Tevhid yörüngeli konuşmak

Fiilleri yaratan da Cenâb-ı Allah’tır. Biz konuşurken “Yedik, içtik, gittik, geldik” desek de, yediren de, içiren de, götüren de, getiren de odur. Biz, bu fiilleri kendimize isnat ederken, Allah Teâlâ’yı bayağı ve âdi işlerden tenzih etmek için öyle konuşuyoruz. Aslında, “Allah abdest aldırdı, Allah zeytin yedirdi, Allah su içirdi” sözleri hakikate muvâfıktır, doğrudur.

Bazı arkadaşlar, uzun zaman her fiili Allah’a nisbet etmeyi sürdürdüler. “Yemek güzel olmuş” demek kadarlık bir sözü bile “Allah yaptırdı” şeklindeki cevaplarıyla hakikate hamlettiler. Fakat böyle bir üslupta bazen bir sun’îliğe kaçma olabilir. Cenâb-ı Allah, mecâza cevaz verdiği için fiileri mecazen insanlara nisbet etmede bir beis yoktur.

Evet, bir fiil hakikî fâiline isnat edilmezse o söz mecaz olur. Mecâz, bir alâkadan dolayı hakikî mânâsının dışında kullanılan ve zahirî mânâsının kast edilmesine karine-i mânia (engel delil) bulunan kelimelerdir. Mesela, “Bahar etrafı yemyeşil yaptı” sözünde fiilin bahara isnat edilmesi mecâzîdir. Çünkü, bizim inancımıza göre ve hakikatte, etrafı yemyeşil yapan, ağaçlara çiçek açtıran sadece Allah’tır. Bahar mevsimi ise yalnızca bu yeşermenin zamanıdır. Bu mecazda zaman, alâkadır; bahar mevsiminin “etrafı yemyeşil yapma” gibi bir fiilden âciz ve uzak olması da, karine-i mâniadır.

Ayrıca, hastaneye gidip gelirken, insanların gizli bir şirkle yüz yüze olduklarını gördüm. “Şu doktor hayatımı kurtardı” sözünden tutun da, “Şu ilacı almazsanız iki sene bile yaşayamazsınız” ya da “Ameliyat sizi on sene daha yaşatır” türünden nereye gittiği bilinmeyen, hangi dinî esasa dokunduğu sezilmeyen pek çok yanlış ifade duydum. Çok üzüldüm. Sanki hayatı veren ilaçlarmış gibi bütün fiillerin onlara nisbet edildiğini ve Cenâb-ı Hakk’ın hiç zikredilmediğini müşahede ettim. Ve sanki, Müessir-i Hakikî, alınan bir ilaçtan dolayı şifa vermeye –hâşâ– mecburmuş gibi “Şu ilacı alın, hiçbir şeyiniz kalmaz” şeklindeki ifadelere muhatap oldum. Bu üslup karşısında ruhum çok sıkıldı. Evet, “Bu sözler mecaz” diyebilirsiniz; ama bunu derken “Hakikî Fâil”i de unutmamanız, kalb ve düşüncelerinizde en geniş yeri ona ayırmanız gerekmez mi?

Bir süre tedavimle ilgilenen bir doktor arkadaşımız buradan giderken, “Hocam, Allah sizden razı olsun. Bana ‘sebepler planında’ demeyi öğrettiniz” demişti. Evet, Allah (celle celâluhû), ilacı bir sebep olarak yaratmıştır. Bir ilaç, belli bir rahatsızlığa sebepler planında iyi gelebilir. Ama hem o ilacı alanın, hem de onu tavsiye eden doktorun her lâhza aklında bulundurması gereken husus “Yegâne Şâfî Allah’tır” hakikati ve “o ilacın sadece bir vesile olduğu” gerçeğidir.

Alvar İmamı, sürekli “Allah bizi insan eyleye!” derdi. Bazılarının aklına gelebilir ki, zaten insanız. Evet öyledir, fakat potansiyel insan olmak başka, hakikî insan olmak başkadır.

Hüve

Cenâb-ı Hakk’ın nimetlerini ondan bilmek, ihsanları ona izafe ederek hatırlamak bir şükr-ü manevîdir. Bu da, o türden nimetlerin ziyadeleşmesine vesile olur. Onu görmezlikten gelmek ise nankörlüktür. Nankörlük de azab-ı ilâhîyi gerektirir ve nimetin inkıtâına vesile olur. Hususiyle “enaniyet asrı” diyebileceğimiz içinde yaşadığımız zaman diliminde, insanlar pohpohlanmak, övülmek için bahaneler arıyorlar. Her şey bir çalıma, kuruntu ve riyaya bağlanmış gidiyor ve her yerde bir havâîlik hâkim. Bu havâîliğe karşı ciddî olmak iktiza ediyor.

