Rahmân ve Rahîm

Rahmân, bir isim sıfattır. Yani o, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatıdır. Fakat ismiyet öyle galebe çalmıştır ki Rahmân dediğimiz zaman hemen aklımıza Allah gelir.

الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى 'Rahmân, arş üzerinde istivâ etti' (Tâhâ, 20/5);الرَّحْمَنُ * عَلَّمَ الْقُرْآنَ 'Rahmân, Kur'ân'ı insanlara ta'lim etti.' (Rahmân, 55/1,2) dediğimiz zaman Allah'ı kasdetmiş oluyoruz. Öyle ise Rahmân Allah'a has bir sıfattır. İnsanlara Rahman denmez. Rahmân, nâmütenâhi merhamet edici, nâmütenâhi nimetlerle perverde edici mânâsına gelir. Nasıl ki, 'Allah' kelimesini tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Öyle de; Rahman kelimesini dahi tercüme etmek mümkün ve muvafık değildir. Çünkü isimdir. Husûsi isimler ise tercüme edilmezler. Hele Rahmân'ı 'Esirgeyici, Bağışlayıcı' şeklinde tercüme etmek büyük hatadır. Zira dilimizde esirgeyici demek, cimri ve bahîl demektir. Beşerin dahi kabul etmeyeceği bir çirkin sıfatı Allah'a isnad eden, bu mânâları düşünüyorsa namaz kılarken dahi imandan olur. Onun içindir ki Rahman'ı tercüme ve bir kelime ile ifade etmekten o ismin Sahibine sığınırım.

Rahîm de Rahmân gibi bir sıfattır. Fakat, Rahîm Allah'a has değildir. Rahîm Allah'ın sıfatıdır ama mahlûkat hakkında da kullanılır. Şimdi de bu iki kelimenin muvâzenesini arz edelim:

İkisi de rahmet kökünden geliyor ve Allah'ın merhâmetini ifade ediyor. Fakat birinin şumüllü merhametine mukâbil, diğerinin hususi merhameti vardır. İnce bir ifade tarzıyla; Rahmân Vâhidiyet'in, Rahîm ise Ehâdiyet'in tecellisidir.

'Rahmân' kelimesi ezele, 'Rahîm' kelimesi ise lâyezâle bakar. Allah, Rahmân isminin ruhundaki merhameti ve o merhametin taâlluku ile kâinatı yoktan var etmiştir. Sistemler, insanlar, ağaçlar, kuşlar ve her şey Rahmân ismiyle var olmuştur. Bütün mevcudât Rahmân isminin cilveleriyle cilveendâz olmaktadır. Bu geniş umumi ve şumüllü rahmet bütün kâinatı içine almış ve Rahmâniyet bütün kâinatı ihâtâ etmiştir.

Herşey, bu Rahmâniyetin cebriliği altında, tav'an ve kerhen Allah'ın emirlerine itaât etmektedir. Rahmân'da cebrîlik vardır. Allah kâinatı yaratırken kâinata, bizi yaratırken bize, kuşu, ağacı, taşı yaratırken de onlara sormamıştır. İşte bu cebrîlik, Allah'ın Vahîdiyetinin muktezasıdır. Mâlikü'l-Mülk O'dur. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder. Ve kimse O'na müdahale edemez. Meseleyi sadece ezele bakan ve Allah'ın zâtına isim olan Rahmân açısından mütâlâa edecek olursak; küfür-iman, adalet-zulüm, hakkaniyet-haksızlık, güzellik-çirkinlik, iyi-kötü her şey birbirine karışıverir. Bu durumda irâde mevzubahis olamaz. Böylece de insan, diğer varlıklar gibi, ne kötülük-lerinden mes'ûl olur ne de iyiliklerinden dolayı mükâfata erer. O da bir ağaç, bir taş ve dört ayaklı bir canlı gibi, fıtratın hududu çerçevesi içinde yaşar, bazı isimlere âyine olur ve göçer gider. Eğer kâinata sadece Allah kelimesinden sonra Rahmân'ın tecellisi hükümfermâ olsaydı, durum bu merkezde olacaktı. Ancak Allah murad buyurdu ve insanlarda irâdeyi yarattı; irâdesini iyiye kullananları mükafatlandırma, kötüye kullananları cezalandırma hikmetiyle Rahîmiyeti ile de tecelli etti. Böylece insana esfel-i sâfîlinden a'lâ-yı illiyine kadar, ya aşağıların aşağısına düşme veya a'lâların a'lâsına çıkma imkânını bahşetmiş oldu. Kuş kanat çırpıp yavrularının başında dönüyor, ağaçlar boy salıp büyüyor, sular çağlayıp akıyor, otlar yeşerip ağaçlar meyve veriyor ve bir hayvan olan anne, yavrusuna karşı hanîn ve şefîk olarak davranıyorsa; bütün bunlar Rahmân'ın cilveleridir. Ancak, bunlarda irâde yoktur ve bu varlıklar Rahmân'ın kendilerine talim ve takdir ettiği hudutlar içerisinde yaşamak mecburiyetindedirler.

