Eûzü... İle Alâkalı Mülâhazalar

İnsan, Kelâmullah'a girmek istediğinde kalp, ruh ve hissiyatını Kur'ân'a girmeye hazır hâle getirmelidir. Bu da ancak, buraların, şeytan hâkimiyetinden kurtarılıp temizlenmesiyle mümkündür. Allah'ın, melekler arasından çekip aldığı ve dergâhından kovduğu, rahmetinden mahrum ettiği ve bir daha da semâya çıkmayı ona haram kıldığı şeytanı, insan da Ka'be'den daha kudsî ve Sidre'den daha muallâ olan kalbinden tardedip kovmalıdır ki Allah ahlâkı ile ahlâklanmış ve Kur'ân'ın içine girmeye hak kazanmış olsun. İşte bu duygu ve düşünce içinde, her hayırlı işte olduğu gibi Kur'ân'a başlarken de evvelâ: أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ُ diyor ve söze öylece başlıyoruz. İmâm Ahmed b. Hanbel, Sevrî ve Evzâî'ye göre 'Semî' ve 'Alîm' kelimelerini de eklemek gerekir.

Onlara göre bu cümle أَعُوذ بِاللّه السَّمِيعُ الْعَلِيمُ ِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ şeklindedir.

أَعُوذ (Eûzü) sarf ve iştikak ilmine göre عوذٌ kelimesinden iştikak (türemiş) etmiştir. عوذٌ Birincisi: İltica ve Allah'a sığınmak. İkincisi: İstîcâr; Allah'ın ateşinden, azâbından korkmak, ürkmek, titremek. Üçüncüsü de: İlsak ve yapışmak demektir. Öyle ise bu üç mânâya göre أَعُوذ بِاللّهِ (Eûzü)'yü söylemek istersek şöyle olacaktır:

Birincisi: Allah'ın lütfuna, inâyetine, ihsânına iltica ediyorum.
İkincisi: Allah'ın lütfuna dayanarak O'nun azâbından yine O'na sığınırım.

Üçüncüsü: Allah'a dayanıyor, Allah'a tutunuyor, iltisak ediyorum. Her şeye karşı kuvvetsizliğimle beraber O'na dayandığım için, bu müthiş kuvvetle herşeye meydan okuyorum. İşte başımda değirmen taşları çeviren ve bana karşı çeşitli tuzaklar kuran korkunç şeytana karşı da böyle bir güçle çıkıyorum.

بِاللّه (Billah), Allah kelimesi kâinatta tecelli eden bütün Esmâ-i Hüsnâ'nın mânâsını câmidir. Noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf, bütün kâinat, isimlerinin cilveleriyle dalgalanan, kâmil sıfatlarla muhât bulunan, beşer aklının idrâk edemediği, zıddı, misli, menendi bulunmayan Zât demektir. Allah dediğimiz zaman insanın aklına bu gelir. İşte 'Ben sağdan, soldan, önden arkadan, alttan ve üstten gelen ve kâinatı lebâleb dolduran şerirlere, şerlere ve şeytanlara karşı, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olan ve ancak 'Allah' demekle anlatabildiğim Yüce Yaratıcı'ya iltica ediyor ve O'na dayanıyorum.

Şeytan; ya شطن den veya يشيطَ-شاط'den gelir. شَطنolursa بَعُدَ demektir. Böylece Allah'ın rahmetinden uzak oldu mânâsına gelir.

وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نِبِيٍّ عَدُوّاً شَيَاطِينَ الإِنسِ وَالْجِنِّ 'Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık.' (En'âm, 6/112)

İnsî olsun, cinnî olsun Rahmet-i İlâhi'den uzaklaşan, temerrüt eden herşeye şeytan denir. Onun için Allah nizamının dışında hayat yaşayanlara şeyatîn; Allah'ın nizamının dışında ne kadar nizam varsa hepsine şeytan nizamı ve Allah'tan uzaklaşan, Rahmetinden cudâ düşen herkese de şeytan, diyoruz. يشيطَ-شاط şeklinde ele alırsak بَطَلَ mânâsına olur. Maslahatına muvafık şeyleri keza, secde ile Allah'a kurbiyeti mümkün iken, Allah'a başkaldırıp serkeşlik yapmasıyla kendi menfaatına olan şeyleri iptal ettiğinden şeytana şeytan denmiştir.

