıp işletilen tasarruf sahibine belli bir pay verilmelidir ki, kişi tasarrufa özendirilmiş olsun.

Hâlbuki Keynes, bu görüşün tamamen karşısındadır. O, "Tasarruf sahibini, tasarrufa sevk etmek için özendirmeye ihtiyaç yoktur. Hem fert hem de cemiyet tasarrufa kendiliğinden meyillidir." düşüncesindedir.

Meseleyi tamamen para ile alâkalı olarak değerlendiren Keynes'e göre faiz, parayı nakit olarak elde tutmaktan (likidite tercihi) vazgeçirmek için insanlara ödenen bir fiyattır.

Senior'a göre faiz, fedakârlığın bir bedelidir. Zira tüketici perhizkâr davranmakta ve tasarruf yapmaktadır. Bu da sermaye arzını meydana getiren bir davranıştır. Sermaye talebi ise sermayenin üretken ve verimli oluşundan kaynaklanmaktadır. Bu verimlilikten sermaye sahibinin de yararlanması gayet normaldir. Böylece o, yaptığı fedakârlığın karşılığını görmüş olacaktır.

Marshall ise faizi, beklemenin bedeli olarak değerlendirmektedir. Fert, elindeki tasarrufu bir başkasına vermekte ve belli bir süre beklemektedir. Öyle ise onun bu bekleyişinin bir bedeli olmalıdır.

Böhm-Bawerk ise meseleyi psikolojik açıdan ele alır ve faizi zaman tercihi kavramıyla açıklayarak, ona bir dayanak bulmaya çalışır. Ona göre, insanlar umumiyetle bugün ellerinde bulundurdukları değerleri yarınki değerlere tercih etme eğilimindedirler.

Dolayısıyla, hem tasarrufa teşvik ve hem de bu tasarrufu başka ellere devrettirebilmek için böyle bir psikolojik duygunun tatmin edilmesi şarttır. O da ancak bugün ve yarın arasındaki değer farkını (acio) ödemekle mümkündür. Ve faiz, ona göre, işte bu şekilde bir meşru gerekçeye dayanmaktadır.

Marks ve Engels gibi sosyalist düşüncenin temsilcileri her yönüyle faizin aleyhindedirler. Onlara göre faiz, sermaye sahibinin emekten çaldığı haktır. Sosyalist bir düzende tasarruf ve sermaye olmayacağı için faiz de olamaz.

3. İslâm Öncesi Faiz

Faiz, cahiliye devrinde bilinen ve tatbiki yaygın olan bir müessese durumundaydı. Günümüzdeki dev kuruluşlar şeklinde olmasa bile, hem fert hem de küçük organize gruplar olarak faiz hem alınıyor hem de veriliyordu.

İslâm öncesi bu devirde faiz müessesesi zenginin elinde bir istismar vasıtasıydı. Zira riba adı verilen ve borçlunun ödemek zorunda olduğu fazlalık, bazen asıl borcun kat kat üstüne çıkıyor ve borçlu her geçen gün artan bu fazlalıklar altında ezilip gidiyordu.

O gün şekil olarak faiz şöyle cereyan ediyordu: Zaruret içinde bulunan bir kişi -ki bu zaruret ne kadar fazla ve acil ise, vereceği faiz miktarı da o kadar yüksek olurdu- belli bir süre sonunda ve belli bir fazlalıkla ödemek kaydıyla birisinden borç para alıyor. Vade tamam olunca alacaklı gelip parasını istiyor. Eğer borçlu borcunu ödeyemeyeceğini söyler ve belli bir vade daha isterse aldığı borç miktarı iki katına çıkarılır.. ve yine ikinci defa aynı durum tekrar ederse, bu sefer borç miktarı dört katına çıkıverirdi.

Bu muamele böyle devam edip giderdi, gün gelir, alınan borç miktarı ile ödemek zorunda kalınan borç miktarı arasında korkunç denecek ölçüde bir fark söz konusu olurdu. Bu muamele ile fakir daha da fakirleşirken zengin daha da zengin hâle gelir ve iki sınıf arasındaki uçurum her geçen gün daha da derinleşirdi.

İmam Katade cahiliye devri faizini şöyle anlatır: "İslâmiyet'ten önceki devirde kişi, belirli bir müddet sonra fiyatı ödenmek üzere satış yapardı. Alıcı vade sona erdiğinde aldığı malın fiyatını ödeyemezse, fark verilir ve müddet uzatılırdı."[1]

İmam Mücahid ise şöyle der: "İslâmiyet'ten önceki devirde kişinin borcu olduğunda alacaklısına gider, 'Sana şu kadar fazla ödeyeyim, borcumu ertele.' der, böylece onun borcu ertelenirdi."[2]

Fahreddin Râzî ise cahiliye devri faizini şöyle anlatır: "İslâmiyet'ten önceki devrin bilinen ve meşhur olan faizi vade faizi idi. Buna göre, kişi malını başkasına her ay ödeyeceği belirli bir kârı almayı şart koşarak borç verirdi. Anaparası olduğu gibi kalırdı. Mühlet sona erince anaparasını da geri isterdi. Borçlu anaparayı veremezse, borç veren hem mühleti uzatır hem de faizi artırırdı."[3]

Görülüyor ki, cahiliye devri denilen o dönemin riba anlayışı ile günümüzün faiz anlayışı arasında temelde çok ciddî bir farklılık bulunmamaktadır. İslâm, bütünüyle faizi temelden yasaklamış ve bir zulme, ceberuta son vermiştir.

4. Faizin Tanım ve Kapsamı

Faiz kavramının İslâmî literatürdeki karşılığı ribadır. Riba, Arapça bir kelimedir ve sözlükte ziyade (fazlalık) ve nema (artma, çoğalma) mânâlarına gelir.

Cahiliye dönemi Arapları riba kelimesini bu mânâda kullandıkları gibi, ayrıca, bugün genellikle faiz deyince anlaşılan, "Vadenin uzatılmasına karşı borcun da artması" mânâsında da kullanıyorlardı.[4]

İslâm, insanlık tarihi boyunca bilinen ödünç veya borç faizi kavramına bir de para ve malların peşin veya vadeli mübadelelerinde ortaya çıkan alışveriş faizi kavramını eklemiştir.

Kur'ân, borç faizini ele alırken, hadisler ağırlıklı olarak alışveriş faizinin üzerinde durmuştur. Şu halde faiz kavramı İslâm'da diğer sistemlerden hem farklı hem daha şümullüdür.

İslâm'a göre faiz iki çeşittir: Borç faizi ve alışveriş faizi.

a. Borç (deyn veya kredi) Faizi

Borç faizi; ödünç, alım-satım veya başka herhangi bir sebepten zimmete geçen bir borca karşılık ödenecek olan mal veya parada, belli bir vadeden dolayı şart kılınan fazlalıktır.

Borç faizi, kendisinde şu iki unsur bulunan herhangi bir muamelede hükmen tahakkuk eder:

1. Sebebi ne olursa olsun (satılan bir malın bedeli veya ödünç para veya mal) iki taraftan birinin lehine öbür tarafın zimmetinde tahakkuk etmiş bir borcun bulunması,

2. Borcun ödenmesi esnasında anapara veya mala ilaveten alacaklı lehine bir fazlalığın veya bir menfaatin şart kılınması.

Meselâ, paranın taşıma külfeti veya kayıp riskinden kurtulmak amacıyla, bir yerde verilen ödüncün başka bir yerde ödenmesini şart koşmak veya borçlunun evinde parasız oturmak şartıyla ona ödünç vermek de faize girer.[5]

Faizli bir işlem sonunda faizi ödeyen veya alandan mutlaka biri haksızlığa uğrar. Zira yüksek bir faiz oranı kötü piyasa şartlarında faizi ödeyeni büyük bir haksızlığa uğratırken, düşük bir faiz de faizli kredinin getirisinin çok yüksek olduğu ekonomik şartlarda sermaye sahibini, yani faizi alanı zarara uğratır. İki tarafın da razı olacağı bir orta yol ise, çok ihtimalden sadece biridir.

