Üçüncü Durum

Üçüncü durum ve disiplin açısından şu mülâhazalar zikredilebilir:

Seyr-i âfâkî ve seyr-i enfüsî ile henüz tam inkişaf etme yoluna girememiş nefis, iyilikleri kendinden, fenalıkları da ya esbab ya da çarpıttığı o yanlış kader telâkkisinden bilir; mazhariyetleriyle coşup şükürle gürleyeceğine, ucub, gurur, fahir gibi iç çöküntü ve çözülmelere girerek hamd ü sena hislerini öldürmenin yanında ufkunu da bu fena huyların isiyle-pasıyla kirletip varlık yolunda her zaman yokluğa düşebilir. Ama eğer o, bütün iyilikleri Allah'tan birer mevhibe, fenalıkları da kendi iradesinin ürünü görebilirse, en olumsuz durumlarda dahi iç içe vâridlere mazhar olup çok değişik güzellikleri birden duyabilir. Elverir ki o, hemen her zaman kemalini kemalsizliğe bağlayıp, sürekli Hak karşısında iki büklüm bulunsun; kudretini acizliğinin semeresi, servetini de fakirliğinin lazımı bilerek şevk u şükürle gürleyebilsin.

Evet, bir mü'min olarak her zaman, bütün meziyetlerimizin Allah'tan, bütün rezilelerimizin de nefisten kaynaklandığını bilmemiz, bu mülâhazaya bağlı iç kontrol sistemimizi sürekli hareket halinde bulundurmamız çok önemlidir. Hak yolcusu, bu disiplinlere bağlı kalarak iç dünyasını canlı ve hareketli tutabildiği takdirde, en verimsiz ortamlarda bile hep meyve verir ve hep yeşile yürür. Aksine onun ruh dünyasında değişik erozyonlarla çoraklaşma başladığı andan itibaren de, en münbit zeminlerde dahi o, sadece dikenlere dâyelik yapar ve viranelerin yascısı baykuşlar gibi inler durur.

Eğer insan, sırf bir bedenden ibaret olsaydı, cismânî dün-yasıyla alâkalı kaygılarının da bir anlamı olabilirdi. Aslında bu mükerrem varlığı sırf bir beden ve cesetten ibaret görmek, onu çürüyen, kokuşan, mikro varlıklara yem olan bir mevcut derekesine düşürmek demektir ki bu da, en eşref bir varlığa karşı hakaretlerin en büyüğü sayılır. Oysaki insan, yaratılışı, dona-nımı, ilk mevhibeleri itibariyle meleklerden de ulvidir.. evet o, beden ve cismaniyetin çok çok üstünde ve ötesinde kalbi, ruhu, sırrı, şuuru, idraki, aklı, zekası ve daha değişik zâhirî-bâtınî derinlikleriyle, görülen çerçevesini çok aşkın bir değerler enmuzecidir. O, bu ölçüdeki enginlik ve zenginliğiyle kah kanatlanır, meleklerin kıvanç duyacagı semalarda pervaz eder, eder ve gider fanileri sonsuzluktan ayıran zirvelere ulaşır; kâh akıl, mantık ve muhakemesini sonuna kadar kullanarak aya, güneşe, yıldızlara seyahatler düzenler; radyo, televizyon, internet vasıtasıyla en uzak mesafelerdeki ses, görüntü ve değişik bilgi malzemelerini yatak odalarımıza kadar getirir ve sesi aşkın, ışığa yakın bir süratin diliyle bize "tekârub-i zaman", "tekârub-i mekan"dan ne besteler ne besteler sunar.

