İslâm ruhu
Bugün insanoğluna rahat nefes alabilme imkânını sağlayacak bir tek atmosfer varsa, hiç şüphesiz o da İslâm atmosferidir. Son bir-iki asırdan beri topyekün insanlığa dayatılan pek çok sistem, onun ızdıraplarını artırmadan başka bir şeye yaramadı. Bir kere, bu sistemlerin hemen hepsi, büyük ölçüde onun ruhuna yabancı idiler. Bunlardan bazıları ile muvakkaten bir uyum sağlandı ise de, hemen her zaman bir iç tepki ve hazımsızlığın yaşandığı da bir gerçekti. Bu da, pek çok kimsede içten içe her düşünce tarzına ve her sisteme karşı bir kuşku hâsıl ediyordu ki, böyle bir güvensizlik, kuşku ve tereddüdün de yeni yeni bunalımlara sebebiyet vereceği açıktı. Bu itibarla da, her yeni çağrı aynı zamanda yeni bir buhran sebebi görülüyor ve yeni bir tepkiyi de beraberinde getiriyordu. Getiriyordu, zira her şeyden evvel insanlığa dayatılan bu sistemler, hayat, kâinat ve Yaratıcı münasebetleri açısından pek çok boşlukları bulunan bir kısım faraziyelere dayanıyordu. Ayrıca, insan mahiyetini tam bilememe, dahası, onun kalbî ve ruhî hayatını bütün bütün dışlama, bu sistemlere ait öyle eksiklikler idi ki, bu boşlukların bir başka şeyle doldurulması da mümkün değildi.
Herhangi bir boşluğa meydan vermeden insan, kâinat ve Allah münasebetini, hassaslardan hassas bir denge içinde vazetme ancak İslâm'a müyesser olmuştur. Gerek ondan evvel ortaya çıkan mânevî teşekküller ve maddî organizasyonlar, gerek ondan sonra insanlığa kurtuluş ve ümit vadiyle ortaya atılan değişik sistem ve cereyanlar, insanlığın hiçbir beklentisini karşılayamamanın yanında, hep vadettikleri şeylerin gerisinde kalmıştır. Bugün, insanlığın beklediği veya ihtiyaç duyduğu şeyler, kalb ve ruhun açlığıyla alâkalı olduğu halde, bütün gayretlerin cismanî arzuları tatmine yönelik olması, büyük bir "yanılgı"dır. Deniz suyu ile susuzluğumuzu giderme gayreti ne ise, mânevî açlık ve tatminsizliklerimizi giderme adına cismâniyet ve bedeni semirtme gayretlerimiz de aynı şeydir. Yıllar ve yıllar var ki, topyekün insanlık ve hususuyla da bizim dünyamız hep böyle fasit bir daire içinde dönüp durmuştur. Bedenî arzularını tatmin gayreti adına her hamlesi, onu biraz daha kendi ruhundan uzaklaştırmış ve her uzaklaşma insiyakı da, onda yeni yeni hezeyanlar meydana getirmiştir. O, bu dönemde bir taraftan ruhî ve kalbî hayatındaki boşluklarıyla cismanî ihtiyaçların pençesinde kıvrım kıvrım mük'ap açlıklar yaşarken, diğer taraftan da bedeni itibarıyla küstahlaştıkça küstahlaştı ve nefsanî isteklerini bütün insanî değerlerin biricik hâkimi haline getirdi. Oysaki, topyekün insanlığın gerçek açlık ve susuzluğunun temelinde İslâm'ın ruhundan uzaklaşma yatıyordu. İslâm'ın ruhu derken elbette ki bu, şimdilerde bakış zaviyemiz ve değerlendirmelerimiz açısından matlaşmış, renk atmış ve semavî cazibesi itibarıyla buğulanmış İslâm ruhu değildi; o, kendi renk ve desenleriyle hâlâ bir kısım temiz ruhlarca duyulup zevk edilen, Saadet Asrı'ndaki insanın hissedip yaşadığı İslâm ruhuydu. Bu ruh, hemen her dönemde tertemiz, dupduru ve hiçbir zamana ve mekâna ait düşünce kirlerinin bulandıramayacağı kadar hep derin deryalar gibi dalgalanıp durmuştu. Ne var ki, ona ulaşmak ve ondan tam istifade edebilmek için belli bir niyet ve nazara, belli bir ceht ve gayrete, belli bir teveccüh ve güvene ihtiyaç vardı.