Eğer insanın davranışları, azmi, cehdi ve tercihi herhangi bir şeyin meydana gelmesi için bir sebepse ve buna bir değer atfedilecekse bunu öbür âleme bırakmalı. Burada onlara değer atfettiğimiz zaman hiç farkına varmadan, işi o işin asıl sahibinden koparmış ve kendimize mâletmiş oluruz. Bunda da bir şirk-i hafî vardır. “Vallahu halakakum vemâ ta’melûn. Sizi de, yaptığınız şeyleri de yaratan Allah’tır” (Sâffât, 37/96) ilâhî beyanı bize bunu ifade ediyor. Bu sebeple başkalarını takdir edenler, takdir ederken temkinli olmalılar; hem fiilleri asıl sahibinden koparmamaları, hem de takdir ettikleri insana zarar vermemeleri açısından dikkatli davranmalılar.

Bazen kendisine başarı isnad edilen şahıs, öyle bir takdir karşısında dayanamayacak kadar zayıf bir adam olabilir. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) böyle bir münasebetle “Kardeşinin boynunu kırdın” diyor. “O yaptı, o etti, o mükemmel, o şöyle, eşi menendi yok…” şeklinde şeyler söylenince “Onun boynunu kırdın” buyuruyor. Üstad Hazretleri de, hem onları övmek suretiyle boyunlarını kırmamak, hem de başkalarında rekabet, kıskançlık ve haset hislerini tahrik etmemek için talebelerinde sadakat, samimiyet ve vefa arıyor. Onları keşif, keramet ya da harikulâdeliklere değil; bu vasıfları elde etmeye ve mübalâğalardan kaçarak her şeye rağmen vefalı olmaya çağırıyor.

Öyleyse, her şeyi silmeli, “O” demeli. “Ene”den vazgeçip “Hüve”ye bağlanmalı. Bütün meseleleri “Hû”ya irca etmeli.

Gerçi, Üstad Hazretleri, “ene”yi yırt, “nahnü”yü göster diyor. Bu mülâhazanın mânâsı şudur: İlle de bazı işler, başarılar, muvaffakiyetler için bir sebep gösterilecekse heyet gösterilmeli; tek tek fertler değil de onların vifak ve ittifakıyla hâsıl olan şahs-ı mânevî nazara verilmeli. Cenâb-ı Hakk’ın tevfîkinin tahakkuku için vifak ve ittifak bir şart-ı adîdir, mülâhazasına bağlanmalı. Fakat esas tevhîde ulaşma, ene’yi yırtıp nahnü’den geçip Hüve’yi göstermekle olur. Temelde ene (ben), ente (sen), entüm (siz) ve nahnü (biz) kısacası bunların hepsi Hüve’ye bağlanmalıdır. Acz, fakr yolunun esası da budur.

İman ve küfür

“Birbirine en uzak şeyler nelerdir?” denilirse “Küfür ve iman” diyebilirsiniz; neticeleri itibarıyla böyledir. Fakat hayat içinde yaşadığınız şeyler itibarıyla; hisleriniz, hevesleriniz veya vicdanınız, şuurunuz ve lâtife-i Rabbâniyeniz açısından bakınca birbirine en yakın şeyler de küfür ve imandır. Aralarında incecik bir perde vardır.

Onun için perdenin öte tarafına yuvarlanıp düşenlerin dedikodusunu edip, “Nasıl oldu da düştüler?” falan deme yerine “Allah bizi düşürmesin” diye Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edip yalvarmak lâzımdır. Devamlı surette, “Rabbenâ lâ tüziğ kulûbenâ ba’de iz hedeytenâ. Allah’ım hidayet buyurduktan sonra kalblerimizi kaydırma” (Âl-i İmran, 3/8) demek gerekir.

Bütün kardeşlerimiz için de aynı duayı yapmalıyız. Çünkü hiç umulmadık kimseler kaybedebilir. Vahye kâtiplik yapan insan vardır ki, kaybetmiştir. İster tahribatın kolay olmasına, ister şeytanî meselelerin insana daha cazip, daha hoş gelmesine, isterseniz de her zaman tetikte yaşayamamaya veriniz, hiç beklenmedik anda kayabilir ve kaybedebilirsiniz.

Bundan dolayı, insan kendine hiç güvenmemeli, ona tutunmalı ve bu şekilde ayakta durmaya çalışmalı. Kendini çok küçük görmeli. Her gece bin rekat namaz kılsa, başını yerden kaldırmasa da kulluğunu yapamadığı inancında olmalı. Senenin her gününü ibadetle dopdolu yaşayan bir kul “Rabb’ime şu kadar ibadet ettim, şu meselede şöyle bir mazhariyete erdim” şeklinde bir düşünceyi aklının köşesinden geçirse, kendisini bir paye ve makam sahibi zannetse, onun bu mülâhazayla tükettiği o anlar, hayatının en karanlık dilimleri olur.