الرَّجِيمِ (Erracîm) مرجوم (Mercûm) mânâsınadır. Lâin deyip mel'ûn mânâsına anladığımız gibi Dergâh-ı İlâhi'den kovulmuş, Allah'tan uzaklaştırılmış demektir. İnsan bazen şeytanın vesveselerini hissedemez, hissettiklerini de kalbinden bertaraf edip, atmaya muktedir olamaz. Sanki şeytan insanın kalbine bir santral kurmuş, kendisi de başına oturmuştur. Daha sonra da oraya kendini duyuracak bir alıcı yerleştirmiştir. Buna Lümme-i Şeytaniye denir. İnsan kalbinde, Hakk'ın bir lümmesi; yani Allah'tan gelen şeylere ma'kes olabilecek bir cihaz bulunduğu gibi, bir de şeytanın santrali vardır. Şeytan, insanın duygularına öyle meseleler dikte eder ki, insan çok defa onları hissedemez. Yine, hadisin ifadesiyle hannâs olan şeytan ağzını, insanın kalbine verir öyle efsûn eder ki insan bunun farkına varamaz. Farkına varsa da hissiyatın kabul ettiği bu vesveseleri çok defa def etmeye muktedir olamaz. İşte o zaman da: 'Kalbimde vesvesesini duyamadığım şeytanın vesvesesini duyan Allah'ım' mânâsına (es-Semi') ve 'Onun keyfiyetini bilen, bilip de bunu defetmeye muktedir olan Allah'ım' mânâsına de (el-Alîm) diyerek أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيم deriz.

İnsan, düşman ve belâları çok olan bir varlıktır. Evet o, sivri sinekten sıtmaya, ondan gökyüzündeki meteora, ondan bir yıldızın, küresine gelip çarpmasına kadar aleyhtarı çok bir varlıktır. Bütün bu şerleri defetme ve eğer edemezse, defedecek birisine dayanmak zorundadır. Ayrıca insan muhtaç olduğu pek çok şeyleri de celbetme mecburiyetindedir. Yeryüzünün, güneşin, cennetin ve bütün ziyâlar ziyâsının bir cilvesi olan Allah'ın Cemâli'nin ziyâsını celbetmeye hakikaten çok muhtaçtır. Celb ve def etme mecburiyetinde olduğu bütün bu şeyler ise insan tâkatının fevkindedir. Bu durumun farkında olmaya, ilim yani, insanın kendini bilmesi denir. İşte insan, her işe bu 'bilmekle' başlar. İnsan, düşmanlarını defetmeli, ancak silahı yok; belâlar ve musibetlere mukâvemet etmeli, fakat güç ve tâkatı yok; ebede uzanmış arzularını yerine getirmeli, ama imkânı yok... İşte kendini bilmekle bu sırra eren insan, kendini zavallı, perişan, aciz ve zaif görmeye başlar. Birdenbire kalbinde ciddi bir tevazû ve inkisâr hasıl olur. Kalp öylesine burkulur, ruh ve hissiyat öylesine kırılır, insanın kanatları öylesine yere iniverir ki, bu haliyle insan, ağzıyla hiçbir şey söylemese dahi Mevlâ onun o vaziyetine acıyacak ve merhamet edecektir. Bu da işin ikinci şıkkıdır. Hemen o esnada üçüncü hâl karşımıza çıkar, buna da amel ve iş diyoruz. Gönülde, Cenâb-ı Hakk'ın hıfzı, inâyeti, keremi temenni edilmeye başlar. İnsan âdeta bütün benlik ve dehâsıyla, kendi içinde yükselme yollarını araştırır. Dil, gönülden yükselen bu hâle tercüman olur, ve أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der. Bu 'Allah'ım Sen çok güçlü çok kuvvetlisin, zâtımla Sana iltica ediyorum. Çünki melce' ve mencâ sadece Sensin' demektir. Nice kimseler vardır ki, çok iyi bir mü'min, çok sağlam bir akîdeye sahip olmayı ve müstakim bir hayat yaşamayı arzu ederler ama vesvâs ve hannâs olan şeytan onları inhiraf ettirir. Arzu ettikleri dürüst hayatı yaşaya-madıkları gibi akîdeleri de sağlam kalamaz. İşte böyle birisinin altından kalkamayacağı büyük meseleler karşısında Allah'ın inâyetine sığınmayı ifade eden أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ cümlesini zikretmesi gerekir.