Bu ruh, ne kadar mükemmel, lâhutî ve dinamik de olsa, onun müntesip ve temsilcilerinde sağlam ve mütemadî bir niyet, isabetli bir bakış ve değerlendirme, kararlı bir keşif ve içtihat azmi ve aradığı her şeyi onun içinde bulabileceği inanç ve güveni yoksa, onca zenginlik ve aşkınlığına rağmen, ondan tam istifade etmeleri mümkün olmayacaktır. Dahası, ömür boyu bu semavî hazine ile iltisaklarını devam ettirseler de, açlık, sefalet ve türlü türlü ihtiyaç ve illetleri aşmada zorlanacaklardır; zorlanacaklardır zira, her zaman Kur'ân ve Sünnet'le beslene gelen bir dünyanın başka şeylerle tatmin olması mümkün değildir. Ben şahsen, Kur'ân ve Sünnet'in, ilk asırlardaki muhatapları seviyesinde ele alınıp değerlendirilebildiği takdirde, çağımızın pek çok kemikleşmiş problemlerinin çözülebileceğine ve gelecekteki muhtemel bunalım dalgalarının da kırılacağına, hiç olmazsa zararsız hale geleceğine inanıyorum. Aslında İslâm, bizim dünyamızda, her zaman analarımızın sütü gibi birinci besin kaynağımız olmuş.. duygu, düşünce ve değerlendirmelerimizde hep belirleyici bir rol oynamış.. evlerimizin içinde hep bizimle beraber olmuş, kesintisiz bütün hayatımızda soluklanmış.. ve ona karşı hiç mi hiç yabancılık hissetmemişizdir. Buna mukabil, pek çok yabancı kaynaklı ideolojiler, doktrinler, kapımızın önüne kadar gelmiş, sokaklarımızı naralarıyla inletmiş; ama kat'iyen içimize girememiş, ruhlarımızla hâlleşememiş ve hiçbir zaman onlar bizim, biz de onların olmamışızdır. Aksine, daha ilk karşımıza çıktıkları andan itibaren şekil ve çehrelerindeki yabancılıklarıyla ruhlarımızda tepki uyarmış, tereddütlerimizi deşelemiş, düşünce muhitimizde hep iğreti bulunmuş ve ancak toplumdaki muafiyet (bağışıklık) sisteminin zaafa uğratılması ölçüsünde millî bünyede barınma imkânı elde etmişlerdir.
İslâm, bizim ülkemizde, bizim coğrafyamızda, bizim kentlerimizde, bizim evlerimizde; bizim hayatımızı, bizim ihtiyaçlarımızı, bizim heyecanlarımızı kucaklaya kucaklaya bize o kadar yakın bulunmuştur ki, hemen her hareketimiz, her davranışımız ve her aktivitemizde ondan pek çok renge rastlamak mümkündür. Tavırlarımızda ve uzuvlarımızda onun boyası, zihinlerimizde onun med ve cezirleri, gönüllerimizde onun sesi-soluğu, simalarımızda onun izi, dizlerimizde, topuklarımızda onun nasırları, yorgunluk anlarımızda onun dinlendirici fasılları, dinlendiğimiz zamanlarda onun düşündüren ilhamları; canlarımızda onun tasarrufu, mallarımızda onun ortaklığı, ferdî ve ailevî hayatlarımızda onun belirleyiciliği; birbirimizi sevip kucaklamada onun inandırıcı teşvikleri, ümit ve emellerimizi şahlandırmada onun sonsuzluk vaatleri; hak, adalet ve eşitlik konularında onun gönüllere inşirah veren dengeli formülleri, bizi ona o kadar içten bağlamış, daha doğrusu o denli onun tiryakisi haline getirmiştir ki, -Allah korusun- bir gün kalkıp da bizi bırakıverse, zannediyorum kederimizden kahrolup gideriz.