Oysa dikkatli bir kul, mazhariyetlerine bir mekr olabileceği endişesiyle bakmalı ve Allah’ın rızasından başka bütün taleplere kapanmalıdır. “Ben bir köleyim. Kölenin hiç sermayesi olmaz, o ne kazanırsa kazansın kâr efendiye aittir” şuurunda olmalı, ibadet ve hizmetleri karşılığında bir mükâfat ve bedel beklememelidir. Kaldı ki Yirmi Dördüncü Söz’de ifade edildiği gibi; “Ubudiyyet, mukaddeme-i mükâfat-ı lâhika değil, netice-i nimet-i sâbıkadır. Evet biz, mükâfatımızı almışız. Ona göre hizmetle ve ubudiyyetle muvazzafız.” Öyleyse mesele, makam elde etmek, bir pâyeyle bilinmek değildir; verilmiş bir pâyenin hakkını eda etmek, nimetlere şükürle mukabelede bulunmaktır.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) sabah akşam “Allahümme eûzü bike mine’l-küfri” diye dua ediyor. Bunu, Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) talim (öğretme) makamında söylediği bir dua olarak değerlendirmek lâzımdır. Zira, peygamberler hem mâsum hem de masûndurlar; günaha kapalıdırlar ve aynı zamanda Cenâb-ı Hak onları günaha karşı korur. Onlar, başkalarını kurtarmak için gönderilen kimselerdir; kendilerini kurtarmak için gönderilmemişlerdir. Ancak Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), o engin kulluk şuuru ve tevazuuyla kendi nefsinden de endişe duyup sû-i akıbetten korkabilir ve kovulacağından endişe edebilir. Fakat biz terbiyemizin gereği bu türlü mülâhazaları talime havale etmeli; bize herkesin akıbetinden endişe etmesi gerektiğini öğretiyor, şeklinde anlamalıyız. Ama o kendi açısından “illâ enyeteğammedeniya’l-lahu bi rahmetin minhu” -bir rivayette de devamında- “ve fadlin” demekte, kendisini her zaman rahmet-i ilâhiyeye muhtaç görmektedir. Onunla sarılıp sarmalanmazsa, onunla tutulup bir noktaya konmazsa, o da cennete ulaşamıyacağı kanaatini taşımaktadır.

Rahmeten li’l-âlemîn olan Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bile, o rahmette daha ileri yerlere adımını atabilmesi, kadem-i sıdka erebilmesi için, yine ilâhî rahmetten beklentiler içindedir. Öyleyse; biz onun dediği şeylerin yüz kat daha fazlasını demeli, küfürden çok korkmalı ve Cenâb-ı Allah’a sığınmalıyız.

Küfrün sebepleri çok sinsi olduğundan, ibadetiyle göklerde uçan bir insan dahi küfre düşebilir. Öyle biri dahi çok endişe duymalı; inişlerde çıkışlarda, yaya yürüyüşlerde hep Cenâb-ı Hakk’tan sıyanet aramalı. İşte o tür duaların mânâsı da böyle anlaşılmalı. “Ya Hayy, ya Kayyum, birahmetike esteğîs, eslih lî şe’nî külleh, velâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn.” Hayy ve Kayyum, Âyetü’l-Kürsî’de lâfz-ı celâlden sonra zikredilen iki mübarek isimdir. Onun varlığı halk etmesi yönüyle değil de, bizim açımızdan, hayata mazhar olanlar ve onun kayyûmiyetiyle hayatlarını sürdürenler açısından önemli iki isimdir. Onun için bu iki isim, bazılarınca İsm-i A’zam olarak zikredilmiş; dualarda “Ferd, Hayy, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddûs” sırasıyla söylenmiştir.

“Birahmetike esteğîsu”, “Senin rahmetine sığınıyor, sana dehalet ediyorum” demektir. Baştaki “Be” harfini ister istiğâse (yardım dileme), ister istiâne (yardım isteme), isterseniz de musâhabe (yakınlık ve söyleşme) mânâsına hamledin; bu, “Beni rahmetinin arkadaşlığından uzak etme, yardımından mahrum bırakma, rahmetinle gelecek yardımdan nasipsiz kılma. Sana sığınıyor, senin merhametini diliyorum. Ve aynı zamanda bir maiyyet istiyorum” anlamına gelir. “Eslih lî şe’nî küllehu” “Her hâlimi ıslah buyur, düzelt” demektir. Bu sözde bir tevazu; bir mahviyet; meseleyi bir çökmüşlüğe, çatlamışlığa, bir kırılmışlığa hamletme ve buna inanma vardır.