Bütün faizli işlemlerde faizin bu iki taraftan birine zarar verme özelliği bulunduğundan, borç faizindeki bu fazlalığın, basit veya bileşik (mürekkep) faiz denilen katlı faiz olması; buna riba, faiz, faide… gibi adlar verilmesi, onu Kur'ân'ın yasakladığı faiz kapsamından çıkarmaz.

İslâm'ın geldiği sırada Araplar uygulayageldikleri için cahiliye ribası ve vadeden kaynaklanan bir fazlalığı temsil ettiğinden nesîe ribası adlarıyla da anılan bu faiz çeşidi doğrudan Kur'ân tarafından yasaklanmış, Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından da bu yasak tekrar tekrar teyit edilmiştir. Efendiler Efendisi (sallallâhu aleyhi ve sellem) Veda Hutbesi'nde bu konuda şöyle buyurmuşlardır: "... Ashabım! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır ve ayağımın altındadır. Bize sadece borcunuzun aslını vermek düşer. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ın (Peygamberimiz'in amcası) faizidir."[6]

Faiz oranının düşük veya yüksek olması, basit veya bileşik olması, kredinin tüketime ya da üretime yönelik olması... faizin haram oluşu konusunda neticeyi değiştirmez. Bu konuda Sünnî ve Şiî bütün İslâm mezhepleri ittifak hâlindedirler.

Geçmişten günümüze uygulanagelen ve genel olarak kapitalizmde faiz denince ilk hatırlanan kredi faizi, İslâm'daki bu borç faizidir. Bütün faizli işlemlerde belli bir miktar anaparaya belli bir vade sonunda belli miktarda fazla ödeme yapıldığına göre, Kur'ân'ın yasakladığı bu faiz ile günümüzdeki banka faizleri, tahvil ve bono faizleri arasında bir farkın olmadığı açıktır.

b. Alışveriş Faizi

Faize konu olan mal veya paraların peşin veya vadeli alım-satımlarında ortaya çıkan faizdir. İnsanlığın daha önce bilmediği ve 'hak' kavramına olabildiğine önem vermenin tezahürü olarak Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) tarafından ortaya konan alışveriş faizinin hükümleri hadislerle tespit edilmiştir.

Alışveriş faizi hem mal mübadelelerinde hem para ve döviz mübadelelerinde geçerlidir. Alışveriş faizi Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisinde özetlenmiştir:

"Altına karşılık altın, gümüşe karşılık gümüş, buğdaya karşılık buğday, arpaya karşılık arpa, hurmaya karşılık hurma, tuza karşılık tuz, misli misline, eşit ölçüde ve peşin mübadele edilmelidir. Mallar farklı cinslerden ise, istediğiniz gibi (peşin veya veresiye ve istediğiniz miktarlarda) mübadele edebilirsiniz."[7]

İslâm hukukçularının çoğuna göre hadiste geçen ve faizin cereyan ettiği belirtilen altı çeşit mal hasr için, yani faizin özellikle bu mallarda cereyan ettiğini belirtmek için değil, misal içindir. Yani bu hadiste geçen mallar hangi vasıflarından dolayı faize konu olmuş ise, aynı vasıfları taşıyan bütün mallar faize konu olabilir. Bu husus, faizde illet denen bir konunun ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

İslâm hukukçuları arasında faizin haram olduğu konusunda tam bir ittifak bulunmasına rağmen, nerelerde cereyan ettiği konusunda değişik görüşler serdedilmiştir. Bu farklı görüşler faiz hükmüne esas teşkil eden ve her mezhepçe kabul edilen faiz illetinin farklı olmasından ileri gelmektedir.

Alışveriş faizi de ikiye ayrılır: Fazlalık faizi (ribe'l-fadl) ve veresiye faizi (ribe'n-nesîe).

1. Fazlalık Faizi

Aynı cinsten para veya malların birbirleriyle peşin mübadelesinde bedellerden birinde bulunan kemmî (nicel) fazlalıktır.

2. Veresiye (vade) Faizi

Araya paranın girdiği durumlar hariç, bedellerden birinin veya ikisinin birden vadeli olduğu her mübadelede faiz cereyan eder; cinsler ister aynı ister farklı ve miktarları da ister eşit ister farklı olsun, değişmez. Bu konuda mislî mallar ile kıyemî mallar arasında da fark yoktur. İşte buna da veresiye faizi denir.

İslâm iktisadındaki fazlalık ve veresiye faiz hâlleri ve bu hâllerdeki faiz illetleri şöyle tespit edilebilir:

1. Mislî bir malın[8] kendi cinsiyle (meselâ altının altınla, buğdayın buğdayla) peşin mübadelesinde bedellerden birindeki kemmî (nicel) fazlalığa fazlalık faizi denir. Bu fazlalığın ayar, işçilik veya kaliteye karşılık tutulması kabul edilmez.

Burada faizin illeti, yani böyle bir alışverişte faiz ilişkisinin doğmasına sebep olan elemanlar, bu mallar arasındaki cins ve miktar (ölçü, tartı, sayı ve uzunluk hesabı) birliğidir.

Buna göre kalitesiz 10 ölçek buğday, kaliteli 8 ölçek buğdayla veya 24 ayar 10 gram altın 18 ayar 12 gram altınla mübadele edilemez. Gram farkı işçiliğe de karşılık tutulamaz. Meselâ, 10 gram işlenmiş altın 12 gram külçe altınla değiştirilemez. Ayar ve işçilik farklarına rağmen her iki örnekteki 2 gram fazlalık, fazlalık faizi sayılır.

Aynı cinsten iki malın mübadelesine ancak kalite, ayar veya işçilik farkından dolayı ihtiyaç duyulabilir. Bunun dışında böyle bir mübadelenin anlamı yoktur. Kalite, ayar ve işçilik farkları ise, İslâm açısından bir değer taşımakla beraber, bu değerlerin tamı tamına bir mal gibi görülmediği anlaşılmaktadır. Bu sebeple onların aynı cins maldan belli bir miktara denk tutulması kabul edilmemiştir. Çünkü sübjektif özelliği ağır basan bu değerlerin ölçülmesinde objektif kriterlerin kullanılması zordur.

Aynı zamanda bu değerler, başka işlemlerdeki faiz düşüncesine de basamak teşkil edebilir. Meselâ, iki kişi arasında alıp-verilmesi planlanan bir faize, bu kalite, ayar ve işçilik değerleri karşılık gösterilebilir. Bu sebeple bunların piyasa değerlerinin aynı cinsten mal olarak değil, daha objektif olan para ile ölçülmesi emredilmiştir.

Böyle durumlarda yapılacak iş, eldeki kalitesiz malın para karşılığında satılarak bu para ile kaliteli malın satın alınmasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) aynı cinsten olan, fakat vasıfları farklı malların, birbirleri karşılığında farklı miktarlarda, meselâ kaliteli bir 10 ölçek hurmanın kalitesiz 15 ölçek hurma karşılığında mübadelesini yasaklamış, bunun yerine, eldeki malın satılmasını, ele geçen para ile aynı cinsten fakat kalitesi farklı diğer malın satın alınmasını istemiştir.[9]

Altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerden, meselâ işlenmiş altın karşılığında işlenmemiş altın alırken işçilik farkını gram farkına karşılık tutmak yerine, altın ve işçilik değerini başka cinsten bir para ile alıp satmak gerekir. Yani önce hurda altını meselâ TL hesabıyla almalı, sonra da işlenmiş altın TL hesabıyla satılmalıdır.

2. Paranın araya girdiği durumlar hariç, bedellerden birinin veya ikisinin vadeli olduğu her mübadelede veresiye faizi tahakkuk eder. Bedellerin cins ve miktarlarının aynı veya farklı olması neticeyi değiştirmez. Bu durumda faizin doğmasına sebep olan unsur, yani faiz illeti tek başına vadedir.

