Tebliğin Hakk'a ve Halka Bakan Yönleri
'Emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker', ya Allah (c.c) için yapılan bir vazife, ya da Allah (c.c) tarafından vaz'edilip insanlar arasındaki müşterek hukuk hesabına yapılması gereken bir vazifedir.
Evvelâ, tebliğ ve irşâd da diyebileceğimiz böyle bir sorumluluk, herkesin Allah (c.c)'a karşı yapması gerekli olan bir vazifedir. Öyleyse inanan her fert, kendini bununla mükellef bilmeli ve namaza koşuyor gibi bu vazifeye de koşmalıdır. Hususiyle 'emr-i bi'l-maruf nehy-i ani'l-münker'in ihmale uğradığı, ortalığı münkerâtın işgal ettiği bir zaman ve zeminde, bu vazife şahsî farzların dahi ötesinde bir önem arz etmektedir. Çünkü o yapılmadığı takdirde ne namazdan, ne hactan, ne zekattan.. bahsetmek mümkündür. Bilhassa maruf ve iyi olanın menedilip, münkerin teşvik gördüğü karanlık dönemlerde bu vazife, topyekün bir milleti alâkadar eden sorumluluklar sırasına girer.
Şahsen ben, günümüzde bu vazifeden daha âli ve yüce bir vazife bilemiyorum. Bundan dolayı hayatını bu vazifeyle dopdolu geçirenlerin dünyası da, âhireti de mamur olacağı kanaatini taşıyorum. İster anlatarak, ister kitap yazıp telifâtta bulunarak, herkes kendine düşen bu vazifeyi yapmak zorundadır. Ancak, kim hangi usûl ve metotla çalışırsa çalışsın; 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' yaparken, tamamen hasbî ve tamamen siyaset üstü davranmalıdır. Zaten yapılan işin tesir ve devamlılığı da ihlâs ve siyaset üstü olmakla doğru orantılıdır. İhlâs ve samimiyet olmadan yapılacak böyle kudsî bir vazife, asla istenen neticeyi vermeyecektir; netice vermesi bir yana âhirette sahibine vebal olacaktır.
O hâlde, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker' vazifesini yapanlar, مَنْ قَاتَلَ لِتَكُونَ كَلِمَةُ الله هِيَ الْعُلْيَا فَهُوَ فِي سَبِيلِ الله'Kim Allah'ın yüce adını yüceltmek istikametinde mücadele-mukatele ederse, işte o Allah yolundadır.'[1] hadîsi fehvasınca, Allah (c.c) adının yücelmesi uğruna yapılan mücadele, verilen kavganın sadece Allah (c.c) için olacağını düşünüp, başka emel ve gayelerin bu halis işe karışmamasına dikkat etmeli ve "emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker" vazifesini bu temel prensip üzerine kurmalıdırlar. Millet ve insanlık yolunda bugün açılan her müessese ve ileride şartların gerektirdiği ölçüde kurulacak olan daha başka ne gibi teşekküller olacaksa, bütün bunlarda asıl gaye; hep bu kudsî vazifeyi kudsiyetine yakışır seviyede yerine getirmek olmalıdır.
Milletimize ulaştırılacak her hizmet hamlesi yetişen gençliğin, manevî boşluklarını doldurucu ve onların ruh yapılarını aslî hüviyet ve safvetine döndürücü mahiyette olmalıdır ki, ilhad ve anarşinin neşv ü nemâsına ve içimizde kök salmalarına meydan verilmiş olmasın. Bizim her hizmet hamlemiz onlar için bir dalga kıran olmalıdır. Fikir, düşünce ve faaliyet adına onları durdurmanın, sadece durdurma değil; bitirip tüketmenin de tek çaresi budur.
