İçtimaî Yapının Esasları

İslâm’ın içtimaî yapısı üç temel esasa dayanır. Bunlardan birincisi vicdan duruluğu, ikincisi müsavat (eşitlik), üçüncüsü ise teavün (yardımlaşma) düsturudur. Şimdi sırasıyla bu hususları teker teker arz etmeye çalışalım:

1. Vicdan Duruluğu

İslâm içtimaî yapıyı şekillendirmede evvelâ ferdi ele alır. Çünkü, fert istenen kıvamda olmadıkça cemiyetin istenen ölçüler içinde şekillenmesi imkânsızdır. Ferdin istenen kıvamı alması ise, ancak vicdan duruluğuna bağlıdır.

Vicdan duruluğu, her türlü zaaftan kurtulmanın yanında, bütün faziletlerle mücehhez olmanın da diğer bir adıdır. Vicdan saflaşınca, insan bütün kayıtlardan âzâde hâle gelir ki, hürriyetin hakikî neşvesini duyanlar da ancak vicdanı duru olanlardır.

Vicdanı duru olan bir insanın gönlünde hasis düşüncelere yer yoktur. Onun korkusu sadece Allah'tandır; O'ndan korkar, O'na saygı duyar ve kimse karşısında tezellüle tenezzül etmez.. hiç kimseden şahsı adına bir talepte bulunmaz. Böyle birinde ölüm endişesi ve istikbal korkusu da yoktur. İşte İslâm'ın içtimaî yapısının temelinde evvelâ böyle bir vicdan duruluğu mevcuttur.

Ruhun irade, his, zihin ve kalb gibi duyu vasıtaları aynı zamanda vicdanın da en önemli temel esaslarıdır. Bunlar insanı burada insanî kemalâta, ötelerde de ebedî mutluluk ve Cenâb-ı Hakk'ı müşâhede ve hoşnutluğuna ulaştırırlar.

Vicdan, Hakk'ı gösteren pırıl pırıl bir aynadır ve Zât-ı ulûhiyete tercüman olmada da eşi menendi yoktur. Elverir ki o, sesini duyuracak kulaklar bulabilsin!..

Vicdan; ruhun hissi, müşâhedesi ve idrakidir. Bu sebeple o, hep mekân-üstü, ötelere açık, kıstasları sağlam ve melek masumiyetine denk bir ismete sahip nuranî bir mekanizmadır.

Müftüler çoktur ve hemen hepsi de anlayabildiklerince, aynı kaynaklara müracaat eder ve ona göre fetva verirler. Vicdan, nazarı keskin öyle bir müftüdür ki, fetva verirken hakikate göre fetva verir ve verdiği fetvalarda da kimseyi yanıltmaz.

a. Vicdan Duruluğu ve Muhasebe Duygusu

Bir sistem ne kadar güçlü, getirdiği kanunlar ne derece muhkem olursa olsun, fert, o sistem ve kanunları kabul edecek vicdan duruluğuna ulaştırılmamışsa, çok fazla bir şey yapılmış sayılmaz.

Söz gelimi, "Zinaya yaklaşmayın!" (İsrâ sûresi, 17/32), "Aranızda, mallarınızı haksızlıkla (haram yollarla) yemeyin!" (Bakara sûresi, 2/188) ve "Şahitliği gizlemeyin!" (Bakara sûresi, 2/283) gibi Kur'ânî düsturlar, birer emir ve birer kanun şeklinde vaz'edilmiş olsa da, eğer fertler pratikte bu hayatî düsturları içlerine sindirememişlerse/sindiremiyorlarsa bu düsturların yüzlerce defa tekrarının ne fert ne de cemiyet adına hiçbir yararı olmayacaktır.

Bu sebeple, hem düsturlar çok sağlam ve muhkem olmalı hem de fertler bu düsturları yerine getirecek seviyede yetiştirilmeli ve vicdanları dupduru hâle getirilmelidir ki, teklif ve tavsiyeler de havada kalmasın.

Kur'ân, birçok âyetiyle insanı, "Nerede, ne zaman ve ne yaparsan yap, mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın murakabesi altındasın!" hususuna uyararak bütün davranışlarını böyle bir atmosfer altında planlamaya ve yaşamaya çağırır.

"Üç kişinin bir araya gelip gizli fısıldaştığı bir yerde, dördüncü mutlaka O'dur." (Mücâdile sûresi, 58/7) âyeti ile, "(Ey Habibim!) Ne iş yaparsan yap, ey insanlar, sizler de ona dair Kur'ân'dan ne okursanız okuyun ve ne yaparsanız yapın, her yaptığınıza daldığınız an mutlaka sizi görürüz." (Yunus sûresi, 10/61) âyeti ruhlarımıza bu gerçeği duyurmaktadır.

Diğer taraftan, "And olsun ki, insanı Biz yarattık. Nefsinin kendisine ne fısıldadığını biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız." (Kâf sûresi, 50/16) mealindeki âyet de aynı noktaya parmak basmaktadır.

Vicdan bu mânâlarla donatılmalı, gönül bu âyetlerin ürperti veren soluklarıyla beslenmeli ki, istenen yapı da teşekkül ve tekevvün edebilsin. Aksi hâlde, söylenen güzel şeyler, sadece ütopik birer nazariye olmaktan öte geçemez.

Burada vicdan duruluğunun nasıl bir tablo sergilemeye vesile olduğunu göstermek bakımından bir iki müşahhas misal arz etmek istiyorum; ta ki, serdedilen düşünceler, tecridin soğukluğundan kurtulup, olabilirlik adına bize birer fikir versin.

Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) bir gün sırtındaki kırba ile Medine sokaklarında dolaştığı görülür ve kendisine sebebi sorulur.

"Halife oldum diye içime bir gurur geldi. Derdim, bunu telafi etmekti." karşılığı alınır.[1]

Bir başka tablo: Yine Hz. Ömer bir gün hutbe irad etmektedir. Söylediği sözler dinleyenlerin içini bir kor gibi yakmakta ve bir kevser gibi yıkamaktadır. Bir aralık hiçbir münasebeti yokken hutbesini keser ve şu mealde sözler söylemeye başlar:

"Ey Hattab oğlu Ömer! Daha dün deve çobanlığı yapıyor ve develerle güreş tutuyordun. Bugün ise halifesin!" Bunları söyler ve hutbesini bitirir.

Daha sonra sorarlar: "Bu şekilde konuşmanın sebebi neydi?"

Cevap verir: "Konuşurken içime halife olduğum düşüncesi geldi. Ben de bu sözlerle o mülâhazaya mukabelede bulundum."[2]

İşte vicdan duruluğu ve işte muhasebe duygusu! Düşünün ki, Ömer (radıyallâhu anh), o gün bir devlet reisidir, ama nefsiyle sık sık yüzleşen bir devlet reisi…

Halid, azledilip Medine'ye getirilirken yolda bir hutbe irad eder ve askerlere hitaben, "Askerlerim, Ömer beni azletti!" der. Halid'i canı kadar sevmesine rağmen baldırı çıplak bir asker hemen kılıcı üzerine doğrulur ve "Kumandan, kendine gel! Bu senin yaptığın isyandır, fitne çıkarmaktır." tembihinde bulunur; bulunur ama, Halid'in cevabı da hazırdır: "Ömer varken kimin haddine isyan etmek ve fitne çıkarmak!"

Daha sonra gelir ve halifenin huzurunda mal beyanında bulunur. Halid'in defteri temizdir. Ancak yine de eski vazifesi kendisine verilmez. Buna rağmen, ordular sevk etmiş, imparatorlukları dize getirmiş koca kumandan kendisi için reva görülen bu şeylerin hiçbirini mesele yapmaz. Öyle ki, kumandan olarak vazife gördüğü orduda, alt rütbedeki birinin emrinde nefer olarak vazifesine devam eder.[3]

Vicdan duruluğu onu, benlik dahil, her şeyi toplumun selâmeti için feda etmeye hazır hâle getirmişti.

b. Duru Vicdanın Hürriyet Ufku

Vicdanı duru bir insan, Allah'tan (celle celâluhu) başka hiç kimseden korkmaz. Herkesin ondan korkup ürktüğü ölüm dahi böyle birince şeb-i arûs görülür. Öyle ki, Rabb'e kavuşmanın neşvesi onun bütün benliğini sarmıştır; sarmıştır, korku ve endişeye o bünyede zerre kadar yer kalmamıştır.

Aksine o ölürken hayatının en son fakat en lezzetli anını yaşamaktadır. Çünkü ölümü, her türlü ürperticilikten uzak ve bütün güzelliğiyle görmüştür. Onun ızdırabı, bu güzelliği ömrünü körlük içinde geçirenlere gösterememekten kaynaklanmaktadır.

Kur'ân-ı Kerim, böyle düşünüp ve ölümü böyle değerlendiren korkusuzları şöyle tebrik ve tebcil eder: "Allah, şüphesiz Kendi yolunda savaşıp, öldüren ve öldürülen mü'minlerin canlarını ve mallarını, Tevrat, İncil ve Kur'ân'da söz verilmiş bir hak olarak, Cennet'e karşılık satın almıştır. Verdiği sözü Allah'tan daha çok tutan kim vardır? Öyleyse yaptığınız alışverişe sevinin; bu, büyük mazhariyettir." (Tevbe sûresi, 9/111)

Allah (celle celâluhu), dünyevî her türlü kayıttan âzâde hâle gelen mü'minlerden mallarını ve canlarını satın almıştır; onlar da bu suretle hırs hastalığından kurtulmuşlardır. Karşılığında da kendilerine Cennet vaad edilmiştir.

Onlar, "Kim Allah'ın adının yücelmesi için mücahede ederse, o, Allah yolundadır."[4] fehvâsınca, Allah'ın yüce adının, gönül âleminde, fikir hayatında, içtimaî yapıda şehbâl açıp yükselmesi, yükselip bir bayrak gibi ufuklarında dalgalanması istikametinde varlarıyla-yoklarıyla bu uğurda seve seve nefislerini feda ederler. Zaten cihadın çerçevesi de budur. Aslında bu resme de böyle bir çerçeve gerektir.

Onlar ki, öldürürler ve ölürler; Allah yolunda seve seve ölüme atılır ve asla ölümden endişe etmezler. Çünkü dünyaya ait hiçbir şey onların ayaklarına pranga, boyunlarına tasma olamamıştır.

Onlar serbest ve hürdürler. Öyle ki, icabında onlar, sıratın üstünde oynar, gidip Cehennem'de kaylûle yapar ve Cennet'te de gece uykusuna çekilirler.. evet, onlar o kadar rahattırlar. Cihanla hesaplaşır, fakat zerrece endişe duymazlar.

Ben, Yunus Emre'nin, dinin özüyle istihza gibi anlaşılan bazı sözlerinden, onun, insanların mâbut hâline getirdikleri ne kadar totemleri varsa, onlarla istihza mânâsını anlıyorum:

Ben dervişim diyene bir ün edesim gelür,
Seğidüben sesine varup yetesim gelür.
Sırat kıldan incedir kılıçtan keskincedür,
Varup anun üstüne evler yapasım gelür.
Altında Gayya vardur içi nâr ile pürdür,
Varuban ol gölgede biraz yatasım gelür.
'Od'a gölge dedüğüme tânetmenüz hocalar,
Hatırınuz hoş olsun yanub tütesim gelür.
Ben günahumca yanam rahmet suyiyle yunam,
İki kanat takınam biraz uçasım gelür.
Andan Cennet'e varam Cennet'te Hakk'ı görem,
Hûri ile gılmânı bir bir kocasım gelür.
Derviş Yunus bu sözi eğri büğrü söyleme,
Seni sîgaya çeker bir Molla Kasım gelür.

Yunus'un bu sözlerinde, bizim totemlerimizle ve değişik endişelerimizle, korkularımızla istihza vardır. Onun mısralarında hep hür vicdanın sesi ve feryadı duyulmaktadır.

Bu, aynı zamanda bütün totemlere de bir baş kaldırma, 'Lâ ilâhe illâllah'ı yürekten söylemenin ve 'Muhammedün Resûlullah'ı vicdanında duymanın adıdır.

c. Kahramanlıklar Korkusuzların Eseridir

Vicdanı duru bir insan asla ölüm endişesi duymaz. Çünkü o, hürriyetin zirvesine yükselmiştir.

Her gün ölüm korkusunu boyunlarına sarılmış yılan gibi taşıyan insanların kendilerine veya içinde bulundukları cemiyete faydalı olacakları şüphelidir. Onların sararmış yüzleri, titreyen el ve dudakları bize bunu söylemektedir.

Sağlam bir cemiyeti, hayatı istihkâr edenler kurar ve yine onlar korurlar. Bir milletin idbârını (çöküş) ikbâle (yükseliş) çevirenler/çevirecek olanlar da yine bu korkusuzlardır. Kur'ân bir hâdise münasebetiyle, bizlere bu korkusuzları destanlaştırıp şöyle anlatır:

Şöyle ki, Uhud'da kolu kanadı kırılan Müslümanlar, bu halleriyle müşrik ordusunu takibe hazırlanırlar ki, tarihin bize 'Bedr-i Suğrâ' diye anlatacağı bu hâdise, korkusuz insanların nelere muktedir olduğunu göstermesi bakımından çok önemlidir.

Nuaym b. Mesud o gün henüz Müslüman olmamıştır. Medine'ye gelerek Müslümanların içine korku salmak ister. Gayesi Müslümanlar'ı bu takip işinden vazgeçirmektir. Onlara Mekkelilerin büyük bir orduyla tekrar gelmekte olduklarını söyler ve Medine'de tek bir Müslüman bırakmama niyetinde bulunduklarını ilave eder. Ancak onun bu sözleri Müslümanlar'ın sadece iman ve tevekküllerini şahlandırır.[5] İşte aşağıdaki âyet bize bu tabloyu anlatmaktadır:

"İnsanlar onlara, 'Düşmanlarınız size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun!' dediler. Bu, onların imanını artırdı da, 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.' deyiverdiler." (Âl-i İmrân sûresi, 3/173)

Hiçbir istikbal endişesi duymadan, ölümü istihkâr edip, herkesin ölümden kaçtığı ölçüde ölümün üzerine yürüyen bu korkusuzlar, ancak hür vicdanların yapabileceği bir kahramanlık sergilemişlerdir.

Zaten tarih yapan da işte bu tür kahramanlardır ve böyle büyük meseleleri ancak, çeşitli mevcelenmelerden sonra istenilen durumu kazanmış kıvamında ruhlar halledebilir.

Hırsını aşamamış, korkuyu yenememiş, makam, mansıp ve mevki düşkünlüğünden kurtulamamış, gönlünü herhangi bir koltuk sevdasına kaptırmış veya bütün hisleriyle bir siyasî partinin başında kalmaya kilitlenmiş ya da bir başka kaprisinin altında ezilmiş kimselerin -ısrarla söylediğimiz gibi- ne fert ne cemiyet ne de insanlık adına en küçük bir mesele halletmeleri mümkündür.

d. Zirvedeki Ruhlar

Tarihe bu nazarla baktığınızda, cihan çapında muvaffakiyetleri; candan-cânândan, yurttan-yuvadan ve her türlü ten sevdasından geçebilen ve bu yönleriyle hasbîliği, diğergamlığı ve yaşatma arzusuyla yaşama tutkusunu terk etmeyi temsil edenlerin gerçekleştirdiğini görürsünüz. İşte bunlardır zirvedeki ruhlar!