Allah, insanın terakkisine medar olsun diye, onun mahiyetine şehvet, gazab vs. gibi tabiî duygular dercetmiştir. Bunlar insanın terakkisine menşe ve medâr olacaktır. Ateşi insanın istifadesi için yaratan Allah, şehveti de aynı gaye için yaratmıştır. Tâ nesil üresin, Ümmet-i Muhammed artsın, Allah'ın esmâ ve sıfatlarına aynalar çoğalsın, böylece makâsıd-ı ilâhi tahakkuk etsin. Halbuki çok defa bu duygu böyle âli bir gâye için verildiği halde, şehvet, insanı evc-i kemâlden zulumât-ı cismaniyete atıverir ve boğar. Ve yine insan, fıtratı itibariyle kanatlanıp yukarılara doğru uçmayı arzu ettiği ve bu kabiliyette yaratıldığı halde, çok defa şehvet, insanı ten tenceresinde erimeye zorlar ve onu çepeçevre sararak oraya âdeta bağlar. Gazap ve diğer tabii duygular da birer maslahat için verilmiştir. Fakat bütün bunların altından kalkamayan insan, bunalır, canı gırtlağına gelir. Halbuki o, güvercinler gibi kanat çırpıp yukarılara doğru çıkmak ister. Çıkamayınca da Allah'a dayanmayı akıl eder ve أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ der.

أَعُوذ (Eûzü) bir bakıma özür arzetmektir. Diğer yönüyle sadâkat nişânıdır. Bir başka târifiyle de başına gelecek hâdiseler karşısında şaşkınlığını Allah'a havaleden ibarettir. Ulû'l-Azm peygamberlerinden birisi olan Hz. Nuh (as), Cenâb-ı Hakk'ın:

قَالَ يَا نُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلاَ تَسْأَلْنِ
مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَن تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ

'Niye oğlunun kurtuluşunu ve onun gemiye binmesini bu kadar ısrar ile istiyorsun? O senin ehlinden değildir.'(Hud, 11/46) şeklindeki tembih ve kınaması karşısında: قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ 'Bilmediğim bir şeyi Sen'den istemekten yine Sana, sığınıyorum Rabbim' (Hud, 11/47) diyordu.

Yusuf Peygamber, Zeliha'nın tehdit ve şiddetli iştiyakı karşısında: قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ 'Allah'a sığınırım. Efendim bana güzel baktı'(Yusuf, 12/23) karşılığını veriyordu. Biz burada Cenâb-ı Hakk'a karşı sadâkat nişanını izhar eden bir keyfiyet görüyoruz. İffet âbidesi olarak karşımıza çıkan Hz. Yusuf, sadece Allah'a sığınmakla bu işten kurtulacağına inanmıştı ve öyle de oldu.

Ve Hz. Musa (as) bakarın kesilmesi hususunda kavminin endişeyle:'Bizimle alay mı ediyorsun?' şeklindeki sorularına karşı: قَالَ مَعَاذَ اللّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ 'Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım' (Bakara, 2/67) der. İlmi az dahi olsa, Allah'ı bilen bir kimseye câhil denmez. Ama Allah'ı bilmeyenin ilmi çok dahi olsa ona câhil denir. Burada, bir peygambere istihzâ isnad ediliyor ve o da böyle bir fiilden Allah'a sığınıyordu. Zira bir peygamberden asla ve kat'a istihzâ sâdır olmaz. Çünkü istihzâ Allah'ı bilmeyenlerin işidir.

Cenâb-ı Hakk Habibine Kur'ân diliyle şu duâyı ta'lim ediyor: وَقُل رَّبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ * وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَن يَحْضُرُونِ 'Şeytanın hümezelerinden, onun benim için hazırladığı tuzaklardan, komplolardan, vesveselerden ve çeşit çeşit ölümlerden dahi Allah'ım sana sığınıyorum. Ve benim hâzır ve nâzırım sensin. Şeytanın bana hâzır ve nâzır olmasından da Sana sığınıyorum.' (Mü'minun, 23/97,98)

Diğer taraftan Felâk sûresi

قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ الْفَلَقِ * مِن شَرِّ مَا خَلَقَ * وَمِن شَرِّ غَاسِقٍ إِذَا وَقَبَ
وَمِن شَرِّ النَّفَّاثَاتِ فِي الْعُقَدِ * وَمِن شَرِّ حَاسِدٍ إِذَا حَسَدَ

demek suretiyle bir sürü şeytandan Allah'a sığınmayı tavsiye ediyor.