Şunu da mutlaka ifade etmeliyim ki; eğer biz bugün bu boşluğu dolduramaz ilhad ve anarşiye karşı kollarımızı bir makas gibi açıp, 'Burası çıkmaz sokak, buradan geçemezsiniz' diyemezsek, ecdadımızın Moskof'u, Yunan'ı, Fransız'ı, İngiliz'i ve daha bilmem hangi Haçlı güruhunu, vatana ve vatan sınırlarına sokmamak için verdiği kavgaların, yaptığı muharebelerin hiçbir anlamı kalmaz. Onlar göğsünü, düşmanların top, gülle ve süngülerine karşı siper edip bu uğurda yüz binlerce şehit vermişlerdi. İşte böyle önemli bir mücadelenin mânâsı kalmaz derken ben, bunu kendi akıbetimiz açısından söylüyorum; yoksa elbetteki onlar, amellerinin mükâfatını, zerresi dahi zâyi olmadan göreceklerdir. Evet eğer bizler, bütün düşünce, ahlâk ve levsiyat kapılarını ardına kadar onlara açarsak, ecdadımızın, mücadele edip de ölüp ölüp dirildiği o cansiperâne mücadelelerin ne anlamı kalır ki?. Ve bizim bu davranışımız, verilen onca şehidin kanını yerde bırakmak değil de ya nedir? Hayır, Çanakkale'de erkeğiyle, kadınıyla savaşıp mücadele veren ve her şeylerini -canları dahil olmak üzere- bu uğurda feda eden üç yüz bine yakın insanın kanı yerde kalamaz! Palandöken'de Rus'un kırıp geçirdiği, Ermeni'nin kahpece arkadan vurduğu iki yüz binden fazla insanın, karlar üstünde tevhit yazan kanı yerde kalamaz! Yoksa, Nene Hatunların, Sütçü İmamların ve daha binlerce kahramanın elleri yakamızda olacaktır ki, bu mes'uliyetten kendimizi kurtarmamız çok zordur. Öyle ise, onların, ülkeyi yabancı çizmelere çiğnetmemek için seve seve canlarını verdikleri bir dâvâ uğruna, bizler de aynı fedakârlığı göstermek mecburiyetindeyiz. Ancak, dün onların verdiği mücadele ile bizim vermemiz gereken mücadele, keyfiyet bakımından farklılık arzetmektedir. Biz bugün, düşmanlarımızın kullandığı usûl ve metotlarla onlara karşılık vermek durumundayız. Dün atalarımız silaha karşı silahla mücadele vermişlerdi. Onlara düşen oydu, bize düşen de budur.. ve ecdadımızın yere düşen kanını yerde bırakmamanın yegâne yoludur.
O hâlde, bugünkü şartlar ve kullanılan mücadele metotları itibarıyla sen, İslâmî düşüncenin yeşermesi, ibadet neşvesinin gelişmesi için dinî duygu ve düşüncenin köpürtüle köpürtüle yaşandığı ocaklar inşa etmenin yanında, onların kuruldukları devrelerde eda ettikleri fonksiyonu eda edebilecek müesseseler kuracak ve bu müesseselerle yetişen nesillerin imdadına koşacaksın. İslâm ruh ve şuuruyla gençliğin iç âlemini donatacak ve kat'iyen inanacaksın ki, maneviyatsız bir neslin yapacağı müspet hiçbir iş yoktur. Zira din adına en büyük aksiyon sahibi şahsiyetleri yetiştirmek, senin bu gayretine bağlıdır. Sistemli çalışabilirsen İmam Rabbânîler, İmam Gazalîler, Şah-ı Nakşibendîler, Fatihler, Yavuzlar... vb. cihangirlerle beraber, Farabîler, İbn-i Sinâlar, Muhyiddin ibn-i Arabîler, Mevlânâlar gibi nice düşünce ve velayet kutupları senin asrında ve senin neslin içinde de yetişebilecektir. O güllerin bizim bahçemizde de yetişmesine mani hiçbir şey yoktur. Yeter ki bağban ve bahçıvan kendine düşeni yerine getirebilsin...
Yukarıda da söylediğimiz gibi, 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'in, insanlar arasında müşterek hukuk adına yapılması gereken ayrı bir yönü daha vardır ki, bu aynı zamanda toplum olarak yaşamanın da getirdiği bir sorumluluktur. İslâmî ahlâk ve düşüncenin duyulur, hissedilir, yaşanır hâle gelmesini temin etmek, bu kısma dahil içtimaî bir mes'uli-yettir. Müslümanın çarşı-pazarına ait değişmez prensipler bu cümleden sayılacağı gibi, fertler arasında karşılıklı korunması gereken haklar da bu cümledendir. Şimdi bu hususu biraz daha açalım.
İslâm'ın kendine göre bir ticaret ve iktisat ahlâkı vardır. Müslüman, ticarî ve iktisadî hayatını bu ahlâk çerçevesinde götürme mecburiyetindedir. O, riba alıp-veremez, ihtikâr yapamaz, spekülatif faaliyetlere giremez. O, zümreleri kayırıcı ve orta sınıfı ortadan kaldırıcı her türlü ahlâk dışı davranışların dışında kalmak mecburiyetinde, alış verişinde de ölçü ve dengeyi korumak zorundadır. Müslüman, İslâm'ın geçerli mal olarak kabul ettiği şeyin dışında, hiçbir şeyi emtia kabul edemez. Yine o, kendi ticarî hayatının bu şekilde yerleşik ve yaşanır hâle gelmesini temine çalışmalıdır; daha doğrusu çalışmak mecburiyetindedir. İşte 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'in, bir de böyle bir yönü vardır. Bu sayede Müslüman, tefeciliğin, karaborsanın, ihtikârın ve diğer ticarî münkerâtın beline darbe vurmuş olacak ve o cemiyet içinde dinin yasak ettiği şeyler neşv ü nemâ ile gelişme zemini bulamayacaklardır.