Zirvedeki ruhlar; düşünceleri duru, seciyeleri temiz, vücutları dinç, gözleri keskin, bakışları berrak, yürekleri topyekün insanlığa karşı insanî hislerle dolup boşalan, kendi millet ve çevrelerine karşı da sevgi, merhamet ve hoşgörüyle çarpan; dünden bugüne tarihî hâdiselere yön vermiş, tarihin yükünü ense kökünde taşımış birkaç düzine kudsîlerdir.

Zaman, işte bunlar ve bunların sundukları mesajlarla itibarîlikten çıkarak değer kazanır; mekân ve mekânın bağrındaki kara delikler onların aydınlık düşünceleri sayesinde Cennet koridorları hâline gelir. Tek bir düşünce, tek bir anlayış, tek bir mâbuda inanç etrafında kenetlenerek, varlık ve birliklerinin şuurunda olmaları, onların en önde gelen vasıflarındandır. Bu vasıfla hep zirvelerde dolaşır; şereften şerefe, zaferden zafere koşarlar.

Heyecanlanıp harekete geçmelerini gerektiren herhangi bir sebep olmadığı veya kendi iç dünyaları ile meşgul bulundukları dakikalarda yüzleri yerde, fevkalâde sakin, uyumlu ve melek oldukları hissini uyandırırken; ülke ve millet hesabına harekete geçtikleri zamanlarda ise birdenbire çelikleşir, granitler gibi sağlam bir duruş sergilerler.

Normal ve tabiî hâlleri içinde, ruhlarındaki şecaat ve yiğitliği sezmek oldukça zordur. Bu hâlleriyle onlar yumuşaklardan daha yumuşak, incelerden daha ince ve olabildiğine naziktirler. Ancak, iş başa düşüp hizmete çağırıldıklarında ise birdenbire değişir, bambaşka bir hâl alırlar.

Yurt ve milletleri için gündüzleri soluk soluğa koştururken, geceleri uyku ve istirahat nedir bilmezler. Bütün bir hayat boyu çırpınır durur, hem Hakk'ı hem de halkı hoşnut etmeye çalışırlar.

Herhangi bir sebeple düzenleri bozulup kuvvetleri dağılsa, şevklerini söndürüp ümitlerini kıracak hâdiseler peşi peşine birbirini takip etse, semalarındaki bütün yıldızlar birer birer dökülüp çevrelerinde karanlıklar kol gezse de, zerre kadar sarsılmazlar. Böyle bir durumda derhal Yaradanlarına döner, inançla kanatlanır ve muhteşem geçmişleriyle bütünleşerek, yepyeni bir şevkle bir kez daha yeniden dirilir ve yeniden yollara koyulurlar.

Mâbudlarıyla baş başa kaldıklarında her biri incelerden ince birer kalb ve vicdan insanı olan bu yiğitler, vatan ve millet düşmanlarıyla karşılaştıkları er meydanlarında tamamen ayrı bir hâl, ayrı bir hüviyet alırlar. Câhız'ın da ifade ettiği gibi, "Onlardan kaçan kurtulamaz, uçan uçmaya fırsat bulamaz!"

Onların dolaştıkları yerlerde tepeler dümdüz, düzlükler de pürüzsüz olur. Hücuma uğramadıkça kimseye hücum etmeyi düşünmez; hücum edince de ülke ve millet düşmanlarına aman vermezler. Öyle ki arkasına düştükleri şeyi elde edinceye kadar durma dinlenme bilmez, uyku ve istirahata iltifat etmezler...

Nefretten nefret eder, kötülükleri iyilikle savmaya çalışır; hasımlarına karşı dahi âdiliğe tenezzül etmez, hep mertçe davranırlar. Mağlup edip dize getirdikleri kimseleri, hiçbir şey olmamış gibi karşılar ve onlara karşı centilmenlikten zevk duyarlar.

Her işlerinde akıllı ve basiretlidirler. Zekâ ve firasetleriyle en halledilmez gibi görünen meseleleri dahi anında halleder, bedbinlik ve karamsarlık içinde çırpınıp duran sineleri ümit ve azimle şahlandırırlar.

Ne var ki, dehaya denk bu üstün fıtratlar, o muhteşem zekâ ve kabiliyetlerini hep millet yararına kullanırlar. Bunu yaparken, başkalarına zararlı olmaktan fersah fersah uzakta dururlar.

Ülke ve milletlerini derin bir aşkla sever, bu uğurda maddî ve mânevî her türlü füyûzât hislerinden fedakârlıkta bulunur ve bu yolda ölmeyi hayatlarının gayesi bilirler.

Milletlerin başına gelen bir felâket, onları ta can evinden vurur ve dünya zevk u lezzeti adına her şeyi onlara unutturur. Bu felâketi atlatacakları güne kadar da evlerinde, obalarında diriliş ninnileri söyleyerek gelecek nesillerde mücadele azim ve ruhunu geliştirip; onlara, esaret altında zilletle yaşamaktansa, izzetle ölmeyi öğretir, dün ve bugün kaybettikleri şeyleri onlarda kazanmaya çalışırlar.

İnandıkları düşünce istikametinde millete hizmet aşkı onların ruhlarına o kadar hâkimdir ki, mektepte, kışlada, tarlada, dükkânda alışverişte, memuriyet masası başında, seccade üzerinde, namazgâhta, mecliste, meclis kürsüsünde ve bakanlık koltuğunda hep onu mırıldanır, onunla oturur, onunla kalkarlar.

İçtimaî yanları ve mâşerî iradeleriyle fevkalâde kuvvetlidirler. Millî her meseleyi şahsî ve ailevî her türlü menfaatin üzerinde tutar ve bu uğurda cansiperâne mücadele verirler.

Her türlü güç ve kuvvete, her çeşit hıyanet ve ihanete karşı en metin, en sağlam kaleleri, o durulardan duru saf inançları ve o inançtan kaynaklanan yüksek heyecanlarıdır. Bu sağlam sığınakları sayesinde en aşılmaz gibi görünen şahikaları aşar, en dev engelleri yener, en onulmaz dertlerin dahi rahatlıkla üstesinden gelebilirler.

Onların meclislerinde gece ve kıştan söz edilmez. En karanlık durumlarda dahi onların düşünce dünyalarında cihanları aydınlatacak ışık kaynakları, karı-buzu yerle bir edecek hararet ve enerji menbaları feveran edip durmaktadır.

Onların bu cennet iklimlerinin dışında yığınlar ümitsizlik içinde boğulurken, onlar inanç mekiklerini bir başka ümit haliçesinde hareket ettirerek, gözlere ve gönüllere ayrı ayrı güzellikler sunar ve ayrı ayrı diriliş yollarını gösterirler.

e. Vicdanı Duru Olanlar

Vicdanı hür insanlar hasis endişeleri çoktan aşmışlardır. Öyle ki onlar için hayat değil de âdeta ölüm bir tutkudur. Sa'd b. Muaz'ın yaptığı duada bu tutku ne kadar açıktır. O, aldığı yara sebebiyle durmadan kan kaybetmesine ve her an ölüme bir adım daha yaklaşmasına rağmen ellerini açar, şu mealde sözlerle hislerini dile getirir: "Allahım! Eğer bir gün Kureyş müşrikleriyle tekrar yaka-paça olunacaksa, beni yaşat ki, yine Habîb-i Edîbi'nin yanında yerimi alayım. Yok, eğer böyle bir karşılaşma ve böyle bir kavga mukadder değilse ruhumu kabzet ki, Sana kavuşayım!"[6]

Bu duasıyla Sa'd b. Muaz, esasen bütün duru vicdanlara tercüman olmaktadır. Rabbe kavuşma anı onların hasretle bekledikleri andır. Onlar için o an bir şeb-i arûstur. Hz. Yusuf'un "Beni Müslüman olarak öldür ve salihlere ilhak et!" (Yusuf sûresi, 12/101) şeklindeki duası da nübüvvet diliyle böyle bir şeb-i arûs çağrısıdır.

Duru vicdan, her idealde ve her davada müspet mânâda tesirini gösterir. Zira samimî olarak kim ne isterse, Allah onu verir. Samimiyet ise vicdan duruluğunun ayrı bir buud ve derinliğidir.

Gandhi, davasında samimî idi. Akıllıca yollarla İngiliz müstemlekeciliğine karşı direnişe geçmiş ve ideali uğruna da her şeyini feda etmişti. En fakir bir Hintlinin hayat standardını seçmiş, lükse, debdebeye asla avans vermemiş ve neticede de muvaffak olmuştu.

Düşünce itibarıyla o bir Hindu idi; ayrı bir kültür, ayrı bir inancın çocuğuydu, ama samimiydi ve ondan dolayı da güçlüydü. O, samimiyet ve vicdan duruluğunun mükâfatını görmüştü.

Jan Dark da kendi anlayışı çerçevesinde bir samimiyet âbidesiydi. Bu efsanevî kadın, alevler içinde yanmayı, o güne kadar söyleyip savunduklarından dönmeye tercih etmişti. Vücudu, dört bir yandan dev alevler içinde erimiş, bükülmüş, kömürleşmişti ama o, kararlı, aynı şeyleri mırıldanıyordu. Bu kül yığını bir süre Fransız milletinin mihrabı hâline gelmişti; siyah kehribar atının üstünde saygı duyulan bir mihrap…

Jan Dark'ı her türlü Hıristiyan tahrifatının üstünde bir mevkie yükselten, onda şahit olunan vicdan duruluğu ve ruh safvetiydi.. evet, onun göz kamaştıran sihri, bu güçte gizliydi.

f. Tevhid Şuuru

Vicdan duruluğunun diğer bir tezahürü, tevhid şuurudur. Cenâb-ı Hakk'ın zâtında şerîki olmadığı gibi, ef'âl ve esmâsında da misli, mesîli yoktur. Bütün kevn ü mekân ve bütün hâdiseler O'nun kudret elindedir. O'ndan başka hiç kimse de zatında bir iş yapmaya muktedir değildir.

Öyle ise, Rab ile kul arasına bir başka kul ve beşerin girmesi mânâsız bir davranıştır ve hiçbir faydası da yoktur. İnsanın tevekkül ve güveni Allah'a olmalıdır. Zaten mutlak teslimiyet de ancak Cenâb-ı Hakk'a karşı gösterilir.

Bütün insanları bir çizgide toplayacak en büyük fasl-ı müşterek, tevhid anlayışıdır. Böyle bir fasl-ı müşterekte birleşemeyen insanların başka bir çizgide birleşmeleri imkânsızdır.

Onun içindir ki, Allah Resûlü Kur'ân'ın diliyle insanları ve bilhassa Ehl-i Kitab'ı davet ederken bu müşterek fasılda birleşmeye, yan yana gelmeye ve omuz omuza vermeye davet eder. Âyet mealen şöyledir: "Ey Kitap Ehli! Ancak Allah'a kulluk etmek, O'na hiçbir şeyi eş koşmamak, Allah'ı bırakıp birbirimizi Rab olarak benimsememek üzere, bizimle sizin aranızda müşterek bir söze gelin. Eğer onlar her şeye rağmen yüz çevirirlerse, 'Bizim Müslüman olduğumuza şahit olun!' deyin." (Âl-i İmrân sûresi, 3/64)

Ey Ehl-i Kitap! Ey Ehl-i Mektep! Ey okuyanlar! Ve ey âyât-ı tekvîniye ve şeriat-ı fıtriyenin ruhuna nüfuz etmeye çalışanlar! Her emir ve her fennin ilan ettiği hakikatleri görüp bilenler, Hakikatler Hakikati'ne açık duranlar, gelin, siz ve biz, aramızda müşterek bir kelime etrafında toplanalım; toplanalım ve arkamızdaki yığınları saptırmayalım, onları inhirafa zorlamayalım; efkâra teşettüt (dağınıklık) vermeyelim, o zavallıların düşünce dünyalarını bulandırmayalım.

Nedir o tek kelime ki, Hz. Âdem'den asrımıza kadar bütün insanlar onu fasl-ı müşterek sayıp, etrafında toplanmaktadırlar? Evet, o tek kelime, tevhiddir ve Ehl-i Kitap, Ehl-i Mektep de böyle bir tevhide davet edilmektedir. "Yalnız Allah'a kulluk edelim ve bazımız bazımızı Rab edinmeyelim." (Âl-i İmrân sûresi, 3/64)

Allah tektir; O'nun eşi-menendi, zıddı ve niddi yoktur. Allah bir olur, başka olamaz. Bütün kevn ü mekânlar da O'nun tasarrufundadır.

Peygamber dahi olsa bir başkası, Mâbud-u Mutlak'ın gönüllerdeki yerini işgal edemez ve etmemeli… Onun içindir ki, Hz. Mesih'e, Hz. Üzeyir'e 'Allah' veya 'Allah'ın oğlu' denilemez. Nasıl onlara denilemezse, Efendiler Efendisi Hz. Muhammed'e de (sallallâhu aleyhi ve sellem) denilemez. O, Allah'ın en eşref mahlukudur ve en önemli unvanı da kulluktur.

İnsanları bir çizgide birleştirecek en büyük fasl-ı müşterek, işte bu tevhid şuurudur. Tevhid anlayış ve şuuru, üzerinde ittifak edilecek en sağlam zemindir.

Şirkin zemini kaygandır, onda istikrar söz konusu değildir. O, birbiri ardına insanlığı kaostan kaosa sürükleyen feodalizmiyle, kapitalizmiyle, sosyalizmiyle ve komünizmiyle insanlığa acılar çektiren bir belâdır.

g. Davetimiz Tevhidedir

Biz, "Hz. Mesih'i veya Hz. Üzeyir'i ilâh edinmeyin, hahamlarınızı ve papazlarınızı Rab edinmeyin!" derken kendimiz de bu prensiplere âzamî ölçüde riayet etmeye çalışıyoruz.

Biz, "Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilâhtır veya Allah'ın oğludur." demiyoruz ve yine biz, canımız kadar sevmemize rağmen Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'ye rablık isnat etmiyoruz.

Bir başkası kalkıp da onlara böyle bir isnat ve iftirada bulunursa, onların karşısına ilk dikilecek olan da bizleriz. Biz, bütün insanlarla aramızdaki bu fasl-ı müştereke riayet ediyoruz ve başkalarının da riayet edeceğini umuyoruz.

Ayrıca biz, "Allah'tan gayrı, bazımız bazımızı Rab edinmeyelim, putlaştırmayalım, ona müracaatı esas kabul etmeyelim; O affetmezse kimse affedilmez, O bağışlamazsa kimse bağışlanmaz, O elimizden tutmazsa, başkaları da biz de kurtulamayız." diyor ve herkesi bu anlayışa çağırıyoruz.