Bir de iradeye bakan Cenâb-ı Hakk'ın husûsî rahmet tecellisi vardır ki onu da bize 'Rahim' kelimesi ifade etmektedir. Demek oluyor ki, Rahmân olmasaydı, biz vücuda gelmeyecektik. Kâinat ve bütün mevcûdat yok olacaktı. Şayet Rahim olmasaydı irâdemizi kullanamayacak ve Cenâb-ı Hakk'ın dekâik-i san'atını idrâk edemeyecektik.

Rahmân, kâinatı büyük bir kitap gibi gözümüzün önüne serdi. Rahîm, bize o kitabı okuma ve okuduğumuz o kitaptan alacağımız huzmeleri kalbimizde iman haline getirme iradesini verdi: Ve yine Rahîm, kâinatın sırlarını aşma, esmânın sahiline yanaşma, sıfatların keyfiyet ve ahvâlini kurcalama ve Zât-ı Bâri'yi düşünmemizi mümkün kıldı. Zât-ı Bâri nâkâbil-i idrâktir. Allah'ı bin isimle değil milyarlarca isimle anlatmaya çalışsak, yine Zât-ı Bâri hakkında birşey anlatmış olamayız. Hz. Ebu Bekir: العجز عن الادراك ادراك 'O'nu idrâk edememe idrâktir' der. Peygamber Efendimiz (sav) de kendisine isnat edilen bir sözde ما عرفناك حقّ معرفتك يا معروف buyuruyor: 'Ey herşeyden daha âyân daha beyân olan Ma'rûf-u Mutlak, seni hakkıyla bilemedik.' Onun içindir ki biz de:

'İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez
Zirâ bu terâzi bu kadar sıkleti çekmez'

diyor aczimizi itirâf ve ilân ediyoruz.

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hakk, bu kâinatın kapısını Bismillah'la açıyor ve insanları kâinatı müşâhedeye davet ediyor. Bismillah'la kâinatın kapısını kapatıyor. Ve yine Bismillah'la Dârü's-Selâm'ı açıyor, insanları ebedî mes'ûd etmek üzere cennete davet ediyor.

Bismillah'ı her yerde cilveendâz olarak görüyoruz. Çünkü onun içinde bütün esmâyı hâvi ve şâmil bulunan Lâfz-ı Celâle vardır.

Bu itibarladır ki, bu kudsî cümlelerin tercümesini yapmak mümkün değildir ve tercüme etmeye imkân yoktur. 'Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla başlarım' diyen insan, ilk defa Allah'a 'olan' demek suretiyle eskiden yokmuş da, sonradan olmuş gibi bir mânâyı işmâm etme hatası içindedir. İster 'keynûnet' isterse 'sayrûret' mâ'nâsına gelsin; ister 'O Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın adıyla' desin; isterse 'Allah-u Rahmânu'r-Rahîm' densin hepsinde bu kabil hatalar mevcuttur.