Muaz b. Cebel, sahâbinin şereflilerindendi. O camiye girip çıkarken, topluluklar içinde otururken, vakar ve ciddiyetiyle tamamen bir başkaydı. Bu nâdide insan, Allah Resûlü (sav) ile bulunduğu bir zamanda geçen bir vak'âyı bize Buharî'nin tesbitine göre şöyle anlatıyor: 'Allah Resûlü'nün (sav) bulunduğu mescidin bir köşesinde iki şahıs birbirine karşı uygunsuz davranışta bulunmuş ve uygunsuz sözler sarfetmişlerdi. Bunlardan biri o kadar öfkelenmişti ki boynunun damarları çatlayacak gibi ka-barmış ve adam öfkeden ne yapacağını bilemez hâle gelmişti. Allah Resûlü onu öyle görünce yanındakilere döndü ve şöyle fermân etti: إني لأعلم كلمة لو قالها لذهب عنه ذالك (او كما قال) وهي : أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ ُ 'Ben bir kelime biliyorum ki eğer onu dese bu hâl ondan gidecek. O da 'Şeytanın şerrinden Allah'a sığınırım olan أَعُوذ dür.' [1] Muaz b. Cebel gidip ona bunu söyleyince adam 'Ben delimiyim bunu söyleyeyim?' dedi. Allah Resûlü'nün teklifi karşısında saygısızca davrandı. Belki içinde nifak vardı, belki de bu işin inceliğini kavrayamamıştı. Halbuki Allah Resûlü'nün maksadı tamamen başkaydı. O bir an önce onu içinde bulunduğu ve boğulduğu havadan uzaklaştırmak istiyordu. Yani;

1. Ona diyordu ki; sen bu sözü söylesen meseleyi şeytanıyla beraber Allah'a havale etmiş olursun. Hem dikkat et! Kızdığın bir adama hayalinde kurduğun intikam çeşitleri, intikam stilleri sadece seni yıpratacaktır ve bunun ona bir zararı olmayacaktır. Halbuki meseleyi Allah'a havale etmekle öyle bir intikam alacaksın ki bin sene yaşasan emsali intikama muvaffak olamazsın. İşte bunun için أَعُوذ (Eûzü) demelisin.

2. Bu sözün altında Allah Resûlü ona şunu ihtar ediyordu: Bazen iki kişi muhasama olur, davalaşırlar. Haklı veya haksızın kim olduğunu bilmezler. O esnada meseleyi Allah'a havale etmek en mâkûl yoldur. İşte bu durumda 'Ben şeytanın şerrinden, yanlış bir karar vermekten, haksız bir meseleyi iltizamdan Allah'a sığınıyorum' sözü de şeytandan olan bu korkunç ateşe su serpecektir. Ve İşte Allah Resûlü bunu tavsiye etmektedir.

3. Bir diğer noktayı da bunun altında şöyle anlatmış oluyordu; Sen gücünle, kuvvetinle, cebbarlığınla adamın başını ezmeye cesaret ve teşebbüs ediyorsun. Halbuki sen ne kadar güçlü ve kuvvetli, cebbar ve zalim olursan ol, Allah senden daha kahhâr ve daha cebbârdır. يَوْمَ تُبْلَى السَّرَائِرُ de, 'Evet sırların ortaya döküldüğü o günde Allah, Kahhâr'iyetiyle, Cebbâr'iyetiyle senin başını ezecektir. Öyle ise o gün gelip çatmadan sen Allah'a sığın ve ilticada bulun.' (Târık, 86/9)

İşte bütün bu mânâları hâvi böyle bir cümleyi Allah Resûlü'nün tavsiye etmesine mukâbil, inat eden adam, bundan mahrum kalıyor, nefis ve şeytanına mağlup ve mahkûm oluyordu.