Buna göre, miktarları eşit bile olsa buğday karşılığında buğday, buğday karşılığında arpa, belli bir miktar demir karşılığında çimento vadeli satılamaz. Bedellerden sadece birinin vadeli olması faizin gerçekleşmesi için yeterli bir sebeptir.

Vadenin önemi, iki bedel arasında ortaya çıkabilecek olan değer farklılaşması ve eşitsizliğe zemin teşkil etmesinden kaynaklanmaktadır. Bir taraftan piyasa şartlarının değişkenliği, yani mal ve para piyasalarında meydana gelen yükselme ve düşmeler, diğer taraftan alacaklı tarafın söz konusu vade içinde para veya malını kullanma imkânından mahrum kalması sebebiyle karşılaşabileceği fırsat kaybı veya borçlanılan para veya mal biriminin ani değer kazanmasıyla borçlunun yükünün beklenmedik boyutlara ulaşması… bu farklılaşma ve eşitsizliğin önemli sebeplerindendir.

Bu sebeple, bugünkü 100 birimlik bir mal veya para, yarınki 110 veya 90 birimlik bir değere dönüşebilir. Bu özellikleriyle vade, en önemli belirsizlik, dolayısıyla anlaşmazlık kaynağıdır. Şu hâlde vade, veresiye mübadelelerde faizin temel illetidir.

3. Bedellerden birinin para, diğerinin mal olduğu durumlarda ise, peşin ve vadeli (mal peşin, parası vadeli veya tersi = selem) mübadeleler caizdir.

Buna göre, bir taraftan para, diğer taraftan mal olursa, bedellerden biri vadeli bile olsa, bu alışverişte faiz cereyan etmez. Bedellerden hangisinin vadeli olduğu önemli değildir. Burada faizin doğmamasının sebebi, bir tarafta mal, diğer tarafta para olması itibarıyla cinsler arasındaki farklılıkla beraber, alışverişlerde paraya tanınan ayrıcalıktır. İnsanların vadeli alışverişe olan ihtiyaçları, paranın bu ayrıcalığına istinaden, sadece mal-para veya para-mal şeklindeki vadeli işlemlerin cevazını gerektirmiştir.

Bedeller arasındaki cins farkı, yani birinin para diğerinin mal olması, iki bedel arasında karşılaştırma imkânını ortadan kaldırıp, ikisinden birinin diğerinden şu kadar az veya fazla olduğunu ileri sürmeyi imkânsız hâle getirdiğinden iki bedel arasındaki faiz ilişkisi kesilmektedir.

Her ne kadar Hanefî fıkıh kitaplarında, aralarında aynı cinsten ve aynı ölçü birimine bağlı olma açısından bir alâka olmayan mallar arasında (10 metre kumaşa karşı 20 ölçek buğday veya 10 ton demire karşı 10 adet marka ve evsafı belli televizyon gibi) peşin veya vadeli mübadelenin caiz olduğunu ifade etmekte ise de,[10] kıyemî mallardan olduğu hâlde hayvanın hayvanla veresiye mübadelesine bile izin vermeyen Ebû Hanife'nin mezhebinde mislî malların vadeli mübadelesine izin verilmesi düşünülmemelidir.

Kısacası, fazlalık faizi (ribe'l-fadl), aralarında kalite ve vasıf farkı olsa bile, mislî bir malın kendi cinsinden bir mal ile mübadele edilmesi hâlinde, bedellerden birinde bulunan kemmî (nicel) bir fazlalık, yani değer farkıdır.

Vade faizi (ribe'n-nesîe) ise, ister aynı ister farklı cinsten olsun, mislî veya kıyemî iki malın mübadelesinde bedellerden birinin vadeli olması hâlinde, vade farkından doğan takdîrî ve hükmî bir fazlalık, yani mukadder ve muhtemel değer farkıdır.

Para ve dövizlerin kendi aralarında veya birbirleri karşılığındaki mübadelelerinde de aynı hükümler geçerlidir.[11]

5. Peygamber Efendimiz ve Faiz

Faizin haram olduğuna dair yüzlerce hadis-i şerif vardır. Peygamber Efendimiz'in bu mevzudaki ifadelerini iki ana grupta toplamak mümkündür:

a. Faiz karşısında dinin tavrı
b. Nelerin faiz olduğu hususu

Efendimiz faizi, insanı helâke sürükleyen yedi mühlikâttan biri olarak ele almıştır. Sahabe insanı helâke sürükleyen bu yedi faktörün neler olduğunu sorunca O, şu cevabı vermiştir:

"Şirk, sihir, haksız yere adam öldürmek, faiz yemek, yetim malına el uzatmak, düşmana toplu hücum yapılacağı bir anda savaştan kaçmak ve afîfe bir kadına zina isnadında bulunmak."[12]

Ve yine Efendimiz faizi, insanın anasıyla nikâhlanmasına teşbih etmiştir.[13] Faizin doğurduğu olumsuz ve kısır ekonomik, sosyal ve psikolojik sonuçlar ile böyle bir nikâhlanmanın doğuracağı marazî hâller karşılaştırıldığında onun akıl almaz çirkinliği daha açık gözler önüne serilmektedir.

Faiz hakkında dört sınıfın lânetlendiğini bildiren de yine bizzat Efendimiz'dir. Bunlar, faiz alan, faiz veren, kâtiplik ve şahitlik yapanlardır. Hadisin sonunda, "Hepsi de günahta müsavidir."[14] ilavesi yer alır.

Özellikle başta alışveriş faizi konusunda olmak üzere, nelerin faiz olduğu hususunu izah ve tefsir eden hadis-i şerifler pek çoktur. Ayrıca bu hadis-i şerifler fıkıh kitaplarında birer asıl olarak ele alınmış ve en küçük teferruatına kadar incelenen faiz konusu hakkında hükme mesnet ve dayanak yapılmışlardır. Bu cümleden olarak şu hadis-i şerifleri zikretmek mümkündür:

Ubade b. Samit (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Altın karşılığında altını, buğday karşılığında buğdayı, arpa karşılığında arpayı, hurma karşılığında hurmayı misli misline, müsavi ve peşin olarak satın."[15]

Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) rivayet ediyor: Efendimiz şöyle buyurdular: "Hurma hurmayla, buğday buğdayla, arpa arpayla, tuz tuzla müsavi miktarda ve peşin olarak mübadele edilir. Kim miktarı artırır veya fazlalık isterse, faize girmiş olur. Cinslerin değişmesi ise bundan müstesnadır."[16]

Görülüyor ki hem âyet hem de hadisler faizin her çeşidinin haram olduğunu açıkça ifade etmektedir. Dolayısıyla hiç kimsenin bu mevzuda aksine bir fikir beyan etmesi mümkün değildir.

6. Faiz-Riba Ayırımı

Faiz ile riba arasında hiçbir fark yoktur. Her ikisinin tarifi de aynıdır. Bunların her ikisi de: "İki mal veya paranın birbiriyle mübadelesinde karşılığı olmaksızın verilen fazlalıktır."

Lügatte, ziyadeleşmek, fazlalaşmak mânâsına gelen riba, Türkçe'de faiz dediğimiz fazlalığın adı olmuştur.

Gerçi bazı çevreler, bu iki tabiri birbirinden ayrı tutmaya meyillidirler ve onlara göre, haram olan ribadır; faiz değildir. Riba ise, devletin tespit ettiği nispetin üstünde alınan fazlalıktır. Yoksa devletin tespit ettiği ölçü çerçevesinde faiz almak haram değildir.

Tabiî olarak, burada devletin izin verdiği faiz nispetinde ölçünün ne olduğunu sormak gerekmektedir. Hem devlet ilâhî kanun vâzıı mıdır? Devlet bugün % 3'ü tecviz eder, yarın % 1'i bile çok görebilir. Gün gelir devlet % 100 faizi tecviz eder. Hatta % 1500 faiz oranını kanunî gören devletler bile olmuştur.