Bununla beraber, ey muhatabımız olan sizler, eğer yüz çevirir, sırat-ı müstakîmi bırakırsanız ve aramızdaki fasl-ı müşterek olan Allah'a imandan ayrılırsanız, bize düşen, "Biz, Allah'a teslim olduk." (Âl-i İmrân sûresi, 3/64) demekten ibaret olacaktır.

2. Hukuk Karşısında Eşitlik

Bütün insanlar hukuk karşısında eşittir. Bizim içtimaî yapımızın ana esaslarından biri de işte bu müsavat prensibidir. Hiçbir kimsenin diğer bir kimseye üstünlüğü söz konusu değildir. Üstünlük takva iledir. Ne var ki, o da hukuku tatbikte bir ayırıcı özellik olarak kabul edilemez.

Müsavat anlayışı cemiyet hayatında bir şuur merhalesidir. Vicdan duruluğuna ermemiş fert ve toplumlarda böyle bir şuur merhalesi müşâhede etmek imkânsızdır. Çünkü böyle bir ortamda totemler, firavun yapılı insanlar vardır.

En küçük bir menfaat karşısında el-ayak öpen tiranlar, güçlerini ve zalimliklerini ancak zayıf mazlumlara tatbik eden firavunlar, Cenâb-ı Hakk'ın intikam eli yakalarına yapışınca küçüldükçe küçülen, ama niyetlerinde hep firavunluklarını devam ettiren, onun için de affa liyakatleri olmayan cebbar hodfuruşlar ve kendini beğenmiş bütün mütekebbir sefiller.. evet, işte böylelerinin hükmettiği toplumlarda müsavattan söz edilemez.

Böylelerinin var olduğu bir cemiyette adalet yere serilmiş demektir. Onun içindir ki, biz müsavat anlayışını bir şuur merhalesinin neticesi olarak görüyor, öyle değerlendiriyor ve diyoruz ki, fertler vicdan duruluğuna ulaşmadan müsavat esasına dayalı bir toplum teşekkülü mümkün olamaz. Cemiyet öyle olmayınca da sağlam bir içtimaî yapı vücut bulamaz.

Firavun ahlâkının kol gezdiği, Karun karakterinin yaşandığı bir topluluğu bekleyen mukadder netice, ya içtimaî dalgalanmalar arasında hercümerç veya toptan yerin dibine batmaktır ve son anda Hz. Musa'ya sarılmanın da bir faydası yoktur.

Sa'lebe'nin, iş işten geçtikten sonra Allah Resûlü'ne dehaleti fayda vermemiştir.[7] Koyunda, keçide, malda ve mülkte takılıp kalanların vicdan duruluğu ne korkunç bir yalandır!.. Sadece âh u efgândır onlardan gök kubbede bâki kalan!.. İşte, cemiyetleri kendi enkazları altında kalıp ezilenler ve işte yurtları!.. Kur'ân diyor: "Yok mu ibret alan!.." (Kamer sûresi, 54/51)

a. Pratikte Eşitlik

Mutlak müsavat esası yeryüzünde İslâm'la gerçekleşmiştir. Kur'ân, insanların ana-baba birliğine dikkat çekmiş, Efendimiz de onları bir tarağın dişlerine benzetmiştir. Ayrıca bu mesele, teoride bırakılmamış, pratiğe dökülerek içtimaî hayatın bir parçası hâline getirilmiştir.

Şüphesiz varlığın özü ve hulâsası, Hz. Muhammed Mustafa'dır (sallallâhu aleyhi ve sellem). O, Eşref-i mahlukattır. Cenâb-ı Hak O'nu sıfât-ı sübhaniye ve esmâsına en câmî bir ayna olarak yaratmıştır. İlk yaratılan nur, O'nun nurudur. Zira bizzat İki Cihan Serveri, "Allah'ın ilk yarattığı, benim nurumdur."[8] buyurmuşlardır. Bir başka hadiste ise, "Allah'ın ilk yarattığı, kalemdir."[9] denilmiştir.

Bundan da anlaşılıyor ki, kâinat kitabının yazılmasında kullanılan ilk kalemin mürekkebi, Allah Resûlü'nün nuru olmuştur. Aslında mürekkep de kalem de, O'nun nurudur. Zaten mürekkep ile kalem arasında fazla bir fark da yoktur. Yani Cenâb-ı Hak evvelâ o nuru yaratmış, ardından da her şey O'ndan gelişip şubelere ayrılmıştır.

Bununla beraber Allah Resûlü daima kendini insanlardan bir insan olarak kabul etmiş ve kendini hiçbir kimseden üstün görmemiştir. İşte O'nun nurlu beyanları ve ebedî gerçek…

"Beni Musa b. İmrân'a tercih etmeyin!"[10]

"Beni Yunus b. Mettâ'ya tercih etmeyin!"[11]

"Sakın, Hıristiyanların Hz. Mesih'te ifrat ettiği gibi bende ifrata düşmeyin; sadece, 'Muhammed, Allah'ın kulu ve Resûlüdür.' deyin."[12]

Şu tablolar da bunun en açık delillerindendir:

Hicret esnasında Medinelilerden o güne kadar Allah Resûlü'nü görmemiş olanlar, O zannederek hep Ebû Bekir'in elini öpmeye çalışmışlardır. Öyle ki onu Allah Resûlü sanmışlardı. Ne zaman ki, o, eline yelpazeyi alıp Efendimiz'i serinletmeye başladı, iş o zaman anlaşılmış oldu. Neden öyle olmuştu? Zira o ana kadar Allah Resûlü, kendisini Ebû Bekir'den ayırıcı bir davranışta bulunmamıştı.[13]

Mekke'yi fethedip şehre girerken, öyle bir mahviyete bürünmüş ve başını o kadar eğmişti ki, nerede ise bindiği hayvanın eğerine değiyordu. O şanlı Nebi, o şanlı beldeye işte böyle bir mahviyet içinde girivermişti.[14]

Hz. Âişe Validemiz'den rivayet edilen bir hadisi, Buhârî, Müslim ve Ahmed b. Hanbel şöyle naklederler: "Allah Resûlü, evinde hemen her zaman herhangi bir insan gibi davranırdı; kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tamir eder ve ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu."

O, bunları yaptığı sırada, adı cihanın dört bir yanında anılıyor, herkes O'ndan ve O'nun getirdiği dinden bahsediyordu. O, zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar mühim işler arasında söz konusu işlere de fırsat bulabiliyordu. Evet, O, her güzel hasletin zirvesinde taht kurmaya lâyıktı, öyle de olmuştu.

b. Küçük Göründükçe Büyümek

Bediüzzaman ifadesiyle, büyüklerde büyüklüğün alâmeti tevazu ve mahviyettir. Küçüklerde küçüklüğün alâmeti ise tekebbürdür. Allah Resûlü insanlar içinde en büyük insandır. Öyle ise tevazuu da öyle olmalıdır.

Mescit yapımında diğer insanlar sırtlarında birer kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan; hendek kazımında açlıktan herkes şöyle-böyle idare ederken taş bağlayan; karşısına gelen ve mehâbetinden dolayı sıtmalı gibi titreyen adama, "Kardeşim, korkma! Ben de senin gibi anası kuru ekmek yiyen bir insanım."[15] diyen Allah Resûlü, insanların en mütevazii idi…

Değişik meclislerde büyüklük alâmeti olarak ayak ayak üstüne atıp öyle oturanlar, psikiyatrinin hangi sahasına girerler bilemem ama, onların ruhî yönlerinde bir eksiklik olduğunu söylemek mümkündür.

Allah Resûlü'ne gelince O, herkes gibi oturur ve herkes gibi davranırdı ve O'nun her hareketi belli bir edep dairesi içinde cereyan ederdi. O, büyüklüğünü, yüzünü yere koymak ve seccadede kıvrım kıvrım kıvranmak suretiyle sergilerdi.

"Kim tevazu gösterirse Allah onu yüceltir, kim kibirlenirse Allah onun burnunu yere sürter."[16]

Tevazu ve mahviyet insana iki kanat olur, onu Yüceler Yücesi'ne doğru pervaz ettirir. Allah Resûlü, tevazuu ile ebedlere kadar insanlığın lideri olmuştur. Zaman ve mekânın dar buudlarını aşan bu mümtaz ve seçkin liderin karşısına insanlar çok rahatlıkla çıkabiliyor ve söyleyeceklerini çok rahatlıkla söyleyebiliyorlardı. Zira kendisi de çok rahat bir insandı.

Buhârî ve Müslim naklediyor: Bir gün aklından zoru olan bir kadın geldi. Allah Resûlü'nün elinden tutarak çekti ve O'na evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Resûlü'nün kolundan çekti, O da kadını arkasından takip ediverdi. Derken sahabe de onların ardına düştü. Eve gidildiğinde, Allah Resûlü, gayet rahat bir şekilde kadının dediği işi gördü.[17]

Bu iş belki evi süpürmek, belki de yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun Allah Resûlü bu işi yapmıştı. Zira o tam bir fıtrat insanıydı.

O'nun bu hareketi asla zillet değildir. Zira O, küfür ve isyan karşısında her zaman kükremiş bir aslan gibi dururdu. Başka yerlerde de söylediğimiz gibi O, insanların en şecaatlisi ve yüreklisi idi.

Hz. Ali der ki: "Biz muharebe meydanında korktuğumuz zaman Allah Resûlü'nün arkasına sığınır, öyle korunurduk."[18] O'nun atmosferi insana emniyet ve güven verirdi. İşte böyle bir insan, bu şekilde mahviyet gösteriyorsa, o sadece O'nun büyüklüğündendir.

c. Kulluk Tacı

Yine Üstad'ın beyanıyla, tevazu zillet olmadığı gibi, kibir de vakar değildir. Allah Resûlü, tevazuunda da mutlak bir ölçü ve denge içindedir. İşte O'nun bu sıfatı da bizlere, "Muhammedün Resûlullah" dedirtir.

Beyan Sultanı ifadesiyle, bir ulü'l-emir, makamında ciddî olmalıdır; bu vakardır. Ancak aynı vakarı evinde yaparsa bu kibir olur.. evet, insan, hane ehlinin yanında onlardan biri gibi davranmalıdır. Bunlar, Kur'ânî düsturlardır ve bunların en güzel tatbiki de Allah Resûlü tarafından gerçekleştirilmiştir. Ümmetin ruhuna da O'ndan aksetmiştir.

Herkes O'nu büyük bir rahmet kaynağı olarak görmektedir. O ise şöyle buyurmaktadır: "Hiç kimse kendi ameliyle Cennet'e giremez." "Sen de mi?" diyenlere de: "Evet, ben de. Eğer Allah (celle celâluhu) rahmetiyle muamele etmezse ben de Cennet'e giremem."[19]

O, işte bu sözü söyleyecek kadar, tabiî, fıtrî bir insandı. Kendisini insanlar arasında bir fert, onlardan bir parça olarak görür ve öyle değerlendirirdi.

Umreye gitmek isteyen Hz. Ömer, gelip Allah Resûlü'nden bunun için izin istemişti; istemişti, zira onlar disiplin insanıydılar. Her işlerinde, her müşküllerinde Allah Resûlü'nün yanına koşar, iş ve problemlerini O'na arz ederlerdi. Öyle ki, evinde gelinlik kızı olan O'na gelir: "Yâ Resûlallah! Evimde gelinlik kızım var. Evlendirmek istediğin biri varsa emir buyur!" derdi. Bir başkası, bahçesini vakfetmek istiyorsa, o da gelir durumu yine Allah Resûlü'ne söylerdi. İtikafa girmek veya sefere çıkmak isteyen de Allah Resûlü'nden izin alıyordu.

İşte bu çerçevede Hz. Ömer de gelmiş, O'ndan umre için izin istiyordu. Allah Resûlü, onun bu talebini geri çevirmediği gibi, Hz. Ömer'i hayatının sonuna kadar sevince garkedecek bir talepte de bulunmuştu: "Kardeşim! Duana bizi de ortak et!"[20] Konuyla alâkalı Hz. Ömer, bir gün şöyle diyecektir: "O gün dünyalar benim olsaydı, o kadar sevinmezdim!"[21]

Ondaki bu tevazu ve mahviyet, fethettiği gönülleri bir daha fethe sebep oluyordu. Bu fetihlerle O, âdeta ümmetinin elinden tutup onları nurdan helezonlarla zirvelere çıkarıyordu.

Hz. Ömer, ilk hamlesiyle ve Müslümanlığı seçmesiyle zaten alacağını almıştı. Ama Allah Resûlü onu orada da bırakmamış, elinden tutup ilklerle beraber kendi ufkunun insanları hâline getirmişti. Evet, O, her zaman yükseliyor ve yükseltiyordu ama bu yükselmeyle doğru orantılı olarak sadece tevazu ve mahviyeti artıyor ve ne olursa olsun kendini kullardan bir kul görme hissiyle oturup kalkıyordu.

d. Melik mi, Kul mu?

Ahmed b. Hanbel, Ebû Hüreyre'den rivayet ediyor: Allah Resûlü, Cibril'le oturmuş sohbet ediyordu. Kim bilir kaç gündür ağzına bir şey koymamıştı. Cibril O'nun en sadık dostuydu. Zayıf bir rivayete göre o, Allah Resûlü'ne şöyle demişti: "Ben senden sonra, yeryüzüne ancak birkaç defa ineceğim." Kim bilir belki, Hz. Muhammed'siz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir dünyada bulunmak Cibril'e de hicran olurdu... Nitekim, seneler var ki, bu dünya bize de hep hicran oldu…

Cibril'e, günlerdir ağzına bir şey koymadığını söyledi. Birden gök gürültüsü gibi bir ses duyuldu ve ardından da bir melek iniverdi. -Taberânî onun İsrafil (aleyhisselâm) olduğunu söyler.[22]- Cibril, Efendimiz'e, bu meleğin dünyaya ilk defa indiğini belirtir ve melek, Cenâb-ı Hak'tan selâm getirdiğiyle başlar söze: Allah (celle celâluhu) sormaktadır: "Melik bir peygamber mi, yoksa kul bir peygamber mi olmak istersin?"

Allah Resûlü, Cenâb-ı Hak'tan gelen bu teklif karşısında bir an mütehayyir kalır. Cibril'e bakar. Zira O, belli bir noktaya kadar Cibril'den mârifet dersi alıyordu. Hatta miraçta Efendimiz, Cibril'in Cenâb-ı Hakk'a kurbiyette takındığı tavra hayran olmuş ve bunu takdirle yâd etmişti.. evet, Cenâb-ı Hakk'ı Cibril gibi bir meleğin bildiği ölçüde bilmek -O müstesna- mümkün değildi. Cibril, Allah Resûlü'ne işaret edip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Resûlü! Rabbine karşı mütevazi ol!"[23]

Zaten bizzat Cenâb-ı Hak da Kur'ân diliyle Allah Resûlü'ne tevazuu emretmemiş miydi.? Evet, âyet: "Sana tâbi olanlara karşı tevazu kanatlarını indirebildiğin kadar indir!" (Şûrâ sûresi, 26/215) demiş ve O'na en yüksek ufku göstermişti. Burada da aynı şey olmuş ve Allah Resûlü "tevazu" diyerek "Kul bir peygamber olmayı isterim." buyurmuştu.