Hak, adalet, eşitlik ve evrensel güven gibi konuları, belli hedeflere ulaşmada birer vesile ve belli doktrinleri gerçekleştirmede birer vasıta olarak kullananlara karşılık İslâm, bu âlemşümul değerleri, halkın mutluluğu ve Hakk'ın hoşnutluğu birleşik noktasında ele alarak, hem Yaradan'ın hem de yaratılanların isteklerini birden gerçekleştirmiştir. O, Müslümanların da bu espriye bağlı kalmalarını ister. Bu itibarla, eğer bugün Müslümanlar da konunun hassasiyeti ölçüsünde "hak", "adalet", "eşitlik" derken bu yüksek mülâhazalarını cismanî ve nefsanî isteklerine alet etmez ve Hakk'a bağlı götürürlerse, şimdilerde olmasa da yarın herkesin imreneceği bir konuma yükselecekleri muhakkaktır. Bu konum, Allah'ı sevme, Allah tarafından sevilme ve insanlar tarafından da gıpta ile takip edilme konumudur. Böyle bir payeyi ihraz eden en birinci sâik ise, İslâm'ın yenilmez gücü ve Müslümanın imrendirici hayat tarzıdır.
İslâm'ın, dıştan ithal edilen herhangi bir ideoloji ve doktrin gibi propagandaya ihtiyacı yoktur. O'nun referansı kendisi ve vefalı temsilcilerinin tavırlarıdır. O, her zaman hakkın yanında olmayı, hakkı tutup kaldırmayı yeğler ve hakka saygıyı en büyük ibadet sayar. "Hâlik'ın nâmütenahî adı var, en başı Hak;/Ne büyük şey kul için hakkı tutup kaldırmak." (Âkif) mülâhazaları, bu espriye bağlı söylenmiş ve hiçbir zaman vazgeçemeyeceğimiz bir gerçeğin sesi ve soluğudur. İslâm, her zaman, kuvvetin hakta olduğu prensibine göre hareket eder ve asla, zalim ve azgın kuvvetlerin dayatmaları karşısında "pes" etmez. Hep dik durur, merdane yürür; ne zulmü alkışlar ne de zalime serfürû eder. "Baş eğmeyiz edânîye dünyâ-yı dûn içün;/Allah'adır tevekkülümüz, itimadımız." (Bâki) der ve koşar hedefine..
Hak ve kuvvet muvazenesi, başlı başına üzerinde durulması gereken önemli bir konudur.. ve daha bir vuzuh ve inkişafa ihtiyacı vardır. Ancak biz, şimdilik "bir başka zaman" deyip o konuyu geçiyoruz.
İslâm, adalet ve istikameti, en geniş çerçevesiyle ferdî, ailevî ve içtimaî bir yaşam biçimi olarak kabul eder. Evet, hayatını İslâm'a bağlayan bir fert, dosdoğru düşünür, dosdoğru yaşar, hep hakkaniyet çerçevesi içinde kalmaya çalışır; kendinden başlayarak zulme ve haksızlığa karşı tavır belirler ve kendi haklarını koruma, kollama mevzuunda gösterdiği hassasiyet ölçüsünde, hatta ondan da ileri, başkalarının hukukunu gözetmede titiz davranır ve hayatını âdeta bir teraziye bağlı yaşıyor gibi hep tartılı ve ölçülü yaşar.
Adalet ve istikamet konuları da başlı başına ele alınıp tahlil edilmesi gereken mevzulardandır ve bu makalenin istiap haddini aşar.