Sonra nispet denilen şey nedir? Yirminci asrın başında kooperatifler kendi ortaklarına % 12 ilâ % 15 arasında faizli para vermişlerdir. O günün şartlarında kalkınma bakımından normal görülen bu oran, daha sonra yüksek görülmüştür. Kooperatiflerin kendi ortaklarına % 12 ilâ % 15 arasında faizle para vermeleri, onların mağdur edilmesi olarak değerlendirilmiş ve faiz nispetinin daha düşük olması gerektiği savunulmuştur.

Açıkça görülüyor ki, nispetlerdeki farklılık her zaman ve zemine göre değişiklik arz etmektedir. Tefeci, bir devirde % 30 faizle, başka bir devirde % 100 faizle para veriyor. Bunun hangisine 'faiz', hangisine 'riba' diyeceğiz.

Hem faizin düşük nispette olanına İslâm'ın cevaz verdiği hükmü nereden çıkarılmıştır? Bu apaçık bir aldanmışlık veya apaçık bir aldatmaca değil midir? Dinin bu mevzudaki hükmü kesindir, nettir; hiçbir tevil ve tefsire de ihtiyacı yoktur: "Allah, alışverişi helâl, faizi ise haram kılmıştır." (Bakara sûresi, 2/275)

7. Ed'âf-ı Mudâafe (Katlı Faiz)

Faiz haramdır. Bu hüküm, faizin küçük-büyük, basit-bileşik, her çeşidini içine almaktadır. Kur'ân-ı Kerim:

"Ey iman edenler! Öyle kat kat katlayarak riba (faiz) yemeyin. Allah'tan korkun ki felâh bulasınız." (Âl-i İmrân sûresi, 3/130) buyurmakta ve meseleye tedricîlik esasına göre yaklaşmaktadır.

Cemiyetin salâhı, takva dairesine girilmesine bağlıdır. Takva, bir mânâda, Cenâb-ı Hakk'ın kevnî kanunlarına ittiba ile O'nun himayesine girmek demektir. İktisadî hayat açısından düşünülecek olursa, bu, faizi terk etmek ve faiz sistemini tamamen ortadan kaldırmakla olacaktır. Faiz ayakta durduğu müddetçe toplum ayakta duramaz. Dolayısıyla faizin olduğu yerde salâh ve takvadan söz edilemez.

Âyette geçen 'ed'âf-ı mudâafe' (kat kat) tabiri, faiz kaldırılırken birinci basamakta ne yapılması gerektiğini anlatmakta ve bazı müfessirlere göre katlı faizi yasaklamaktadır.

Ancak daha sonra gelen âyetlerle faizin basiti ve en küçüğü de yasaklanmış ve neticede Allah Resûlü, Veda Hutbesi gibi en mühim mevzuları konu edindiği hutbesinde, "Faizin her çeşidi ayağımın altındadır."[17] buyurarak faiz sistemini bütünüyle kaldırmıştır.

Kur'ân-ı Kerim'deki faiz yasağı, onun bu ed'âf-ı mudâafe tabiri ile anlatılan şekliyle kayıtlı değildir. Belki nehiy, faizin bizzat kendisine râcî olup, mutlak mânâda faiz her çeşidiyle haram kılınmaktadır. Zaten aşağıda nakledeceğimiz âyet hiçbir tevil ve tefsire ihtiyaç bırakmayacak ölçüde faizi reddetmekte ve faizin ne kadar iğrenç bir günah olduğuna işarette bulunmaktadır:

"Faiz yiyen kimseler, şeytanın çarptığı kimse nasıl kalkarsa öyle kalkarlar." (Bakara sûresi, 2/275)

Faiz yiyen kimseler dünyada da ukbâda da ayakta duramazlar. Dünyevî durumları itibarıyla onların iç muvazeneleri yoktur. Faizin kendilerini yiyip bitirdiğini göremeyecek kadar sarhoşturlar.

İsterseniz burada bir derdimize neşter vuralım veya bamteline şöyle bir dokunalım: Devlet-i Âliye-i Osmaniyeyi yıkan duyun-u umumiye (devlet borçları)'dir. Alınan iç ve dış borçların faizleri koskoca bir devleti iki büklüm etmiştir. İşte faiz yiyen, böyle bir ibret levhasını göremeyecek kadar kendinde değildir.

8. Faiz Toplumu

Kişiyi içki, içtimaî yapıyı da faiz sarhoş eder. Faiz yiyen bir cemiyette en kısa zamanda değişik hezeyanlar baş gösterir. Faizin serbest olduğu toplumlar hep sallantı içindedirler. Onlar bir cihetle hep iki büklüm yaşarlar. Mihraba para konmuş, madde ilâhlaştırılmış ve bu insanlar da o madde karşısında rükûa varmış gibidirler.

Böyle bir toplum içinde değer hükümleri madde ve paradır. O kadar ki, dillerindeki zikir de daima odur. Bütün değerlendirmelerinde para vardır. Öyle ki, onlar âdeta tamamen madde kesilmişlerdir; tesbihleri, tahmidleri ve tekbirleri maddedir. Madde her şey olmuş, demlerine, damarlarına işlemiş ve onları sarhoş etmiştir. Hayır, onlar madde karşısında iki büklüm değil, secdededirler.

Şeytan çarpmış gibi hep şeytanın istek ve dileklerine göre hareket ederler. Sanki onlar şeytanın yere düşen gölgeleri gibidirler. Faiz onları iki büklüm kıldığı için, hep çeşitli spekülatif faaliyetlere girerler. İhtikâr yapar ve yalan söylerler. Menfaat onlar için her şeydir. Din, diyanet ve bütün mukaddesleri onun uğrunda feda edebilirler.

Onların bütün değer hükümleri alt üst olmuştur. Onlara göre minarelerin başı kuyu, kuyuların dibi de minare hâline gelmiştir. Gökteki yıldızlar onların yanında çakıl taşları kadar değersiz, yerdeki değersiz pullar da gökteki yıldızlar gibidir. Zira onlar her şeyi kendi endam aynalarında görüp öyle değerlendirmektedirler. Evet, bir toplum ki içinde faiz revaçtadır ve onlar için geçerli bir metâdır, o toplumu şüphesiz şeytan çarpmıştır.

Âyetin baktığı diğer yön, onlar ahirette de öyle haşrolup kalkacaklardır. Yani onlar, insanlara yaraşır bir kalkışla kalkamayacaklardır. Çünkü ahiretteki kalkış, buradaki kalkışa bağlıdır. Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle dirilirsiniz. Başınız yukarıda yaşadınızsa, öyle dirileceksiniz. Mukaddesleri muhterem bilip, onları semada gördüğünüz müddetçe, ahirette de başınız yukarıda olacaktır. Ama mukaddesleri hep kuyu dibinde gördünüz ve başınız hep oralarda yaşadınızsa, sürüm sürüm sürüneceksiniz demektir.

Onun için Allah Resûlü faiz yiyeni kandan irinden deryalar içinde müşâhede buyurduğunu söyler. O, her defasında mevcelenen dalgalarla sahile doğru gelir, sahilin kenarında birisi onun ağzına bir taş bindirir, tekrar onu bu deryanın içine atar. Evet, o devamlı orada bocalar durur. Ne deryanın içinde mesafe alabilir ne de sahile çıkabilir.[18]

Bu onun dünyadaki yaşantısının ahirete ve ahiretteki vaziyetinin de misal âlemine aksedişidir. Evet, şeytan size açık bir düşmandır. Onun düşman olduğunu anlayamayıp arkasından gitme de bir sarhoşluk ifadesidir.

