Üstün Toplum ve Emr-i Bi'l-mâruf

İçtimaî yapımızı şekillendiren temel disiplinlerimizden biri de, "Siz, insanlar arasında en hayırlı ümmet oldunuz." (Âl-i İmrân sûresi, 3/110) âyet-i kerimesiyle anlatılan esastır. Cemiyetimizi diğer cemiyetlerden ayıran hususiyetleri karakterize eden âyetin devamında beyan edilen, "(Çünkü) Siz iyiliği emreder ve her türlü kötülükten de nehyedersiniz." (Âl-i İmrân sûresi, 3/110) hakikati, baş tacı edilecek bir imtiyaz olsa gerektir. Öyleyse bizler, bütün himmetimizi her zaman canlı tutarak, bize bahşedilmiş olan bu hususiyet ve özelliği korumak zorundayız.

Evet, Cenâb-ı Hak, Ümmet-i Muhammed'e bir üstünlük bahşetmiş ve bu üstünlüğün devamını da bazı şartlara bağlamıştır. Bu şartlar tahakkuk etmediği zaman üstünlük söz konusu değildir. Bu şartlardan birincisi, emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münkerdir.. evet, bu ümmeti, en hayırlı kılan birinci şart işte budur.

Bir zamanlar milletlere atının üzengisini öptürecek seviye bulunan, fakat bunu istibdat vesilesi yapmayan bu millet, emr-i bi'l-mâruf vazifesini eda ettiği sürece hep aziz olarak kalmış, bu vazifeyi terk ettiği zaman da üzengi öpen zeliller arasına düşmüştür.

Bence şu anda, milletler arası platformda zerre kadar itibarı olmayan İslâm âleminin dûçâr olduğu mezelletlerin asıl sebebi de bu olsa gerek; mârufa sırtımızı döndük, münkere gömüldük; örnek olamadık çevremize ve itildik iftiraka, ihtilafa, zillete…

Konuyu bu âyetin mefhum-u muhalifiyle değerlendirmek de mümkündür; o zaman da karşımıza şöyle bir mefhum çıkar: "Eğer siz emr-i bi'l-mâruf yapmazsanız, kat'iyen insanların hayırlısı sayılmazsınız, hatta şerlisi sayılırsınız."

Aslında, Efendimiz'den (sallallâhu aleyhi ve sellem) rivayet edilen birçok hadis de bu mânâyı teyit etmektedir. Bir hadis-i şerif, bu vazife yapılmadığı zaman vahyin bereketinin kesileceğini ifade eder ki, bu da artık o toplum içinde mütefekkir ve ilim adamları sadece ve sadece laf üretecekler ve düşüncelerinde hiçbir ilham esintisi olmayacak ve söyledikleri her söz kuru, yavan ve bütün cazibesi müphemliğine bağlı bir sürü laftan ibaret kalacak demektir. Günümüzü ve bizi ifade etmesi bakımından ne kadar mânidar!

Şu hâlde bizler, mü'minler olarak, münkeratın en küçüğünün dahi aramızda filizlenip boy atmasına fırsat vermemeliyiz. Zira çok defa önceleri küçük görünen bir münker, zamanla öyle yayılır ve öyle sârî bir illet hâline gelir ki, bazen bütün bir milleti, bazen de bütün bir dünyayı ve insanlığın büyük bir kısmını tehdit eden bir kanser, bir AIDS hâline gelebilir.

Hatta denebilir ki, bütün içtimaî bozukluklar hep böyle küçük görünen bir kısım münkeratın yaygınlaşmasından meydana gelmiştir. Tarihe bu zaviyeden bakıldığı zaman, yerle bir olmuş yüzlerce toplumun enkazının çehresinde bu gerçeği okumak mümkündür.

Her günahta küfre giden bir yol olduğu gibi, küçük-büyük ehemmiyetsiz görülen herhangi bir arıza da içtimaî hayatı tarumar edecek sonuçlara sebebiyet verebilir. Bu itibarla, her toplumun, böyle küçük de olsa, neticede herhangi bir sosyal probleme sebebiyet verecek hususlara karşı duyarlı olması şarttır. Kaldı ki bazen ferdî plandaki ufak bir sapma ve basit bir dengesizlik dahi umum bünyeyi sarsabilir.