Sonra “Ve lâ tekilnî ilâ nefsî tarfete ayn. ‘Göz açıp kapama ölçüsünde bile olsa beni nefsimle baş başa bırakma.’” sözü gelmektedir. Bazıları buna “Ve lâ ekalle min zâlik. ‘Göz kapamadan daha az bir süre için bile beni benimle baş başa bırakma.’” ifadesini eklemiş; bazıları da bir tavzih için ya bir bedel ya da bir atf-ı beyan ziyadesiyle “ve lâ ilâ ehadin min ibâdike. ‘Nefsimle baş başa bırakmadığın gibi, başka bir kimseyle de baş başa bırakma.’” demişlerdir. Yani, “Bana senden başka biriyle kurtulacağım hissini verme. Öyle bir şirke atma beni. Başkasına güvenip dayanma duygusu hâsıl etme gönlümde. Sadece sana dayanayım, yalnız sana güveneyim. Senden istiânede, istiğâsede bulunayım. Bir tek senin maiyyetini isteyeyim, onun içine hiçbir şey karıştırmayayım” talebini seslendirmişlerdir.

Demek ki insan bazen yürüdüğü düz bir zeminde bile hiç farkına varmadan ayağı bir yere takılıp kapaklanabilir. Düşmenin hiç farkına varılmaz. Şimdiye kadar devrilmez gibi görünen nice çınarlar yıkılıp gitmiştir. En güçlü insanlar dahi devrilmişlerdir. Allah (celle celâluhû) bizleri muhafaza buyursun.

Teslimiyet ve hürriyet

İlâhî varidattan uzak, dinî temellerden yoksun düşünceler, insanı dünyevîliğe iter. Başına gelen hâdiseleri değerlendirirken, mesela inanç perspektifinden bakmıyor/bakamıyorsa “Şöyle olsaydı, böyle olmalıydı, neden böyle sonuçlandı” der, kendini yer bitirir. Ama Allah’a iman, kadere teslimiyet, takdire inkıyat ile aynı hâdiselere baksa elde edeceği netice farklı olur. Evet, insan gerçek hürriyete kavuşmak istiyorsa Allah’a (celle celâluhû) ve ondan gelen her şeye teslim olmalıdır. Teslimiyetten uzak ruhlar, ölü vücutlar gibidir. Cesetten farkı yoktur onların. Bu sebeple insan, onunla irtibatını bir ney gibi sürekli seslendirebilmeli; inleyebilmelidir. Mülâhazalarında hep Cenâb-ı Hak olmalı, hep onu düşünmeli, her işini onun rızası istikametinde yapmalı veya en azından o gayret içinde olmalıdır. Evet, insan az dahi olsa bu hakikate inansa, inanın ne burada ne de ötede kaybetmez.

İnançta derinlik

Mü’minler olarak çok iyi inanmak, inandığımız şeyleri içte duymak ve hissetmek, bunları başkalarına duyurmak, kendimizi saydam bir varlık gibi yapıp, nereden bakılırsa bakılsın hep Cenâb-ı Hakk’ı göstermek zorundayız. Bir başka tabirle memur olduğumuz şeyleri harfiyen yerine getirirken kendimizi tamamen ona adamamız ve onda fâni olmamız gerekmektedir. Nasıl ki bazı ruh insanları Uhud’u, Hz. Hamza’yı anlatırken o çetin savaşı kendisi yaşar ve Hamza olur; aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak’tan bahsederken yine ondan akıp gelen engin dalgalar ile gönlümüzü buluşturabilmeliyiz ki inandırıcı olabilelim.

Müslümanlık sadece ilim değildir, o hayattır. Yaşana yaşana fertle ve toplumla bütünleşir. Zaten inancını bu ölçüde yaşayarak tabiatlarının derinliği haline getirebilenler bu seviyeye ulaşır, ulûhiyet hakikatine yeni pencerelerle açılma fırsatı bulurlar.

Evet, imanın nazarî buuddan amelî buuda yükseltilmesi hem dünya hem de ukba hayatımız adına çok önemlidir. Bunu başarabildiğimiz takdirde iman bizim hayatımızın her karesine girmiş demektir, eğer ameller yerine getirilirken bu inanç derinliği hissedilmezse hem inanç yönünden hem de amelî yönden nifak başlar ve gün gelir insan -Allah korusun- münafık olur.

Öte yandan, bunu duyup tatmakla iş bitmiyor; hiç durmadan mücadeleye devam gerekir. Zira bu makam veya hal, insanı gurur, kibir ve ucba sürükleyebilir ki bu inananları yeniden nazarî iman seviyesine düşürür. Mukarrebîne bakın; onların âdeta her zaman ulûhiyet tecellilerine doğrudan muhatap olduğunu görürsünüz; görürsünüz ama onlarda ucbdan, kibirden, gururdan eser yoktur. “Biz hiçbir şey yapamadık” derler, yürekleri ağızlarına gelir ve sürekli bu hal üzere yaşarlar. Kendilerini Allah’a doğru yükselen yarış pistinde hissederler bunlar. Hiçbir şeyle sarsılmazlar; sarsılmazlar çünkü nazarî imanları amelî imanla sağlam bir blokaja oturmuştur. İşte asıl ulaşılması gereken hedef de budur.