9. Küçük Bir Faiz Soruşturması

Küçük bir soruşturma!. Zira faiz, küçük bir soruşturma ile dahi dayanamayacak kadar temelsiz ve her yönüyle tenkide açıktır. Onun aklî ve vicdanî hiçbir dayanağı yoktur. Ancak biz burada hem bu kitabın muhteva ve üslûbuna sadık kalmak hem de bilinen bir mevzu üzerinde fazla uzatmış olmamak için meseleyi üç ana başlık altında tahlil ve tenkit edeceğiz.

a. Ekonomik Açıdan Faiz

Faiz kendi kendisiyle çatışan bir sistemdir. Faizin en büyük düşmanı yine faizdir. Zira onun ekonomiye kazandırdığı hiçbir şey yoktur. Kaybettirdiği ise sayılamayacak kadar çoktur. İşte bunlardan bazıları:

1. Basit bir hesapla ve açıkça ortaya çıkmaktadır ki, yeryüzündeki malların bütünü, sayıları çok az olan bir şirzime-i kalîlin (küçük bir grup insan) elinde toplanmıştır. Bu zümre faizcidir, bu zümre bankerlerdir, bu zümre faizle geçinenlerdir. Zira borç veren faizci daima ve kesinlikle kazanmaktadır. Tabiî ki bu kazanç dünya hesabınadır; ahiret hesabına ise o hep kaybetmektedir.

Borç alana gelince; o, büyük bir ihtimalle kaybetmektedir. Hele bu borcu zarurî bir ihtiyacından dolayı almışsa, kaybedeceği muhakkaktır. Durum böyle olunca, borç veren sınıf hep kazanmakta, diğer sınıf ise hep kaybetmektedir. Bu da kazancın hep aynı ellerde toplanması demektir.

İktisadî açıdan malın belli ellerde toplanması ise tehlikenin en büyüğüdür. Zira bütün piyasa bu bir grup insanın keyfine göre şekillenmektedir. Onlar ise kendi çıkarlarını daima toplum çıkarının üstünde tutanlardır. Yani piyasa ile, arzu ve hevesleri nasıl istiyorsa öyle oynayanlardır. Zaten günümüz dünyasında görünen manzara da budur. Ve dünya ekonomisi bu zaviyeden büyük bir çıkmaza doğru süratle ilerlemektedir.

2. Esas itibarıyla bankalara ve faizcilere borçlanarak iş yapan herkes, -ister bu iş büyük çapta isterse küçük çapta olsun- banka ve faizcilerin köle ve esiridirler. Bunlara en iyimser ifade ile, "Hayatlarının sonu sefaletle bitecek işçilerdir." demek ancak mümkün olabilir. Çünkü onların hiçbir ücret garantileri bile yoktur.

3. Faiz, işsizlik üreten bir mikrop yatağıdır. Zira tasarruf sahipleri, hiç yorulmadan ve hiç rizikosu olmayan bir yoldan para kazanmak için paralarını piyasadan çekerler. Yatırımlar durur, işyerleri kapanmaya başlar. Bu arada arz ve talep dengesi de ters yüz olur.

Bir taraftan hayat pahalanır, diğer taraftan da işsizlik had safhaya ulaşır. Zira, durmadan iş yerleri ve fabrikalar kapanmaktadır. Kapanmayanlar da üretimi en düşük limitte tutmaktadırlar. Yani piyasa, bütünüyle faizcinin bizzat kendisine dönmüştür. O nasıl miskin ve atalet içinde kıvranıyorsa, elinde tuttuğu piyasa da aynen onun gibi miskin ve atalet içinde can çekişmektedir.

4. Piyasayı dar boğaza sokmuş olan faizci, ağını kurmuş içine düşecekleri bekleyen örümcek gibidir. Çünkü en kısa zamanda, sun'î krizden etkilenen herkes onun kapısına koşacak ve nispeti onun insafsız insafına kalmış faizlerle ona borçlanacaktır. Faizciden alınan bu korkunç borçlar piyasayı geçici olarak rahatlatacaktır. Bu geçici rahatlama ise aslında, gelecek daha kötü bir krizin habercisinden başka bir şey değildir.

5. Faiz sistemi, hiç ilgisi olmayan kitleleri de borçlandıran ve farkında olmadan onlara borç ödettirip duran bir sistemdir. Zira, faizciden para alan tüccar ve sanayiciler, onlara ödeyecekleri faizleri tüketiciler arasında taksim etmekte ve elde edilen ürüne bu miktar otomatikman bir mâliyet olarak eklenmektedir. Yükselen fiyat ise talebe menfî yönde tesir etmekte ve bu cihetten faiz kendi kendini yiyip tüketmektedir.

6. Faiz, yeni teşebbüsleri engelleyici bir rol oynaması bakımından da zararlıdır. Faizsiz bir kredi ile çok büyük işler çevirebilme imkânına sahip olan bir müteşebbis, sırf faiz canavarının pençesine düşmemek için teşebbüsünden vazgeçmekte ve kendi imkânlarının dar çerçevesi içinde, ama huzurlu olarak iş yapmayı tercih etmektedir. Bu da onun büyük hamleler yapmasına mâni olmaktadır. Bugün bu şekilde âtıl kalan istidatların sayıları hiç de az değildir.

7. Devletin aldığı iç ve dış borçlara ödeyeceği faizler de yine milletin sırtına binen borçlar arasındadır. Devlet, borcunu ödeyebilmek için aldığı vergiyi artıracak ve dar gelirliler durmadan faizcilere para ödemek zorunda kalacak ve ödedikleri miktar tutarınca da alım güçleri azalacaktır. Bu da ekonomiye menfî olarak tesir edecektir.

8. Ekonomik hayatın ana esaslarından birisi hiç şüphesiz ticarettir. Ticaret alım-satımla olur. Hâlbuki faiz ticarete sekte vurmaktadır. Zira tüccar, mala bağlayacağı parayı faize vererek daha garantili bir kâr ve kazanç peşinde koşacaktır. Tüketici durumunda olanlar da mal ve hizmet satın almak yerine para biriktirip tasarruf etme yolunu tercih edecektir. Böylece ticarî piyasa her gün kan kaybedecek, işsizlik artacak, iç piyasadaki durgunluk, mutlaka dış piyasaya da aksedecek, ithalat ve ihracat azalacak, millî gelir düşecek ve ülke fakirleşecektir.

9. Borç alma hayatî bir zarurettir. Hem devlet hem de millet belirli zamanlarda mutlaka içten veya dıştan borç alır. Bilhassa ekonomik hayatta borcun yeri çok önemlidir. Büyük sınaî yatırımlar çok kere ancak borç almakla kurulabilir. Fakat faiz, borç almayı öldürür. Faiz ahlâkı, borç verme mürüvvetine indirilmiş en büyük darbedir. Zira faiz borç vermeyi değil, borçluyu sömürmeyi teşvik etmektedir.

b. Sosyolojik Açıdan Faiz

Faiz, zengini daha zengin yaparken fakiri de daha fakir hâle getirir. Böylece her iki sınıf arasındaki uçurum her geçen gün biraz daha derinleşir. Neticede aradaki bütün köprüler yıkılır ve bu iki sınıf birbirinin en amansız düşmanı hâline gelir.

Yukarıdan aşağıya tahakküm, tasallut ve zorbalık iner. Aşağıdan yukarıya ise kin, nefret ve intikam hissi, tavrı yükselir. Büyük bir kaosun içine giren toplum, bir gün gelir içtimaî coğrafyadan bütün bütün silinir gider.

Faiz, ülkenin diğer ülkeler ve sınır komşularıyla olan ilişkilerini de zedeleyen bir sistemdir. Nasıl insan, kendi kapı komşusuna dar bir zamanında faizle para verse aralarındaki komşuluk bağları sarsılır, hatta tamamen ortadan kalkar; komşu devletler arasında da durum daha farklı değildir.