Ne var ki, bu engin istidat ve mahiyetine rağmen bazen onun, kinlerin, nefretlerin, hırsların, şehvetlerin ağına düşerek en sefil varlıklardan daha sefil hâle geldiği de bir gerçektir. İşte bu yanıyla da o, efendiliği içinde bir köle, sultanlığı yanında bir dilenci, semâvîliğe namzet olmasına karşılık da âdeta yerlerde sürüm sürüm bir solucandır. Bu ölçüde esnek ve her şey olmaya müsait insanoğlu, bütün iç dinamizmiyle Allah'a yönelerek iyilikleri ve güzellikleri Ondan bilip şükürle şahlanabildiği, fenalıkları da nefsine bağlayıp her zaman ciddî bir teyakkuzla onu kontrol altına alabildiği, her gün birkaç defa muhasebe ve murakabe kurnaları altında arınarak fıtrî safvetine ulaşabildiği ölçüde her akşam, her sabah birkaç kez kötü duygu ve tutkuların enkazı üzerinde hakikî insan olma otağlarını kurabilir; mütevâziâne fakat içten, üst üste başarılarıyla, ama mahviyet içinde kendini ifade edebilir. Bu, aynı zamanda onun her hamlede yeniden bir kere daha kendini keşfetmesi, kendi derinlikleriyle kendini duyması ve her lâhza yeni bir "ba'sü ba'de'l-mevt"e ermesidir ki, biz buna, Mevlâna'nın ifadesiyle: can ayağının ten prangasından kurtulması ve ruhun semâvîliğe yönelmesi diyoruz. Aslında bu ölçüde semâvîleşmiş bir ruh, aynı zamanda bütün şuur ve idrak gücüyle kendi iç derinliklerine yönelir.. sık sık kendini ikmal eder.. her dakika ayrı bir üslûpla nefsinin eksik ve gediklerini sorgular.. hayatını tamamiyete bağlı götürmeye çalışır.. yer yer varlığın perde önünde, zaman zaman da her şeyin ötesinde dolaşır.. gönlünün enginliklerini her temâşâ edişinde kendinden geçer.. her temâşâ onda yeniden bir şahlanma arzusu uyarır.. her arzu onun ruhunda kendini yenileme iştiyakına dönüşür.. derken gönlünü bir "Beyt-i Hüdâ" gibi görür ve dudaklarından "Dil Beyt-i Hüdâ'dır, ânı pâk eyle sivâdan/kasrına nüzûl eyleye Rahman gecelerde" sözleri dökülmeye başlar; başlar da yönelir kalbine ve onu, değişik kirli tasavvur ve kirli hayallerden temizlemeye koyulur.. sırrını marifetle süsler, hafîsini aşk u şevk çerağıyla aydınlatır, ahfâsını sadakat iniltileriyle seslendirir.. ve oturur-kalkar Ebedi Sevgilinin dertlisi olduğunu, O'nun kurbanı olmaya âmâde bulunduğunu mırıldanır - ah o ne tatlı derttir ki, anılınca bütün dermanlar unutulur! O ne enfes heyecan ve yorgunluktur ki, gerçek rahatın derinliği de ancak onun atmosferinde duyulur - bîkarar gezer çölden çöle, dert arar ve O'nunla dertleşecek koyu arar. Kimbilir şimdiye kadar bu yolda niceleri:

"Derd-i derûnuma derman arardım,
Dediler derttir dermanın senin.
Dergâh-ı dildâra kurban arardım,
Dediler ki kurbandır canın senin." (M.Lütfi)

deyip inlemiş.. ve niceleri:

"Derman arardım derdime,
Derdim bana derman imiş.
Pinhân arardım aslıma,
Aslım bana pinhanmış." (Niyazi)

hisleriyle boşalmış; boşalmış ve bize, benliklerinin her parçası, bir ney gibi O'nun derdi, O'nun tutkusu ve O'nun iştiyakıyla iç içe ne hasret ve vuslat fasılları sunmuşlardır...

Mevlânâ, bu ince faslı:

"Ey gönül bir sen, bir de O'nun derdi var; ah O'nun dertlisi olmak ne hoştur! Aslında o dert, senin dermanındır. Bundan ötürü de sen, O'ndan gelen ızdırap ve sıkıntıları çek de sakın şikayet etme; zira O'nun fermanı budur. Eğer cismânî arzularını ayaklar altına alabilmişsen, o zaman nefis kelbini öldürmüş olursun ki, işte asıl öldürülecek de odur" sözleriyle seslendirir ve mevzua kendi ufkunun rengini katar.