ثقافة البيعة

Kullukta Derinleşme

Soru: Allah’a kullukta kemale ulaşma adına mü’minin dikkat etmesi gereken hususlar nelerdir?

Cevap: Bir taraftan Cenâb-ı Hakk’a yönelme ve kullukta derinleşme, diğer yandan da inandığı değerleri başkalarına duyurabilme istikametinde olağanüstü bir performans ortaya koyma bir mü’minin en önemli ve en büyük hedefi olmalıdır. İnsan, Allah’a karşı öyle bir kulluk tavrı ortaya koymalı ve kendisini öyle ibadete salmalıdır ki onu görenler, “Herhâlde bu kişi, Allah’a kulluktan başka bir şey bilmiyor.” demeli. Melekler bile onun kulluktaki bu derinliği karşısında hayrete düşmeli, ona imrenmeli ve “Allah Allah! Beşerî garîzeleri ve şehevî hisleriyle çepeçevre kuşatılmış bir insan, nasıl oluyor da bütün bu badireleri aşarak kalb ve ruh ufkunda seyahat edebiliyor!” sözleriyle onu takdir etmelidirler.

Aynı şekilde o, iman ve Kur’ân hizmetine kendini öyle adamalıdır ki dışarıdan ona bakanlar, “Muhtemelen bu şahıs hizmetten başka bir şey bilmiyor.” demeli. Onun, sahip olduğu bütün imkânları i’lâ-i kelimetullah adına kullandığını ve milletini devletler muvazenesinde olması gerekli olan konuma yükseltme adına ortaya koyduğu azim, ceht ve gayreti görenler onu “mecnun” zannetmelidirler. Esasen dinî anlayışından ve İslâm’ı yaşamadaki derinliğinden ötürü bir insana “mecnun” denilmedikçe, onun imanda kemâle erdiğini söylemek zordur.

Kısacası bu konuda o, tıpkı sahabe gibi olmalıdır. Çünkü sahabeyi görenler, “Ruhbanun filleyl ve fursânun finnehâr” sözüyle anlatıyorlardı. Yani onlar, tıpkı manastırlarda kendilerini ibadete vermiş rahipler gibi gecelerini ibadet ü tâatle geçiriyor, sabahlara kadar Hz. Dâvud gibi “Allah” deyip inliyorlardı. Gündüzleri ise at sırtından inmiyor, i’lâ-i kelimetullah adına diyar diyar dolaşıyorlardı. İşte bir mü’min her iki açıdan da öyle bir performans ortaya koymalıdır ki, hangi yönüyle ele alınırsa alınsın, hâl ve tavırlarının derinliği ve enginliği itibarıyla muhataplarında takdir ve hayret hisleri uyarmalıdır.

Verdikleri Vereceklerinin En Büyük Referansıdır!

Aslında bir insanın yapmış olduğu i’lâ-i kelimetullah vazifesinde başarılı olması da kullukta derinleşmesine bağlıdır. Farklı bir ifadeyle, muhatap olduğunuz insanların sadr u sinelerinin kendi enginlikleriyle size açılması, sizin vicdanınızın açılabildiği kadar Hakk’a açılmasıyla doğru orantılıdır. Siz ne kadar Hakk’a yönelirseniz, halk da o kadar size yönelecektir. Bugün olmasa da yarın mutlaka.

Bugün bazı fiyaskolar yaşayabilir, bir kısım bela ve musibetlere maruz kalabilirsiniz. Allah bunlarla sizi imtihan eder ve bir kısmınızı eler. Nitekim en güzide bir cemaat olan sahabe bile ağır imtihanlara tâbi tutulmuş, içlerinde istikameti tam yakalayamamışlar elenmiş, yalnızca en safi olanları o nadide toplumun birer ferdi olma durum ve konumunu devam ettirebilmiştir. Bu açıdan önemli olan sizin istikametinizi muhafaza edebilmeniz ve Allah’la münasebetlerinizi güçlü tutabilmenizdir. Kulluktaki bu derinliğinizi devam ettirebildiğiniz takdirde bugün olmasa da yarın Allah, kalbleri yeniden size yönlendirecek, sizin adınıza gönüllerde sevgi vaz edecektir.

Esasında bugüne kadar yurtdışına açılan Hizmet gönüllülerinin bir kısım eksik ve kusurlarına rağmen gittikleri yerlerde hüsn-ü kabul görmeleri ve Cenâb-ı Hakk’ın gönüllerde onlar adına sevgi vaz etmesi, bundan sonra ihsan edeceği nimetler adına da en büyük referanstır. Günümüzün adanmışları bugüne kadar gittikleri yerlerde ciddi hiçbir tepki görmediler. Ufak tefek sıkıntılar yaşanmışsa, bunlar da bizim usul ve üslup hatalarımızın veya başarıları kendimizden bilmemizin bir neticesi olmuştur. Bu sebeple eğer biz Rabbimize vermiş olduğumuz ahdimizi bozmaz ve bütün gönlümüzle O’na teveccüh edebilirsek bundan sonra da O, –inşâallah– ihsan ettiği nimetleri artırarak devam ettirecektir.