Tabiî ki bizim bu değerlendirmelerimiz yine de ahlâkî değerleri olan bir toplum ve cemiyet için geçerlidir. Faizi kendilerine ahlâk edinmiş insanlar bizim bu söylediklerimizi yadırgayabileceklerdir. Zira onların neye ahlâk neye ahlâk dışı dedikleri pek belli değildir. Ve hele mürüvvet ve fedakârlık onların bulundukları yere çok uzakta kalmıştır.

Bizim perspektifimizde, ideal bir cemiyet ve ideal insan vardır. Biz değerlendirmelerimizi bu zaviyeden yapmaktayız. Ve görmekteyiz ki faiz, hem ekonomik hem psikolojik hem de sosyolojik açıdan zararlıdır, yıpratıcıdır ve yıkıcıdır. Hayır, o, başka değil sadece bir cadı kazanıdır.

c. Psikolojik Açıdan Faiz

Faiz sistemi, ahlâkî bütün değerleri yıkan, yok eden bir sistemdir. İnsanın kendi öz cevherine faiz sebebiyle yaptığı zarar ve kendi ruhunda açtığı yaralar sayılamayacak kadar çoktur. Faizci, ahlâkî değerler adına kendi kendisinin kâtilidir.

İhtiyaçtan kıvranan ve zaruretten iki büklüm olan bir insandan istifade etmeye kalkışan ve sermayesini daha ziyade hep böyle zavallıların sırtına yükleyen ve durmadan âciz ve zayıfların kanını emen, onları iliklerine kadar sömüren bir kişi veya kuruluştan insanî değerler beklenmesi mümkün müdür?

Faizcinin mihrabı menfaattir. O, menfaati için her şeyi meşru görür. Her şeyi menfaat olan bir insanın ise, hiçbir değer hükmüne saygısı olamaz. Faizcinin tek saygı duyduğu şey kendisidir. Çünkü kendisinin parası vardır ve bu parasını faize yatırmaktadır. Kendisine olan saygısı da bundandır. O, işte böyle bir ruh hastasıdır.

10. Faiz ve Biz

Fazilet ve erdem faizi reddeder. Biz bir fazilet toplumuyuz. Bizim aramızda faiz asla boy atamaz. Bir Müslüman, fedakârlığını üç kuruşluk dünya menfaatine değiştirmez. Ayrıca biz zaten tasarruf insanıyız. Bizim tasarruf yapmamız için dıştan teşvike ihtiyacımız da yoktur.

Biz, Allah'a itimat eden, güvenen insanlarız. Borç verdiğimiz paranın başına gelebilecek muhtemel bir tehlikeyi faizle telafi etme gibi bir zillete düşmeyiz. Biz, dünya-ahiret dengesini korumaya çalışan insanlarız. Bizim için para mihrap olamaz.

Biz, "Komşusu açken tok yatan bizden değildir."[19] prensibinin âzâd kabul etmez köleleriyiz. Yemez yedirir, giymez giydiririz. Birisi bize bir gül verse, biz ona gül bahçesiyle mukabele etmeye gayret ederiz. Ama bunların hiçbirini gaye ve hedef hâline de getirmeyiz. Bizim ideal ufkumuzu süsleyen tek şule vardır: O da, Allah'ın rızasını kazanmaktır. Dünya bizim ayağımıza kement olamaz. Ve para bizi fazilet yarışından alıkoyamaz. Evet, biz, Allah'ın kullarıyız. Kulu kula kul eden faiz bizden, biz de ondan çok uzağız.

11. Kur'ân Yatırımı Teşvik Eder

Yukarıda da yeri geldikçe söylediğimiz gibi, Kur'ân hep yatırımı teşvik eder ki, buna göre para bütün seyyaliyet ve cevvaliyetiyle hareket edecek ve cemiyet içinde çeşitli kanallarda gezip dolaşacaktır. Yani para hep oynak olacaktır.

Dinimiz bize diyor ki: Gelecek nesiller sizin sa'yinizin semeresini görsünler. Amel edin, çalışın, bütün fonksiyonlarınızı kullanın, bütün üf'ûlelerinizi (fonksiyon) harekete geçirin ve geriye bir semere bırakın. Zira onu Allah ve Resûlullah görecek, sizden sonra mü'minler de ona şahit olacaktır.[20] Öyle bir semere bırakınız ki, gelecek nesiller sizi hayırla yâd etsin.

Düşünün ki, siz bir çölde muvakkaten ikamet ettiniz, sonra da orada yaşadığınıza dair hiçbir iz bırakmadan çekip gittiniz. Arkanızdan gelenler, sizin orada yaşayıp yaşamadığınıza dair hiçbir fikre sahip olamayacaklardır.

Ama bir de diyelim ki, Amr İbn Âs gibi, bir yere çadır kurdunuz. Az buçuk hayat emaresi hissettiğiniz için, sonra da orada bir şehir tesis ettiniz. Arkadan gelenler, 'Fustat' şehrine uğrarlar ve derler ki, "Buraya İslâm ordu kumandanlarından biri gelmiş; suyunu, havasını beğenmiş, çadırını kurmuş ve sonra çadırın yerinde şehir kurulduğu için, 'çadır' mânâsına, şehrin adı da 'Fustat' olmuş." İşte o anılarla tarihe mâl olacaksınız.

İşte âyette, "Mü'minler görsün diye amel edin."[21] ifadesinde bu mânâyı anlamak mümkündür. Onun için bizden öncekiler böyle hareket ederek, tarihte sadece kendileri görünüyor gibi, mâbetler, şifâhâneler, hastaneler, köprüler yapmışlardır.

Zamanın aşındırması ve bizim ihmalimize rağmen hâlâ günümüzde ecdadımıza ait bu tür eserler ayakta durmakta ve mü'minler tarafından görülüp müşâhede edilmektedir. Onlar kendilerine ait vazifeleri yaptılar. Ama üç asırlık mirasyediler, ecdadın izinden ayrılarak bir bakıma nankörlükle her şeyi inkâr ve harap ettiler. Ah o üç asırlık biz nankörler!..

Evet, sizler yapacak ve sa'yinizin semeresini sizden sonraki nesillere bırakacaksınız. İşte Kur'ân, sizleri insanlık adına böyle faydalı olabilecek bir yatırıma teşvik ediyor. Faizi de kat'iyen yasaklıyor. Paraya seyyaliyet, cevvaliyet verilmesini istiyor. Evet, para faize yatırılmayacak, stok edilmeyecek, kendi seyyaliyet ve cevvaliyeti ölçüsünde hep iş yapacaktır.

Bu itibarladır ki, Müslümanlar paralarını mutlaka çalıştırmalıdırlar. Kendisi çalıştıramayacak durumda olan da, onu faiz dışı bir yolla, behemehal meşru istikamette aktif hâle getirmelidir.

Bu türlü imkânlar varken bir insanın parasını bir yerde tefecilik yaparak stok etmesi kat'iyen ve katıbeten caiz değildir. O, insan hayatının her lahzasına katran renkli bir haram damlatmaktadır.

Faiz yiyenin ne vecdi ne istiğrakı ne iç aydınlığı ne iç derinleşmesi ve ne de onun Allah'la ciddî bir münasebeti vardır. Onun kalbi ölüdür, fakat o kendini diri zannetmektedir. Bu da yine şeytan tarafından çarpılmış olmanın acı bir neticesidir.

İslâm'da parayı şahsen kullanabilme imkânı olduğu gibi, şirketler yoluyla kullanabilme imkânı da vardır. Bu şirketleri sizlere tafsilatıyla anlatma durumunda değilim. Ben bunlardan sadece mevzumuzla münasebeti olan biri üzerinde duracağım. Ve bununla da faizsiz banka arasında bir alâka ve ilgi kurmaya çalışacağım.

12. Faizsiz Banka

İslâm, bankanın değil faizin karşısındadır. Eğer bugünkü bankalar dinî ölçüler içinde çalıştırılabilirse, İslâmî açıdan hiçbir engelle karşılaşmayacağı gibi, çok yönlü teşvik de görür.