İnanması gerektiği ölçüde inanmamış/inanamamış olanlara, amelî zafiyet içinde bocalayanlara, tabir-i diğerle düşe kalka yürüyenlere gelince; belli ölçüde nefsanîliğin ve şeytanîliğin inhiraflarından kurtulmuş olsalar da iman benliklerine tam anlamıyla sinmemiştir bunların. İğreti bir elbise gibidir iman üzerlerinde. İmanını amelle benliğine sindiremeyenler, hiç kimseye hiçbir şey veremezler. Bu durumdan kurtulmak için insan maddî beslenmesine dikkat ettiği gibi mânevî beslenmesine de dikkat etmelidir. Kendini hiç boşluğa salmamalı, hayatında hiçbir gedik bırakmamalıdır. Bununla beraber kaldıramayacağı yüklerin altına da girmemeli, tekellüflü şeylerle uğraşmamalı, beşerî taraflarını zorlamamalıdır. Hiç ara vermeden sürekli oruç tutma, namaz kılma ve dünyadan tamamen elini eteğini çekme de ayrı bir dengesizliktir. Unutmayın, tabiata ters hareket etmek tahribat getirir.

Allah bizi insan eyleye. İnsan söylediğinin iki mislini kendi yapmalı ki, kalbi bir bam teli gibi ses versin. Ritmi bozmamalı ki, söylediği her kelime, kelime-i tayyibe olsun. Aklı, mantığı, muhakemesi, şuuru, kalbi, lâtife-i Rabbâniyesi sürekli canlı olmalı ki, bu yükü götürebilsin. Yoksa atiyye ile matiyye arasında bir uygunluk yok demektir. Bu uygunluk olmayınca da insan ömür boyu çabalar da bir arpa boyu yol alamaz.

İman yolu

İman bir duyma, bir hissetme meselesidir. Bir başka tabirle her insana göre değişen bir iç ihsastır o. Kalbi imanla dopdolu olan bir insanın menfi şeylerle meşbu bulunması düşünülemez. Mesela, kalbi Allah sevgisi ile tam anlamıyla dolu olan birisinin başka şeylere karşı nefret hissi kalmaz. Allah aşkı yer bitirir onu. Üstad’ın “Otuzikinci Söz”de dediği gibi; “Bazıları ism-i Vedûd’a mazhar olur. Felek mest, kamer mest, nücûm mest, serâser âlem mest” her şey mest olur yani. Her şeye o gözle bakar; her şeyi o kulakla dinler; her şeyi ondan ötürü öper, koklar ve sever. Zaman olur, inanmayana, inkâr-ı ulûhiyet bataklığına saplanmış kişilere bile nazar-ı merhametle bakar; bakar ve “Keşke inansalar!” der. Ama ardından hemen kendine gelir; “Estağfirullah ya Rabbi! Senin mührün, senin takdirin!” der ve inanmayanların inanmamalarında hikmet aramaya başlar.

Bence her şeyin Cenâb-ı Hakk’a bağlanması ve ondan ötürü delicesine sevilmesi çok önemlidir. Bizim hoşumuza gitmeyebilir, icraatın arkasındaki hikmetli perdeyi aralayamayabiliriz, kafamızda beliren “Neden?” sorularına mukni cevaplar bulamayabiliriz; ama önemli olan onun iradesi, meşieti ve muradıdır. Bu bakış açısının kazanılması, her şeyin bu çerçevede değerlendirilmesi gerektiğine inanıyorum. Mesela, Risalelerde çok sık geçen acz u fakr meselesi... Bu pencereden kâinata, eşyaya ve hâdiselere bakan bir insan, kendi acziyet ve zaafiyetini idrak eder, eder ve o acziyet ve zaafiyet içinde Rabb’inin engin şefkatini görür. Âfâk ve enfüste onun âyâtını tefekkür eder, mârifeti artar. Bütün bunlar onun Allah’a ciddî şekilde yönelmesine vesile olur.

Keşke bu bakış açısını kazanabilsek!

Âmennâ veya eslemnâ

Soru: Kur’ân’daki “Âmennâ değil, eslemnâ deyin” ifadesi bizim için de geçerli mi?