Buraya kadar zikrettiğimiz hususlar, işin bir yönüdür. Diğer yönü ise şudur: İnsan, Allah’a ibadette ne kadar derinleşirse derinleşsin, kendisini ne ölçüde hizmete adarsa adasın, yine de yaptıklarını yeterli bulmamalı ve sürekli “Daha yok mu?” demelidir. Esasen uhrevî lütuflar bir yana bu dünyada sahip olunan nimetler bile göz önünde bulundurulacak olursa, yaptığımız ibadetlerin bunlar karşısında ne kadar az ve yetersiz kaldığı daha iyi anlaşılacaktır. Mesela insanın ademden vücuda, vücuttan canlı olmaya, canlı olmadan insan olmaya, oradan İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) arkasında saf tutmaya kadar sahip olduğu nimetler o kadar büyüktür ki bunların hakkını ödemek mümkün değildir.

Tevbe, İnâbe, Evbe Kahramanları

Öte yandan mü’mine düşen vazife, yaptığı en küçük hatalar karşısında bile çok derin pişmanlık hisleriyle Allah’a yalvarıp yakarmaktır. O, tevbe ve istiğfar adına ellerini semaya kaldırdığı veya başını yere koyduğu zaman sanki dünyanın bütün vebalini sırtlanmış gibi bir hâl sergilemelidir.

Hiç şüphesiz bizim bu konudaki en büyük rehberimiz Allah Resûlü’dür (sallallâhu aleyhi ve sellem). Muktedâ-i Küll ve Rehber-i Ekmel olan İnsanlığın İftihar Tablosu, günde yetmiş kez Allah’a tevbe ve istiğfarda bulunuyordu. Acaba O, ne tür bir kusur işlemişti? Hâşâ, O’na kusur nispet etmek insanı alıp bir belirsizliğe götürür. Bilâkis O, bir taraftan kulluğunun gereğini ortaya koyuyor, diğer yandan da rehberliğinin gereğini seslendiriyordu. O, yapmış olduğu istiğfar ve dualarla ümmetine şu mesajı veriyordu: “Ey kıyamete kadar beni takip edecek olan Müslümanlar! İster kasıtlı olarak, ister hata neticesi, isterse nisyan sonucu olsun, yaptığınız bütün hatalardan ötürü Allah’a istiğfarda bulunun. Hayal, tasavvur, taakkul, niyet ve azimlerinizde çöreklenen ne kadar menfur düşünce varsa onların hepsi için içten sızlanın ve tevbe edin!”

Esasen yapmış olduğu bütün iyilikleri unutması ve irtikâp ettiği en küçük hataları bile sürekli hatırında tutması, hakiki bir mü’minin en önemli özelliklerindendir. Evet, bir mü’min kullukta ne kadar derinleşirse derinleşsin, Din-i Mübin-i İslâm’ı muhtaç sinelere duyurma adına nasıl bir performans ortaya koyarsa koysun veya insanların maddî-manevî ihtiyaçlarını giderme adına ne tür iyilikler yaparsa yapsın, bunların hiçbirini yeterli görmemeli, bütün bunları unutmasını bilmelidir ki gurur ve kibre kapılmasın.

Fakat diğer taraftan o, elli sene önce işlediği küçük bir kötülüğü bile hatırlayacak olsa, “Allah varken ve ben de O’nun kulu iken böyle bir densizliği nasıl yapmışım. Allah, doğru yoldan sapmamam adına önümdeki yolları aydınlatan ve onları birer şehrâh hâline getiren ilâhî prensipler vaz etmişken ben böyle bir levsiyâta nasıl bulaşmışım!” demeli ve onu daha yeni işlemiş gibi pişmanlık ve ızdırapla kıvranmalıdır. Günahları her hatırlayışında, “Bir kere daha Senden özür diliyorum ya Rabbi!” demelidir. İşlediği her bir hata ve günahın başına, istiğfar ve tevbelerle öyle balyozlar indirmelidir ki bu günahlar bir daha onun semtine yaklaşamasın.