Havle binti Hakîm (ra) Müslim ve Muvatta'da olan bir Hadis-i Şerif'i bize şöyle naklediyor: من نزل منزلا ً فليقول اعوذ بكلمات الله التامات مِن شَرِّ مَا خَلَق فانه لن يضرّه شيء حتي يرتحل 'Bir kimse bir yerde konaklar, Allah'ın mukaddes kelimeleriyle Allah'a sığınıyorum derse; oradan göç edeceği ânâ kadar, ona hiçbir şey zarar vermez.' [2] Burada bilhassa şu noktaya dikkat çekilmiştir: Mele-i A'lâ'dan, esfel-i sâfiline kadar eşrâr ahyârla, habis ruhlar iyi ve güzel ruhlarla, şeytanlar meleklerle mücadele etmektedir. Eşrâr, insanlığın zara-rına, ahyâr ise insanlığın hayrına iş yapmaktadır. Eşrârın insanı şirâzeden çıkarmasına mukâbil, ahyâr insanı tarik-i müstakime davet etmektedir. Onun içindir ki insan nereye giderse gitsin, nerede konaklarsa konaklasın cin ve şeytanın ve orada hevam şeklinde görünen haşaratın şerrinden Allah'a sığınmalı, ahyârı ve Mele-i A'lâ'nın sakinlerini yardıma davet etmelidir. Zira bu, mücadelenin muvaffakiyetle sona ermesini Allah'tan temennî ve niyâz etmek ma'nâsına gelir.

Ebû Umâmet-ül Bâhilî, Mescid-i Nebevî'de melûl, mahzun, mükedder, kalbi kırık, boynu bükük oturuyordu. Resûl-ü Ekrem (sav) onun yanına sokuldu ve bu hâlinin sebebini;

- Niye mahzun, niye mükeddersin? diyerek sordu. Ebû Umame de:

- Ya Resûlallah, evde yiyecek birşey yok ve fakr u zaruret had safhaya geldi. Ben de gönlümle Cenâb-ı Hakk'a teveccüh ettim, cevabını verdi. Allah Resûlü, ona reçete mahiyetinde şu hususları ta'lim etti ve sabah akşam şunları söyle dedi: اللهم اني اعوذ بك من الهمّ والحزن واعوذ بك من العجز والكسل واعوذ بك من الجبن والبخل واعوذ بك من غلبة الدين وقهر الرجال 'Allah'ım gönül tasasından, üzüntüden, hüzünden, âcizlikten, beceriksizlikten, iş yapamamazlıktan kendimi anlayamama, durumumu değerlendirememe, kâinatın kanunlarından istifâde edememekten, eli kolu bağlılıktan, miskin miskin oturmaktan, korkudan, cimrilikten ve malımı ulvî bir gâye için verememekten Sana sığınırım.' [3] Bunların herbiri birer cevher ve hayatî büyük hakikatleri ifade etmektedir. Evet, nice kimseler vardır ki hayatlarını, vermeleri icâb eden yerde veremediklerinden, zilletle verme mecburiyetinde kalmışlardır. İşte, böyle zelîlâne hayatımı vermekten Sana sığınırım. Nice kimseler vardır ki izzetle mallarını verip izzetlerini kurtarmak mümkün iken bunu yapamadıklarından, malları zilletle ellerinden alınmıştır. İşte bundan da Sana sığınırım. Düşmanların bana galebe çalmasından da Sana sığınırım. Evet, Allah Resûlü, Ebû Umametü'l-Bâhilî Hazretlerine bu şekilde istiâzeyi tavsiye buyuruyordu.

Kur'ân-ı Kerim'de; şeytanın, nefsin, dehrin ve hikmetini bilmediğimiz nice hâdiselerin şerlerinden Allah'a sığınmayı ifade eden açık, kapalı, sarîh, işâri, remzî mânâlarıyla belki yüzlerce âyet vardır. Fakat bu âyetleri burada sıralamak mevzuyu uzatmak olacağından bu kadarla iktifa ederek أَعُوذ deki incelikleri arzetmeye çalışalım:

İnsan, ihtiyacı ebede uzanmış bir varlıktır. Bir çiçeği istediği gibi bir baharı da ister. Baharı elde etmekle tatmin olacağını mı sanıyorsunuz? Arkasından cenneti ister, geçici bir cennete de razı olmaz, ebediyet ister; ama sâadet içinde bir ebediyet... Ancak bir yerde bu da onu tatmin etmez, Cenâb-ı Hakk'ın Cemâli'ni müşâhadeyi talep eder. Evet, insana verilen herşey bir başka şeyi isteme mevzuunda ona fikir verir, o da hemen arkasından bir başka şey ister. İşte insan, böylesine, istekleri birbirini takip eden bir varlıktır. Bununla beraber imkânları o kadar dardır ki elini nereye uzatabiliyorsa imkânları da o ka-dardır. Yani elinin döndüğü daire kadar bir imkâna sahiptir. Belki çok defa bu daire içindeki işlerin dahi altından kalkamaz, mağlup olur. Böyle bir insan acaba ne yapmalı? Kim ne derse desin en akıllıca, en mâkûl yol, onun, 'Ben Allah'ın inâyetine sığınıyorum.' demesi olacaktır. İşte bu mânâyı, Allah (cc) bizlere, Kur'ân okumaya başlarken أَعُوذ(Eûzü) cümlesiyle ifade ettiriyor.

أَعُوذ (Eûzü) bir mânâsıyla da insanın aczini itiraf etmesi demektir. Aczini itiraf eden bir insan, kırık kalbiyle Allah'a teveccüh eder. İşte o zaman Rahmet-i İlâhî, nikab ve hicâbını kaldırarak, rahmet ve şefkate çok muhtaç olan insanın yüzüne güler ve insan böyle bir yakınlıkla müşerref olduğu zaman انا عند المنكسرة قلوبهم من اجلي sözünün mânâsını idrak eder. Allah (cc): 'Ben kalbi kırıklarla beraberim' [4] diyor. 'Hiçbir şey yapamadım, dehrin hadiselerinin altından kalkamadım, Seni hoşnut edecek işleri beceremedim, bu hâlimle huzuruna geldim fakat kalbim kırıktır' diyen insana Allah (cc): 'Üzülme! Ben de kalbi kırıklarla beraberim' karşılığını verecektir.

İnsanın tam tâata muvaffak olabilmesi için gönlünde taht kurmuş şeytanı atması ve gönlünü Allah için müheyyâ etmesi gerekir. Gönlünden şeytanı atamamış, onu temizleyememiş, iç âlemini tezyin edememiş bir insanın okuduğu Kur'ân kirli bir gönül ve lekeli bir ağızdan çıkar. Bu itibarla, bu durumdaki bir insanın ilk defa bir tahliye ve tezkiye yapması gerekir ki أَعُوذ(Eûzü) de bunu yapmaktadır.

Biz أَعُوذ بِاللّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمُِ derken, bu ulvî mânâyı düşünür, kalp ve lisân tahâretini bununla yapar ve bu kelimenin gücüne inanarak onu söyleriz.

Kalp, Beyt-i Hüdâ'dır. Husûsiyle geceleri Sultan, kasrına nüzûl etmek ister. Allah Resûlü bize; 'yatarken abdest al, şu duayı oku, Allah'a teveccühde bulun, şeytanın şerrinden Allah'a sığın ve Muavvizeteyn'i tilavet et, öyle yat' diyor. Çünkü o gece Sultan bizim kalbimize de nüzul edebilir. Kalb kapalı, kirli ve Allah için temizlenmemiş ise, o gece Sultan böyle bir kalbe nüzûl etmeyecektir. Hz. İ. Hakkı:

'Dil Beyt-i Hüdâ'dır onu pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyleye Sultan gecelerde'

demektedir. Rahmân her gece kasrı olan senin gönlüne nüzûl etmek için semâ-ı dünyaya keyfiyeti meçhul bir inişle iner. 'Yok mu duâ eden duâsını kabul edeyim? Yok mu istiğfar eden mağfiret edeyim? Yok mu bana teveccüh eden, Rahmetimi ona tevcih edeyim? Yok mu el açıp yalvaran el uzatayım?' [5] dediği zaman bizler gönlümüzü açmışsak, Sultan, rahmetiyle kendi kasrına nüzûl edecektir.

Allah (cc), cennetini bizim için hazırladı. O'nun adına da Kur'ân'ında Dâru's-Selâm dedi (Selam ve emniyet içinde yaşamış olanların yurdu). Sanki Cenâb-ı Hakk bizlere: 'Ben orayı pâk ve temiz olanlar için hazır tutuyorum. İçinde öyle hûriler var ki ne ins ne de cin gözü onlara temas etmemiştir. Benim de bir kasrım var, o da senin gönlündür. Benim cenneti pâk ve temiz tutmama mukâbil, sen de benim köşkümü temiz tutuyor musun?' demektedir.

'Sığmam dedi Hakk Arz u semâya
Kenzen bilindi dil mâdeninden.'