İslâm dini, mü'minin yapacağı en küçük iyiliği dahi bir sadaka kabul etmektedir.[22] Yoldaki bir dikeni alıp atmak veya başka bir engeli kaldırmak bir iyilik ve bir sadakadır. Kişinin ailesinin ağzına koyacağı bir lokma dahi sadakadır. Keza kovadaki suyu bir başkasının kovasına boşaltmak da bir iyilik ve sadakadır.[23]

Durum böyle olunca, darda kalmış bir insana el uzatan veya ticaret yolunun üzerindeki engel ve engebeleri onun namına kaldıran bir kuruluş, İslâm'da nasıl teşvik görmez. Yeter ki o, öz varlığına haram karıştırmasın ve faiz muamelesine girmesin.

Hem, hâlis bir niyetle mü'min, en tabiî ve normal davranışlarını dahi ibadet hâline getirebilir. Evet, o, normalde bir insan olarak yiyip-içmesi ve beşerî ihtiyaçlarını karşılamasında Efendimiz'in sünnet-i seniyyesini gözeterek davranması, ona ayrıca bir sünnet işlemiş gibi sevap kazandıracaktır. Söz konusu diğer meselede de durum aynıdır.

Mü'minler ellerindeki küçük küçük paraları bir araya getirip 'mudârebe' usûlü dediğimiz türden şirketler kursalar, burada yapacakları her muamele ve kazandıkları her kuruş, bir cihetten onların sevap hânesine işlenecek ve onlar bu kuruluşlar sebebiyle hem dünyalarını hem ahiretlerini mamur hâle getireceklerdir.

Mudârebe usûlü şirketlerde, taraflardan biri veya bir grubu sermayeleriyle, diğer kişi veya grup da emekleriyle bir araya gelir ve ortaklık kurarlar.[24] Zaten bir zaman gelecek insanlar belki de o istikamete sevk edileceklerdir. Çünkü beşer, kölelik devrini aştığı gibi, bir gün ecirlik (işçilik) devrini de aşacaktır.[25]

Zannediyorum bu gidişi durdurmak zor olacaktır. Ecirlik devrinin aşılmasıyla ortaya çıkacak problemlere İslâm işin başında çare bulmuş ve müntesiplerine mudârebe türü ortaklıklar teklif etmiştir.

Günümüzde proletarya sınıfının dalâlet, tuğyan ve taşkınlığı, hırçınlık ve hoyratlığı, bugüne kadar tatbik edilegelen usûllerin artık bu yırtığı kapatamayacağını göstermekte ve ispat etmektedir. Bu itibarla insanımız bu derde mutlaka başka çareler bulmak zorundadır.

Prim ve teşvik usûlleri belli bir yere kadar geçerli olsa da nihaî çare olamazlar. Kanaatimize göre -ki hâdiseler kanaatimizi desteklemektedir- beşerin en kısa zamanda mudârebe usûlü şirketlere gitmesi hem bir zaruret hem de bir ihtiyaçtır.

Burada istidradî olarak ayrı bir noktaya da temas etmek istiyorum: Bizler, bütünüyle kapitalist bir sistemin kurduğu düzen ve çarklar arasında kıvranıp duruyoruz. Dolayısıyla, İslâm'ın iktisadî yapısı ve bilhassa faizsiz banka adına getirilen tekliflerin hemen hepsi ister istemez bu düzen ve onun çarklarının tesiri altında yapılanmaktadır.

Durum böyle olunca, bizler en ideal ve en modern usûlde bir İslâm ekonomisi veya bankası yerine, kapitalist düzenin açtığı ekonomik problemlere çare arama durumunda kalıyoruz. Banka ile alâkalı söylenen ve getirilen teklifler de yine bu değerlendirmeler içinde yapılıyor.

Öyle ise, bütünüyle İslâm'ın yaşandığı ve tatbik gördüğü bir dünyada bugün söylenen ve yazılanlar elbette baştan sona tekrar gözden geçirilerek düzenlemeler İslâmî prensipler perspektifinde ele alınmalıdır. O zaman bugün çare olarak söylenenlerin pek çoğu geçerliliğini kaybedecektir. Zira İslâm'ın bir bütün olarak yaşandığı bir dünyada bugün çare aramak zorunda kaldığımız problemlerin çoğu, belki de hiçbiri olmayacaktır.

İslâm iktisadı, nazarî ve teorik görüş ve düşünceler yığını bir sistem değildir. O, hep hayatla iç içe olmuş ve hayatın bizzat kendisi hâline gelmiş, ilâhî kanunlar manzumesinin bir parçasıdır. Öyle bir parça ki, onu bütünden ayırmak mümkün değildir.

Bugün bankalara alternatif olarak çıkarılan mudârebe usûlü faizsiz bankada mevduat sahipleri ile parayı çalıştıranlar, üzerinde anlaşabilecekleri bir nispetle bankaya ortak oluyorlar. Ve insanlar ellerindeki küçük küçük tasarruflarını bir araya getirmek suretiyle büyük bir sermayeye ulaşıyorlar. Böylece tröstlerin, kartellerin, holdinglerin karşısında tutunabilecek şekilde güçleniyor ve kuvvet kazanıyorlar. Böyle bir teşebbüs insanın hem dünyasını hem de ahiretini mamur edecektir.

İslâm bir taraftan faizi yasakladığı gibi, diğer taraftan paranın âtıl hâle getirilmesini de yasaklamıştır. Para mutlaka aktif kılınmalı ve meşru dairede elden ele dolaştırılmalıdır. Cenâb-ı Hak birçok âyetiyle insanlara bunu ders verirken, Efendimiz de bizzat para çalıştırma usûllerini ümmetine talim buyurmuştur.

İslâm'da yatırım sadece teşvik bazında ele alınmaz. Belki fert yatırıma doğru tatlı bir cebirle sevk edilir. Zekât, bunun güzel bir örneğidir. Zira kişi her sene, nisap miktarının üzerindeki parasından zekât vermek mecburiyetindedir. Her sene verilen zekâtla da bir gün gelecek, onun parası nisabın altına düşecektir.

Böyle bir vaziyete düşmemesi için kişi, parasını çalıştıracak ve meşru dairede nemalandıracaktır. Bu da mü'mini yatırıma zorlayan hususlardan biridir. Bir taraftan stokçuluğu yasak eden âyet ve hadisler paranın âtıl tutulmasını engellerken, diğer taraftan da zekât, Müslüman fertleri paralarını çalıştırmaya zorlayacaktır.

İşte ferdin tam zorlandığı bu noktada onun önüne İslâm, Resûl-i Ekrem'in sünneti adına bir alternatif getiriyor ve parasını mudârebe yoluyla çalıştırmasını öneriyor. Bilhassa sanayileşmeye başladığımız şu dönemde bu usûl bize çok ehemmiyetli görünüyor.

Aksine davranışın cezasını ağır bir şekilde ödeyenleri gördükten sonra, mudârebe usûlüyle çalışmanın ehemmiyet ve önemi bir kat daha artmış gibi görünmektedir. Onlar kendilerince güçlü gördükleri bir sisteme sırtlarını verdi ve büyük yatırımlara girdiler. Sonra da bir muhalif rüzgâr esti ve her şeyleriyle harman gibi savruldular. Bütün işleri altüst oldu. Yaptıkları yanlışın cezasını ya iflaslarla veya ömür boyu borç ödemeye mecbur kalmakla ödediler.

Hâlbuki küçük sermayeleri bir araya getirmekle büyük şirketler kurabilir ve istedikleri hedefe hem de meşru yollarla ulaşabilirlerdi. Ayrıca kurulacak böyle dev şirketlerle İslâm ekonomisini dünya çapında temsil edip, çeşitli yabancı sermayenin meydana getirdiği tröst ve kartellerle rekabet etmek mümkün olacaktı. Bu da, bir mânâda bir çeşit cihadın ta kendisidir. Durum böyle olunca, Müslüman kitle, elindeki küçük sermayeleri seve seve getirip bu tür şirketlere yatıracak ve büyüme, zannedildiğinden daha hızlı ve kapsamlı olacaktır.