İslâm, eşitliği, Hakk'ın isteği ve insana saygının gereği olarak görür.. ve onun sarsılmasını ya da tamamen ortadan kaldırılmasını insanlığa karşı işlenmiş büyük bir cinayet sayar. O, renk, ırk, bölge ve seviyeli ailelerden gelmeye bağlı imtiyazlara karşı açıkça tavır alır ve her zeminde bu çarpık anlayışla fikren mücadele eder. O, her zaman istîdat ve beceri farklılıklarını alkışlayıp öne çıkarmada, herkese aynı fırsat eşitliğinin verilmesi ve aynı imkânlardan yararlandırılması konusunda fevkalâde hassastır. İslâm, soya-sopa bağlı yapılanmaları tasvip etmediği gibi, hayatın sadece tek bir ünitesinde bile olsa, belli bir sınıfın hakimiyetini de (bir çeşit oligarşi) açıkça reddeder. O, her zaman ferdî kabiliyetlerin önünü açar, başarıları alkışlar ve bunu, "Sizin bazınızı bazınızdan üstün kıldık." mazmununun gereği sayar. Buna mukabil, her türlü monarşik mülâhazaya karşı da mücadelesini sürdürür.
İslâm, toplumun her fert ve her kesimini aynı sıcaklıkla bağrına basar. Herkesin ihtiyaç ve beklentilerini eşit bir çizgide değerlendirir ve avazı çıktığı kadar kimsenin kimseden üstün olamayacağını haykırır; haykırır ve hem eşitliği hem de fırsat eşitliğini ısrarla vurgular. O, istîdatları alâkasızlığın ağında söndürme ve kabiliyetleri seçkin doğmamışlıkla zincire vurup felç etmenin üzerine hışımla yürür.. ferdin iç dinamizmi ve samimî gayretlerine dayanmayan yükselmelerin, büyümelerin karşısına dikilir ve açıktan açığa bunun gayri ahlâkî olduğunu ilan eder. Gayri ahlâkî bu tür davranışları da büyük ölçüde ruh sefaletine bağlar. İslâm, böyle bir ruh sefalet ve zilletini, hem onun maddî sebep ve sâiklerini ortadan kaldırarak, hem de iman, mârifet ve ihsan şuuruyla ferdî iradeleri güçlendirerek ruhlardan söküp atmaya çalışır.
Evet, ruhun her türlü denaet ve sefalete karşı korunabilmesi, ancak sağlam bir inanç, engin bir irfan ve sürekli bir murakabeden oluşan mazbut bir zırha sığınmakla mümkün olabilecektir. Böyle bir donanımla ruhun doygunluğa ve itminana ulaşması, insana beden ve cismâniyetin çok çok üstünde daha önemli ve hayatî şeylerin bulunduğunu gösterir. Aksine, böyle bir donanımdan mahrum bulunan kimselerin gerçek insanî değerleri korumaları ve uzun zaman ayakta kalmaları oldukça zordur. Zira, ruh sefaleti ferdi kendi olmadan uzaklaştırarak, her tarafa çekilebilen, her kalıba sokulabilen öyle bir kopukluğa sürükler ki, artık böyle birinin er-geç kapı kulu durumuna düşüp köleleşmesi kaçınılmazdır.
Bizler, İslâm inancının imanlı gönüllerde oluşturduğu/oluşturacağı dinamizmi kavrayabildiğimiz takdirde, ferdî ve içtimaî bütün iniş ve çıkışların, çöküş ve yükselişlerin gerçek sâiklerini anlamanın yanında, yeniden derlenip toparlanmanın, kendimize gelip kaçırdığımız kervana yetişmenin temel esaslarını da idrak edebileceğimizi düşünüyoruz. Bu hususta, başta Saadet Asrı insanları olmak üzere bütün itilâ dönemlerimizin bayraktarı sayılan altın soyumuz bizim için ciddî birer örnek sayılabilir. Eğer onların anlayış çizgisinde şanlı geçmişimizi, "anilmerkez" bir hız kaynağı olarak arkamıza alır ve kendi mânâ köklerimize sımsıkı tutunarak, Akif'çe bir üslûpla, "Allah'a tevekkül eder, sa'ye sarılır, tevfike ram olursak"; -olmalıyız da- işte o zaman, önümüzdeki bütün aşılmaz gibi görünen tepelerin dümdüz ve düzlüklerin de pürüzsüz hâle geleceğinde şüphe edilmemelidir.