O, kulluğu tercih edince, Allah (celle celâluhu) da O'nun kulluğunu O'na baş tacı yaptı. Kur'ân, O'nu birçok yerde hep kulluğu ile anlattı. Müslümanlar da şehadet getirirken, O'nun Allah'ın kulu ve Resûlü olduğuna şahitlik ettiler.. evet, O, evvelâ Allah'ın kulu sonra da resûlüdür.

d. Kulluk O'nunla Büyümüştür

Herkes birilerinin kulu olabilir ve onlara ait bir tasmayı boynuna takabilir. Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ise evvel-âhir hep Allah'ın kulu ve kölesi olmuştur. O, hayatının hiçbir safhasında başkasına boyun büküp bel kırmamıştır; kırmamıştır ve ubûdiyet O'nun aslî vasıflarındandır.

O, kuldur ve Cenâb-ı Hak da Kur'ân-ı Kerim'de O'nun kulluğunu nazara vermektedir: "Allah'ın kulu (Muhammed Aleyhisselâm) O'na yalvarmak, namaz kılmak için kalkınca, neredeyse çevresinde üst üste yığılır, keçeleşirler ve birbirlerine girerlerdi." (Cin sûresi, 72/19)

Allah Resûlü'nün bu başına üşüşme işi ister cinlere, isterse Mekke müşriklerine izafe edilmiş olsun, bizim için mühim olan, O'nun Kur'ân'da 'Abdullah' olarak zikredilmiş olmasıdır. Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğunu anlatan ve bu mevzuda şüphesi olanları muarazaya davet eden şu âyette de O, 'kul' unvanıyla yâd edilmektedir: "Kulumuz Muhammed'e indirdiğimiz Kur'ân'dan şüphe ediyorsanız, siz de onun benzeri bir sûre meydana getirin. Eğer doğru sözlü iseniz, Allah'tan başka güvendiklerinizi de yardıma çağırınız. Yapamazsanız, -ki yapamayacaksınız- o takdirde inkâr edenler için hazırlanan ve yakıtı insanlarla taş olan ateşten sakının." (Bakara sûresi, 2/23-24)

Aynı zamanda O, Kur'ân'ın işaretiyle Mirac'a da kulluğu ile yükselmiştir: "Kendisine bir kısım âyetlerimizi göstermek için kulu Muhammed'i bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah'ın şânı ne yücedir! Doğrusu O, Semî ve Basîr'dir (işiten ve görendir)." (İsrâ sûresi, 17/1)

Boykot hâdisesi ve ardından da Hz. Hatice ve Ebû Talib'in vefatları, zâhirî esbap açısından Allah Resûlü'nü insanlar arasında hâmisiz hâle getirmişti. Sebepler bütünüyle ortadan kalkıp O'na destek olacak her şey yok olup ve el atacak bir dal kalmayınca, Müsebbibü'l-Esbap (sebepleri elinde tutan Allah) ehadiyet burcunda kemal-i rahmetiyle tecellî etmiş ve büyük mütefekkirin beyanı içinde, tevhid nuru ehadiyet sırrında görünmüş ve Allah Resûlü, Rabbi'ni, Mâliki'ni, Hâlikı'nı bizzat görmek üzere semalar ötesine davet edilmiş ve şanlı bir misafir olarak ağırlanmıştı.

Burada maksadımız Mirac'ı anlatmak olmadığından şimdilik o fasla girmeyeceğiz. Değişik bir hususa dikkatleri çekmek için bu girizgâha girmiş idik ki o husus da şudur: Allah (celle celâluhu), böyle mühim bir mucizeyi anlatma sadedinde, Efendimiz'in ne Kur'ân ne İncil ne de Tevrat'taki isimlerini, yani Muhammed, Ahmed ve Ahyed'i zikretmeyip, kulluğundan bahisle O'na "abdihi" demektedir.

Sanki O, "Ben bir kulum" deyince, Allah (celle celâluhu) da O'na şöyle demektedir:

"Madem sen kul oldun. Ben de kulluğu büyük bir değer ve kıymet hâline getirip onu yeryüzünde en büyük bir değer olarak kabul ediyorum. Yani nerede senin değer ve kıymetinden bahsetmek istersem, orada senin kulluğunu nazara vereceğim. Hem öyle bir nazara vereceğim ki, her Müslüman, şehadetinde, senin risaletinden evvel kulluğunu ifade edecek ve dünyanın dört bir yanı onların bu ifadeleriyle inleyecek, herkes senin kul olduğunu haykıracak. Adın anıldığında gönüller saygı ve haşyetle dolacak, diller sana salât u selâm okuyacak."

Evet, bütün bunlar oldu ve olmaktadır. Her şeyden evvel sahabe, Allah Resûlü'ne karşı olabildiğine saygılı ve tazimkârdır. O ne zaman bir meclise girse, hemen ayağa kalkarlar, tabiî her defasında da Allah Resûlü'nün, "Acemlerin kendi büyüklerine ayağa kalktığı gibi ayağa kalkmayın!"[24] ikazıyla karşılaşırlar.

O'nun huzurunda bulunurken sanki başlarında kuş varmış da onu uçurmamak için çok dikkatli davranır ve olabildiğine hassas hareket ederler.[25] Çok kere edeplerinden dolayı Allah Resûlü'ne bir şey soramazlar; soramaz da "Ah, bir taşralı gelip bir soru sorsa da, Allah Resûlü'nün dudaklarından inciler saçılsa!" temennisinde bulunurlar.[26] Fakat onların bu saygı ve tazimleri Allah Resûlü'nün tavırlarına hiç mi hiç tesir etmezdi. Zira O, dersini bizzat Cenâb-ı Hak'tan almıştı; edebi O'na Allah öğretmişti.[27]

f. Biz de Onlardan Biriyiz

Kur'ân, Efendimiz'in de içinde bulunduğu bütün insanlara şöyle hitap etmektedir: "Ey insanlar! Doğrusu Biz sizleri bir erkek ve bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler hâline getirdik ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O'na karşı gelmekten en çok sakınan müttakilerinizdir. Allah Alîm'dir, Habîr'dir." (Hucurat sûresi, 49/13)

Allah insanı Âdem ile Havva'dan yaratmış; sonra da onları dil, renk ve şekil itibarıyla farklılaştırmıştır. Ama bunların hiçbirine bizatihi farklı bir pâye vermemiştir. Beyaz siyaha, siyah sarıya sadece renginden dolayı üstün değildir. Üstünlük takva iledir. Takva ise, âyât-ı tekvîniyeyi iyi okumak, onu Kur'ân perspektifinde değerlendirmek ve en iyi şekilde hayata tatbik etmek demektir. Ulûhiyet dairesine ait sırlar takva ile inkişaf eder; hakikî kulluk da ancak takva ile gerçekleşir. İşte Allah katında en değerli olmanın ölçüsü de budur.

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu prensiplere bağlı yaşamış ve çevresindekilere de her zaman, "İnsanlardan bir insan olun!" demiş; dahası, hep öyle olmasını ve böyle kalmasını bilmiştir.

Düşünün ki, Mekke fethedilmiş; O da muzaffer bir kumandan olarak oraya girmişti. Bu esnada susadığı için bir bardak su istemişti. Zemzem kuyusunun etrafında her zaman bardaklar bulunurdu ve önüne gelen onlarla su içerdi.

Hz. Abbas, "Bunları herkes kullanıyor; gidip evden temiz bir bardak getireyim…" deyince Allah Resûlü, "Biz de onlardan biriyiz." diyerek bu teklifi reddetmiş ve suyu oradaki bardaklardan biriyle içmişti.[28]

İşte İnsanlığın İftihar Tablosu, Nebiler Nebisi, Sultanlar Sultanı, İki Cihan Serveri Hz. Muhammed Mustafa (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir müsavat prensibine bağlılık içinde yaşıyordu. Eğer yeryüzünde bir başkasına üstünlük iddiasında haklı olacak tek insan varsa o da O'dur. Buna rağmen O'nun sergilediği tablo ise işte budur.

g. Üstünlük Takva İledir

Eğer yeryüzünde bir topluluğa, takvanın dışında bir değer ve şeref izafe edilecekse, bu, Allah Resûlü'ne neseben en yakın olan bir cemaat ve topluluk olmalıdır. Yani, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin, Hz. Safiye ve Hz. Abbas olmalıdır.

Hâlbuki Efendiler Efendisi, bir hadislerinde kendisine en yakın olanlara seslenir ve bu yakınlığın onlara hiçbir faydası olmayacağını ifade buyurur:

"Ey Kureyş topluluğu! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın, zira sizin namınıza Allah katında elimden bir şey yapmak gelmez.

Ey Abdimenaf topluluğu! Nefsinizi Allah'tan satın alın. Zira sizin namınıza Allah katında elimden bir şey yapmak gelmez.

Ey Abbas! Resûlullah'ın amcası! Sen de nefsini satın al; senin namına da bir şey yapamam.

Ey Safiye! Resûlullah'ın halası! Sen de nefsini satın al; senin namına da bir şey yapamam.

Ey Fatıma! Muhammed'in kızı! Sen de nefsini Allah'tan satın al. Zira senin namına da Allah katında bir şey yapamam."[29]

Söze, yakınlık bakımından en uzak ve geniş daire olan Kureyş'ten başlar. Sonra Abdimenaf'a getirir. Ardından teker teker daha yakın fertlere seslenir.

Hz. Abbas ki, O'nun amcası ve aynı zamanda süt kardeşidir. Mekke fethine kadar bir mânâda Resûlullah'a çaşıtlık (casusluk) yapmıştır. Bu itibarla İslâm'ın ikbal dönemi açısından Hz. Abbas'ın yeri küçümsenemeyecek kadar büyüktür.

Hz. Ömer, Hz. Abbas'ı aşırı derecede severdi. Öyle ki, hilâfet günlerinden birinde yağmursuzluk ve kıtlık Medine'yi iyiden iyiye sarsmıştı. Hz. Ömer ihtimal bu musibeti -hâşâ- kendinden biliyordu. Bu da onun yüce faziletinin bir nişanesiydi. Aklına gelen bir fikirle evinden çıkıp, doğru Hz. Abbas'ın evine gitti. Kapıyı çaldı. Kendi boyuna yakın bu uzun boylu dev adamı elinden tuttu ve belli bir istikamete doğru sürüklemeye başladı.

Hz. Abbas, Ömer'in boş iş yapmayacağını çok iyi biliyordu. Onun için hiç itiraz etmeden Ömer'in ardınca yürüdü. Bir tepeye çıktılar ve Ömer, bir eliyle tuttuğu Hz. Abbas'ın elini havaya kaldırdı ve dua etti. Dudaklarından dökülen dua hakikaten yanıktı:

"Allahım!" diyordu Ömer, "Bu el, Senin Habibinin amcasının elidir. Bu el hürmetine bize yağmur ver!"

Daha eller yere inmeden, gökten şakır şakır yağmur iniyor ve Hz. Ömer ile Hz. Abbas evlerine sırılsıklam ıslanmış olarak dönüyorlardı.[30]

Hz. Abbas, bütün Abbasî sülâlesine dâyelik yapmış bir insandır. Ayrıca Hz. Abbas, ümmetin allâmesi Abdullah b. Abbas'ın babasıydı. Bu itibarla o, her tarafından faziletlerle donatılmış bir insandı.

Fakat gel gör ki, Allah Resûlü ona, "Ey Abbas! Allah katında ipotek olan nefsini Allah'tan satın almaya bak. Zira senin namına da ben bir şey yapamam."[31] diyordu. Yani, benim amcam olman, sana çok fayda vermez, sen ancak yapacağın salih amellerin bir faydasını görebilirsin, ikazında bulunuyordu.

Hz. Safiye ise, âdeta bir destan kadındı. O, Allah Resûlü'nün halası ve yine Allah Resûlü'nün havarisi Zübeyr b. Avvam'ın da annesiydi. Cesur mu cesurdu. Hatta, Hendek muharebesi esnasında Müslüman kadınların sığındığı yere bir Yahudi çaşıtlık yapmak için gelmişti. Hz. Safiye yerinden ok gibi fırladı ve elindeki sopayı yahudinin başına indirerek onu yere serdi.[32] Hele Uhud'da onun öz kardeşi Hz. Hamza'nın naaşını metanetle seyretmesi apayrı bir kahramanlık örneğiydi.[33] Evet, Hz. Safiye de dört bir yandan faziletlerle donatılmıştı ama, Allah Resûlü, halasına da aynı şekilde hitap ediyordu.

Onun en son muhatabı Hz. Fatıma ise, Cennet kadınlarının efendisi ve Allah Resûlü'nden arda kalan son emanetti. O, milyonlarca evliyâ ve asfiyânın vücuduna sebep olan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in dünyaya geliş vesilesiydi. O, anamız ve analar anası ve İki Cihan Serveri'nin de ciğerpâresiydi: "Fatıma, benden bir parçadır; onu üzen beni üzmüş, onu sevindiren beni sevindirmiş olur."[34] iltifatının da mazharıydı. O, bütün yönleriyle bir fazilet âbidesiydi ama, Allah Resûlü'nün ona söylediği de aynıydı: "Nefsini Allah'tan satın almaya bak! Zira senin namına hiçbir şey yapamam."[35]

Bilmem ki, müsavat ve eşitlik anlayışını çerçeveleyen bundan daha muhtevalı bir ifade ve bir tablo bulmak mümkün mü? İslâm, "Üstünlük takva iledir." (Hucurat sûresi, 49/13) diyor ve Allah Resûlü de hep bu prensibi tatbik ediyordu. Kaç kere O, insanlığın bu yöndeki eşitliğine dikkat çekmiş ve, "Ey Âdemoğulları! Hepiniz Âdem'densiniz. Âdem ise topraktandır."[36] buyurmuştu. Kur'ân da insanlara çeşitli âyetleriyle bu dersi vermiş ve "Sizi hor ve hakir bir sudan yaratmadık mı?" (Mürselât sûresi, 77/20) buyurmuştur. Evet, yaradılışlarına esas teşkil eden, işte şu bir damla sudur ve bu bir damla suda herkes müşterektir. Bu ise, âlemşümûl bir eşitlik ve müsavatı gerektirmektedir.

Bir başka âyette ise bu asıl, 'süzme çamur' olarak bildirilir ve "Andolsun ki, Biz insanı süzme bir çamurdan yarattık." (Mü'minun sûresi, 23/12) denilir. Ama meselenin mahiyeti değişmez; bu sefer de herkes 'süzme çamur' esasında birleşir.

h. Hakk'a Kul Olanlar Kula Kul Olmaz

Hiçbir kul diğer bir kuldan ona mâbut olacak kadar büyük olmadığı gibi, diğer kuldan ona kulluk yapacak kadar küçük ve zelil değildir. Mahlukat, Allah'ın mahluku olma noktasında müsavi ve birbirine eşittir.

