Mesihiyet ruhu

Zamanla bir kurtarıcının gelip, o dinin mensuplarını, bulundukları sıkıntıdan kurtaracağı inancı, bütün dinlerde vardır. Ancak bu inanç, insanların bulundukları ortama göre değişiklik göstermiştir. Meselâ, insanlar sıkıntılı ve ızdıraplı bir ortam içinde iseler, bu inanç daha bir kuvvet kazanmış; refah ve rehavete gömülmüşlerse bu inanç kısmen zayıflamıştır.

Tefsirciler, Kur’ân‑ı Kerim’de dört âyetle,[1] Hazreti Me­sih’in geleceğine dair işaret çıkarmış;[2] hadisçiler ise, konuyla ilgili yüz kadar hadis –ki bunların kırkı sahih kabul edilmiştir– derlemişlerdir.[3] Bu yönüyle de O’nun yeryüzünü şereflendireceği kesin gibidir. Yalnız Hazreti Mesih mesajının ilkinde, bir yönüyle daha önceki din müntesiplerinin sertliğine çarpıp kırılmış olduğunu düşünecek olursak, tekrar gelmesinin nasıl olacağı hususu izah ister. Bu konuda ihtilaflar ve çeşitli yorumlar vardır. Bu gelişin keyfiyeti hususunda aklı kıstas kabul edemeyeceğimizden, kesin bir şeyin söylenmesi de mümkün değildir. Bediüzzaman gibi bir kısım İslâm âlimleri onun şahsen olabileceği gibi bir “şahs‑ı mânevî” şeklinde de olabileceğini söylemişlerdir.[4]

Bu temel bilgiler ışığında Hazreti Mesih ister şahıs, isterse şahs‑ı mânevî olarak algılansın, onun yeryüzüne inmesi öncesinde, bize düşen vazifeler vardır. Bu cümleden olarak, ortamın onun temsil ettiği ruh ve mânâya hazır hâle getirilmesi, Mehdiyet, Mesihiyet soluyan insanların yetiştirilmesi, dünya‑ukbâ dengelerinin yeniden yerlerine oturtulması sayılabilir.

Bunun gerçekleşmesi için de İslâm’ın tebliğ ve temsilinin çok iyi yapılması gerektiği kanaatindeyim. Tebliğ ve temsil vetiresi kendi orijinini korumakla birlikte, bütün insanlarla dost olmayı sağlamalı diye düşünüyorum. Evet, içtimaî yapı içinde, herkes böyle bir dostluğun örgüsünü örmeye çalışmalıdır. Aksi hâlde asgarî müştereklerde bile mutabakatın söz konusu olmayacağı, olamayacağı izahtan vârestedir.

Bu mevzuda bir şey daha hatırlatmak istiyorum. Sabah namazının sünnetinde okunması mesnun olduğuna dair rivayet olan,[5] “Kâfirûn” ve “İhlâs” sûrelerini okumayı çok severim. Onların ifade ettiği mânâ bize bir ufuk açmaktadır: Şöyle ki “Sizin dininiz size, benim dinim bana!” (Kâfirûn sûresi, 109/6) âyeti bana kendi ruhu ile bütünleşmiş, dinamikleri ile gerilmiş bir yayı veya fırlamaya hazır dümdüz ok gibi bir insanı hatırlatır. Kendi güzelliklerini anlatmak için şaha kalkmış bir insanı.. bütün insanlığın gönlünü kazanmayı ulvî bir hedef olarak seçmiş ama bu uğurda başına gelebilecek her türlü tehlikeyi de göğüslemeye hazır bir cengaveri.

Bu düşünceler bana rahmetli Bekir Berk Bey’i de hatırlattı. Ara sıra oturduğu yerden kalkar, sağa‑sola dolaşır, yumruğunu sıkar, savurur. Neden böyle yapıyorsun denildiğinde de “Bu adamların yazdıkları şeyler kalbimde yara yapmasın diye fikren reddediyorum.” derdi. Evet, insan “Benim dinim bana” düşüncesinin esiri olup, onu yaşamayı ve anlatmayı hayatının gayesi edinince, elbette böyle olur.

Hâsılı, günümüz şartlarına muvafık irşad ve tebliğ ruhunun evvelâ bizler tarafından temsil edilmesi şarttır. Nöbeti bizden devralacak olan yeni neslin bu çizgide yetiştirilmesi, üzerimize bir vecibedir. Bunun için de öncelikle bizim bu duygu ve düşüncelerle dopdolu olmamız ve hayatımızı bu çerçeve içinde şekillendirmemiz gerekir.

[1] Bkz.: Âl-i İmrân sûresi, 3/46; Nisâ sûresi, 4/159; Meryem sûresi, 19/33; Zuhruf sûresi, 43/61.
[2] Bkz.: el-Keşmirî, Akîdetü’l-İslâm s.15.
[3] Bkz.: el-Keşmirî, et-Tasrîh bimâ tevâtera fî nüzûli’l-Mesîh. Konuyla ilgili hadislerin bir kısmı için bkz.: Buhârî, enbiyâ 49; Müslim, îmân 244-246.
[4] Bediüzzaman, Mektubat s.58 (On Beşinci Mektup, Dördüncü Sual).
[5] Bkz.: Müslim, salâtü’l-müsâfirîn 98; Ebû Dâvûd, tatavvu 3; İbn Mâce, ikâmetü’s-salât 102-103.