Mârifet
Herkesin elinden gelmeyen ustalık, maharet; her yerde ve herkeste görülmeyen hususiyet, hüner ve hususî bir bilme diye mânâlandıracağımız mârifet; hak yolunun yolcularınca, bilmenin bilenle bütünleşip onun tabiatı hâline gelmesi ve bilenin her hâlinin bilinene tercüman olması mertebesidir. Mârifeti, vicdanî bilginin zuhur ve inkişafı şeklinde tarif edenler de olmuştur ki, böyle bir zuhur ve inkişaf, aynı zamanda insanın kendine has değerleriyle zuhur ve inkişafı da sayılır. "Nefsini bilen Rabbini bilir."[1] sözünün bir mahmili de bu olsa gerek.
Mârifetin ilk mertebesi, dört bir yanımızda çakıp duran isimlerin tecellîlerini görüp sezmek ve bu tecellîlerle aralanan sır kapısının arkasında, sıfatların hayret verici iklimini temâşâ etmektir. Böyle bir seyahat esnasında sürekli, hak yolcusunun gözünden, kulağından lisanına nurlar akar; onun kalbi, davranışlarına hükmetmeye başlar; davranışları Hakk'ı tasdik ve ilân eden birer lisan kesilir ve bu lisan da âdeta bir "kelime-i tayyibe" disketi hâline gelir.. derken her an vicdan ekranına إِلَيْهِ يَصْعَدُ الْكَلِمُ الطَّيِّبُ وَالْعَمَلُ الصَّالِحُ يَرْفَعُهُ "O'na ancak güzel kelimeler yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir."[2] pür-envâr hakikatinden ayrı ayrı ışıklar akseder durur. Artık böyle bir ruh bütün kötü duygu ve tutkulara karşı kapanır ve böyle bir gönül, öteden esintilerle sarılır; sarılır da, ruhuna açılan bir sırlı menfezden, kalblerde kenzen bilinene
"Sığmam dedi Hak arz u semaya,
Kenzen bilindi dil mâdeninde"
mealiyle anlatılmak istenen مَا وَسِـعَنِي سَـمَائِي وَلاَ أَرْضِي وَلكِنْ وَسِعَنِي قَلْبُ عَبْدِي الْمُؤْمِنِ bir müteşâbih beyanda[3] ifade edildiği gibi ışıktan koridorlar açılır ve insan bir daha da ayrılıp geriye dönmeyi düşünmeyeceği bir temâşâ zevkine erer.
Hak yolcusunun bütün bütün ağyâra kapandığı, tamamıyla nefsanîliğe karşı gerilime geçtiği ve kendini huzurun gel-gitlerine saldığı işte bu nokta, mârifet noktasıdır. Bu nokta etrafında dönüp durana "irfan yolcusu", başı bu noktaya ulaşana da "ârif" denir.
Mârifet mevzuunda söylenen sözlerin farklılığı, istidat ve meşrep ayrılıklarından kaynaklandığı gibi, seviye farklılığıyla da alâkalı olabilir: Kimileri, mârifeti, sadece tecellîgâhta aramış ve ârifteki heybet hissini mârifetin tezahürü sanmış.. kimileri, mârifetle sekîneyi birbiriyle irtibatlandırmış ve ikincisinin vüs'ati ölçüsünde birincisinin derinliğine hükmetmiş.. kimileri onu, bütün bütün kalbin mâsivâya (Allah'tan gayri her şeye) kapanması şeklinde anlamış.. kimileri de onu, ilâhî tecellîlerin gel-gitleri arasında kalbin hayret ve hayranlıkları olarak yorumlamışlardır ki, böylelerinin -bulundukları makamın gereği- gönülleri her zaman hayretle atar, gözleri hayranlıkla döner ve dillerinde: لاَ أُحْصِي ثَنَاءً عَلَيْكَ أَنْتَ كَمَا أَثْنَيْتَ عَلَى نَفْسِكَ "Zâtını senâ ettiğin ölçüde, Seni senâ etmekten âciz olduğumu itiraf ederim."[4] sözleri.. zuhur ve tecellîlerin ağında takdir soluklarlar...
