Seyr-u Sülukun Mertebeleri

Birinci Mertebe

Birinci mertebe; "seyr ilallah" mertebesidir ve Hakk'a yürümenin başlangıcı olması itibarıyla buna "sefer-i evvel" de denir ki, Müsemmâ-yı Akdes de diyebileceğimiz Hazreti Zat mülâhazası mahfuz, ef'âl âleminden isimler ufkuna, sonra da bu isimlerin gölgesinde mebde-i taayyün olan isme ulaşmakla nihayet bulan bir yolculuktur; sâliki çok, müdâvimi ona nispeten az, herkese açık bir seyahat-ı kalbiye ve ruhiyedir. Bu seyahat ister "sülûk" unvanıyla "seyr-i âfâkî" olsun, ister "cezbe" namıyla "seyr-i enfüsî" şeklinde tecelli etsin, yolculuk sona erince sâlikin kalbinden "mâsivâ" alâkası büyük ölçüde silinir-gider ve hak yolcusu kendini "fenâ fillah" gel-gitleri içinde bulur ki, erbabı bu mazhariyete "vilâyet-i suğrâ" diye gelmişlerdir.

İkinci Mertebe

İkinci mertebe; "seyr fillah" mertebesidir ve yine bir hamle hazırlığı ihtiva ettiğinden dolayı da buna, ikinci yolculuk mâ-nâsına "sefer-i sânî" dendiği gibi "cem' " de denmiştir ki, -fâni, bâki gerçeği mahfuz- sâlikin beşerî sıfatlardan tecerrütle ilâhî sıfatlarla ittisaf etmesi, istidadı ölçüsünde esmâ-i ilâhiyeyi temsil ile Kur'ân ahlâkıyla tahalluk ederek -buna Allah ahlâkı da diyebiliriz- "ufk-i âlâ"ya ulaşmasıdır ki, bu yolculuğun son konağına erenlere büyük ölçüde varlığın perde arkası inkişaf eder ve onların gönüllerine "ilm-i ledün" akmaya başlar; başlar ve hak yolcuları isimler, sıfatlar, zâtî şe'nler âlemlerine ait mârifet şuâları karşısında eriye eriye nisbet-i tâmmenin zuhuruna ererler ki, böyle bir mazhariyete de "bekâ billah" denegelmiştir.

Üçüncü Mertebe

Üçüncü mertebe; "seyr maallah" ve diğer namıyla "sefer-i sâlis" veya "fark maa'l-cem'" mertebesidir ki, bir "vâsıl" için bu mertebede "bî kem u keyf" sadece O görülür, O bilinir, O duyulur; her yanı O'nun mârifet nurları sarar ve âdeta sübühât-ı vech her şeyi siler-süpürür-götürür de her tarafta "Artık yeryüzünde olan her nesne fenâ bulmuş ve sadece senin Rabbinin zatı bekâsını devam ettirmektedir" (Rahman, 26-27) hakikatı nümâyan olmaya yüz tutar; yüz tutar da başka varlıklar, başka bilmeler, başka görmeler, başka duymalar sâlikin mârifet enginliği ve zevk çağlayanının debisi ölçüsünde itibarîleşmeye başlar, hattâ mâsivâ hissedildiği nisbette kalbe sıklet verir ve zaman gelir, hak yolcusu zevk ve hâl enginliğine karşı bütün bütün kapılarını kapar, sürmeler ve zaten dâvâ-yı nübüvvetin vârislerinden de değilse halvet ve inzivalarla hep kendi sübjektif enginliklerinde yaşar. İşte bu ölçüde, hak erinin nazarında bütün zıtların yok olduğu böyle bir mertebenin nihayeti de "aynü'l-cem' " unvanıyla yâd edilir. Nesîmî bütün rüsûmun silinip gittiği bu zevkî ve ruhî hali, derin bir istiğrak neşvesiyle şöyle ifade eder:

"Mekânım lâ mekân oldu
Bu cismim cümle cân oldu
Nazar-ı Hak ayân oldu
Özüm mest-i likâ gördüm.

Bana Hak'tan nidâ geldi
Gel ey âşık ki mahremsin
Bura mahrem makâmıdır
Seni ehl-i vefâ gördüm."

Bu makâm aynı zamanda, kadehler gibi O'nun aşkıyla dolup boşalma, O'nu çılgınca sevme ve sevdirme makâmıdır. Bu mertebenin vâridâtıyla şahlanmış bir gönül, O'ndan bahsetmeyen her sözü israf sayar, her mülâhazayı da saygısızlık. İster ki her sözün dibâce konusu O olsun, her meclisin hitamı O'ndan bahislerle noktalansın ve herkes âşıkâne sadece ve sadece O'ndan söz etsin. Bir âşık-ı meçhul bu hissi ne hoş seslendirir:

"Keşke sevdiğimi sevse kamu halk u cihan;
Sözümüz cümle hemân kıssa-i cânân olsa..!"

Dördüncü Mertebe

Dördüncü mertebe; "seyr anillah" mertebesidir; bu seviyedeki "seyr"e "sefer-i râbi'" dendiği gibi "telvin ba'de't-temkin" de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Tabir-i diğerle, vahdet ve izâfî vuslatta duyup zevkettiği mânevî hazlarını, başkalarına da duyurmak, miraç nüzûlünün gölgesinde tenezzül üstüne tenezzül kendi hayatını, başkalarını kurtarmaya, "hazîretü'l-kuds"e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye bağlar ve binlercenin ruhunda tutuşturacağı vuslat arzusuyla oturur-kalkar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşâd etme; tâlipleri terbiye; râğipleri itminana ulaştırma; yoldakilere rehberlikte bulunma; zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme; nura ermişleri mârifetle şahlandırma; mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hak'tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce pâyeyi, bazı tasavvuf erbabı "bekâ billah maallah" veya "fark ba'de'l-cem' " şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyetiyle beraber, maiyete taşıdıklarının haz ve hazz-ı ruhanîsiyle her lâhza ayrı bir vuslata "bismillah" der.. ne iltibas, ne şatahat ne de naz; niyazla oturur-kalkar ve sürekli temkin soluklar.. "ilallah"ta "fillah" esintilerini duyar; "maallah"ta "minallah" veya "anillah" gerçeğini müşahede eder.. hem vâcid yaşar, hem fâkid bulunur; hem mehcûr görünür, hem vâsıl bulunur ve kurb-bu'du bir arada duyar.

Böyle bir hak yolcusu, yolcuların en kâmili, mürşidlerin en mütekâmili, tam bir terbiye üstadı ve irşâd halifesidir. Kendisine teveccüh edenlerin sînelerinde iman, mârifet ve muhabbet duygularını coşturur; semtine uğrayan herkese sevdiğini sevdirir.. "Allah'ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin" (et-Taberanî, el-Mu'cemu'l-kebîr 8/91) fehvâsınca böyle bir vâsıl, zılliyet plânında hem muhibtir hem de mahbub.. duygularındaki safvet, düşüncelerindeki derinlik, temsilindeki ciddiyet, hâl ve davranışlarındaki duruluk onu, hemen herkesin her halükârda başvuracağı öyle bir âb-ı hayat kaynağı, bir ümit meşalesi haline getirmiştir ki her tâlib-i feyz-i Hudâ ona koşar, her âşık-ı nur-i hüdâ O'nun rehberliğine sığınır; sığınır zira:
"Menşe-i hüsn-ü ameldir hüsn-ü hâl,
Hüsn-ü hâlde oldu âsâr-ı kemâl." (Anonim)