Zaten bu millet-i İslâmiyeyi diğer ümmet ve milletlerden ayıran en önemli hususiyet de, onun küçük-büyük demeden münkeratın her çeşidine savaş açması ve sürekli teyakkuzda bulunması olsa gerek. Aslında bu hususiyeti, İslâmî yapının bütün birimlerinde görmek mümkündür. Zira İslâmiyet'te ferdi yuvaya, yuvayı cemiyete rabteden harç, tamamen böyle bir düşünce potasında yoğrulmuştur/yoğrulmaktadır.

1. Kötülüklere Müsamaha, Tehlikenin Habercisidir

Kötülüklere müsamaha gösteren bir toplum, er-geç bu müsamahanın faturasını ödemek zorunda kalır. Milletler tarihi, buna misal olacak, önce günaha batmış, münkerata saplanmış, sonra da yok olup gitmiş yüzlerce toplum enkazını sergiler.. biz onu tarihe bırakalım…

Günaha gösterilecek müsamaha ile ferdî olarak günahkâra gösterilecek müsamaha birbirine karıştırılmamalıdır. Bu husus iyi tefrik edilemezse çok yanılmalar olabilir. Evet, bazen günahkâra müsamaha gösterilebilir, ama günaha asla... Benî İsrail, başta küçük sayılacak günahlara vize vererek, ferdî münkerata karşı gevşek davranmış, tabiî neticede kendi sonunu hazırlamıştır. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Benî İsrail'in vaziyetini bize aktarırken, "İsrailoğullarında ilk içtimaî çöküntü şöyle başlamıştır: Bir kişi diğerinde gördüğü bir kötülük üzerine, ‘Ey filan, bu işi terk et, bu sana helâl değildir!' derdi. Ertesi gün de o adam, aynı münkeri işlemesine rağmen, onunla oturur-kalkar, yer-içer ve arkadaşlık ederdi. Bunun üzerine Allah (celle celâluhu) onların kalblerini birbirine çarptı karıştırdı." demiş ve sonra da şu âyeti okumuştur:

"İsrailoğullarından inkâr edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan edip başkaldırmalarından ve aşırı gitmelerindendi." (Mâide sûresi, 5/78)

Sonra ayakta bulunan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) oturarak sözlerini şöyle tamamlamıştır:

"Hayır, vallahi, ne olursa olsun siz mârufu emredip münkerden nehyetmelisiniz. Ve mutlaka zalimin elinden tutup onu hakka, istikamete çekmelisiniz."[1]

Burada âyet ve hadis, Benî İsrail'in mezmum durumunu dile getirirken, mü'minleri de aynı akıbetten sakındırmaktadır. Aslında bu gibi vak'aların rapor edilmesinde her zaman böyle bir hikmet gizlidir.

2. Kötülükler Anarşiye Götürür

Bir kötülüğün cemiyet içinde yayılması birden olmaz. Kötülükler yavaş yavaş ortaya çıkar ve ciddî bir reaksiyon görmezse, o, her kesime kendini kabul ettirir; bugün karşısında olanlar dahi ertesi gün ona yumuşak bakmaya başlarlar.

Derken, kötülük büyüyerek gelişir ve o münkeri işleyen, münkeri işlemeye devam ederken, diğer bütün gerilimini yitirmişler de onunla yiyip-içmelerini ve dostluklarını devam ettirirler. Böylece, o kötülük, cemiyet içinde tam yayılma zemini bulur ve herhangi bir tepki almadan her yerde boy atıp gelişir.

İmanın varlığına son işaret ve alâmet olan "kalbiyle buğzetme” de ortadan kalkınca, Allah (celle celâluhu), onların kalblerini birbirine katıp karıştırır ve onların arasında münaferetler, dahilî tartışmalar, sürtüşmeler meydana getirir. Derken cemiyet, bir sürü fırkalara ayrılır ve şeriat-ı fıtriyeye göre bir helâk sürecine girmiş olurlar.

