Cezbe, İncizap
Çekme, çekip kendine bağlama, kendinden geçme ve rûhî heyecan sözleriyle ifadelendireceğimiz cezbe, tasavvuf ıstılahında; Allah'ın, sâliki kendine çekmesi, bundan doğan vecd hâli ve sâlikin beşerî sıfatlardan sıyrılarak ilâhî vasıflarla -ahlâk-ı âliye-i Kur'âniye de diyebiliriz- ittisafı ve tecelliyât-ı celâl ile vahdeti duyup hissetme veya müşâhedesidir ki, bu tecellilere ma'kes olan pâk ve müstaid bir ruh, kendini ötelerden kabarıp gelen dalgaların gel-gitlerine salar; tıpkı yüzme ameliyesiyle bütünleşmiş iyi bir yüzücü gibi, endişesiz, korkusuz, telâşsız ve derin bir teslimiyetle; bazen de şevk u tarâb içinde sürekli yüzer-durur.
Cezbe, insanın özüyle irtibatlı "ile'l-merkez=merkez çek" bir kuvve-i kudsiye tarafından, yine onun yaratılış gâyesine ve mahiyet ibresinin gösterdiği ufka doğru bir çekme ve cezbetme ise; incizap, ruha vârid bu davete, onun karşı koymadan "severek, isteyerek geldim"[1] demesidir.
Cezbe, esbâb-ı âdiye ile elde edilemeyecek kadar büyük bir mevhibe ve mazhariyettir; bu mazhariyetin biricik sebebi de cebr-i mukaddes ve ihtiyar-ı mübecceldir. Evet, hem cezbeyi kucaklayacak ruhtaki istidat ve gönüldeki safvet, hem de meâlîye müştak bu nezih fıtratın ikinci bir mevhibe ile şereflendirilmesi, ikisi de Hakk'a aittir.ذَلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ"İşte bu, Allah'ın bir fazlıdır; onu dilediğine verir;"[2] verir de bir "ân-ı seyyâle" içine, koca zaman parçalarını ve onlardaki şuûnâtı sığıştırır.. bir tek adıma, cennetlere ulaşma gücünü bağışlar ve bir nazara, kömürü elmas hâline getirme kabiliyetini bahşeder.
Evet, insan iradesiyle aşılması imkânsız gibi görünen çok uzun mesafeler, çok baş döndürücü irtifâlar, Hakk'ın cezbedip yükseltmesiyle, miraç gibi, bir hamlede, bir nefhada gerçekleşiverir. Bu mânâya işaret içindir ki, bir mübarek sözde şöyle denmiştir: جَذْبَةٌ مِنْ جَذَبَاتِ الرَّحْمَنِ تُوَازِي عَمَلَ الثَّقَلَيْنِ "Hazret-i Rahmân'ın cezbelerinden tek bir cezbe, ins ü cinnin amel (leriyle elde edilen kurbete) denktir."[3]
Hakk'ın cezbiyle ruhlarında, iman-islâm-ihsan esrarını duyan münceziplere "Üveysî meşrep" denir ki, bunların bütün duygu, düşünce, hissiyat ve davranışları, o kudsî cezbe ile müncezip olmaları sayesinde hep istiğrak ve hayret içinde geçer.
Bazen de, cezbe ile, riyâzet ve ibadet arasında "devir" gibi bir "salih daire" teşekkül eder; hak yolcusu, ibadet ve riyâzeti ölçüsünde cezbe ile taltif edilir ve cezbesi nisbetinde de kendini riyâzet ve ibadete verir. Şer'î kıstaslar ibresinin gösterdiği istikamette hareket edildiği sürece de, bu alış veriş ve bu doğurgan teselsül devam eder. Aksine, Mişkât-ı Muhammed (aleyhi ekmelü't-tehâyâ)'nın nur-efşân ikliminden uzaklaşıldığı ölçüde de, çeşit çeşit iltibaslar baş gösterir, lâubâlilikler zuhûr eder ve şer'î mükellefiyetlerin hafife alınması gibi zulmânî hallerle karşılaşma "fâsit daire"leri içine girilir.