Bugün yeryüzünde böyle bir anlayışın hâkim olması istenmektedir. Belli bir devrede ecdadımız bu anlayışın içtimaî hayata nasıl hâkim olacağını en küçük teferruatına kadar tatbik edip göstermiştir. Birkaç asırlık fasıladan sonra eğer bu anlayış tekrar hâkim olacaksa, o da yine bu milletle olacaktır.

"Kökü mazide bir âti" mefkûresini ruhumuza ve içinde yaşadığımız cemiyete sindirebildiğimiz zaman, arzu edilen hedefe çok yaklaşıldığı söylenebilir. Bu da hiç şüphesiz ekseriyet itibarıyla cemiyet fertlerinin müsavat düşüncesini bir hedef ve gaye hâline getirmesiyle mümkündür. Ama bu mümkün, inanıyoruz ki, bir gün mutlaka gerçekleşecektir. Fecrin emareleri bize bu müjdeyi veriyor. Çil horozun sesinde sabah vaktinin çok yakın olduğu muştusu var.

Başkalarının anladığı ve tatbike çalıştığı müsavat ve eşitlik, asla herkesi kucaklayacak keyfiyette değildir. Onlar, insanlara hep aynı şeyi yedirip-giydirmeyi müsavat zannediyorlar. Hâlbuki, insanları aynı ruhî terbiyeye ulaştırıp, onlarda bu şuuru yerleştirmeden hakikî mânâda bir müsavat ve eşitlikten söz etmek mümkün değildir.

Düşünün ki, Hz. Ömer halifeydi. Dinî meseleleri anlama ve kavramadaki dirayeti de herkesçe müsellemdi. Bir kere Allah Resûlü onun için, "Benden sonra peygamber gelecek olsaydı, Ömer olurdu."[37] demişti.

Bununla beraber söylediği bir söz karşısında Selman-ı Farisî yerinden doğruluyor ve halifeye, "Sen bunu Allah Resûlü'nden mi duydun, yoksa kendinden mi söylüyorsun?" diye sorabiliyor ve ardından da sözüne şöyle devam ediyordu: "Eğer kendinden söylüyorsan, seni dinlemiyorum. Zira ben Allah Resûlü'nden bu meselede senin dediğinden başkasını işitmiştim."

Selman azatlı bir köleydi. Nice eller değiştirdikten sonra Medine-i Münevvere'ye kadar gelmiş ve orada Müslüman olmuştu. Fakirdi, dünya namına hiçbir şeye sahip değildi. Ama rahatlıkla halifenin karşısına dikilip yanlış bildiği bir noktada ona itiraz edebiliyordu.

Hz. Ömer cevap olarak, "Hayır, ben bu sözü kendimden söylemiyorum; Allah Resûlü'nden duyduğumu aktarıyorum." deyince de derhal itirazından vazgeçiyor ve "Öyle ise söyle yâ Ömer! Seni dinliyor ve dediğine inkıyat ediyorum." karşılığını veriyordu.

İslâm'ın bütünüyle yaşandığı bir dönemde idare edenler ile idare edilenler arasında işte böyle bir adalet, müsavat ve eşitlik söz konusuydu. Bu prensipleri de bütün orijinalitesiyle İslâm getirip ikâme etmişti. Zira İslâm'da mevcut olan Hâlık-mahluk münasebeti insanları böyle hareket etmeye zorluyordu.

ı. Kur'ân Kimseye Ayrıcalık Tanımamıştır

Hz. Ömer'in, "Ebû Bekir, bizim efendimizdir. O, efendimiz Bilâl'i hürriyete kavuşturmuştur."[38] ifadesi de müsavat açısından çok mühimdir.

Bilâl, Habeşistan'dan gelmiş bir köleydi. O günün anlayışına göre, hürriyete kavuşsa da ona 'seyyid' yani 'efendi' denilemezdi. Zira efendi olmak için hür olmak yetmez, mutlaka asil ve zengin bir aileden gelmek icap ederdi. Buna rağmen Hz. Ömer, kefenin bir tarafına Hz. Ebû Bekir'i, diğerine de Bilâl-i Habeşî'yi koyuyor ve her ikisine birden, 'Seyyidüna' (Efendimiz) diyordu.

Yine Hz. Ömer, hançerlenip yatağa düştüğünde, o anda etrafında nice soylu, zengin ve âlim kişiler bulunmasına rağmen, kendi yerine imamete Suheyb-i Rumî'yi geçiriyor ve onun bu icraatı hiç kimse tarafından yadırganmıyordu.[39] İşte bu durum, eşitlik ve müsavatın bu toplumda ruhlara ne derece sindiğini göstermektedir.

Daha önce de belirtildiği gibi, İslâm'daki müsavat ve eşitlik takva esasına dayanmaktaydı. "Allah katında en değerliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır." (Hucurât sûresi, 49/13) prensibinde ifadesini bulan bu esas, insanları bir ve eşit kabul ediyordu.

Buna göre hiç kimse, kendini bir başkasından üstün göremezdi. Çünkü herkes Allah katındaki kendi konumunun hakkını vermeye çalışıyor ve verememenin endişesiyle de tir tir titriyordu.

j. İşte Gerçek Eşitlik!

Hz. Âişe, peygamber hanımı olmasıyla gururlanamazdı. Zira bizzat kendisi, Allah Resûlü'ne, "Ahirette ehlini hatırlar mısın?" diye sormuş ve O'ndan, "Yâ Âişe! Üç yer var ki, oralarda hiç kimseyi hatırlayamam: Amellerin tartıldığı anda, sıratın başında ve kitabın verildiği anda." cevabını almıştı.[40]

Ayrıca Kur'ân-ı Kerim de, fert olarak hiç kimseye ayrıcalık tanımamış ve "Hepiniz muhakkak Cehennem'e uğrayacaksınız!" (Meryem sûresi, 19/71) buyurmuştur.

Hz. Âişe, bu âyeti hatırladıkça gözyaşı dökmüş ve ağlamıştır. Hâlbuki o, daha gözlerini hayata açar açmaz erkek olarak karşısında İki Cihan Serveri'ni bulmuştu. Bakışı asla ağyâra kaymamıştı. Allah Resûlü'nün hanesine geldiğinde çocuklarla oyuncak oynayacak kadar saf ve duru bir gönüle sahipti. Eğer peygamberlerden başkasına günahsızlık izafesi uygun olsaydı, Hz. Âişe bu ufkun biricik kahramanı olurdu.

Aynı zamanda o, bir ilim âbidesiydi. Bilhassa kadınlarla ilgili dinî meseleler, büyük ekseriyetle hep onun tarafından rivayet edilmiştir. Onun kapısı her zaman ilim âşıklarına açık olmuştur. Bununla beraber Hz. Âişe, gerek Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde gerekse daha sonra hep duru ve sade bir hayat yaşamış ve kendisini İslâmî prensiplere göre şekillendirmiştir.

Allah Resûlü'nün hanımı ve Hz. Ebû Bekir gibi bir zatın kızı olmak ve belli ilmî bir kariyere sahip bulunmak onu asla değiştirmemiştir. Allah Resûlü ve babası Hz. Ebû Bekir gibi o da insanlardan bir insan olmayı ve öyle yaşayıp, öyle kalmayı bilmiştir. Eğer denecekse, işte buna eşitlik denebilir.

k. İslâm'ın Müsavat Âbidesi: Hz. Ömer

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) halifeydi ve hayatı boyunca Allah Resûlü'nün nice iltifatlarına mazhar olmuştu. 'Hak ile bâtılı birbirinden ayıran' mânâsına 'Faruk' ismi de ona bizzat Allah Resûlü tarafından verilmişti.[41] Ayrıca İki Cihan Serveri onun için, "Benden sonra peygamber gelecek olsaydı Ömer olurdu."[42] demişti. Yine onu yeryüzündeki iki vezirinden biri olarak işaretlemişti. Diğeri ise Hz. Ebû Bekir'di (radıyallâhu anh).[43]

O da, iman ve ilimde nurdan bir âbide gibiydi. Aynı zamanda daha dünyada iken Cennet'le müjdelenenlerdendi. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) berzahî tablolarda gördüklerini böyle tevil etmiş ve "Bana rüyamda bir bardak süt ikram edildi. İçtim ve onu iliklerime kadar hissettim. Gerisini de Ömer'e verdim." demişti. Sahabe tevilini sorunca da "O, ilimdir." buyurmuşlardı.[44]

Bir defasında da, "İnsanlar bana arz olundu. Hepsinin üzerinde elbiseler vardı. Kiminin elbisesi göbeğinde, kimisininki de dizlerindeydi. Ömer de arz olundu. Onun elbisesi başından aşkındı." dedi. Sahabe tevilini sorunca, Allah Resûlü, "O, imandır." cevabını verdi.[45]

Onun dirayet ve kiyaseti herkesçe müsellemdi. Bu sebeple idi ki, Hz. Ebû Bekir gibi bir firaset insanı hiç düşünmeden onu halife olarak yerine tavsiye etmişti. İtiraz edip, "Allah'a nasıl hesap vereceksin?" diyenlere, "Onlara içlerinden en hayırlılarını halife olarak bıraktım." derim, cevabını vermişti.[46]

Ancak bütün bunlar, Hz. Ömer'in kendisini insanlardan bir insan görmesine ve ahiret endişesiyle iki büklüm olmaması için yeterli değildi. Zira onun müsavat anlayışı tam bir takva esasına dayanıyordu.

Bir sabah namazı vaktiydi. Ezan okunmuş ve cemaat saf saf durmuş, imamını bekliyordu. Ömer (radıyallâhu anh) içeriye girmiş, imamete geçmiş ve her zamanki gibi, "Safları düzeltin!" diye seslenmiş ve tam namaza durmuştu ki, Allah huzurunda arkasından yediği bir hançer darbesiyle yere yığılmış ve sadece, "Yakalayın, köpek beni vurdu!" diyebilmişti.

Evet, hançeri tutan o terörist el kudurmuş bir köpeğe benziyordu. Bu çılgın adam aynı safta bulunanlardan tam on üç kişiyi de yaralamış ki, bunlardan dokuzu daha orada can vermişti.

Hz. Ömer'i (radıyallâhu anh) evine götürdüler. Namazı Hz. Abdurrahman b. Avf (radıyallâhu anh) kıldırdı. Namazı müteakip bütün cemaat Hz. Ömer'in (radıyallâhu anh) evine dolmuştu. O (radıyallâhu anh) ise uzanmış upuzun yatıyordu.

Getirilen tabip, "En çok sevdiğin ne ise onu iç!" deyince, Ömer bir bardak nebiz içti. Fakat içtiği bu nebiz paramparça hâle gelmiş bağırsaklarından olduğu gibi dışarıya çıktı. Süt getirdiler. İçtiği süt de aynı şekilde dışarıya çıkıverdi.

Herkes başucundaydı ve hıçkırıklar boğazlarında düğümlenip kalmıştı. Doktorun, "Yâ Ömer! Vasiyetini yap!" dediği duyulunca bir anda içeride bir feryâd ü figan koptu. Herkes dövüne dövüne ağlıyordu. Ömer (radıyallâhu anh) "Ağlamayın! Ağlayacak olan yanımdan çıksın. Siz, Allah Resûlü'nü, 'Ehlinin ağlamasıyla ölü muazzeb olur.'[47] dediğini duymadınız mı?" diyerek onların ağlamasına mâni olmaya çalışıyordu.

Ömer (radıyallâhu anh) İbn Abbas'a, "Bakın bakalım, beni vuran kimdir?" diye sordu. Gelen habere göre, onu Muğîre b. Şu'be'nin kölesi İranlı Firuz vurmuştu. Ömer (radıyallâhu anh) bunu öğrenince, "Allah'a hamd olsun ki, benim kanımla bir Müslüman elini kirletmedi." dedi.

Bir ara dalmıştı. Başucunda duran oğlu Abdullah, gözlerini babasından bir an bile ayırmıyordu. Hz. Ömer'de bir düşünce, hem de yüreğini dağlayan bir düşünce vardı. Gözlerini açarak ümitsiz bir ifadeyle, "Oğlum! Git, Hz. Âişe'ye benden selâm söyle. Fakat sakın, 'Emirü'l-Mü'minînin selâmı var.' deme. Zira şu anda ben Mü'minlerin Emiri değilim. De ki, 'Ömer senden, iki arkadaşıyla (Peygamber Efendimiz ve Hz. Ebû Bekir) beraber yatmasına müsaade ve izin istiyor.'"

İbn Ömer babasının emrini yerine getirmiş ve Hz. Âişe'nin evine gitmiş ve onu bir köşede oturmuş ağlıyor bulmuş. Ona babasının arzusunu söyleyince, Hz. Âişe Validemiz, "Vallahi, orayı ben kendim için düşünmüştüm ama, Ömer'i nefsime tercih ederim!" deyivermişti...

İbn Ömer (radıyallâhu anh) bu müjdeli haberle dönüp babasını müjdeleyince, Ömer anında rahatlamış ve dudaklarından şu cümle dökülmüştü: "Vallahi, işte benim arzum buydu!"

Kendisine, "Yerine birisini tayin et!" dediklerinde, O, "Yerime kimseyi tayin etmiyorum. Sadece halife seçimini şu altı kişinin istişaresine havale ediyorum: Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf ve Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallâhu anhüm). Eğer halifelik Sa'd'a nasip olursa ne a'lâ. Yok aksi olursa, seçilecek halife daima ondan yardım istesin. Zira ben onu ne ihanetinden ne de aczinden dolayı azletmemiştim." diye konuştu.[48]

O, bu esnada çok kere gözünü açamayacak kadar halsizleşiyordu ve başındakiler ne yemek ne de su teklifiyle onu uyandıramıyorlardı, ama "Ömer, namaz vakti geçiyor!" dendiğinde o (radıyallâhu anh) birden fırlıyor ve "Namaz! Namazsız adamın İslâm'dan nasibi yoktur." diyor ve namazını eda edip tekrar uzanıyordu.[49]

İbn Abbas anlatıyor: O günlerde Ömer'i mükedder ve mahzun görünce, "Yâ Ömer!" dedim, "Senin İslâm'ın tam nusret, hilâfetin de fetihtir. Vallahi, senin imametin zamanında yeryüzü adaletle doldu. İki davalı sana gelse, neticede mesele senin sözlerinle nihayet bulurdu."

Ben bunları söyleyince, Ömer, "Beni oturtun!" dedi. Oturdu ve "Ey Abbas'ın oğlu! Biraz evvel söylediklerini bir daha tekrar et." dedi. Ben de aynı şeyleri tekrar ettim. Bunun üzerine Ömer sordu: "Bütün bu dediklerine kıyamet günü, mahşer meydanında ve Allah karşısında da tekrar edecek misin?" Ben, "Evet!" deyince, Ömer âdeta sevincinden uçacak hâle gelmişti.

