Rabbimizle münasebet adına önemli bir ölçü

İnsan, Rabbisiyle münasebeti adına “Ne kaybettiği şeyler karşısında mahzun, ne de kazandığı şeyler karşısında sevinçli?”[1] olmalıdır. Zira bize göre kazanmak da, kaybetmek de bir imtihan vesilesidir. Ayrıca hangisinin öteler ötesinde bizim lehimize ya da aleyhimize olacağını kestiremeyiz. Kim bilir belki de hüzün ve kederli anlarımız, inşirah zamanlarımıza nispeten, bizim ahirette daha çok mükâfat almamıza sebep olacaktır. Onun için yaptığımız her şeyin rıza-yı ilâhîye uygun olup olmadığına bakmak lâzımdır. Bu açıdan bizi ne Fatih Bey’in gönlünü hoş tutmamız, ne de Fatih Sultan Mehmed gibi İstanbul’u fethetmemiz değil, Rabbin rızasına ermemiz, O’nun hoşnutluğunu kazanabilecek ameller yapmamız sevindirmelidir.

Şahsen ben, hemen her gün bu türlü mülâhazalarımı hatırlatma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü etrafıma baktığımda görüyorum ki, insanlar başarılardan ya da muvaffakiyet televvünlü hâdiselerden dolayı çok seviniyor, inşirah duyuyor ve memnuniyet gamzeden tavırlar içinde bulunuyorlar. As­lında insan bu türlü şeylere sevinebilir.. sevinebilir ama, bence bu sevincin keyfiyeti önemlidir.

Meselâ, bu türlü hâdiseler sonunda insan, Cenâb‑ı Hakk’a yönelmeli, “Minnet Sana, şükran Sana Allahım.” demelidir. Neden? Çünkü o neticeyi yaratan Allah’tır. Kişiyi o yola sevk eden yine Allah’tır. O hâlde?...

Evet, bizim en parlak, en bereketli yanımız, Allah ile irtibatımızı ifade eden yanımızdır. Daha doğrusu öyle olmalıdır. Ölesiye çalışsak ve bütün cihanlar bizim olsa, şayet O’nun rızası yoksa, yapılanların da hiçbir kıymeti yoktur. Yeryüzünde nâm‑ı celîl‑i Muhammedî’yi, Arş’tan yere sarkmış bir bayrak hâlinde tüllendirsek, dalgalandırsak, O’nun rızası olmadığı müddetçe bunun da bir değeri yoktur. Onun için her zaman esas olan, Rabbimiz’in rızasıdır. Bizim Rabbimiz’den niyazımız, Kur’ân’ın وَرِضْوَانٌ مِنَ اللّٰهِ أَكْبَرُ (Tevbe sûresi, 9/72) diye anlattığı, en büyük makam olan o rıza makamına bizi eriştirmesidir.

Eskiden kurmalı saatler vardı. –Şimdi elektronikler çıkınca onların pabucu dama gitti.– Sabah‑akşam 12 saatte bir kurulmaya ihtiyaç duyulurdu. Ve o saatler, bu iradî kurma ile çalışır giderdi. Şimdi bizim de tıpkı bu saatler gibi, 12 saatte bir mutlaka Rabbimiz’le münasebetimiz adına iradî kurulmalara, iradî ayarlamalara ihtiyacımız var. Aksi hâlde kendimizi gaflete salıyor sayılırız. Bence, yeryüzünde selden, depremden, yangından daha büyük bir bela varsa, o da insanın kendini gaflete kaptırması ve Rabbisiyle olan münasebeti sezememesidir. Yani insanın: “O şu anda bana nasıl bakıyor, benim nasıl olmamı istiyor?” diye düşünememesidir.

Bu itibarla, hesabında bunlar olmayan birisi, Alvar İma­mı’nın o enfes beyanıyla “Belâ‑yı ekber odur ki özünü gaflete salmış.” bir insan hâline gelmiş demektir. Evet, özünü gaflete salan ve gaflete dalan bir kopuktur. Allah Resûlü “Din nasihattir.”[2] diyor. Bu, yukarıda arz ettiğimiz mânâda sürekli kurma ve kurulma demektir.

Rabbim bizleri rıza-yı ilâhî doğrultusunda daima iyiye, güzele, doğruya kanalize etsin.. yarın huzuruna vardığımızda yüzümüzü kara edecek amelleri işlememize imkân ve fırsat vermesin. Âmin..!

[1] Bkz.: Bediüzzaman, Mesnevî-i Nuriye s.119 (Habbe).
[2] Müslim, îmân 95; Tirmizî, birr 17; Ebû Dâvûd, edeb 59.