Evet, hakiki mü’mine yaraşan, en büyük meziyetlerini ve başarılarını küçülttükçe küçültmesi, en küçük kötülüklerini ise büyüttükçe büyütmesidir. O, gözün harama kayması, kulağın harama meyletmesi, dilin yakışıksız sözler söylemesi, ayağın harama doğru adım atması, elin harama uzanması ve hatta korteksin olumsuz düşüncelerle kirlenmesi gibi küçük büyük bütün inhiraflarını gözünde öyle büyütmeli ki bunlar karşısında ızdıraptan beli bükülmeli, şairin dediği gibi;

Ger beni bu günahlarla tartarsa Hazreti Deyyân,
Kırılır arsa-ı mahşerde arş-ı mizan.” demelidir.

Hayatını böyle hassas bir dengede götürebilen bir mü’min, sürekli metafizik gerilim içinde yaşayacaktır. Bir insanın sürekli tevbe ve istiğfarla gerilmesi, olumsuzluklara karşı onda dikkat ve teyakkuz duygusunu tetikleyecektir. Bu iç ızdırapları ve hesaplaşmaları haramlara karşı onun için bir siper ve bariyer vazifesi görecektir. Hain bir nazar, harama karşı bir kulak kabartma, haram bir lokmayı ağza götürme gibi bir kısım günahlar karşısında onda tepki oluşturacaktır. Bunun aksine şayet küçük dahi olsa günahlar karşısında bu ölçüde teyakkuza sahip olmaz ve “Bu kadarcık bir şeyden ne olacak ki!” derse, aynı hataları yapmaya devam edecek ve zamanla bu küçük günahlar dev bir vebale dönüşecektir.

Büyük insanların tavrına bakacak olursak, hayatlarını hep bu istikamette yaşadıklarını görürüz. Mesela onlardan birisi olan Hz. Ali, “Ya Rabbi, eğer ihsan ehlinden başkasını affetmeyeceksen benim gibi hevâ-i nefsine uymuş ve düşe kalka yürüyen kimselerin hâli nice olacak! Onları kim affedecek!” diye inler. Bilmem ki o Hazret’in hayaline bir mâsiyet misafir olmuş muydu?!. Onların bu tür sözleri karşısında bize düşen, “Estağfirullah” demektir. Çünkü mukarrabînden olan bu insanların neye günah dediklerini bilemiyoruz.

Diğer taraftan mü’min, ortaya koyduğu hâl ve tavırları itibarıyla farklı görünmeden ve farklı algılanmadan çok korkmalı, iç ve dış bütünlüğünü sağlama adına fevkalâde hassas hareket etmelidir. O her zaman tabiî olmalı, nasıl ise öyle davranmalıdır. Riya ve süm’anın en küçüğünden bile uzak durmalıdır. Kendini olduğunun üstünde gösterecek suni tavırlara girmemeli, alkış ve takdir peşinde koşmamalı, son derece samimi olmalıdır. Hz. Mevlâna’nın enfes ifadesiyle, ya olduğu gibi görünmeli ya da göründüğü gibi olmalı, başkalarını kendisi hakkında yanlış mülâhazalara sevk etmemelidir.

Bütün bu hususların her biri kulluğun ayrı bir derinliğini oluşturur. Eğer insan bütün bu hususlarda kendisine düşeni yaparsa, Allah’ın izni ve inayetiyle zirveleri ihraz eder. Bunların birinde kusur eden kimsenin ise takılıp yollarda kalma tehlikesi vardır.

Sırat Burada Geçilir!

Görüldüğü üzere kulluk, mü’minlere yüklenen mükellefiyetler açısından çok kolay gibi görünse de esasında çok ince bir çizgidir. Farklı bir tabirle kulluk, bir yandan şehrâhta yürümek kadar kolay fakat diğer yandan sıratı geçmek kadar da zordur.

Meseleyi kolay zanneden ve basit ele alanlar da inayet-i İlâhiye ile kurtulabilirler. Bu sebeple meseleyi başkalarına arz ederken ümit kırıcı olmamak gerekir. Eğer birilerinin Allah’la irtibatı pamuk ipliği ile sağlanıyorsa bunu da koparmamaya dikkat etmeliyiz. Bilemeyiz, belki bir gün rahmet-i ilahiye bu pamuk ipliğini kopmaz bir halat (urve-i vüskâ) hâline getirebilir. Yani baştaki böyle zayıf bir irtibat, zamanla güçlenerek insanı cisim ve bedenin kulluğundan kurtarır da kemâlât-ı insaniye zirvelerine çıkarabilir.

Fakat insan kendisine bakarken böyle bakmamalıdır. O, kopabilecek zayıf bir pamuk ipliğine mi yoksa sağlam bir halata mı tutunduğunu sık sık gözden geçirmelidir. Belki her gün birkaç defa tutunduğu ipin kendisini taşıyıp taşıyamayacağını, onunla köprüleri geçip geçemeyeceğini, menzile ulaşıp ulaşamayacağını kontrol etmelidir. O, bütün haramlara karşı kararlı bir tavır alsa ve dinin bütün emirlerine sımsıkı sarılsa da kendisi adına sürekli endişe taşımalıdır.