Kapıda hıçkırıklarını tutamayıp ağlayan Ka'b b. Mâlik, "Eğer Mü'minlerin Emiri istese Allah ondan emanetini almaz." diyordu. Ömer bunu işitince, "Allahım, emanetini al!" diye dua etmişti.[50]

Hicretin 23. yılında 26 Zilhicce Çarşamba günü yaralanmış ve dört gün kadar hasta yattıktan sonra, 1 Muharrem Pazar günü gözlerini bu fâni dünyaya kapayıp ebediyet iklimine ve hasretini çektiği âleme göç etmişti. Vefat ettiği gün hicretin 24. senesiydi ve o 63 yaşında bulunuyordu…

Yıkanıp kefenlendi. Namazını Suheyb b. Sinan kıldırdı. Daha evvel müsaadesi alınan yere defnedildi. Böylece, başı Allah Resûlü'nün etekleri hizasında olmak üzere ebedî istirahatgâhına tevdi edilmişti.[51]

Etrafta ölüm haberi duyulunca, titreyen dudaklardan ürperti hâlinde şu kelimeler dökülüyordu: "Ömer, İslâm'ın kalesiydi ve şimdi o kale yıkıldı!"[52]

Ölüm haberini duyan Abdullah b. Mesud, "İlmin onda dokuzu gitti."[53] demişti. Onun ölümüne ağlayan sadece insanlar değildi. Hz. Âişe, "Cinler de Ömer için ağladı."[54] der.

İbn Abbas anlatıyor: Ömer'i rüyamda görebilmek için tam bir sene dua ettim. Neticede bir gün onu rüyamda gördüm. Alnındaki terleri siliyordu. Sordum: "Ne ile karşılaştın?" Cevap verdi: "Hesaptan şimdi kurtuldum. Eğer Rabbimi Raûf ve Rahîm bulmasaydım, ben bu gün mahvolmuştum."[55]

Oysaki o bir sahabiydi ve her sahabi ilâhî imtiyazla serfirazdı. Evet, onlar gökteki yıldızlar gibiydi. Hele Ömer, hele Ömer... Düşünün ki onlar, "Tâbiînin en büyüğü, sahabenin en küçüğü olan Vahşî'nin atının burnundaki toz kadar dahi olamaz."[56] veli sözündeki mazhariyetle mâruf idiler.

Ama onlardan hiçbiri kendilerine ezel canibinden verilen bu pâyeyi bir üstünlük vasıtası olarak görmüyorlardı. Evet, "Biz sahabeyiz, dolayısıyla diğer insanlardan üstünüz." iddiasında bulunan bir tek sahabi yoktur. Aksine onlar kendilerini hep insanların en mücrimi saymışlardır. Dünya adına gördükleri nimetlere sevinmemiş, aksine ağlamışlardır.

İşte onlardan biri: Habbab b. Eret, ne zaman Mus'ab'ı hatırlasa ağlardı. Niçin ağladığı sorulunca da durumunu şöyle anlatırdı: "Mus'ab Müslüman olduğunda Mekke'nin en yakışıklı genciydi. O, sokaktan geçerken kadın ve genç kızlar pencerelere üşüşür, onu seyrederlerdi. Mekke içinde Mus'ab kadar güzel giyinen ve güzel kokular sürünen yoktu. Hâlbuki Uhud'da şehit düştüğünde ona kefen bezi bulunamamıştı. Başını bir parça bezle örtmüş, ayaklarına da izhir otu koymuş ve Mus'ab'ı işte böyle gömmüşlerdi. Hâlbuki şimdi biz dünya nimetleri içinde yüzüyoruz. Ahiret nimetlerini burada tüketmiş olacağımdan korkarım. İşte bunu düşünüyor ve bunun için gözyaşı döküyorum."[57]

Ebû Hüreyre, üzerine giydiği bir keten elbiseden dolayı kendini itap ediyor ve "Daha dün açlıktan bayılırdın da Medine çocukları seninle alay ederlerdi. Şimdi durmuş keten elbise ile çalım satıyorsun!"[58] diyordu.

Misalleri çoğaltmak ve daha bir hayli misal bulmak mümkündür. Sahabeden sonra aynı ruh hâli, sonraki büyükler için de söz konusuydu.

İşte Ebû Hanife, İmam Malik, Şafiî, Ahmed b. Hanbel (radıyallâhu anhüm) gibi fıkıh ve hukuk sahasının usûl ve terminoloji vaz'eden büyük dâhileri...

İşte, İmam Gazzâlî, İmam Rabbânî, Şâh-ı Geylânî, Şâzilî, Muhammed Bahauddin ve Mevlâna gibi mânâ erleri ve kurbet kahramanları...

İşte Battânî, Bîrûnî, Cabir b. Hayyam, İbn Heysem ve Ali Kuşçu gibi ilim devleri...

… Ve işte Halid, Ukbe, Nureddin, Selahaddin, Alparslan, Fatih ve Yavuz (radıyallâhu anhüm) gibi kışla ruhuyla yetişmiş askerî ve idarî sahanın komutan ve liderleri...

l. … Ve İşte Canlı Bir Örnek:

Ömer b. Abdülaziz Aksâ-i Mağrip'ten Aral gölüne, Hadramut'tan Anadolu içlerine kadar çok geniş bir ülkeyi idare eden, ilimde ve idarecilikte yed-i tûlâ sahibi bir halifeydi.

İdaresi altında bulunan yerlerde sadaka veya zekât verilebilecek fakir, yoksul kimse kalmamıştı.

Meymun b. Mihran, "Altı ay Ömer b. Abdülaziz'in yanında kaldım. Bir gün olsun elbisesini değiştirdiğini görmedim. Sadece cumadan cumaya üzerindeki elbiseyi yıkardı." der.[59]

Hastaydı. Yanına giren kayınbiraderi Mesleme b. Abdülmelik, onu biraz daha iyi görünce halifenin durumunu merak eden ve ısrarla izin isteyenlere o gün izin verilebileceğini düşünmüştü. Ancak halifenin üzerindeki elbise çok kirliydi. Ömer b. Abdülaziz'in hanımı ve kendisinin de kız kardeşi olan Fatıma'ya, "Bugün halifenin durumu biraz daha iyi. İnsanlara izin verelim de onu ziyaret etsinler. Ancak üzerindeki elbise çok kirlenmiş. Hemen onu değiştiriver!" dedi.

Kız kardeşinde bir hareket görmeyince kızdı ve biraz daha sertçe sözlerini tekrarladı. Ancak aldığı cevap müthiştir. Fatıma, "Vallahi, halifenin üzerindeki elbiseden başka elbisesi yok!"[60]

Bir defasında da yamalı bir elbiseyle cuma namazını kıldırmıştı. Namazdan sonra bir müddet oturmuş ve etrafına halkalanmış cemaatiyle orada bulunanlardan biri, "Ey Mü'minlerin Emiri! Allah (celle celâluhu) sana bu kadar mal-mülk ve böyle bir saltanat vermiş. Biraz daha iyi giyinip kuşansan olmaz mı?" demişti.

Halife başını eğmiş, bir süre hiç konuşmadan öylece durmuştu. Belli ki o bu sözden hoşlanmamıştı. Neden sonra başını kaldırmış ve mübarek dudaklarından şu hikmet dolu cümle dökülmüştü: "En faziletli iktisat, bollukta yapılan ve en faziletli af, muktedirken olandır."[61]

Ömer b. Abdülaziz'in de içinde bulunduğu tâbiîn devri öyle velûd, öyle münbit bir devirdi ki, o devrede başı ve gözü Arş'a, elleri yıldızlara değecek yüzlerce insan vardı: Muhammed b. Münkedir, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe, Muhammed b. Kâ'b el-Kurezî, Recâ b. Hayve, Salim b. Abdullah ve Ebû Hâzim bunlardan sadece birkaç tanesi…

Bunlardan Muhammed b. Münkedir sabahlara kadar ağlar ve içini Allah'a dökerdi. Bir gün annesi dayanamamış, "A be evlâdım! Eğer seni çocukluğundan beri elimde büyütmüş olmasaydım, kim bilir hangi günahına ağlıyor, diyecektim. Ama ben seni doğduğun günden beri tanıyorum. Söyle bana hangi günahın var ki, bu kadar ağlıyorsun?" demişti. Buna karşılık o ise annesine şu cevabı vermişti: "Kur'ân-ı Kerim'de ki bir âyetin benim için söz konusu olması endişesi." dedi ve âyeti okudu: "Hiç hesaba katmamış oldukları şeyler Allah tarafından karşılarına çıkarılıverdi." (Zümer sûresi, 39/47) Evet o "Ben Allah'tan ummadığım şeylerin aleyhimde ortaya çıkmasından korkuyorum." diyordu."[62]

Şimdi bu şuurda olan bir insanın kendisini başkalarından üstün görmesine imkân var mıdır? Hele böyle insanlardan meydana gelmiş bir toplulukta hiç sınıf farkı olur mu? İçe doğru bu kadar derin bir cemaatin bir papaz, bir haham gibi başkalarının günahlarının affına vesile olabileceklerini iddia etmeleri hiç düşünülebilir mi? Evet, onlar hep kendi aflarına ferman beklemiş ve hayatlarını bir mânâda akrebin kıskacında geçirmişlerdi.

İşte bu müsavat, şanlı tarihimiz boyunca halifeyi kapısında çalışan hizmetçi ile yan yana getirmiş ve hizmetçi, "Hakkımı istiyorum!" dediği zaman, halife bu büyük hak karşısında dize gelmiş, belki de kendisini hizmetçisinin karşısında eğilmeye zorlamıştı.

İşin aslına gelince, İslâm'da her şey Allah hâkimiyetine bina edilmektedir. Yani, herkes Hakk'ın kuludur ve herkes O'nun karşısında iki büklüm olur, serfürû eder. İşte gerçek müsavat da bundan doğar. Yoksa, tantanalı nutuklar atılması, bunun için kitaplar yazılması, beynelmilel beyannameler neşredilmesi ile müsavat adına bugüne kadar bir adım atılmadığı gibi bundan sonra da atılamaz ve atılamadığı da meydandadır.

İnsanların Allah'ın kulu olduğu kabul edilmedikten sonra, şahıslardaki firavunluk yıkılsa bile onun yerini cemaat ve millet firavunluğu gibi firavunluklar alacak, haklar çiğnenecek ve adalet gerçekleşmeyecektir.

İstibdat bir şahıstan alınıp tevzi edilse de yine istibdattır. Zira, kuvvet hakta olmalı, kuvvetin hakkın elinde olduğu kabul edilmeli, fertler Hakk'a hesap vereceklerine inanmalıdır ki, en büyük başlar en küçük başlar karşısında eğilsin. İcabında halife-i rûy-i zemin, başını sıradan bir insanın ayağının altına koyabilsin; Ömer gibi "Bas ayağını şu yüzüme!" diyebilsin…

…Ve yine; Türkiye kadar bir eyaleti idare eden valilerden herhangi biri, yanlışlıkla sırtına yüklenen yükü, gönül inşirahı içinde yüklenip götürsün ve şöyle desin: "Mademki Allah Resûlü, 'İnsanların efendisi, onlara hizmet edendir.'[63] buyurmuştur. Öyle ise bu yükü taşımak benim en aslî vazifemdir. Bana bu vazifeyi yapabilme güç ve imkânını verdiği için Cenâb-ı Hakk'a hadsiz hamd ü sena olsun."

m. Eşitliğin Kadın-Erkek Buudu

Eşitliği, ütopya yazarlarının tersim ettiği üstûrelerde, anlattıkları masallarda aramak yanlıştır. Ne silah zoruyla ne de kaba kuvvetle müsavat meydana getirilemez. İnsanlar gönül duruluğuna erdiği zaman o kendi kendine gerçekleşir. O, önce Arş-ı Âzam'ın küçük bir fihristi olan insan vicdanında mâkes bulur, oradan da hayat-ı içtimaiyeye akseder ve gider toplumda billûrlaşır.

Allah'ın (celle celâluhu) beyanı, Resûl-i Ekrem'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tebliği ile Müslümanların hayatında pratik mânâda tatbik gören ve yaşanan müsavat da işte budur. Müslümanların 15 asır evvel ulaştıkları bu noktayı Batılının bugün bile yakalamış olduğu söylenemez.

Bizim bir kısım safdil aydınlarımız ve yarım okumuş zavallı düşünürlerimiz ise, her şey Batıdan geliyor zannederek, ellerindeki bütün cevherleri atmak suretiyle Batının bir kısım eracifine, temelsiz düşüncelerine talip oldular. Hâlbuki onların ve bütün insanlığın aradığını, İslâm tam 15 asır evvel gerçekleştirmişti.

Aynı zamanda İslâm'ın getirdiği, mutlak bir müsavattı. Evet, başka sistemlerin akıl ve hayallerine gelmeyen kadın-erkek arasındaki müsavatı da, en ideal ölçüleriyle, yine İslâm getirip yerleştirmiştir. Meseleye bir de bu yönden bakılacak olursa, İslâm'ın müsavat prensibindeki derinlik daha iyi anlaşılıp idrak edilecektir.

Kur'ân, Hz. Âdem'in yanında Hz. Havva'ya da yer vermiş; âdeta her ikisini bir elmanın iki parçası olarak kabul etmişti.

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan da eşini var eden ve ikisinden pek çok erkek ve kadın meydana getiren Rabbiniz'e hürmetsizlikten sakının!" (Nisâ sûresi, 4/1) âyeti dahi bu ifademizi ispata yeterlidir.

Hâlbuki Kur'ân'da bu mânâyı ifade eden daha nice âyetler var...

Kur'ân bunu 15 asır evvel anlatıyordu. Ama, binlerce sene evvel gelen ilâhî mesaj da bundan farklı değildi. Hz. İbrahim ve Hz. Nuh'a gelen vahiy de bu hakikati anlatıyordu. Kadın, erkeğin bir parçasıdır ve ondan ayrı düşünülemez. Ne var ki, biz bu hakikati de Kur'ân'dan öğrendik ve kadının nasıl muallâ bir mevkie yükseltildiğini Kur'ân'la müşâhede ettik.

ma. Cennet, Anaların Ayakları Altındadır

Fransız İhtilali'nden sonra Bastil serserilerinin ortaya atıp münakaşasını yaptıkları mevzulardan biri de kadın haklarıdır. O devirde kadının ruhunun olup olmadığı, insan mı yoksa şeytan mı olduğunun tartışması yapılıyordu. Yirminci asırda da konuşulanlar aynı şeyler…

Hâlbuki 15 asır evvel İslâmiyet tarafından kadının elinden tutulmuş, erkeğin yanına çıkarılmış ve ona lâyık olduğu en muallâ mevki verilmiştir.