Cevap: Hucurat Sûresi 14. âyette, bedevî Araplara hitaben Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi vesellem) bir beyanı nazara verilir. “İnsanlığın İftihar Tablosu”, “İman ettik” diyen bedevîlere âyetin diliyle der ki; “Siz iman etmediniz, lâkin siz ‘İslâm olduk, inkiyad ettik.’ deyin.” Bu âyetin hemen her âyet gibi bize de bakan yönleri vardır. Ama ona geçmeden önce bedevîlere yani çöllerde yaşayan insanlara bu hitabın neden yapıldığını bir iki cümle ile izah edelim: Kanaatime göre bu âyetin nazil olduğu ve Efendimiz ile mezkur muhaverenin geçtiği dönemde bedevîler daha dün denilebilecek kadar kısa bir zaman dilimi öncesi Müslüman olmuş ve iman adına hiçbir şeyi derinlemesine duymamışlardı. Bundan daha önemlisi onlar iman etmişlerdi fakat onu çeşitli nedenlerle içlerine sindirememişlerdi. İşte bu seviyede imana sahip olan kişilerin iman ettik sözlerini Allah Resûlü (sallallahü aleyhi vesellem) tashih etme lüzumunu duyuyor; duyuyor çünkü söz kalbe tercüman olmuyor. Bu seviyedeki bir insanın “Âmennâ.” demesi yalan söylemeye eşittir Kur’ân’a ve Allah Resûlü’ne göre. Onun için tashih ediyor, “ ‘Âmennâ.’ değil ‘Eslemnâ.’ deyin” diyor. Yani “İslâm olduk, inkiyad ettik.” Çünkü gerçek iman kalbte hissedilen, sahibini iz’ana ulaştıran imandır. O, insanın aksine ihtimal vermeyecek şekilde bir hakikate inanması, kabullenmesidir. Hatta daha da ileri giderek onu tabiatının bir yanı, bir buudu haline getirmesi, sürekli sâlihatla beslemesi demektir. Farklı bir zaviyeden iman, İslâm ve ihsan birbirini tamamlayan üç unsurdur. Gerçi usûlde öyle bir yaklaşım yok; ama iman bir mü’min için zaruriyattan (mutlaka olması gereken, olmazsa olmaz şartlardan) ise şayet, amel-i sâlih hâciyat (zaruriyata göre daha geri plânda kalan ama olmasına ihtiyaç duyulan şartlar), ihsan da tekmiliyattandır (zaruriyat ve haciyattan sonra gelen tamamlayıcı, kemale erdirici hususlar). Onun için bence üçünün iman mefhumu çerçevesinde ele alınması gerekir.

Ayetin bize bakan yönüne gelince; çoklarımız ne anlama geldiğini dahi hesap etmeden tıpkı on beş asır öncesinin bedevîleri gibi ulu orta “Âmennâ. (İman ettik.)” diyoruz. Hâlbuki bizler etrafımızdaki hemen herkesin “Âmennâ” dediği bir muhitte neş’et ettik. Kültürümüzün bir parçasıydı iman ve onun gerekleri. Doğduğumuzda ilk duyduğumuz ses ezandı. İrademizle bir tercihte bulunmamıştık. Kendimizi bu işin göbeğinde bulduk. Bir kilisenin bahçesinde neş’et etseydik şimdi nerede olacağımız az çok belliydi.

Bununla beraber biz inandığımız esasları analiz etmedik ve etmiyoruz. Olduğu gibi, baba ve dedelerimizden gördüğümüz şekliyle hayatımıza geçiriyoruz. En azından kâhir ekseriyetimiz böyle yapıyor. Muhal-farz inandığımız, inancımızın gereği hayata tatbik ettiğimiz şeylerde yanlışlar varsa, onları bile devam ettiriyoruz biz. Tashih edilmesi gerekli olan şeyler var; ama farkında dahi değiliz. Bu yanlışlar konusunda belki de anne-babamızın ve muhitimizin tesirinde kalarak böyle tercihte bulunduk. İşin aslı tercihde dahi bulunmadık, onlar çektiler bizi işin içine. Hâlbuki iman, İslâm ve ihsanın insan iradesinin ürünü olması lâzım. İşte meseleye böyle yaklaşırsak söz konusu âyet hepimize hitap ediyor; “ ‘İman ettik’ demeyin, ‘İslâm olduk. deyin” diyor. Çünkü iman taklidî seviyeden tahkike çıkmamış, analize tâbi tutulmamış; iradenin hakkı verilerek şuurlu bir tercihin ürünü değil. Selef-i sâlihîn bu türlü bir imanın makbul olup olmadığı konusunda uzun boylu münazara ve münakaşalar yapmış, mukallidin imanı kabul edilir mi edilmez mi sorusuna cevap aramışlardır.

Meselenin kendimize değil, başkalarına bakan yönü ise şudur: Bizler peygamber değiliz; insanların içlerini de bilemiyoruz. Ne iyilikleri hakkında ne kötülükleri hakkında kesin hüküm vermemiz doğru olur. Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) birisi hakkında sahabinin “O iman etmemişti” demesine karşılık çok kızmış ve “Nereden biliyorsun, yarıp kalbine mi baktın?” buyurmuştu. Bir başkasının, Efendimizin (sallallahü aleyhi ve sellem) de çok sevdiği Osman b. Maz’un için söylediği “Ne mutlu sana, cennete gidiyorsun” sözünü duyduğunda, “Ne biliyorsun? Ben Allah’ın peygamberi olduğum halde bilmiyorum, sen nereden biliyorsun?” demiştir. Bu iki misal, bize insanların imanını bilip bilmeme veya imanları hakkında söz söyleyip söylememe mevzuunda bir sınırlandırma getiriyor. Dolayısıyla hüküm veremeyiz biz. Onun için İslâm dinine açık bir kültür ortamında neş’et etmiş, iradesiyle kendini bu işte bulmamış, bir tercihte bulunmamış kişilere dahi olsa “Siz ‘Âmennâ.’ demeyin, ‘Eslemnâ.’ deyin” dersek saygısızlık yapmış oluruz.