Allah gönülde Kenzen bilinir. Bu, 'Arz ve semâya sığmadım. Mü'min abdimin gönlüne sığdım' meâlinde olan ve kudsî hadîs diye rivayet edilen bir sözden mülhemdir. Hz. Allah başka yerleri değil, senin gönül tahtını tecellisine ma'kes yapmış ve orayı, keyfiyeti bizim için meçhul kudsî bir taht olarak kabul etmiştir. O, senin cennet yurdunu şerden ve şerirden muhafaza etmesine mukâbil, sen de O'nun kasrı olan gönlünü O'nun için pâk ve temiz tutabildin mi?..

İşte أَعُوذ (Eûzü) bu temiz ve pâk tutmayı temin edecektir. Onun içindir ki, Allah Resûlü, yatmadan evvel yatakta ellerini birleştirerek tutuyor, Muavvizeteyn'i okuyor, ellerine üfleyip, ellerini temas edebileceği bütün vücuduna sürüyordu. Böylece herşeyden Allah'a sığınıyor ve âdeta 'Cesedime şeytan elini sürmesin, kalbime şeytan girmesin' diyordu. إنّ الشيطان يجري من ابن آدم مجري الدم 'Şeytan insanoğlunun damarlarında tıpkı kan gibi cereyan eder.' [6] Alyuvar ve akyuvarları âdeta binek yaparak insanın kalbine kadar onlarla nüfûz ederek insana vesvese verir. Tecelligâh-ı İlâhi olan kalbin havasını bulandırır. Sonra da insan, etrafına ve Cenâb-ı Hakk'ı ifade edip anlatan herşeye bulanık bulanık bakmaya başlar. Artık herşey onun mâhiyetinde bulanık görünür. Onun içindir ki Allah: أَعُوذ بالرَّحْمنِ أَعُوذبِالرَّحيمِ أَعُوذ بالْقُدُّوس واعوذ بالرَّزَّاق demiyor, bütün Esmâü'l-Hüsnâ'yı içine alan ve zâtının ism-i hassı olan Allah ism-i şerifini zikrederek burada 'Allah'a sığının' diyor.

Şimdi lâtif bir nükteyi arzedelim:

Sizin iki çeşit düşmanınız, bu iki çeşit düşmana karşı da iki türlü cihadınız vardır. Bunlardan birincisi, imanınıza karşı nâralar atan, maddî mevcudiyetinizi yok etmek, servetinize el koymak, vatanınızı sömürmek isteyen maddî düşmanlarınızdır. Bunlar, sizin karşınıza topla, tüfekle, tankla uçakla çıkarlar. Sizler şimdiye kadar bu tür düşmanlara karşı Allah'tan her yardım dileyişinizde O'nun yardımı gelmiş, ve her defasında meleklerini göndererek düşmanlarınızı perişan etmiştir. Evet, siz, Allah'tan yardım istemiştiniz, Allah da size üç bin-beş bin melekle yardım etmişti. Meselâ, Çanakkale'de dahi bizzat İngiliz kumandanı Hamilton'un ifadesiyle: Allah, sarıklılar şeklindeki rûhânileri Mehmetçiğin önünde koşturmuş ve bir avuç yaralı Mehmetçik, İngiliz gibi cebbâr ve hodfuruş bir devleti Çanakkale Boğazı'nda durdurmuş ve boğazdan içeriye sokmamıştı. Gönlü coşmuşlar: مَتَى نَصْرُ اللّهِ 'Allah'ın yardımı ne zaman?' (Bakara, 2/214) demişler, Allah da meleklerini göndermiş ve kullarını desteklemişti...

İkincisi de 'Cihad-ı Ekber'dir. Bu tür bir cihadda ise, daha büyük bir yardımcıya ihtiyaç olur. İşte biz cihad-ı ekberi, bize musallat olan şeytanımıza ve kötülükleri emre-den nefsimize karşı veriyoruz. Biz nefis ve şeytana karşı vermiş olduğumuz bu mücadelede vesâiti bertaraf ediyor, doğrudan doğruya Allah'a ilticada bulunuyoruz. Çünkü bu cihad Anadolu'yu işgal eden düşmana karşı değil, Allah'ın kasrı olan kalbin, şeytanlar ve şerirler tarafından işgaline karşıdır.