Bakın, sahabi, Allah Resûlü'nün huzuruna geliyor ve soruyor: "Benim iyiliğime en lâyık olan kimdir?" Allah Resûlü, "Annen!" cevabını veriyor. O, bu sorusunu üç kere tekrar ediyor ve hepsinde aynı cevabı alıyor. Dördüncüde ise Allah Resûlü, "Baban!" buyuruyordu.[64]

Kadın o dönemde o kadar büyüyordu ki, Hz. Ebû Bekir Resûl-i Ekrem'in zevcelerinden biri olan kendi öz kızı Âişe'ye "Anam" diye hitap ediyordu. Efendimiz de, "Cennet, anaların ayaklarının altındadır."[65] buyuruyordu.

Evet, seni yetiştiren ananın ayağının altına yüzünü sürebilir ve onu hoşnut edebilirsen, rahmetinden ümit edilir ki, Allah o yüze Cehennem'i göstermez. Evden ayrılırken ve eve döndüğünde, ananın buruşmuş ayaklarına dudaklarını sür, duasını almaya çalış ki, fert, cemiyet ve millet olarak mutlu olmanın yolu bundan geçer.

Ana deyip geçme; yerinde o seni sırtında taşır; an olur ve dem gelir, silah kullanmasını da bilir; gerekirse silahını omuzuna alır ve Palandöken'e tırmanıverir. Kurt Paşa'nın ordularının bozulduğu yerde, Rus ordularına karşı savaşır; ırz, namus ve evlâdını korumasını da bilir.

Siz, kaideler üzerinde âbideler yaparsınız. Sizin o âbideleriniz, onun ayağının altında toz bile olamaz. İslâm, ananın âbidesini kurbet zirvelerinde çoktan kurmuştur. İslâm sayesinde ana o kadar yükseltilmiştir ki, sadece Allah'a karşı eğilmesi gereken baş, bir de ananın ayakları için eğilmiş ve "Cennet, anaların ayakları altındadır."[66] denilmiştir.

Arş, Cennet'in tavanıdır. Ananın ayağı ise, Cennet'in üst katındadır; zira, fâniler arasında en muazzez varlıktır ana. O, yeryüzünde dolaşırken gökteki bir baştır ve bütün başlar onun ayaklarının altındadır. Onun pabucunun tozu, gözlere sürme kadar aziz ve ayaklarına sürülen yüzler, Arş eşiğindeki başlar kadar yücedir.

Ana inleyen bir varlıktır. Bütün bir hayat boyu inleyen ve sızlayan... Onun analığı evlâtla kaimdir; "Anam!" diyen bir evlâtla.. evlât olmayınca ana ana değildir. Bilmem ki, anaya "Anam!" demeyen evlâda ne demeli? Ananın emeli bir evlât, bazen de başka bir şeydir; mânâ gibi, ruh gibi, ideal gibi bir şey...

Ana vardır, dünyaya getireceği yavruyu Hak yoluna adar. Ana vardır, bir yavru ister; ama elde edemeden inkisar içinde gider. Ana vardır, izah edemeyeceği yavrunun hesabıyla iki büklüm olur ve "Keşke daha önce ölüp de unutulup gitseydim!" (Meryem sûresi, 19/23) der. Ana vardır, evlâdıyla derbeder ve bednâm olur, adı kötüye çıkar. Ana vardır, Firavunun otağında bir milletin gözdesidir. Ana vardır, peygamber evinde şeytanın bendesi; ana vardır, sessiz, belirsiz ve meçhuldür; fakat güller, çemenler yetiştirir. Ana vardır, destanlara sığmaz; ama zihinlerde, sinelerde ve hislerdedir. Ana vardır, kâğıttadır, kalemdedir, romandadır...

Toprak tohuma, kaynak çağlayana, Havva insanoğluna anadır. Meryem bir ruha (İsa), Âmine bütün bir hakikate, varlığın sırrına, sırların özüne...

İyisi de vardır, kötüsü de ananın... İyisine canlar feda! Ya kötüsüne, tali'sizine ne demeli? Evlâdını güldürmemişe ve evlâdından yana gülmemişe, gün yüzü görmemişe...

Ana-evlât, iki vücut bir ruh. Evlât, ananın vücudundan bir parça. Kucaklarda dilrubâ, emekleyen yumurcak.. bazen de birbirini takip eden ayrılışlarla ana için sineyi yakan bir kor, kalbe saplanan bir mızrak olur. Gelişme dönemi, tahsil hayatı, askerlik veya gelinlik çağı... hepsi birer hicran demidir.

Evet, bunların her biri, ananın yüreğini ağzına getiren bir ızdırap dönemecidir. Ana, her zikzakta bir sürü gözyaşı döker; yavrusunun okuma ayrılığına, izdivaç ayrılığına ve askerliğine...

O, daima ağlar, daima bir buhurdan gibi tüter. Teselli bulup durduğu olduğu gibi, sel sel olan gözlerinin yaşında boğulduğu da olur. O, mukaddeslerine, vatanına, namusuna kurban verdiği yavrusunu Hakk'a sunulmuş armağan sayar ve teselli olur. Bir hiç uğruna ölene gelince, işte burada ananın dili tutulur.

Ana, beşikteki yavrusuna ninni söylerken, küffâra karşı şehit olan evlâdına da koşmalar dizer; dizer ve onlarla avunur:

Burası Yemen'dir,
Gülü çemendir,
Giden gelmiyor
Aceb nedendir.
Aceb nedendir.

Gözlerde şehit silueti, kulaklarda Cennet ırmakları gibi onun sesi, sızlanışı:

Küffâr Kırım'ı aldı anam,
Düşman yurduma daldı anam,
Irzım pâyimâl oldu anam,
Ben oraya giderim.

Oraya gider ama, Kırım'da küffâra iltihak eden, Plevne'yi unutup Tuna'da tenezzühe çıkan da vardır. İşte ananın belini büken bunlardır. Düşmanına dost, dostuna düşman evlât. Ne desin ana bu girift bilmeceye.

Bu durumda bize: "Vay benim tali'siz anam! Kalbi rahatsız anam! Dizine vurup saçını yolan anam! Kim etti bunları sana? Kim kıydı kalbinin semeresine, gözünün nuruna? Kıralım o elleri. Su serpelim ateşine." demek düşer.. ve şunları söylemenin zamanıdır sanırım:

"Artık ağlama anam! Gözyaşlarından meydana gelen bulutlara bak, ta Arş'a kadar yükseldi. Bak, şimdi orada şimşekler, burada rüşeymler, dağınık kâkülünü düzeltmen için sana gamze çakıyorlar. Şimdilerde hepimiz senin feryadına koşuyoruz. Dudağımızda kurtuluş nağmesi, elimizde Yusuf'un gömleği, çîn-i cebînine (çatık kaşına) ve yaşaran gözlerine sevinç müjdesiyle karşındayız. Sessiz infiallerin ve asırlık ızdırapların dinsin artık. Bak, başımız Cennetlere merdiven o mübarek ayaklarının altında...

mb. Kadın Muallâ Mevkiini İslâm'da Bulmuştur

İslâm'ın kadına verdiği değer ve ona tanıdığı müsavat hakkı sadece analığı yönüyle değildir. İslâm'da kadın, aynen erkek gibi cemiyetin bir parçası olarak kabul edilir. Birçok noktada onun da görüşü alınır ve kendisiyle istişare edilir.

Bunun pratikte en güzel örneğini yine Fahr-i Kâinat Efendimiz'de görürüz. O ki, vahiy ile müeyyet Nebiler Sultanı'dır. Önüne gelen bütün problemlerin çözümü doğrudan doğruya Arş-ı Âzam'dan halledilmiş ve çözemediği hiçbir problem, halledemediği hiçbir mesele kalmamıştır.

Bernard Shaw, "Yığın yığın müşküllerin üst üste çözüm beklediği günümüzde, bir kahve içme kolaylığı içinde müşkülleri çözen Hz. Muhammed'e ne kadar muhtaç bulunuyoruz." derken ne kadar haklıdır!

Evet, üst üste yığılmış müşküller, problemler çözüm bekliyor. Yağdan kıl çeker gibi müşkülleri çözüveren O Fahr-i Kâinat Efendimiz mübarek nazarıyla bir kere bakıverse, yani şahs-ı mânevînin teşekkülü ile o büyük mânâ ve ruhtan istimdat edenler arz-ı dîdâr ediverse, insanlığın içinde bulunduğu bütün müşküller âdeta kendi kendine çözülüverecek ve yollar gidip düzlüğe erecektir. İşte Fahr-i Kâinat Efendimiz budur.

Bununla beraber O, çok defa hanımlarıyla oturur, bir arkadaş gibi onlarla bazı meselelerin müzakeresini yapardı. Vahiy ile müeyyet olan O zâtın (sallallâhu aleyhi ve sellem) böyle bir şeye ihtiyacı yoktu ama, ümmetine bir şey öğretmek istiyordu: Kadın, o güne kadar olduğundan çok farklı bir yere oturtulacaktı ve işte O, bu önemli vazifeyi bilfiil temsil ediyor ve gösteriyordu.

Hudeybiye anlaşması Müslümanlara çok ağır gelmişti. Öyle ki, herkes öldüren bir gerginlik içine girmişti. Bu arada Allah Resûlü, kendisiyle umreye gelenlere, kurbanlarını kesmelerini ve ihramdan çıkmalarını emretmişti. Ancak sahabe, acaba verilen kararda bir değişiklik olur mu diye, meseleyi biraz ağırdan alıyordu. Allah Resûlü, emrini bir kere daha tekrarladı. Ancak, sahabedeki o ümitli bekleyiş tavrı değişmedi.

Aslında bu ağırdan alma, Allah Resûlü'ne karşı asla bir muhalefet değildi; sadece başka bir alternatifin olup olmadığını öğrenmekti. Zira Kâbe'yi tavaf etmek üzere yola çıkmışlardı ve bu mülâhaza ile Hudeybiye anlaşmasındaki şartlarda bir değişiklik beklentisi içinde bulunuyorlardı.

İki Cihan Serveri, sahabedeki bu durumu sezince hemen çadırına girdi ve hanımı Ümmü Seleme Validemiz'le iştişarede bulundu. Bu ufku geniş kadın, istişarenin hakkını vermek için fikrini beyan etti. Çünkü o da biliyordu ki Allah Resûlü onun diyeceklerine muhtaç değildi. Ne ki, Allah Resûlü böyle bir istişare ile bize içtimaî bir ders veriyordu.

Validemiz, Allah Resûlü'ne şu mealde sözler söyledi: "Yâ Resûlallah! Emrini bir daha tekrar etme. Belki muhalefet eder ve mahvolurlar. Fakat sen, kendi kurbanlarını kes ve onlara bir şey demeden ihramdan çık. Onlar verdiğin emrin kesinliğini anlayınca, ister istemez sana itaat edeceklerdir."

Allah Resûlü de zaten böyle düşünüyordu. Hemen bıçağını eline aldı ve çadırından çıkarak kendine ait kurbanları kesmeye başladı. O daha birkaç kurban kesmişti ki, sahabe de kendi kurbanlarını kesmeye koyuldu. Çünkü artık verilen karardan dönüş olmadığını anlamışlardı.[67]

Şimdi acaba hangimiz, kadınlara bu denli değer veriyoruz? Bir aile reisi olarak kaç kişi aile hayatında hanımıyla istişareye yer vermektedir? İslâm'ın kadını esir ettiğini söyleyen bütün şom ağızların kulakları çınlasın! Acaba O Zât'ın asırlar evvel yapıp ortaya koyduğu bu harika icraatın, aradan bu kadar zaman geçmiş olmasına rağmen onda birini yapabiliyorlar mı?

mc. Kadın Bir Bütünün Yarısıdır

Kadın haklarını müdafaa edenlerin düşüncelerinde bile kadın hâlâ ikinci dereceden bir varlık olmaktan kurtulmuş değildir. Oysa biz, kadına bir vâhidin yarısı nazarıyla bakıyoruz. O, öyle bir bütünün parçasıdır ki, diğer parçanın işe yaraması için onun mevcudiyeti şarttır. Öyleki, bu parçalardan her biri, diğerinin gerçek değerini bulması bakımından önemli bir esastır. Elverir ki, Allah'ın (celle celâluhu) vaz'ettiği ölçülere riayet edilsin ve denge için yaratılan bir şey dengenin aleyhinde istismar edilmesin...

Ayrıca, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) hareketleriyle kadınlara karşı lütufkâr davrandığı gibi, sözleriyle de hep bu şekilde davranmayı teşvik etmiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyururlar: "Mü'minlerin iman bakımından en kusursuzu, ahlâkı en güzel olanıdır. Ahlâkı en güzel olanınız da, kadınlarınıza en güzel davrananınızdır."[68]

Evet, ahlâk ile insan öyle ulaşılmaz zirveleri tutar, öyle insanî semalara yükselir ki, hiçbir ibadetle o makamları elde etmek mümkün değildir.

Görülüyor ki, kadınlık O'nun nurlu beyanlarıyla kendi şeref ve haysiyetini garanti altına almış; o güne kadar ayaklar altında çiğnenen, hor ve hakir bir varlık olarak görülen o, dünya ve ukbâ saltanatını elde etmiştir.

Allah (celle celâluhu) mucizbeyan fermanında kadın erkek tefrik etmeden, "Kasem olsun ki, insanı ahsen-i takvîme mazhar yarattık." (Tîn sûresi, 95/4) demektedir.. evet, insan, kadını ve erkeğiyle kâinatın bir fihristi olarak yaratılmıştır.

Sizin için seyahat imkânı olsa, makro âlem olarak bütün bir fezayı gezip nebülöz ve yıldızları temâşâ etseniz, sonra dönüp mikro âlemde seyahatte bulunup partiküller âlemine sızarak, elektronlarla beraber çekirdeğin etrafında dönseniz, gördüğünüz/göreceğiniz âlemlerde insan gibisine şahit olamayacaksınız.

Zira, Allah (celle celâluhu) bütün kevn u mekânları bir kitap gibi insanda dürmüş ve fihristeleştirmiştir. Evet, âlemler onda pinhân (gizli), cihanlar onda matvîdir (dürülmüştür). O, kendini küçük bir varlık zanneder. Hâlbuki bilse, onda bütün âlemler gizlidir.

Bu hakikati en güzel şekilde Hz. Ali (radıyallâhu anh) şu sözleriyle ifade eder: "Sen kendini küçük bir cirim zannediyorsun. Hâlbuki bütün kevn ü mekân, bütün âlemler sende matvîdir."

Aslında insan, kâinatın bir fihristidir. Ona, doğru bakabilen biri, onda kâinatı okuyabilir. Buna mukabil, topyekün kâinatı gezen birisi, ondaki meknî ve matvî (gizlenmiş ve dürülmüş) mânâları göremeyecek ve insandaki esrar ve hakikate tam muttalî olamayacaktır.

İşte Allah (celle celâluhu) buna yemin ediyor ve "İnsanı ahsen-i takvîme mazhar olarak yarattık." (Tîn sûresi, 95/4) diyor. İnsan, topyekün kâinatın bir takvimidir. Kâinatta cereyan eden her hâdise günü, saati, dakikası ve âşiresi ile insanda işaretlenmiştir.