Ama iman ettiği halde bir türlü levsiyattan çıkamayan kişilere özel olarak ve tamamıyla uyarı mahiyetinde “Sen âmennâ ufkuna ulaşamamışsın, tevhide ayağını basamamışsın, beyhude ‘Âmennâ’ deme, senin demen gerekli olan şey ‘Eslemnâ’dır” demek mahzursuz sayılabilir. Tabi bu herkes için geçerli değildir.

Bununla beraber şu mülâhazanın daha doğru olduğuna inanıyorum; “Başkaları beni alâkadar etmez. Ben kendime bakmalıyım. İhtimal ben de Kur’ân’ın ezelî ve ebedî hitabında yer alan ‘Eslemnâ’ deyip de ‘Âmennâ’ diyemeyecek insanlar içindeyim. Çünkü ben Allah’ın mü’mini, peygamberin mü’mini olmaktan daha ziyade annemin-babamın ve çevremin mü’miniyim. Babam bana imanı, ameli telkin ediyordu. Yeri geldiğinde zorluyordu. Annem beni zorla namaza kaldırıyordu. Ben iman konusunda kendi tercihlerimin gerektirdiği şekilde derinliğe ulaşamadım. Bu sebeple amellerimin bir yanında yalanın bulunduğu, bulunabileceği endişesini taşıyorum.”

Benimle bu mülâhazayı paylaşan dostlarım kendileri hakkında aynen benim gibi düşünebilirler. Fakat başkaları adına böyle diyemezler, dememeliler.

“Ben sana âşık olmuşam”

Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı varlığa karşı muhabbeti zâtına olan sevgisinin bir ifadesidir. Bu hakikati izaha geçmeden önce sevgi kavramı açısından bir hususun farkına varılması gerekir; sevgi aslında bir zaaftır, birine karşı belki de elde olmadan gösterilen bir temayüldür. Onun için sevgiyi Zât-ı Ulûhiyet’e isnad ettiğimizde ve buna benzer durumlarda, onu münezzeh ve müberra gösterme ihtiyacını hissediyoruz, “La teşbih” diyoruz; diyoruz çünkü başka türlü ifade etme imkânımız yok.

Bir örnek arz edelim isterseniz. Süleyman Çelebi mevlidinde;

“Gel Habibim ben sana âşık olmuşam,
Cümle halkı sana bende kılmışam”

diyor. “Âşık olmuşam” sözünü nasıl izah edersiniz? Aşk, insanın çok defa elinde olmadan özellikle karşı cinse gösterdiği temayülün adıdır, bir zaaf göstergesidir ve bunlar bizim telakkimize göre Zât-ı Ulûhiyet açısından ters şeylerdir. Fakat şu da bir gerçek ki başka türlü ifade imkânımız yok.

Meselenin bir başka yönü ise Zât-ı Ulûhiyet’in mevcudiyeti mülâhazasına bağlı olarak yapılan temsil ve teşbihlerdir. İşte bu noktada ben temsil desem de teşbih demeden kaçınıyorum. Çünkü el, ayak, kudret, konuşma, idrak, dileme gibi kavramlar ister istemez insan zihnine bütün bunlarla muttasıf varlıkları akla getiriyor. Onun için bu türlü misal verilmesinin gerekli olduğu yerlerde “Velehü’l meselü’l a’lâ” veya “bir misalle meseleyi ortaya koyma, vaz’etme” demeyi tercih ederim.

Cenâb-ı Hakk’ın varlığa karşı muhabbeti zâtına olan sevgisinin bir ifadesidir, tesbitine geri dönecek olursak; bu bir yönüyle Cenâb-ı Hakk’ın kendi hayatına, ilmine, iradesine, kudretine, sem’ine, basarına, vücuduna, kıdemine, bekâsına, vahdaniyetine, muhalefetün li’l-havadis olmasına, halkına (yaratma sıfatına), ibdaına, inşaına, terzikine (rızıklandırma) ilgisi ve alâkası demektir. Öte taraftan, zâtî ve subutî sıfatlardan çıkan birçok isim var. Kesretten kinaye biz onlara “Binbir Esmâ” diyoruz. Dolayısıyla bu isimlere de ilgisi ve sevgisi var Cenâb-ı Hakk’ın. Fakat yukarıda ifade etmeye çalıştığımız gibi bütün bu isimlerin ef’al halinde tezahüründen, sıfât halinde tecellilerinden ciddî bir temkinle, Zât-ı Ulûhiyet’in kendi münezzehiyet ve mukaddesiyetine yaraşır şekilde bahsetmek gerekir.