Günümüzde kurulan faizsiz bankalar, ümit edilenin üstünde bir ilerleme kaydetmişlerdir. Eğer bu çalışmalar, İslâmî bir bütünlük içinde ele alınabilirse, ileride ne Amerika'nın ne de Avrupa'nın faizli bankalarının onlar karşısında tutunabilmeleri mümkün olmayacaktır. Biz buna inanıyor ve bu inancımızı pekiştiren birçok emare ve işaret görüyoruz.

Mudârebe usûlüyle işlettirilen faizsiz bankanın ortakları şunlardır:

1. Sermayenin sahibi olarak mûdi; buna 'mudârib' denir.

2. Sermayeyi çalıştıran üretici. Buna da 'âmil' veya 'mudârab' denir.

3. Bir yönüyle mudârab ile beraber çalışan diğer yönüyle de mudâribe vekâlet eden banka. Durum böyle olunca, mevduat sahipleri, banka idarecilerine ve icraatçılarına göre sermayedardır. İdareci ve icraatçılar da müteşebbislere göre sermayedar sayılmaktadır.

Böyle bir banka, diğer bankaların icra ettikleri bütün fonksiyonları, İslâm'ın meşru kabul ettiği çerçeve içinde kalmak şartıyla eda edebilir. Ancak onlardan en önemli ve en belirgin farkı, onun faize girmemesidir.

Bütün İslâm âlemini içine alacak şekilde yapılacak bir organizasyonun dünya iktisadî hayatının can damarı olacağında hiç şüphe yoktur. Zaten başka türlü Müslümanları bekleyen iktisadî problemlerin altından kalkmak da kolay değildir. Zira yer altı veya yer üstü gelir kaynakları ancak böyle büyük imkânlarla istenen hüviyette ve istenen kapasitede çalıştırılabilir.

Siz ne kadar potansiyele sahip olursanız olun, eğer o potansiyeli enerjiye çevirecek ve çarkları kuracak gücünüz yoksa ve bu mevzuda hep dışarıdan destek bekliyorsanız, hiçbir zaman kendiniz olup kendi ayaklarınızın üzerine doğrulmanız mümkün olamayacaktır.

Amerika, Rusya veya bir başkası, size bir verecek ama sizden bin alacaktır. Almadığı müddetçe de vermeyecektir. Siz bir taraftan iktisadî hayatınız itibarıyla onlara bağımlı olurken, diğer taraftan hem dinî hem de kültürel sahada onların güdümü altına girecek ve bütünüyle onların inisiyatifinin zavallı birer kuklaları hâline geleceksiniz.

Kültürünüz onların arzularıyla sınırlı olacak, dindarlığınızın çerçevesini onlar çizecektir. Ama siz bir güç olarak onların karşısına dikilebilirseniz, bütün bu tür esaretlerden, mezelletlerden ve ayaklar altında çiğnenmekten kurtulacaksınız.

İşte Müslüman'ı böyle alternatifli bir gelecek beklemektedir. İslâm onun önüne, iktisadî kalkınma adına uçsuz bucaksız bir saha açmıştır. Yeter ki Müslümanlar bu imkânları kullanıp değerlendirebilsinler ve kendi sistemleriyle kendilerini ifade edebilsinler.

Biz burada, faizsiz bankanın olabileceğine dair sadece bir fikir verdik. Onun nasıl işleyeceği hususu ise, tamamen o sahanın mütehassıslarını ilgilendiren bir konudur. Zaten pratikte işleyen birçok faizsiz banka var. Ancak onları ideal İslâm bankası şeklinde kabullenmek oldukça zor. İstenen ufka bu bankalar vesilesiyle bir adım atılacaksa, o da önemli bir gelişme sayılır.

İdeal bir İslâmî banka, ancak bütünüyle İslâmî olan bir anlayışın hâkim olduğu dünyada gerçekleşebilir. Zira İslâm bir bütündür; tecezzî ve inkısama tahammülü yoktur. Ama inanıyoruz, Müslümanlar onu da gerçekleştirecek ve en güzel şekilde işleteceklerdir. Zira Müslüman, himmeti âlî insan demektir. O her zaman Rabbinden, hem dünyada hem ahirette hasene, yani her şeyin en iyi ve en güzelini istemekte ve, "Rabbimiz, bize dünyada ve ahirette hasene ver ve bizi Cehennem azabından kurtar, halâs eyle." (Bakara sûresi, 2/201) demektedir.

Rabbimiz'den niyaz ve ümidimiz, bize aynı şekilde muamelede bulunmasıdır. Zira O, rahmeti ve lütfu sonsuz olandır. Zaten bizim tek teselli kaynağımız, O'nun bu engin rahmeti değil mi? Affet Allahım! Kerem Senin, lütuf Senin, ihsan Senin ve her şey Senindir.

[1] Taberî, Câmiu'l-beyan, 3/101.
[2] Taberî, Câmiu'l-beyan, 3/101.
[3] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, 7/92.
[4] Fahreddin Râzî, Mefâtîhu'l-gayb, 7/92.
[5] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 6/103,104.
[6] Dârimî, menâsik 34.
[7] Müslim, musâkât 81; Ebû Dâvûd, büyû 12.
[8] Faizin cereyan ettiği bütün eşya, mislî mallar sınıfına girmektedir. Mislî mal, parçaları arasında, birimlerinde ayrılık olmayan veya az bir ayrılıkla beraber piyasada benzerinin bulunması sebebiyle bu ayrılığın önem arz etmediği mallardır. Bu mallar normal olarak ya tartı ya ölçü ya da sayıyla takdir edilir. Altın, gümüş, demir, bakır vb. birinciye, zeytin ve hububat ikinciye örnektir. Hubûbatta tartı daha çok kullanıldığından ölçülenlerden değil tartılanlardan olmuştur. Sayılabilenlere misal ise yumurta, kavun, karpuzdur. Şimdiki zamanda fabrikaların yaptığı mallar imal ve vasıfta birleştikleri mislî mallardan sayılırlar. Metre gibi uzunluk ölçüsüyle takdir edilen kumaş ve diğer mensûcat malları da böyledir. Kap, kaşık, kitap ve benzerleri de sayıyla takdir edilir. Kıyemî mallar ise, piyasada benzeri olmayan veya benzeri olan, fakat büyük ayrılık bulunan, normal olarak benzeri karşılanamayan şeylerdir. Evler, deve, koyun ve benzeri hayvanlar, kıymetli taşlar, yazma kitaplar, antika eşyalar vb. kıyemî mallardır.
[9] Buhârî, şerike 10.
[10] Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-u İslâmiyye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu, 6/107, (412. md.).
[11] Konuyla alâkalı daha detaylı bilgi için bkz.: Prof. İsmail Özsoy, Faiz ve Problemleri, Nil Yayınları İzmir 1994.
[12] Buhârî, vesâyâ 23; hudûd 44; Müslim, iman 145; Ebû Dâvûd, vesâyâ 10.
[13] İbn Mâce, ticârât 58.
[14] Müslim, müsâkât 106.
[15] Buhârî, büyû 76.
[16] Müslim, müsâkât 81; Ebû Dâvûd, büyû 18. Farklı bir rivayet için bkz.: Tirmizî, büyû 23.
[17] Dârimî, menâsik 34.
[18] Buhârî, büyû 24.
[19] Hâkim, el-Müstedrek, 2/15.
[20] Tevbe sûresi, 9/105.
[21] Bkz.: Tevbe sûresi, 9/105.
[22] Buhârî, cihad 72, 128; Müslim, zekât 56.
[23] Tirmizî, birr 36, 45.
[24] Mevsılî, el-İhtiyar, 3/22-28.
[25] Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s. 772-773.