İlâhî hukuk ve bir düstur

Hakikî bir Müslüman, ne zulmeden ne de zulme uğrayandır.[1] İnsanlar arası münasebetlerde bu esas, çok önemli bir düsturdur.

Yine mü’min bir kişi, kendisine yapılan haksızlıklar karşısında her zaman, “Bu kardeşimin bana yaptığı şeyler karşısında, Allah ona azap edebilir; ne kadar hakkım varsa, hepsi helâl olsun.” duygu ve düşüncesi içinde olmalıdır.

Ayrıca insanlara karşı yapılan zulümlerden, haksızlıklardan dolayı mutlaka helâllik dilenmesi de gerekir. Bu helâlliğin keyfiyeti de, mutlak bir helâllik olmayıp, yapılan şeylerin ayrı ayrı zikredilerek söylenmesi şeklinde olmasıdır.

Ancak kul hakkıyla beraber, Allah hakkı da irtikâp edilmiş, O’na ait hak ve hukuka saygısızlık edilmişse, orada ilâhî hukuk da devreye girer ki, onun “Hakkım helâl olsun” demesi, çok fazla bir şey ifade etmeyebilir.

Meselâ, öğretmenlik olabildiğine sıkıntılı bir meslektir. Şah­sen ben, ona katlanmanın çok zor olduğunu bildiğim hâl­de, biraz da nostalji olarak o vazifeyi yapmayı çok arzu ederim. Benim için en güzel günler, bir küçük kulübede kalıp talebe­lerle meşgul olduğum günler olmuştur. Hatta insanlar arasında hep sorulan bir soru vardır: “Tekrar dünyaya gelsen ne yapardın?” Şayet bu soru bana da sorulsa idi; “Bütün sıkıntılarına rağmen öğretmenliği tercih ederim.” derdim. Oysaki her zaman bazı yaramaz öğrenciler vardır. Bir şeyler anlatırsınız, anlamaz.. anlamaması bir yana, bir de moral bozucu davranışlarda bulunur.. derken onun davranışları tahammül sınırlarını aşar ve siz de istemeyerek de olsa bazı müeyyidelere başvurursunuz. Ama sonra vicdanınız çok ciddî rahatsız olur, hakkını helâl ettirme yollarını araştırırsınız. Şahsen ben bütün bunlara karşı –bana düşen yönüyle– hakkımı helâl ediyorum; ancak, Allah’ın hatırına dokunan konularda ise hüküm ilâhî hukuka aittir ve onun hesabını da Allah’a vereceklerdir.

[1] Bkz.: Tirmizî, tefsîru sûre (9) 2; Ebû Dâvûd, büyû 5; İbn Mâce, menâsik 76.