Kur'ân Mucizedir

Kur'ân'da, beşere, meleğe, cinne ve şeytana âit sözlerin nakledildiği doğrudur. Ancak, Kurân'ın bunları nakletmesi değil, naklediş keyfiyeti kullanılan malzeme ve motiflerin seçilişi mucizedir. Ayrıca, bu haberlerin gaybî olması yönüyle de mucizevî bir durumun varlığı söz konusudur.

Evet burada evvela, Kur'ân-ı Kerim'de kullanılan malzemenin seçilişi harikuladedir. Yani Kur'ân, ele aldığı mevzuları öyle bir malzeme ve üslupla ifade etmiştir ki, daha ötesinde ifade olamaz.. evet böyle bir ifadeye ne cin, ne insan, ne de melek güç yetiremez. Ne var ki bu mucizevî keyfiyeti görmek için mutlaka Kur'ân âyetlerine ihatalı bir gözle bakmak icap eder. Şimdi isterseniz meseleyi müşahhaslaştırmak için biraz daha açalım:

Bizler, bazen ruhumuzda öyle şeyler hissederiz ki, bunları ifadeye kat'iyen güç yetiremeyiz.. yetiremeyiz de böyle durumlarda çok defa Akif'in dediği gibi:

Ağlarım, ağlatamam hissederim söyleyemem
Dili bağlı kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!'

der ve çaresizlik içinde kalakalırız.

Evet, konuşurken, yazarken kendini ve iç derinliklerini dinleyebilen pek çok kimse, hep hissettiği şeyleri ifade edememenin çaresizliğini yaşar. Bu da bir yönüyle âcizlik demektir. her şeyi çok kolaylıkla ifade edebilene kıyasla, böyle bir âcizlik diğerinin mucizeliğini netice verir. Mutlak plânda böyle bir mucizeliğe layık bir tek ifadeler mecmuası vardır o da hiç şüphesiz ki Kur'ân'dır.

Şimdi, söz konusu âyetler bu zâviyeden ele alındığında, diyebiliriz ki Kurân'ın konuşturduğu şeytan olsun, cin olsun, melek olsun veya Firavun, Nemrut ya da Şeddat olsun maksadı ifadede kullanılan üslup tamamen Kur'ân'a âittir. Bu üslup öyle harikadır ki, bütün işârî, remzî manâlara açık olduğu gibi, çok geniş yorumlara, tefsirlere de müsaittir. Hiç kimse böyle bir maksadı o türlü malzeme ve motiflerle ifade edememiştir ve edemez de.

İsterseniz konuyu daha farklı bir zaviyede ele alalım: Her kelâmın, kalp, sır, hafî, ahfâ gibi rabbanî latifelere bakan yönleri vardır. Eğer kelâm, bu mertebeler arasında manâ yönüyle herhangi bir tenakuza, farklılığa sebebiyet veriyorsa, bu o kelâmın eksikliğine delâlet eder. Hemen hemen bütün beşerî kelâmlarda da bu eksiklik -nispet farkı mahfuz- vardır. Kur'ân ise böyle bir eksiklikten muallâ ve müberrâdır.

Diğer taraftan, kalbe gelen manâlar tahayyül, tasavvur, taakkul gibi süzgeçlerden geçip de ayniyetini koruyarak telaffuz seviyesine ulaşabilmişse mükemmel bir kelâm yakalanmış olur. Bazen de bir kelâm, bu kademeleri ayniyeti içinde aşamaz nefsî olarak kalır ve telaffuz edilme şansını elde edemez.

Biz burada, sırf telaffuz edilebilen kelâm üzerinde durmak istiyoruz:

Eğer kelâm, tahayyüldeki şekliyle ifade edilebilmişse, yani niyet ve ifade azmi tam ifadeye uymuşsa o zaman bu kelâm tamdır. Aksine, tasavvur, tam tahayyülü kucaklayamamışsa bu, bir evvelkine göre kusurlu bir ifadedir ve eksiktir. Taakkul, kendine yüklenenleri ifadeye taşıyamamışsa, bir kısım derinlikler de onda elenmiş demektir. İşte bütün bu süzgeçlerden süzüle süzüle tahayyül mertebesine göre pek çok şey kaybeden kelâm eksik, tahayyüldeki derinlikleriyle ifade edilebilen mana, mefhûm ve niyet ise tamdır.. ve işte bu mükemmeliyetin biricik şaheseri de sadece Kur'ân-ı Kerim'dir. Ondaki bu mükemmeliyet sözü, kimden naklederse etsin, bir manâda onun, tahayyül ve tasavvur ötesi derinlikleri korumasında aranmalıdır. Bu yönüyle de, bir başkasının böyle bir kelâm ve beyana muvaffak olması imkânsızdır. Evet beşer, veya başka varlıkların -ki cinler ve melekleri kastediyorum- kelâmlarında, niyet ve tahayyül mertebesinden, mana ve mazmunun yakalanıp ifade edilmesi mümkün değildir. Yani, bizler söylenilen ölçüler içinde bir beyan ve bir kelâma muvaffak olmamız kat'iyen söz konusu olamaz. Öyleyse, bu mükemmeliyeti yakalayan Kur'ân mucizedir ve onun beyanı, başkalarının bir şeyi ifadede ilk harekete geçirdikleri tahayyül ve niyetlerinin ifadesi olması itibariyle de bir taraftan vakıa mutabık, diğer taraftan da mucizevî ve Allah kelâmıdır.