Günümüz İslâm âlemi, hemen her yerde, hasta, alîl ve ihtiyaç içinde kıvranmaktadır. Onun kendi özüne dönmeye ihtiyacı vardır. O, ruhu zillet içinde, akılsızlığının mâlulü ve bütün uzviyatı da illet içindedir; illet içindedir, acilen tedavi edilmesi gerekmektedir. Tedavi edilip fertleri münkerata karşı dirençli hâle getirilmelidir ki, yükleneceği misyonu eda edebilsin. Çünkü bütün dünya ve bütün kâinat, hakikî mü'min bir toplumun yeryüzünde arz-ı dîdâr etmesine muhtaçtır. Bugün ruhları zilletten, akılları esaretten ve toplumun bütün uzuvlarını da illetten kurtaracak yegâne sistem o sistemdir.

3. Fert ve Cemiyet Arasında Denge

Fert ve cemiyet arasında muvazene bozulunca, cemiyetin nasıl altüst olduğunu Benî İsrail ve emsali milletlerin tarihî serencamelerinde müşâhede etmek mümkündür. Bunlar fitne ve fesada davetiye çıkarttıkları için önce kalbleri düşmanlıklarla darmadağınık hâle geldi, sonra da zilletten zillete sürüklenip gittiler.

İsrailoğulları'nın bir devrede Hıristiyan dünyasından çekmedikleri eza ve maruz kalmadıkları hakaret kalmadı. Başka bir dönemde yıllarca esaret hayatı yaşadılar. Tarih-i kadimde Şabur tarafından işkencelerin en iğrenciyle tecziye edildiler. Onların böyle bir duruma düşmelerinin –zannediyorum– tek sebebi vardı ki, o da, aralarında emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker yapmamalarıydı. Bu sebeple idi ki, kalblerinde ayrılık tohumları serpilip gelişti, sonra da esaretleri esaretler takip etti.

Biz dahil, yıkılan bütün toplumlar, hep aynı kaderin kurbanlarıydı. Bu kadarlıkla da kalmamıştı; bu kader, onlarda korkunç bir kompleks ve insanlıktan intikam alma hissini geliştirmişti. Bugünkü durumları da bu ruh zilleti ve alçaklık psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Böyle bir kompleks taşıyan toplumlar, kendilerini yok etme pahasına bütün bir insanlığı ve insanî değerleri tahrip bile edebilirler.

İşte Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), Benî İsrail vak'asını rapor ederken, böyle bir akıbete düşmemeleri için yapılması gereken her şeyi baştan yapmaları gerektiği hususunu ümmetine ihtar ediyor ve onlara çözülüp dağılmamanın yollarını gösteriyordu.

Fertle cemiyet arasında ciddî bir alâka mevcuttur. Cemiyet, fertlerden meydana gelir. Faziletle donatılmış fertlerden meydana gelen bir toplum da faziletlidir. Bu itibarla, fertlerin faziletli olmaları ne kadar derin ve ciddî ise toplum o ölçüde faziletli sayılır.

İnsanın kazandığı faziletler ezelî olmadığı gibi ebedî de değildir. Ortada bir keynûnet (sonradan olma) söz konusudur. Dolayısıyla, elde edilen fazilet ve hayırlı oluşumlar, o fazileti kazandıran şartların devamını iktiza ederler. Şartlarının gerçekleşmediği yerde faziletten de söz edilemez.

Bu konuda fert ve cemiyet için eğer bir şey söz konusu ise, o da fazilet şartlarını hazırlayıp devam ettirmeleridir. Böyle bir gayretin kısa veya uzunluğuna göre, cemiyetlerin ömürleri de kısa veya uzun olur. Bu itibarla, her zaman fert ve cemiyet elde ettikleri değerleri kemal-i hassasiyetle koruma mecburiyetindedirler. Aksi hâlde, sukut sukut üstüne yıkılır giderler de bir daha da bellerini doğrultamazlar.

