Fesat
Yeryüzünde karışıklık, kargaşa, fitne ve fesat, insanoğlu yaratıldığı günden bu yana her zaman var olmuş ve kıyamete kadar da var olacaktır. Bazen sulh erlerinin karşı koymasıyla duraklayacak, bazen Cenâb-ı Hakk’ın ekstra inayetleriyle engellenecek, ama her zaman yeniden zaaflarımızın, ihtiraslarımızın bağrında boy atıp gelişecektir. Bugüne kadar hep böyle oldu; bundan sonra da böyle olacağa benzer.
Fesat, bazen şahıslar mabeyninde dar alanlı olarak cereyan etmiş, bazen gruplar arasında oldukça geniş bir mahiyette ortaya çıkmış, bazen de bütün bir toplumu sarsacak ve her şeyi alt üst edecek bir vüs’atte meydana gelmiştir. Yerinde akl-ı selim, kalb-i selim ve hiss-i selimle engellenebilmiş, hiç olmazsa tahribatı azaltılmış ise de çok defa en korkunç tsunamiler gibi kontrolsüz yığınları birbirine düşürmüş, kargaşaya sebebiyet vermiş ve arkada bir sürü kinler, nefretler ve kabil-i iltiyam olmayan iftiraklar bırakmıştır.
Din, fesat çıkarana “müfsit” demiş ve onu lânetlemiş; devletler, milletler değişik kanun ve nizamlarla onu önlemeye çalışmış ve ahlâkçılar da ona karşı sürekli mücadele vermişlerdir; ama, her şeye rağmen o, varlığını sürdüregelmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, fesadın insan tabiatında meknî bulunduğuna işaret eder ve ona karşı iman ve amel-i salih yolunu salıklar.[1] İnsan, iman ve salihâtla kalbî ve ruhî hayata yönelerek nefsanî ve hayvanî hislerini baskı altına alabildiği ölçüde fesada karşı başarılı sayılır. Aksine o, din ve diyanet adına tam donanımlı olmazsa, her zaman fesada yenik düşer ve çevresini de ifsat eder.
Kendini ifsada salmış fertlerden sağlıklı bir toplum oluşturmanın mümkün olmadığı/olamayacağı açıktır. Böyle bir toplumda sürekli hercümerç yaşanır, kaoslar kaosları takip eder, yığınlar heva ve heveslerine göre davranır; anarşi başını alır gider ve müfsitler bir baştan bir başa milleti kendilerine benzetirler. Ne güven kalır ne huzur, ne saygı kalır ne de itibar; bütün değerler alt üst olur, her yanda sadece müfsitlerin edip eyledikleri konuşulur.. ihtimal, meleklerin mahiyet-i Âdem karşısında istifsar edalı endişeleri de böyle bir âkıbete bakıyordu.[2] Eğer, bu endişenin altında, Allah’ın vaz’ettiği teşriî ve tekvînî emirlere baş kaldırma, fıtrî ve tabiî nizamı ihlâl ve şimdilerde olabildiğine yaygınca görüldüğü gibi kin, nefret, zulüm ve bohemce yaşamanın mevcudiyeti söz konusu idiyse, bugün bunların hepsi var; olmasını beklediğimize gelince, o da meleklerin göremedikleri ve sadece Allah’ın bildiği kalb ve ruh insanlarının mevcudiyetidir.
Bugün, yeryüzünde Allah’ın tesis buyurduğu ve yaşanmasını istediği hayat tarzına, peygamberlerle gerçekleştirilen semavî anlayış ve telâkkiye, insanca yaşamaya ve hayatı ukbâ derinlikleriyle yorumlamaya karşı ciddî bir tavır var. Bir tavır var lâhûtîliğe ve insanın iç derinlikleriyle kendini ifade etmesine.. ve prim veriliyor âsîye, fesatçıya, bozguncuya. Her yanda kalbini şeytana satmış bir sürü insan bozması var; bunlar, vuruyor-kırıyor, çalıyor-çırpıyor; vicdanlara baskı yapıyor, hakları çiğniyor; meşru sistemleri yıkıyor, yerine despotizmalar ikame ediyor; kinle, nefretle gürlüyor, kan döküyor; sonra da kalkıp bütün bunları insanlık ve insanî değerler adına yaptıklarından dem vuruyorlar.. bin nefrin fesadı salâh sayanlara ve yazıklar olsun bu müfsitlere aldananlara!..
Aslında hiçbir müfsit “Ben müfsidim!” demez ve hiçbir bozguncu kendini bozguncu kabul etmez. Bunlar, ağızlarını her açışlarında ıslahtan, imardan bahisler açar; kendilerini ifadeden, iradelerinin hakkını eda etmekten dem vururlar.[3] Böyle deyip böyle düşündükleri aynı anda vicdanlara baskı yapar, başkalarının hakkını çiğner, zulmün en hunharcasını irtikâp eder, insanlar arasındaki münasebetleri kırar döker, azgınlıktan azgınlığa koşar ve herkesi sindirmeye çalışırlar. Dahası, bunca fezâyi ve fecâyii mâzur göstermek için sürekli paranoyalar icat ederler: “Nükleer santral” der birine saldırır; “Kara tehdit” der, diğerini ortadan kaldırır; “irtica” der, tiranlar döneminde bile eşine rastlanmayan kanunlar çıkarır; gelir gelir meşru ve yerleşik nizamlara toslarlar. İşe vaziyet edince isyanlarına, baş kaldırmalarına meşruiyet kazandırmak için demagojilere girer, gerekli görürlerse bütün yasaları temelden değiştirir; kanunlara göre hareket edeceklerine, heva ve heves edalı hareketlerine göre kanunlar çıkarır ve herkesi aldattıklarını sanırlar.. gerçi bütün bunlara hiç kimse inanmaz ama korkudan da sesini çıkaramaz.