Her şeyden evvel cezbe bir istidat ve bir ilk mevhibedir. Allah'ın bu ilk cebrî atâsı olmadığı takdirde, hak yolcusu, mücerred riyâzet, ibadet ve tasfiye ile ne o cezbeyi elde edebilir, ne incizaba erebilir ne de "ism-i Vedûd"dan süzülüp gelen ışıkla, kâinat çehresindeki cezb ü incizap dalgalanmalarını görüp anlayabilir.. ve böyle birisine, "hiçbir şey değil" denmesi doğru olmasa bile, ciddi bir şey olduğunu söylemek de oldukça zordur.
"Cezbe-i aşk olmayınca neylesin şeyhim beni,
Hak'tan ilham gelmeyince neylesin şeyhim beni..!" Yunus
Cezbe insanı, bazen, kendini feyz-i ilâhî muhitinde müstağrak görerek, dünyayı da, ukbâyı da, dünya ve ukbâ ile münasebetlerini de öyle bir nisyana gömer ki, artık O'nun tecellilerinden başka bir şey göremez. Muallim Naci:
"Bir cezbe verdi tab'ıma bahrin hurûşu kim,
Sandım muhît-i feyz-i ilâhî hayâlimi..."
der ve kendini, kendi gibi diğer şeyleri de o Cazibedâr-ı Mukaddes'in cezbiyle mest ü mahmur görür. Evet, "Muhabbet-i ilâhînin cezbesinden ve şarab-ı muhabbetten herkes ve her şey mesttir: Felek mest, melek mest, nücûm mest, semâvât mest, şems mest, kamer mest, zemin mest, anâsır mest, nebat mest, şecer mest, beşer mest ve baştan başa bütün canlılar mesttir."[4]
Cezbe iki türlü olur:
1. Hafî (gizli olanı) ki: Cezbeli; Hakk'ı sever, Hakk'ın emirlerini yerine getirmekten derin bir zevk alır ve sürekli daha derin bir haz kaynağına doğru çekildiğini hisseder.
2. Celî (açık olanı) ki: O, her an daha da inkişâf eden, daha da büyülü bir hâl alan, çok derin bir duyuş ve sezişle, O Mutlak Cazibedâr'ın cezbiyle, üns, huzur ve itminân tüten sırlı bir dünyaya müncezip olduğunu duyar ve hep meczup olarak yaşar.. tabiî, hâlden anlamayanlar da, onun hayatındaki televvünâta bakarak onu deli sanırlar. Bu hâl ve bu iltibâsı ifâde etmesi bakımından, Abdülaziz Mecdi Efendi'nin, cünûn redifli şu gazeli oldukça manidârdır:
"Cezbe derler bir cünûn vardır fevz-i emin
Bundan eyler îtilâ bâlâya esrâr-ı cünûn"
Evet, cezbenin zâhiren cinnete benzeyen yanları vardır; ama yine de ikisi birbirinden çok farklı şeylerdir. Cezbe tecellileriyle halden hâle intikal edip duran meczubun idrâki, ya kayıp normal beşer idrâkinin altına düşer; düşer de, ondan hiss-i selim, akıl ve şer'-i şerifle tevfiki imkânsız haller zuhûr etmeye başlar.. veya yükselip âdî insanlar seviyesini aşarak öyle beşer üstü bir zirveye ulaşır ki, onun ötesindeki seyahatinde, hep elinde Sünnet meşalesi, hiss ü aklın önünde sonsuzluğa pervaz eder durur da, görenler onu mecnûn zanneder.
Heyhat! Aklın altına kayıp düşmüşlük ifadesi cinnet nerede; aklı, hissi tevfik-i ilâhînin yedeğine alıp sürekli onların önünde yürümek nerede.!?
للَّهُمَّ إِنَّا نَسْأَلُكَ مُوجِبَاتِ رَحْمَتِكَ وَعَزَائِمَ مَغْفِرَتِكَ وَالسَّلاَمَةَ مِنْ كُلِّ إِثْمٍ وَالْغَنِيمَةَ مِنْ كُلِّ بِرٍّ وَالْفَوْزَ بِالْجَنَّةِ وَالنَّجَاةَ مِنَ النَّارِ وَصَلِّ اللَّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا سَيِّدِ اْلأَبْرَارِ وَاْلأَخْيَارِ
Sızıntı, Kasım 1991, Cilt 13, Sayı 154
[1] Bkz. Fussılet sûresi, 41/11.
[2] Hadîd sûresi, 57/21.
[3] el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 1/397.
[4] Bedîüzzaman, Sözler, 32. Söz, İkinci Mevkıf Dördüncü Remiz.
- tarihinde hazırlandı.