Biraz açalım isterseniz; mesela, sevgide aynen aşkta olduğu gibi bazı mahzurlar söz konusudur. Bu açıdan sevgi hususunda konuşurken bizim kendi aramızda muhaveremize esas teşkil eden kelimeleri Zât-ı Ulûhiyet’in sevgisi adına kullanırsak yanlış yaparsınız. Onun için, işte tam o noktada lisan ta’tiline girmek gerekir. Yani, boynu büküp sükût murakabesine dalar ve ardından “İçimden öyle şeyler köpürüp geliyor; ama yanlış yaparım korkusuyla onları seslendirmeye cesaret edemiyorum” diye düşünürsünüz. Bana göre bu da bir konuşma ve bir ifade tarzıdır.

Bununla beraber Allah (celle celâluhû) bizi öyle bir darlığa hapsetmemiş. Çünkü bilinmeyi murad buyurduğu için bildirilmesini de, bildirilmesine esas teşkil edecek malzemeyi de bize vermiş. Aksi takdirde nasıl Allah’ı anlatacaktık başkalarına? “Vemâ halaktü’l cinne ve’l inse illâ li ya’budûn. (Ben cinleri ve insanları başka değil, ancak beni bilsinler ve bana ibadet etsinler diye yarattım.)” emrini nasıl yerine getirecektik? “Habbibullâhe ilâ ibadihî yuhbibkumullâh. (Allah’ı kullarına sevdirin ki o da sizi sevsin.)” hakikatini nasıl gerçekleştirecektik?

“Cenâb-ı Hak elden, ayaktan, gözden münezzehtir” denildiğinde bu defa başkaları da; “Allah her şeyden münezzehtir, diyorsunuz; ama bunu söylerken sanki bir yokluktan bahsediyorsunuz” diye itiraz ediyorlar.

Evet, Zât-ı Ulûhiyet’in namütenâhî bir gözü ve görmesi, kulağı ve duyması, ağzı ve konuşması, ayağı ve yürümesi vardır. Nitekim kudsî bir hadis-i şerifte “Küntü sem’ahü’l-lezi yesmeu bihî ve basarahu’l-lezi yubsiru bihî, ve yedehülleti tebtışu biha ve riclehulleti temşî biha. (Ben veli kulumun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli, yürüyen ayağı olurum.)” deniliyor. Ama bütün bunlar bizim idrak sınırlarımızın üstündedir.

Hâsılı sırat-ı müstakimi bulmak lâzım; o da “Velillâhi’l- meselü’l a’lâ” fehvasınca Zât-ı Ulûhiyet’e ait meseleleri temsille anlatma yoludur.

Sevgi ile alâkalı bir örnek daha arz edelim isterseniz: Kur’ân-ı Kerim’de “İn küntüm tuhibbûnallâhe fettebiûnî yuhbibkumullâh. (Eğer Allah’ı seviyorsanız bana ittiba edin ki Allah da sizi sevsin.)” buyruluyor. Buradaki Allah sevgisini nasıl anlayacağız? Selef bu mevzuda; “Detaya inmeyelim, çünkü mezelle-i akdamdır (ayakların kayma noktasıdır), inhiraflar, sapmalar yaşayabiliriz” demiş. Ama bazıları da tam aksine farklı bir zaviyeden bu Allah sevgisini, kısmen âşık-maşuk münasebetini andıracak şekilde ele almış, yazı ve şiirlerinde. Mesela, Rabiatü’l-Adeviye “Lev kâne hubbuke sâdikan le eta’teh / İnne’l muhibbe limen yuhibbu mutîu. (Senin Cenâb-ı Hakk’a olan sevgin iddia ettiğin gibi doğru olsaydı ona itaat ederdin. Zira seven kimse, sevdiğine itaat eder.)” diyor. Efendimiz sallallâhu aleyhi ve selleme “Habibullah” denmesini de bu zaviyeden değerlendirebilirsiniz. Zira eğer sadece Efendimizin Allah’a olan sevgisinden bahsedilseydi -ki bazıları “İnsan, Allah’ı sevemez; ona itaat eder” derler, bu, Allah’ı bilmeyenlerin kabaca lâflarından ibarettir- ona “Habibullah” denmezdi de “Muhibbullah” denirdi. Oysaki “Habibullah” siga açısından hem fail hem de mef’ul mânâsı verir. Bu durumda “Habibullah” “Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen” mânâsına gelir.

İşin özeti, Zât-ı Ulûhiyet’te her şey kendi münezzehiyet ve mukaddesiyetine uygun şekilde tecelli eder. Dolayısıyla Allah’a raci olan her şey nâ mütenâhî ve nâ kâbil-i idraktir vesselâm.

Kırık Testi