Gerek düşünce ve aksiyon hayatı, gerek vicdan âleminde Asr-ı Saadet topluluğu ve millî tarihimizin büyük mimarları, İslâm'ın kusursuz temsilcileridirler. Onlar, Kur'ân'ın gölgesinde ve İslâm'ın feyyaz ikliminde yetişmişlerdi; yetişmiş ve ömürlerini, fânileri sonsuzdan ayıran erişilmez bir ufukta sürdürmüşlerdi. İslâm öncesi oldukça sert, hatta vahşi ve âdetlerinde mutaassıp, olabildiğine inatçı, fena huy ve fena âdetlerle delik-deşik bir toplumun böyle bir hamlede aklı, kalbi, ruhu ve nefsiyle örnek bir cemaat haline gelmesi, başka değil, İslâm'ın apaçık bir mucizesidir. Bunlar, Kur'ân'ı dinledi, Kur'ân'la beslendi; Hazreti Sahibu'l-Kur'ân'a gönül verdi; derken kendilerini, duygu, düşünce ve his dünyalarıyla bir inşa, bir imar ve bir ihya zemininde buldular. Yepyeni bir dirilişe ermiş olmanın heyecanıyla tepeden tırnağa değişti.. kötü huy ve öldürücü alışkanlıklardan uzaklaştı.. nefisleriyle yaka-paça olarak, gayri meşrû dairedeki bütün cismanî arzulara karşı savaş açtı.. ve faziletli bir sistemin faziletli temsilcileri olarak, hayatlarını başkalarını mutlu etmeye bağlayıp, yaşamadan daha çok yaşatma azmi içinde bulundular.. her zaman bir kısım beşerî zaafları olabileceği mülâhazasıyla, hep tetikte ve temkinli davrandı ve kaymamaya çalıştılar.. sürçtüklerinde de, gönüllerinin bütün samimiyetiyle tevbe, inabe ve evbelerle yeniden Hakk'a yöneldi ve amûdî (dikey) yükselme yollarını araştırarak, hep şahikalarda dolaşmaya programlı olarak yaşadılar. Azlığa bağlı ezilmeler, yalnız kalıp gariplik yaşamalar, tehdit edilip bastırılmalar, hatta yer yer maruz kaldıkları mağduriyetler, mazlumiyetler, mahrumiyetler karşısında daima dimdik durdu ve kat'iyen "pes" etmediler. Bu ölçüdeki mukavemetlerinin yanında hep birer muhabbet fedaisi gibi davrandı; herkesi kucakladı, herkese bağırlarını açtı, her düşünceye saygılı davrandı ve "insan-ı kâmil" olmanın bütün icaplarını yerine getirdiler. Kur'ân'dan ve Sünnet'ten ruhlarına akan bilgilerden yepyeni bir dünya kurdu ve potansiyel insanî değerlerini realite plânında da ortaya çıkararak, arkadan gelenlere örnek oldular.
Yaratıcı'ya yönelen, gerçek kıblesini bulup Hakk'a kullukla çeşit çeşit kulluklardan kurtulan; arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şöhrete kulluk gibi, insanı sefilleştiren bayağılıklardan sıyrılmış o insanlar bizim köklerimizdi.. onlar bizlerdik.. bizler, onların hâlihazırdaki temessülleri; onlar bizim aslımız, arkadan gelecekler de bizim faslımız olacaktır. Biz, İslâm'ı evlerimizde hep bir ninni diye dinlemiş, beşiklerimizin gıcırtılarında onu duymuş, analarımızın göğsünde onunla beslenmiş; atmosferimizde onu soluklamış İslâm'ın çocuklarıyız. İslâm, bizim içimizdeydi ve o, hiçbir zaman bize yabancı olmadı.
Yeni Ümit, Nisan-Haziran 2000, Cilt 6, Sayı 48
- tarihinde hazırlandı.