Hz. Ömer’in şöyle dediği nakledilir: “Tek bir kişi haricinde herkes Cennet’e gidecek deseler, acaba o bir kişi ben miyim, diye endişe ederim.” Hâlbuki Hz. Ömer halife olduğu dönemde öyle büyük işler başarmıştır ki onun on senede gerçekleştirdiğini Osmanlılar yüz elli senede gerçekleştirememişlerdir. Muhtemelen onun bu konudaki mülâhazası şuydu: “Şayet benim yerimde Ebu Bekir olsaydı, bu yapılanların birkaç katını yapardı. Çünkü o, benim on senede yaptığımı iki buçuk senede yapmıştı.”

Bu sebeple insan çok büyük başarılara imza atsa, yaptığı çalışmalarla insanlığın önüne yeni ufuklar koysa, çağ kapayıp çağ açsa bile yine de gurura kapılmamalıdır. Yaptığı hiçbir işi takdir ve alkışa bağlamamalıdır. Amellerinin karşılığını ahirete bırakmalı, bunlar karşısında herhangi bir dünyevî beklentiye girmemelidir. Yani her şeyi sadece Allah için yapmalı ve bütün güzellikleri O’na nispet etmelidir.

Bir insan, meydana gelen başarıların Allah’a nispet edilmesinden ne kadar inşirah duyuyorsa, imanı o oranda kuvvetlidir. Allah’a gönülden inanmış bir mü’min, başarıların kendisine nispet edilmesinden fevkalâde rahatsızlık duyar ve “Neden insanlar böyle yakışıksız bir nispette bulundular?” der. Böyle bir düşünce küçük olanı büyük, damlayı derya, zerreyi güneş, hiç ender hiç olanı da her şey yapar.

Tercih Hatası Yapmama

Bu itibarla insan, tercihini doğru yapmalı. O, salonları veya meydanları doldurmuş pek çoğu itibarıyla da ne dediğinin farkında olmayan kalabalıkların “Seninle iftihar ediyoruz.” demelerindense, yerde ve gökteki bütün ruhanilerin, “Seninle iftihar ediyoruz.” demesini tercih etmelidir. Eğer tercihinizi uhrevî nimetler istikametinde kullanırsanız yani Allah’ı seçerseniz siz de O’nun tarafından “seçilmiş” olursunuz. Nitekim enbiya-i ızâm’a “Mustafeyne’l-Ahyâr (seçilmiş hayırlı insanlar)” denilmesinin sebebi, onların bu mevzuda isabetli bir tercihte bulunmalarından kaynaklanır. Burada seçim isabetli yapılmalıdır ki ahirette Cennet ve Cehennem’e gidecekler seçilirken doğru tarafta yer alabilelim.

Bir mü’minin kullukta derinleşme, i’lâ-i kelimetullah vazifesini deruhte etme, tevbe ve istiğfar kahramanı olma, Allah karşısında haşyetle gerilme, iç-dış bütünlüğünü yakalama, bütün başarıları Allah’tan bilme gibi hususlarda muvaffak olabilmesi kâmil bir imana sahip olmasına bağlıdır. Kur’ân, يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا “Ey iman edenler, iman edin.” (Nisâ sûresi, 4/136) buyurmak suretiyle mü’minlere sürekli imanlarını tazeleme ve imanda derinleşme yolunu gösteriyor. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, جَدِّدُوا إِيمَانَكُمْ “İmanınızı yenileyiniz…” (Ahmed İbn Hanbel, el-Müsned 2/359) sözleriyle aynı hususa dikkat çekiyor.

Bu açıdan insan her sabah güne uyanırken ter ü taze bir imanla o güne başlamaya azmetmelidir. Daha doğrusu her gününü imanda daha bir derinleşmek suretiyle canlandırmalı, hayattar hâle getirmelidir. İmanı arttıkça, “Allah’ım, nasıl olmuş da ben dün Seni böyle duyamamışım!” demelidir. Mâbud-u bi’l-hak ve Maksûd-u bi’l-istihkak olarak sadece O’nu görmelidir. Duyduğu, gördüğü her şeyi analiz ve sentezlere tabi tutarak onlardan yepyeni komprimeler çıkarmalı, yeni formüllere ulaşmalıdır. Hz. Pir’in yaklaşımıyla bir “Hel min mezîd” kahramanı olarak uğradığı her menzilde dağarcığını doldurmaya çalışmalı ve oradan başka bir menzile geçmelidir. Doyma bilmeyen bir arzuyla sürekli kanatları gergin hep yukarılara daha yukarılara daha yukarılara yükselmelidir.

Kırık Testi, İstikamet Çizgisi