Evet, İslâm'ın da, her sistem gibi, hayatın bütün sahalarına ait getirmiş olduğu prensipleri vardır. Ticarette, ailede, sosyal münasebetlerde vs. Meselâ aile; İslâm'a göre ailede nikah şarttır. Nesil, nikah yoluyla çoğalmalıdır. İslâm'ın yaşandığı ortamda zina ve fuhşun yeri yoktur. Çünkü zina ve fuhuş, cemiyeti tahrip eden en korkunç hastalıklardandır. İslâm ise, cemiyet hayatını tahribe yönelik her türlü eylemin karşısındadır.
Aile içinde, ana-baba ve çocukların birbirlerine karşı tutum-davranış ve mes'uliyetleri de, İslâmî prensiplerle zabt u rabt altına alınmıştır. Aile ve yuvanın korunması hususunda İslâm çok hassastır. Dolayısıyla yuva mefhumunu yıkmaya yönelik her zihniyet ve anlayış, İslâm'ı karşısında bulur. Zaten neslin heder olmaması için de bu birlik şarttır.
Burada da görüldüğü gibi mü'min; bir taraftan, İslâm'ın emrettiği hususları hem kendi hayatında hem de diğer fertler arasında pratiğe dökmeye gayret ederken, diğer taraftan da İslâm'ın men'ettiği ve yasakladığı hususları şahsî yaşamından ve cemiyet hayatından uzaklaştırma durumundadır ki; bu da iyiliği emredip kötülükten menetme yollarından biridir.
Netice itibarıyla; bütün bu değişik yollarla mü'min, kendine düşen vazifeleri yerine getirdiği zaman, kendini de içinde yaşadığı cemiyeti de faziletlerle donatacaktır ki işte o zaman faziletli milletten söz edilebilecektir. Kâmil insan mânâsına faziletli insan.. bu insanlardan meydana gelmiş cemiyet.. bir merhale daha ötede, bu cemiyetlerin örgülediği bir dünya.. işte mü'minin bir dantelâ gibi işlediği ve cihanın da beklediği dünya bu dünyadır. Böyle bir dünyanın kurulması da, yine 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'in işlettirilmesine bağlıdır.
İstediğimiz, arzu ettiğimiz böyle bir dünyada fertler, sürekli birbirlerine faydalı olmaya çalışır; milletler, kendi lehine hem dünyayı, hem de âhireti cennet hâline getirmek için uğraşır. Bu dünyada her zaman bir yarış söz konusudur; faziletler yarışı. Faziletler yarışının yapıldığı bir cemiyet ve dünyada, 'ben' değil, 'biz' anlayışı hakimdir. 'Ben susuzluktan öldükten sonra, isterse dünyaya bir damla yağmur yağmasın' şeklindeki salak ve bencil düşünce, bir daha dirilmemek üzere öldürülüp gömülecek; yerine 'susuzluktan birisi ölecekse şayet, ilk ölen ben olmalıyım' düşüncesi filizlenip neşv ü nemâ bulacak ve her tarafta mürüvvet dalgalanıp duracaktır. 'Herkes mutlu olsun, sırası gelirse ben de olurum; fakat muhakkak herkesten sonra..' anlayışı, cemiyeti ve insanları birbirine raptedip bağlayacak; her tarafta dostluk duygusu yaşanacak, düşmanlık ve kavga unutulacaktır.
Esasen bu söylenenler, bizim ruh yapımızı meydana getiren mukaddeslerden mukaddes düşünce sistemimizde zaten var. İnsanlar o sistemi anladıkları ve onu ruhlarına işleyip yaşadıkları ölçüde bu fazilet dünyası birdenbire zuhur edecektir. Şu kadar var ki, bu neticeyi bütün dünyanın bilmesi, öğrenmesi, hatta pratikte görmesi şarttır. Bu da yine 'emr-i bi'l-maruf, nehy-i ani'l-münker'le olacaktır.
Bugün hem fert, hem aile, hem de cemiyet planında böyle bir vazife, kendisine uzanacak o mübarek elleri bekliyor.
[1] Buhari, İlm, 45; Cihad ve Siyer, 15; Müslim, İmaret, 149-151; Tirmizi, Fedâilü'l-Cihad, 16
- tarihinde hazırlandı.