Mârifet ikliminde hayat, Cennet bahçelerinde olduğu gibi dupduru ve âsûde; ruh, sonsuza ulaşma duygusuyla hep kanatlı; gönül, itminana ermişliğin hazlarıyla bir çocuk gibi pür-neşe, fakat tedbirli ve temkinlidir.. لاَ يَعْصُونَ اللّٰهَ مَا أَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ "Allah'a, emrettiği şeylerde isyan bilmez ve emrolundukları şeyleri yerine getirirler."[5] ikliminde sabahlar-akşamlar ve hep meleklerle atbaşı olurlar. Duyguları tomurcuk tomurcuk mârifete uyanmış bu ruhlar, günde birkaç defa Cennetlerin cuma yamaçlarında seyahat ediyor gibi, yaprak yaprak açılır ve her an ayrı bir buudda Dost'la yüz yüze gelir, O'nunla hemhâl olmanın hazlarına ererler. Gözleri Hak kapısının aralığında olduğu sürece, her gün, belki her saat birkaç defa visâl neşvesiyle mest ü mahmur hâle gelir ve her an ayrı bir tecellî ile köpürürler.
Âlim geçinenler, ilimleriyle emekleye dursun, felsefeden dem vuranlar hikmet hecelemeye devam etsin! Ârif, nurdan bir menşur içinde hep huzur yudumlar ve huzur mırıldanır. Hatta mehâfet ve mehâbetle sarsıldığı anlarda bile o, sonsuz bir haz duyar ve âdeta gözleri ağlarken kalbi sürekli güler.
Bu müşterek hususiyetlerin yanında, mizaç ve meşrep farklılığıyla bir kısım ayrılıklar da göze çarpar ârifler arasında. Bazıları sessizlik ve derinlikleriyle girdapları andırırken; bazıları çağlayanlar gibi gürül gürüldür. Bazıları bir ömür boyu günahına-sevabına ağlar; ağlar da ne âh u vâhdan ne de Rabbini senâ etmekten doymaz. Ve doymadan göçer-gider bu dünyadan. Bazıları da hep, heybet-hayâ-üns atmosferinde seyahat eder-durur ve bu deryadan ayrılıp sahile ulaşmayı aslâ düşünmez. Bazıları tıpkı toprak gibidir; gelip geçen herkes basar-geçer başına. Bazıları bulut gibidir; salih-talih alır herkesi şemsiyesi altına ve ona damla damla rahmet sunar. Bazıları da hava gibidir; her zaman duygularımız üzerinde bin bir rayiha ile eser-durur.
Mârifet ehlinin kendine göre emareleri de vardır; ârif, Mârûf'tan başkasının teveccüh ve iltifatını beklemez.. O'ndan gayrisiyle halvet olmaz.. göz kapakları ve kalb kapılarını O'ndan başkasına açmaz. Gerçek ârifin, başkasına teveccühü, başkasıyla halvet arzusu ve gözlerinin içine başka hayalin girmesi, onun için en büyük azaptır. Bu ölçüde mârifete eremeyen, yârı-ağyârı tefrik edemez; Yâr'la hemdem olmayan da hicrandaki azabı bilemez...
İsterseniz bu faslı şu sözle noktalayalım:
"Ârif'in can gözlerinde nûr-u irfân var olur
Ârif'le avn-i Hudâ, sırr-ı maârif yâr olur." (M. Lütfî)
اَللّهُمَّ كُنْ لَنَا وَلاَ تَكُنْ عَلَيْنَا وَأَعِنَّا وَلاَ تُعِنْ عَلَيْنَا
وَصَلِّ اللّهُمَّ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ الْمَبْعُوثِ فِينَا
وَعَلَى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الْكِرَامِ الْبَرَرَةِ
Sızıntı, Haziran 1991, Cilt 13, Sayı 149
[1] el-Aclûnî, Keşfü'l-hafâ 2/343
[2] Fâtır sûresi, 35/10
[3] Bkz.: Ahmed b. Hanbel, ez-Zühd s.81; el-Gazâlî, İhyâu ulûmi'd-dîn 3/15; ed-Deylemî, el-Müsned 3/174
[4] Müslim, salât 222; Ebû Dâvûd, salât 148
[5] Tahrîm sûresi, 66/6
- tarihinde hazırlandı.