4. Emr-i bi'l-mâruf, İslâmî Toplumun Ayakta Kalabilmesinin En Önemli Esasıdır

Evet, cemiyeti ayakta tutan ve onun varlığının devamını sağlayan faziletlerin başında, emr-i bi'l-mârufun yapılması gelir. Bu yapılmadığı zaman yavaş yavaş gerilemeler başlar ve bu gerileme gider tükenişle neticelenir. Böyle bir duruma düşmemek için her zaman metafizik gerilimin en üst seviyede korunması gerekmektedir.

Metafizik gerilimin devam ettirilmesi, meselelerimize karşı dopdolu bir gönüle vâbestedir. Ayrıca gözün ve gönlün, günahlara karşı kapalı olması da gerekir. Gönlü ve gözü günahlara kapalı bir fert, cemiyetine dıştan gelip girecek ve onu yıkıp yok edecek tehlikeler karşısında, hudutta nöbet bekleyen bir asker gibidir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) işte bu iki gözü önemli bir fasl-ı müşterek ile bir tutar ve mealen: "İki göz var ki, ateş onlara isabet etmez, yani o iki göz Cehennem'i görmez: Birisi, geceleri kalkıp çağlayanlar gibi Rabbin huzurunda yaş döken, seccadesini ıslatan ve her âhıyla meleği-feleği velveleye veren, ikincisi de, memleketine sızma istidadında olan tehlikeler karşısında gözünü kırpmadan nöbet bekleyen murâbıtın gözü."[2] buyurur.

Bu gözlerden biri, maddî-mânevî bünyemize dıştan sızabilecek tehlikelere karşı uyanık göz; öbürü de Rabbi ile arasındaki münasebeti görme ve gözetme istikametinde uyanık göz. İşte bu iki göz bir araya gelince, gözün hakkı verilmiş olur. Bu bir mânâda asker ruhu ve asker disiplini ile tekke gönlünü bir araya getirme de sayılabilir.

İçtimaî hayata ait üniteler bir vücudun uzuvları hükmündedir. Bu bünyeye, âyetin ifadesiyle ‘bünyan-ı mersûs' denir. Zira mü'minler birbirine kurşunla tespit edilmiş bir sur gibidirler. Onları birbirinden söküp koparmak ve bu seddi bozmak mümkün değildir. Hatta Çin seddi bozulur da bu sed bozulmaz. Ancak onları birbirine rapteden bağlar koptuğunda bu binada da yıkılma olur. Bu bağların başında da, emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münker vazifesi gelir.

Bu içtimaî irtibattaki fesat, cemiyetin yıllarca fazilet adına kazanıp biriktirdiği ne varsa, hepsinin tesirini kırar. Hayır ve hasenat adına depoladığı her şeyi de yok eder. Çünkü toplum içine münkeratın sızması demek, aynı zamanda fertler arasındaki muhabbet ve sadakat bağlarının da kopması demektir. Bu da cemiyeti tehdit eden önemli hastalıklardan biridir. Cemiyetin kalbi, ayağı, gözü-kulağı, fertlerin hayra ve Hakk'a karşı olan duyarlılıklarındadır. Bu duyarlılık kalkarsa, cemiyet sağır, dilsiz ve kötürüm olur.

5. Metafizik Gerilimi Koruma

Nehy-i ani'l-münker hakikati Müslümanları dinç ve dinamik tutan, düşünce, duygu, amel ve ahlâkta onlara ilham kaynağı olan çok önemli bir esastır. Düşünce ve tefekkürde ilham olmazsa, hayatın hemen her ünitesinde bir çöküş ve geriye gidiş başlar.