Yine Allah (celle celâluhu) "Biz âdemoğullarını tekrim ettik." (İsrâ sûresi, 17/70) buyuruyor. Kadın-erkek, beyaz-siyah herkes Allah'ın bu kasemi altında öyle muallâ bir pâyeye sahiptir ki, artık bunun ötesinde insanlar tarafından verilecek bütün pâyeler buna nispeten çok düşük ve çok sönük kalır.

Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği değer, yüce bir kubbe gibiyse, insanların birbirine verdikleri pâyeler bu kubbenin yanında derin bir çukur gibidir. Hatta bundan da düşüktür.

n. Eşitlikte 'Mevâlî' Buudu

İslâm literatüründe 'mevâlî' diye bir tabir vardır. Bunlar sonradan hürriyetlerini elde eden insanlardır. Bunlar arasında her zaman saygıyla andığımız ve kıyamete kadar da anacak olduğumuz dehâ çapında nice büyükler mevcuttur.

Allah Resûlü'nün kendi öz torunlarından ayırt etmeyecek kadar sevdiği Üsame b. Zeyd (radıyallâhu anh) bizzat Allah Resûlü tarafından Bizans'a karşı hazırlanan ordunun başına kumandan olarak tayin edilmişti. Oysa, asker arasında Hz. Ebû Bekir ve Hz. Ömer gibi ileri gelen tecrübeli sahabiler de bulunuyordu. Üsame ise ancak 18 yaşlarında mevâlîden bir insandı. Babası Zeyd b. Hârise de Mute'de orduya kumanda etmiş ve orada şehit düşmüştü.[69]

İmam Malik gibi birisini yetiştiren Nâfi de mevâlîdendi. Abdullah b. Ömer'in çok sevdiği cariyesi Mercâne, "En çok sevdiklerinizi Allah yolunda infak etmedikçe hakikî takvaya ulaşamazsınız." (Âl-i İmrân sûresi 3/92) mânâsına gelen âyetin tesiri ve heyecanlandırmasıyla sahibi tarafından hürriyete kavuşturulmuştu. Hâlbuki, efendisi Abdullah b. Ömer onu çok seviyordu. Ancak takvaya erme arzusuyla o, Mercâne'yi Allah için hürriyete kavuşturuyordu.

İşte bu Mercâne, daha sonra birisiyle evlenmiş ve ondan da Nâfi dünyaya gelmişti. Nâfi'yi alıp seven ve bağrına basan ümmetin allâmesi Abdullah b. Ömer, daha sonra elinden tutup onu ilmin zirvelerine çıkarmış ve Nâfi İslâm dünyasının en parlak yıldızlarından biri olmuştu.[70]

İmam Âzam, Mesruk, Tavus b. Keysan ve daha nicelerini mevâlîden sayanlar da vardır. Hatta Emevîler devrinde iki âlim kendi aralarında konuşurken elli kadar büyük zatı sayarlar ve ancak elli birinci şahsın mevâlîden olmadığını görürler.[71]

İşte bizim içtimaî yapımızın temel rükünlerinden biri olan müsavat ve eşitlik o toplumda böyle bir durum arz ediyordu. Esirlikten kurtulan bu insanlar kendi istidat ve kabiliyetlerini öyle işlettirmişlerdi ki, kısa bir müddet sonra kalblerin sevgilisi, akılların muallimi ve insanlara medeniyet dersi veren üstatlar olmuşlardı.

Onlara böyle bir zemini hazırlayan sistem, şüphesiz sistemlerin en büyüğü, en muhteşemi ve tek kelimeyle mucize sistem olan İslâm'dı. Öyle ki, günümüzde dahi müsavat hususunda insanların henüz bu seviyeye ulaştığı söylenemez.

3. Yardımlaşma ve Dayanışma

İçtimaî yapımızın üçüncü rüknü tekâfül, tesanüt ve teavündür. Ferdin, ferdî hürriyeti ve kendi sa'yine terettüp eden semeresi içinde aynı zamanda maslahat-ı umumiyeye riayetkâr ve başkalarının hukukuna hürmetli olması; kendi saadetini başkalarının saadetiyle bütünleştirmesi; yani başkaları mesutsa kendisini mesut sayması, başkaları rahatsız ve huzursuz ise, onun da rahatsızlık ve huzursuzluk duyması... gibi hususlar sıralanabilir. İşte bizim umumî mânâda tekâfül, tesanüt ve teavünden anladığımız da budur.

Ancak bu şuur, daha evvel de ifade ettiğimiz gibi, bir taraftan vicdan enginliğine, diğer taraftan da vicdanlarımızın önceden bunu kabul etmesine bağlıdır. Bu iki rükün yerleşmedikçe, üçüncü rükünden bahsetmek mümkün değildir. Arz edeceğimiz şu tablo bunun açık örneklerindendir:

Hz. Ömer (radıyallâhu anh) kendi anlayış inceliği, zarafet ve nezaketi içinde valiler bulur ve onları görevlendirirdi. Bir gün, içine girdiğimizde 10 bin sahabenin medfeninden burcu burcu cennet kokularının geldiğini duyabileceğiniz Medine'deki "Baki-i Garkad" mezarlığında gezerken, etrafında bulunanlara bir teklif getirir ve "Herkes en çok istediği bir şeyi söylesin." der.

Her birisi bir talepte bulunur. Birisi, "Benim bin deve yükü hazinem olsa da Allah yolunda dağıtsam!" derken, diğeri, "Allah bana uzun bir ömür verse de bu ömrü hep ibadet ü taatte geçirsem!" temennisinde bulunur.

Bir başkası daha değişik bir arzusunu dile getirir. Sıra Hz. Ömer'e gelince o da şöyle der: "Keşke şu Umeyr b. Sa'd gibi bir adamım olsaydı da onu bir yere vali tayin etseydim!"[72]

İşte bu Umeyr, bir gün çarıkları sopasının ucunda, yalınayak ve üstü başı toz-toprak içinde Medine ufkunda belirince Hz. Ömer hemen gidip onu istikbal etti ve bağrına bastı.

Ancak Umeyr'in bu hâli çok rikkatine dokundu: "Ne kötü bir cemaatin varmış! Seni ta Şam'dan buraya yaya göndermişler!" dedi. Ancak Umeyr halifenin bu sözünü tasdik etmedi. Kılı kırk yaran bir insan hassasiyeti içinde, "Yâ Ömer, ben ayrılırken o cemaat sabah namazı kılıyordu, onlar hakkında nasıl böyle konuşulabilir?" deyiverdi.

Biraz sohbetten sonra Hz. Ömer, ona niçin geldiğini sordu. Aldığı cevap aynen şu olmuştu: "Karşıma mürafaa (bir dava duruşması) için bir mü'min ile bir zimmî çıktı. Bir ara canım sıkıldı ve haksız olan zimmîye yakışıksız bir söz sarfettim. Sonra da pişman oldum ve kendi kendime karar verdim ve: 'Benim gibi birinden vali olmaz!' dedim. Zira huzuruma mürafaaya çıkan bir kimseye itap edebiliyorum."

Hz. Ömer ısrar eder ve: "Döneceksin eyaletinin başına! Senin gibi adamlar vali olmazsa kim vali olacak?" O ise: "Dönemeyeceğim yâ Ömer! Beni bağışla, ben valilik yapamam!" der.[73]

İşte size örnek bir vali; "Beni bağışla, ben valilik yapamam!" diyor. Görüyor musunuz devlet adamını! Ve görüyor musunuz bizim içtimaî yapımızdaki temel kaideleri! Vicdanlar bu kadar duru ve engin, idare edenlerde de "Kavmin efendisi, ona hizmet edendir."[74] esası hükümferma idi.

Hz. Ömer'in bir başka valisi Said b. Âmir'dir. O da koskoca bir eyaletin valisiydi. Buna rağmen, Hz. Ömer bir gün o eyaletin fakirlerinin isim listesini isteyince, defterdarın hazırladığı listenin başına da Said b. Âmir'in adı yazılmıştı.

Hz. Ömer, önce onun adını görünce şaşırmış ve yanındakilere, "Bu bizim Said mi?" diye sormuştu. Aldığı cevap hakikaten ibret vericiydi: "Evet, eyaletin en fakiri Said'dir." denilmişti.[75]

İçtimaî tekâfül böyle bir anlayışla gerçekleşecek, herkes bu duygu ve bu düşünceyi paylaşacak, sosyal adalet o zaman kendi kendine teessüs edecektir.

[1] Kuşeyrî, er-Risaletü'l-Kuşeyriye, s. 244.
[2] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/293.
[3] Şiblî Numanî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 1/242-244.
[4] Buhârî, ilim 45; cihad 15; humus 10; tevhid 28; Müslim, imâre 149-151; Ebû Dâvûd, cihad 24; Nesâî, cihad 21; İbn Mâce, cihad 13.
[5] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 2/59-60.
[6] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 2/222.
[7] Taberî, Câmiu'l-beyan, 10/188-191.
[8] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/311-312.
[9] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/275, 309.
[10] Buhârî, husûmât 1; enbiyâ 31; rikâk 43; tevhid 31; Müslim, fezâil 159-160; Ebû Dâvûd, sünnet 13.
[11] Bkz.: Buhârî, enbiyâ 35; Müslim, fezâil 166-167.
[12] Buhârî, enbiyâ 48; hudud 31; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/23, 24, 47, 55.
[13] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 3/20; Taberî, Tarihu'l-ümem ve'l-mülûk, 1/571.
[14] İbn Hişâm, es-Sîratü'n-nebeviyye, 5/63.
[15] İbn Mâce, et'ime 30; Hâkim, el-Müstedrek, 2/506; 3/50.
[16] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 7/237.
[17] Müslim, fedâil 76; Ebû Dâvûd, edeb 12; İbn Mâce, zühd 16.
[18] Kâdı İyaz, eş-Şifa, 1/128.
[19] Buhârî, rikâk 18; merdâ 19; Müslim, münafikîn 71, 73, 75, 76, 78; İbn Mâce, zühd 20.
[20] Ebû Dâvûd, vitr 23; İbn Mâce, menâsık 5; Tirmizî, daavât 109.
[21] Ebû Dâvûd, vitr 23.
[22] Taberânî, el-Mu'cemü'l-kebîr, 12/348.
[23] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/231; Heysemî, Mecmeu'z-zevâid, 9/18-19.
[24] Ebû Dâvûd, edep 152; İbn Mâce, dua 2; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 5/253.
[25] Buhârî, cihad 37; İbn Mâce, tıb 1.
[26] Müslim, iman 10; sıyâm 1.
[27] Münâvî, Feyzu'l-kadir, 1/225.
[28] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/214.
[29] Buhârî, vesâyâ 11; tefsir (26) 2; Müslim, iman 348-351.
[30] Hâkim, el-Müstedrek, 3/377; Ali el-Müttakî, Kenzü'l-ummâl, 13/504.
[31] Buhârî, vesâyâ 11; tefsir (26) 2; Müslim, iman 351; Nesâî, vesâyâ 6; Dârimî, rikâk 23.
[32] Hâkim, el-Müstedrek, 4/56; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 6/173-174.
[33] Hâkim, el-Müstedrek, 3/218.
[34] Buhârî, fezâilü'l-ashab 12, 16, 29; Müslim, fezâilü's-sahabe 93, 94; Ebû Dâvûd, nikâh 12; Tirmizî, menâkıb 60.
[35] Buhârî, vesâyâ 11; tefsir (26) 2; Müslim, iman 348-351.
[36] Ebû Dâvûd, edeb 111; Tirmizî, tefsir (49) 5; menâkıb 74; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 2/361, 524.
[37] Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/154.
[38] Buhârî, fezâil 23.
[39] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 2/421; 3/676.
[40] Ebû Dâvûd, sünnet 25; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 6/101.
[41] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/270; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/648.
[42] Tirmizî, menâkıb 18; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 4/154.
[43] Tirmizî, menâkıb 16.
[44] Buhârî, ilim 22; tabir 15, 16, 34, 37; Müslim, fezâilü's-sahabe 16.
[45] Buhârî, iman 15; tabir 17, 18; Tirmizî, rüya 9; Dârimî, rüya 13.
[46] İbn Ebî Şeybe, el-Musannef, 6/358; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/664.
[47] Buhârî, cenaiz 32, 33, 44; megâzî 8; Müslim, cenaiz 16, 18, 19, 22, 23, 24.
[48] Buhârî, fezâil 8; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/672-675. Ayrıca bkz.: Şiblî Numanî, Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, 1/297-299.
[49] Muvatta, tahâret 51; Beyhaki, es-Sünen, 1/357; İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/350-351; Abdürrezzak, el-Musannef, 1/150.
[50] Bkz.: İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/361.
[51] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/368.
[52] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/371-372.
[53] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/652.
[54] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/672.
[55] İbn Sa'd, et-Tabakâtü'l-kübrâ, 3/375.
[56] İmam Rabbânî, el-Mektûbât, 1/70 (58. Mektup).
[57] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/145; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 4/407.
[58] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/378; Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 2/590.
[59] Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 5/132.
[60] Bkz.: Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 5/258.
[61] İbn Hacer, Ta'cilü'l-menfaa, s. 152.
[62] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 3/146; İbn Asâkir, Tarih-i Dimeşk, 56/67; Kurtubî, el-Câmiu li ahkâmi'l-Kur'ân, 15/265-266.
[63] Deylemî, Müsned, 2/324; Münâvî, Feyzü'l-kadir, 4/122; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/561, 562.
[64] Buhârî, edep 2; Müslim, birr 1; İbn Mâce, vasâyâ 4.
[65] Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/335. Ayrıca bkz.: Nesâî, cihad 6.
[66] Deylemî, Müsned, 2/116; Münavî, Feyzü'l-kadir, 3/361; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/401. Aynı mânâyı ifade eden farklı lafızlar için bkz.: Nesâî, cihad 6; İbn Mâce, cihad 12.
[67] Buhârî, şurût 15.
[68] Ebû Dâvûd, sünnet 15; Tirmizî, radâ 11; Darimî, rikâk 74.
[69] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 1/79-81; 2/129-132.
[70] Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 5/95-101; Hâkim, el-Müstedrek, 3/561.
[71] Zehebî, Siyeru a'lâmi'n-nübelâ, 5/85-86; İbn Kesir, el-Bâisü'l-hasis, s. 241-242.
[72] Taberânî, el-Mu'cemu'l-kebîr, 17/52; Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/249-250; İbn Cevzî, Sıfatu's-safve, 1/701; İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 3/790.
[73] Ebû Nuaym, Hilyetü'l-evliyâ, 1/248-249.
[74] Deylemî, Müsned, 2/116; Münavî, Feyzü'l-kadir, 3/361; Aclûnî, Keşfü'l-hafâ, 1/401. Aynı mânâyı ifade eden farklı lafızlar için bkz.: Nesâî, cihad 6; İbn Mâce, cihad 12.
[75] İbnü'l-Esîr, Üsdü'l-gâbe, 2/242.