Kur'ân-ı Kerîm'in anlatmak istediği bütün hakikatler, hülâsa olarak besmelede mevcuttur. Ve besmele bu haliyle de harikadır. Bu harikalık elbette onun tesir gücüne de sirayet edecektir ki,

Allah Resûlü: „كلّ امر ذي بال لم يبدأ فيه بِسْمِ اللهِ الرَّحْمنِ الرَّحِيم buyuruyor. Son kelime muhtelif rivayetlerde değişir; bazı rivayetlerde أقطع bazılarında ise اجزم ifadesi vardır. Hepsi birbirinin müterâdifi bu kelimelerle Allah Resûlü: 'Besmele ile başlamayan her iş, bereketsizdir, devam etmez ve köksüzdür'[1] demektedir.

Kur'ân dört büyük hakikatten bahseder: Bunlar, Tevhid, Nübüvvet, Haşir ve Adâlettir. Ve Besmele bunları hülâsa eder. اللهِ lafz-ı celâlesi sarih olarak tevhide bakıyor. Rahmân onun sıfat-ı hâssı olup, nübüvveti isbat eder. Rahîm sıfatı ise haşir ve adâleti dile getirir.

Bismillah, Berâat (Tevbe) sûresi müstesna Kur'ân'ın bütün sûrelerinin başında vardır. Kur'ân yazan her kâtibin besmeleyi bütün sûrelerin başına yazması bil'icmâ farzdır. Yazmayan haram işlemiş olur. Şâfiî'lere göre bir kavil müstesna bütün mezheplere göre hayvanlar kesilirken besmele çekilmesi farzdır. Ayrı bir mesele de, namazda Fatiha'dan önce 'Besmele' çekmek Şâfiî mezhebine göre farz, Hanefî mezhebine göre de sünnet olduğu hususudur. Ancak Mâlikî mezhebine göre Besmele mendub değildir. Çünkü İmâm-ı Mâlik (ra): إِنَّهُ مِن سُلَيْمَانَ وَإِنَّهُ بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ âyetiyle anlatılan (Nemll, 27/30), yarım âyet şeklinde kendisini gösteren 'Bismillah' müstesna, Kur'ân-ı Kerîm'de yüz on üç yerde geçen 'Bismillah'ı âyet kabul etmemektedir.

Bismillah'ı bazıları müstakil birer âyet saymışlar, bazıları da başında bulunduğu sûreden bir parçadır demişler. Hayatta her şeyin miftahı durumunda olan Bismillah, Kur'ân'daki sûrelerin de anahtarı durumundadır. İster sûreleri birbirinden tefrik etmek, isterse o sûreye bereket getirmek ve isterse o sûreyi anlamak, muktezâsıyla amel etmek mevzûunda Allah'ın tevfikini dilemek ve dilenmek için olsun, kısacası ne maksatla yazılırsa yazılsın o, arş-ı âzamdan insanların kalbine uzanmış nuranî bir iptir. Mânâsındaki ulviyeti kavrayıp, füyûzatından istifade eden insanlar

e tutunarak insânî arş'a çıkabilirler. بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

Allah (cc) kâinatta var olan bütün hakikatleri, gönderdiği kitaplarında şerh ve izâh etmiştir. Bu yüce hakikatleri Allah, ona gönülleri ma'kes olabilecek peygamberlerin sinelerinde mânâ, dillerinde harf ve kelime olarak ifade etmiştir. Bütün bu mukaddes kitap ve sahifelerde anlatılan hususlar en son kitap Kur'ân'da tafsil edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm, bütünüyle Fatiha sûresinde, Fatîha sûresi de Besmele'de hülâsa edilir. İşte besmele, bütün peygamberler ve kitapları birbirine bağlayan böyle nûranî bir iptir. Kâinatta var olan bütün hakikatler bir nüve halinde ve muhakkak surette Besmele'de mündemiçtir. Ancak onu bulup çıkarmak, herkese müyesser değildir.


[1] Müsned, II, 259