Ayrıca, âyetten anladığımız kadarıyla, nehy-i ani'l-mün­ker devamlılık isteyen bir sorumluluktur ve bu hususta ihmalin zerresine dahi taviz verilmemelidir. Hadis bir yandan bu şartı vaz'ederken, diğer yandan da nehy-i ani'l-münkerin derecelerini şekillendirir:

"Sizden kim bir münker (kötülük) görürse, onu eliyle değiştirsin. Gücü yetmezse, diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse, kalbiyle ona buğzetsin. Bu sonuncusu en zayıf bir iman göstergesidir."[3]

Münker, İslâm'ın çirkin gördüğü her şeydir. Bu itibarla bir Müslümanın, çirkin gördüğü bir hareket karşısında yapacağı ilk iş, kendini ve çevresini o münkerin menfî tesirinden kurtarmaktır. Bu işin keyfiyeti, hukuk sistemi tarafından kendisine verilen bir yetki varsa eliyle, böyle bir yetkisi yoksa diliyle vazgeçirmektir. Yani ister sözlü ister yazılı mücadele etmektir. Buna da imkânı yoksa, ona karşı kalbî alâkasını kesmektir ki, bu, imanın en zayıfının tezahürü sayılmıştır.

Kalben buğzetmeyi şöyle anlamak da mümkündür: İnsan kalben kızdığı, öfkelendiği bir insanla aynı mecliste bulunmamak için elinden gelen her şeyi yapar. Hele onunla aynı çizgide mütalâa edilmeyi asla istemez. Evet, sevgi ve nefret aynı anda bir kalbde bulunmaz. Durum böyle olunca, münkere karşı buğzeden bir mü'min, kendi metafizik gerilimini de korumuş olur.

6. Devlete Düşen Görev

Böyle bir sorumluluk sırf fertlere düşen bir mükellefiyet değildir. Emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker aynı zamanda devletin de vazifesidir ve bu vazifede devamlılık, devlet adına elzemdir.

Ancak burada devletin farklı olarak şöyle bir özelliği de vardır: Devlet, münkeratı eliyle düzeltme konumunda bir otoritedir. Ayrıca, meselâ, devlet fuhşu, içkiyi, kumarı, ihtikârı ve çeşitli münker faaliyetleri eliyle düzeltmeye de kadirdir.. evet, ferdin elinin uzanamayacağı öyle yerler vardır ki, oraya ancak kuvveti temsil eden devletin eli uzanabilir.

Evet, herhangi bir fert, fert olarak, zina eden, içki içen veya kumar oynayan ikinci bir ferde ceza veremez. Onu eliyle böyle bir münkerden vazgeçirmesi söz konusu değildir. Haddizatında devlet, devlet olduğu sürece bu vazifeyi yerine getirmek zorundadır, hatta gevşeklik gösterdiği zamanlarda fertlerin onu uyarma yetkisi vardır.

Asr-ı Saadet'te iş böyle idi. Devletin emîri ve halifesi koca Ömer (radıyallâhu anh) yer yer halkın açıkça ikaz ve hatta tenkitlerine maruz kalıyor ve bundan da rahatsızlık duymuyordu.

Meseleye bu zaviyeden bakılacak olursa, şöyle bir neticeye varmak da mümkündür: Devlet ve fert bu vazifede her zaman mutabakat hâlinde olmalıdırlar. Eğer bu iş sadece fertlere havale edilirse, kuvvet ve müeyyideye vâbeste şeylerde müessir olunamayabilir.

7. Halkın Devleti Denetleme Yetkisi

Eğer devleti kontrol ve denetleme yetkisi fertlerin elinden alınacak olursa, bu defa da dikta ve despotizma ortaya çıkar. Sürekli yukarıdan aşağıya yağdırılan buyruklar, fert ile devletin arasındaki mesafeyi iyice açar ki, zannediyorum bu da hem ferde hem de devlete bir hayli pahalıya mâl olur.

Devletin başındakiler, halk ile iç içe olmalıdırlar. Gerek­tiğinde teb'adan herhangi bir fert, bir valiyi ya da bir âmiri denetleyebilmelidir. Elbette bu bir ehliyet işidir. Ancak o da izafî bir husustur. Saadet Asrı'ndan buna ait pek çok canlı örnek göstermek mümkündür.