İşte maddî gücün çok az olduğu zamanda, Müslüman, Allah'a olan bağlılığıyla nasıl kendisinden çok güçlü düşmanlarını mağlup etmişse, bu büyük cihadda da insanı nefis ve şeytana karşı galip getirecek ve insanı onlar karşısında mağlûp olmaktan kurtaracak, yine Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyetidir. Onun içindir ki, bu cihadda en mâkûl yol, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın himâyesine girmek olacaktır ki 'Eûzü' bu şuurla sığınma ve teveccühün ünvânıdır.

Cenâb-ı Hakk, şeytan için: 'Dergâh-ı İlâhi'den kovulmuş' mânâsına 'Racîm' demektedir. Onun hakkında kullanılan bu tâbirle de, şeytanın daha önce huzûr-u İlâhî'de bulunduğunu, itaatkâr olduğunu anlıyoruz. Zirâ evvelce huzura kabul edilmemiş olsaydı, kovulmuş olması düşünülemezdi. Şeytan, kibir ve gururunun kurbanı olmuş, isyan ve temerrüdü onun 'Racîm' olmasını netice vermişti. Böylece şeytan, Cenâb-ı Hakk'ın mü'min kulları için hazırladığı cennetten kovulmuştu. Yani, Allah (cc) mü'min kullarının emniyeti için, şeytanı cennetten tard etmişti. Buna mukâbil acaba bizler, O'nun Samedaniyyetine bir ayna olan kalbimizi, O'nun için, şeytandan temizleyebildik mi? İşte mesele budur. 'Eûzü' bize durmadan her tekrar edişte bu ihtarı yapmaktadır.

Mü'min, Allah ahlâkıyla ahlâklanan insandır. O, şey-tanı senin yerin olan cennetten kovduğu gibi sen de onu Hakk'ın tecelligâh-ı Subhânisi olan kalbinden tardeyle..!

الشَّيْطَانِ (eş-şeytan) kelimesinin başında harf-i ta'rif vardır. Yani bu belli ve mâruf olan şeytan demektir. Hani bir zamanlar Hz. Âdem'e başkaldırıp insana düşman olan şeytan. Evet dün olduğu gibi bugün ve yarın da küfür hesabına kurduğu saltanat sâyesinde, inkârı devletleştiren ve devletleştirecek olan şeytan, kıyâmete kadar bu dâvâ uğruna çalışacak ve her devrede kendisine temsilciler bulacak ve Allah nizâmını yıkmak için ne lazımsa yapacaktır. O sizin eski düşmanınızdır. Hani o, babanızı cennetten attıran ve Allah'ın huzurundan ayrı düşmenize sebep olan şeytan. Siz onu yakînen tanıyorsunuz. Fakat bilin ki, babanız Âdem'e yaptıklarını size de yapmak isteyecektir. Sakın gafil olup da onu kendinize dost edinmeyiniz. Ve ondan Allah'a sığının. Bu mânâ ل (lam)'ın ahd-ı hârici olduğuna göredir. ل (lam) cins mânâsına gelirse; Hz. Âdem'in cennetten çıkmasına sebebiyet veren, Hz. Nuh'un kavmini baştan çıkaran... Ve yirminci asırda bütün dalâlet, rezâlet ve şenâatiyle hükümfermâ olan ne kadar insî ve cinnî şeytan varsa hepsinin şerrinden Allah'a sığınıyorum, mânâsına olur.


[1] Buharî, Bed'ül-Halk, 11, Edeb, 44, 76: Müslim, Birr, 109.
[2] Müslim, Zikr, 54,55; Darimi, İsti'zan, 58 Muvatta, Şi'r, 11, İsti'zan, 34.
[3] Buhari, Daavât 36, Cihad, 74, Etime, 28, Nesai, İstiaze, 7, 8, 25, Müsned, III, 159, 220, 226, 240.
[4] Bak; Keşfu'l-Hafa, 1, 234.
[5] Buhârî, Teheccüd, 14; Müslim, Musafirin, 168-70; Ebu Davud, Sünnet, 19; Tirmizi, Salât, 211.
[6] Buhari, Ahkâm, 21, Bedü'l-Halk, II, İ'tikaf, 11, 12, Ebu Davud, Savm 78, Sünnet, 17, Edeb, 81, İbn-i Mace, siyam 65, Darimi, Rıkak, 66, Müsned, III, 156, 275, 309, VI, 337.