İkinci Boyut

İkincisi; ruh-u menfûh da dediğimiz akıl, ilim, irade, lâtîfe-i rabbaniye, his ve şuurla serfiraz "nefs-i nâtıka"dır ki, insanın yaratılmasından evvel veya anne karnında belli bir safhadan sonra cenine nefhedilen zîşuur kanun-u emrîdir ve hadisin ifadesiyle, bu ruh embriyolojik vetire esnasında melek vasıtasıyla yavruya üflenir. Bu ruh Hz. Adem'e "O heykel-i evvele kendi ruhumdan nefhettim." fehvasınca, bizzat Cenâb-ı Hak tarafından, Hz. Meryem'e ise Cibril vasıtasıyla üflenmiştir. İşte bu kabil bütün nüfûs-u menfûhaya "ervâh-ı cüz'iye" denir. Yani ruh, cemalî ve ehadî tecelli ile, fertlerin mazhar oldukları/olacakları ilk mevhibelere bağlı, onların hususiyet, karakter ve kabiliyetlerine göre bir atâ ve sübhanî birer ifâzadır.

Bu ervâh-ı cüz'iyeyi, güneşin, farklı donanım ve farklı hususiyetleri hâiz mahiyetlere, farklı ifâzaları gibi düşünebiliriz; evet, canlı-cansız her nesnenin, onca farklı hususiyetlerine rağmen, zâhirî keyfiyet ve mazhariyetlerini -esbab plânında- güneşten aldıkları kabul edilecek olursa, işte böyle bir durumdaki merâyâ ve mecâlînin kesreti, mütecellînin vahdetine muarız sayılmaz; sayılmaz zira bu, güneşte küll hâlinde bulunan hususiyetlerin, değişik aynalarda tafsilî bir görüntüye ulaşıp taayyün etmiş cüz'iyat şeklinde kendini göstermesi demektir. Konuyu -tam vazıh olmasa da- böyle bir misale bağlayarak diyebiliriz ki, yeryüzünde, hatta diğer gezegenlerdeki ziyâ, hararet ve sair hususiyetler, güneşin aks-i nuru ve bir mânâda gölgesi olduğu gibi ervâh-ı cüz'iye de ilmî bir program çerçevesinde, zâtî ve sübutî evsâf-ı celâliye ve cemâliye sahibi bir Zât'ın hayat sıfatının bir aksi, Hay ve Muhyî isimlerinin de birer cilvesi ve gölgesi mahiyetindedir.

Bu itibarladır ki, ariflerden hâl ve istiğrak erbabı bazı kimseler, vücud-u zıllîye bakarken dahi -biraz da vecd u istiğrak sevkiyle- hep vücud-u aslîyi mülâhazaya aldıklarından veya sübühât-ı vechin ziyası ile medhuş bulunduklarından O'ndan başka bir şeyi görmediklerini, duymadıklarını ifade etmiş; hatta bunlardan ehl-i cezbe bir kısım kimseler daha da ileri giderek, cüz'iyattaki tecelliyi, insanın aynadaki cansız sureti şeklinde görmüş ve bütün varlığa hayal nazarıyla bakmışlardır.

Aslında bu bir iltibastır; hâl, zevk kaynaklı ve istiğrak televvünlü bir iltibas.. dolayısıyla onların bu şekildeki mülâhazaları panteistlerin nazarî ve felsefî mülâhazalarına karıştırılmamalıdır. Bu iki üslûp arasında zahiren bir benzerlik söz konusu olsa da ehlullah meseleye her zaman bir tecelli şeklinde bakmış; diğerleri ise konuyu hulûl ve ittihada bağlamışlardır.