Sa'd b. Ebî Vakkas (radıyallâhu anh) Cennet'le müjdelenen on sahabiden biridir. Hz. Ömer devrinde İran, bir baştan bir başa onun kumanda ettiği ordu tarafından fethedilmiş ve daha sonra Sa'd bu eyalete vali olmuştur. Sa'd, kapısına diktiği bir kapıcı yüzünden halk tarafından, günün halifesi Hz. Ömer'e şikâyet edilir ki, şikâyetçiler bunun sünnette yeri olmadığından dolayı dillendirir ve ta halifeye ulaştırırlar.

Hz. Ömer, başka bir şikâyetlerinin olup olmadığını sorunca, onlar Sa'd'ın namazı ta'dil-i erkân ile kılmadığını da ilave ederler.[4] Tabiî ki bu, onların düşünceleridir. Yoksa Sa'd b. Ebî Vakkas gibi bir zatın namazını ta'dil-i erkân ile kılmaması düşünülemez. Fakat burada dikkat çeken ayrı bir husus daha vardır. O da, halkın bölge valisini cesaretle denetleyip, rahatlıkla halifeye şikâyet edebilmeleridir.

Evet, halk devleti devamlı ve kesintisiz olarak denetler, devlet de buna mukabil halkı seviyelendirmeye çalışır. Böy­le­ce devlet ile teb'a arasında denge kurulmuş, adaletle hükmetme esası da korunmuş olur.

Günümüz İslâm âleminde, ne halkın ne de devletin kendine düşen vazifeyi yaptığı söylenemez. Çok defa insanlar ahlâksızlığın her çeşidini irtikâp ederken, devlet bütün bunlara karşı kayıtsız kalmakta veya o da o günaha iştirak etmektedir.

İslâm dışı toplumlarda, emr-i bi'l-mâruf esası olmadığından, böyle bir kontrol mekanizması da söz konusu değildir. Ancak İslâm'da durum farklıdır. Orada ferdin devleti, devletin de ferdi kontrol etmesi söz konusudur ve bütün bunlar emr-i bi'l-mâruf nehy-i ani'l-münker prensipleri çerçevesinde icra edilir.

Emr-i bi'l-mâruf ve nehy-i ani'l-münkerin dil ile yapılma keyfiyeti Kur'ân-ı Kerim'de bir yerde şöyle dile getirilir: "Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et." (Nahl sûresi, 16/125)

Fert, fert olarak zina, hırsızlık, ihtikâr, tefecilik vs. bütün mün­keratın kötü olduğunu anlatmak ve bu suretle bu çeşit has­talıkların cemiyet içinde yayılmasına mâni olmakla sorumludur. O bu sorumluluğunu irşad ve tavırlarıyla yerine getirmeye çalışır.

El ile olan birinci vazife, daha ziyade devlet ricalini alâ­kadar ederken, ikinci vazife, bilhassa ilim adamları sınıfını, eğitim­cileri, sonra da bütün mü'minleri ilgilendirir. Üçüncü de­recede kalanlar ise, âciz ve hadis-i şerifteki ifadesiyle imanı en zayıf olanların işidir ki, o da, kalben münkeratı kabullenme­mek şeklinde olur.

Bediüzzaman buna işaretle "Medenîlere galebe ikna iledir, icbar ile değildir." der.[5] Bugün, bu vazife, mükemmel temsil, usûlünce tebliğ, seviyeli irşad ve ikazla yerine getirilmeye çalışılmaktadır.

[1] Ebû Dâvûd, melâhim 17; Tirmizî, tefsir (5) 5; İbn Mâce, fiten 20.
[2] Tirmizî, fezâilü'l-cihad 12.
[3] Müslim, iman 78; Tirmizî, fiten 2; Ebû Dâvûd, melâhim 17; salât 232; Nesâî, iman 17; İbn Mâce, ikâme 155.
[4] Buhârî, ezan 95; Müslim, salât 158; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, 1/176, 179, 180.
[5] Bediüzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, s. 54, 64.