Hiçbir zaman meşruiyet tanımayan ve fesat düşüncelerini başkalarına bir nizam gibi dayatan bu müfsitler, kuvvetlerini korudukları ve stratejik davrandıkları sürece mefsedetlerine devam edegelmişler ve kimseye de hesap vermemişlerdir; hatta çok defa bir kısım şakşakçılar tarafından alkışlandıkları dahi olmuştur. Bu şekilde ortamı müsait buldukça bunlar daha da küstahlaşmış, Allah’a isyan etmiş, dine-diyanete sövüp saymaya durmuş, hukuku ve insanî değerleri hiçe saymış, istediklerini ezmiş, istediklerinin sesini kesmiş; kan düşünmüş, kan dökmüş, anarşiye zemin hazırlamış, cismâniyeti şahlandırmış, bohemliği körüklemiş; sonra da bütün bunları yararlı, gerekli ve çağın icapları gibi göstermişlerdir.
Eskiden beri bütün münkiri, mülhidi ve mürtediyle bir kısım din ve iman düşmanları hep böyle davrandılar. İfsadı ıslah gösterdi, fesadı salâh saydı; sürekli bozgunculukta bulundu, kitleleri birbirine düşürdü; farklılıkları kavga vesilesi yaptı, tahrik edilebilecek saf yığınları provoke etti; kan, irin ve gözyaşı üzerine saltanatlar kurarak kendi zevk ve sefalarına baktılar.
Müfsit, Allah kuralları dahil hiçbir nizama saygılı olmamış, hep başına buyruk hareket etmiş ve her zaman bir anarşist gibi davranmıştır. O bir dinsizdir ama dindar görünür; tam bir bozguncudur, ancak hep ıslahtan dem vurur. Bir despottur, fakat ağzını her açısında “demokrasi” der durur; sürekli terör estirdiği halde hiç sıkılmadan “insan hakları”ndan söz eder. Aslında farklı coğrafyalarda terörün asıl mimarı da işte odur.. odur yeryüzünde fitne ve fesadı körükleyen; odur masum insanların kanına giren; odur diktatörlük tesis etmek için uluslararası kuralları kendine benzetmek isteyen; odur çıkarları uğruna canlara kıyan ve hânümanları yerle bir eden ve odur siyasî, idarî, iktisadî, kültürel bunalımlara sebebiyet veren…
Hele bir de bunların arkasında –Âkif’in ifadesiyle– zulmü alkışlayan, zalimi seven, şirretleri sevindirmek için kalkıp kendi değerlerine söven tali’siz bir güruh vardır ki, onlar da, duruşları itibarıyla öncekilerden daha geri değillerdir; böyleleri, her şeye bir “Evet!” çeker, ellerini göğsünde kenetler, “Eyvallah!” der ve akıllı davrandıklarını, herkesi idare ettiklerini sanırlar.. oysaki fesadın kanunu, kuralı olmadığı gibi müfsidin de belli bir çizgisi yoktur. O, bugün böyle, yarın başka türlü, öbür gün ayrı bir fanteziye dilbeste ve bir başka zaman da farklı bir hezeyan peşindedir. İşte, bunları alkışlayanların hâlleri bunlardan daha utandırıcı ve daha acıdır.
Bunlar, farkına varmadan bir gün “demokrasi”, “hürriyet” ve “insan hakları” sözcüklerini alkışlarlar; bir başka gün ise, müfsitlerin darbelerine, zalimce savaşlarına, kan döküp kan içmelerine yahşi çekme mecburiyetinde kalırlar.
Öyle görülüyor ki, insanlık Allah’a yönelip, her şeyi bir kere daha Hak divanındaki mukadder duruşuna göre gözden geçireceği âna kadar ne fesat denen bu mel’anet dinecek, ne yeryüzündeki kargaşalar sona erecek ne de asırlardan beri hayal edip durduğumuz huzur ve umumî saadet rüyaları gerçekleşecektir; zira:
“Ne irfandır veren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın…
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.
(M. Âkif)
Bu itibarla da bize, verilen çerçevede her zaman fesada karşı, onunla baş edebilecek dinamiklerle dimdik durmak, ıslah düşüncesine kilitli bulunmak, zulümden fersah fersah uzaklaşmak, adaletin yanında olmak ve en korkunç fesat girdapları karşısında dahi “pes” etmeden hakkı tutup kaldırmak düşer.
[1] Bkz.: Mâide sûresi, 5/64-66.
[2] Bkz.: Bakara sûresi, 2/30.
[3] Bkz.: Bakara sûresi, 2/11.
- tarihinde hazırlandı.