Kültür problemimiz ya da kendimiz olma (1)
Kendimiz olma derken, hiç kuşkusuz, kendi medeniyet mirasımızla ve kendi kültürümüzle örgülenen iç kimliğimizin öne çıkarılmasını ve onun yörüngeleşmesini kastediyoruz. Şimdilerde bazı çevreler, "kendimiz" derken, milletçe mânâ köklerimizle irtibatı olmayan bir kısım folklorik gösterileri, cismâniyet adına boşalma ihtiyacı duyan kitlelerin dışa vuran nefsânîlikleri, ya da yeme-içme-eğlenme, düğün-dernek vs.. gibi durumlarda ortaya çıkan merasimleri anlayabilirler.
Biz onu, toplumun bütün kesimlerinde hemen her zaman geçerli olan; milletin, hafıza, şuur ve vicdanından beslene beslene devam edegelen, yine onun duygu, düşünce, dil ve sanat telâkkisinde duyulup temsil edilen.. örf, âdet ve geleneklerimizle hemen her zaman hayatın en önemli bir derinliği olarak yaşanan.. annelerimizin kucağında gördüğümüz ihtimamdan, atalarımızın millî karakterimizi aksettiren o babacan davranışlarına; eğitim sistemimizin millî ruh muhtevalı olmasından, eğitimcinin bu ruhu kusursuzca soluklamasına; mutfağımızdaki yemek üslûbundan bağımızda-bahçemizde ve tarlamızdaki temel tavırlarımıza; masa başındaki oturuş ve kalkışımızdan bir şantiyedeki iş ahlâkımıza; konuşma, yazma tarzımızdan başkalarıyla münasebetlerimize kadar hayatın her ünitesinde, bu ünitelerin her basamağında ve yürüdüğümüz yolların her durağında duyar, yaşar ve çevremize aksettiririz.
İlk bakışta böyle kendimiz olarak yaşamanın amelî ya da içtimaî yararı hemen sezilemeyebilir. Ancak uzun vadede ve ısrar edilirse ilerlemenin her kademesinde onun ne ölçüde hayatî bir önem arz ettiği kendi kendine ortaya çıkar. Böyle bir süreçte bize düşen şey, millî hayatımızı zamanın tefsirlerini de hesaba katarak din-diyanet, örf-âdet, an'ane ve geleneklerimiz çizgisinde sürdürmektir. Bu sayede bize ait şeyler zamanla tabiatımızın birer yanı hâline gelecek, "özümseyip" dışarıdan aldığımız yabancı değerler de bizim rengimize bürünerek millî atlasımızın önemli bir çizgisini teşkil edecektir. Roma'da, Atina'da, Mısır'da, ya da Babil'de yaşanan kültür de o baş döndüren zenginliği ile nevzuhur olarak birdenbire ortaya çıkmamıştır. Kültür her yerde fertlerin duygu, düşünce dünyasında ve ma'şerî vicdanın münbit yamaçlarında uzun bir kuluçka döneminden sonra varlığa ermiş; iç kaynaklardan doğrudan doğruya, dış kaynaklardan da süzüle süzüle beslenmiş, gelişmiş; derken zamanla o milletlerin tabiatlarının önemli bir derinliği ve onların hayatlarının en bâriz bir rengi hâline gelmiş; sonra da her zaman konuşulup düşünülmese de, mâbedden mektebe, sokaktan evlerin içine, kıraathânelerden yatak odalarına kadar her yerde bütün hayatı kuşatmıştır. Öyle ki, insanlar iradî olarak onu dinlemeseler de o iradeleri aşan sırlı bir güçle her zaman kendini onlara dinletebilmiştir.
İşte bir millet, bu ölçüde kendi olarak sağlam bir kültür zeminine oturtulabildiği takdirde, cehalet, fakirlik, ihtilaf, disiplinsizlik ve haricî baskılar gibi pek çok açmazları olsa da, mutlaka, zamanla bunların hepsini aşabilecek kıvama ermesi âdeta tabiîleşir. Orta dönem tarihi itibarıyla, Roma, Atina, Mısır ve Osmanlı buna iyi birer misal teşkil ederler. Yakın tarih açısından da -İkinci Cihan Harbinde olduğu gibi bir kısım maceralarla kendini yeyip bitirmezse- Almanya orta ölçekte bir örnek sayılabilir.
Bu ülke, İkinci Cihan Harbi sonrası tamamen alt-üst olmuş, ekonomisi yıkılıp gitmiş; millî hakimiyeti bütün bütün başkalarının eline geçmiş; mağlûbiyet ve perişaniyetin hâsıl ettiği ruh hâletiyle toplum değişik kamplara ayrılmış ve ülke bir baştan bir başa âdeta açık bir esaret kampı hâline gelmişti.. gelmişti ama, onların yürekleri hamiyetle atıyor; hülyaları Büyük Almanya sevdası ile tütüyor ve bunu gerçekleştirmek için de adalî güçlerine ve düşüncelerine güvenleri tamdı. Bu itibarla eğer Almanya, böyle bir ölüm arenasından kurtulacaksa, kendi hayat enerjisi ve oturmuş kültürü sayesinde kurtulacaktı ve kurtuldu da. Evet o, milletçe kendi kültürüne, kendi mânâ köklerine yönelerek, sosyolojik, psiko-sosyolojik ve sosyo-kültürel şartları akıllıca değerlendirip son yarım asrı kendi hesabına görülmedik şekilde en iyi yorumlayanlardan biri oldu.
Bu örnek bize şunu göstermektedir: Bir ülkede, siyasî, iktisadî, idarî problemleri, münhasıran siyaset, iktisat ve idareye incirar ettirme (indirgeme), bir yönüyle doğru olsa da, pek çok yönleri itibarıyla eksiktir. Evet; hemen her sahada, gayret, bilgi ve alternatif proje üretmenin yararlı olacağında şüphe yok; ancak burada ihtimamla üzerinde durulması gerekli olan ayrı bir şey var ki o da, bence milletin mânâ kökleri ve kültürüdür. Şayet bir millet çağıyla hesaplaşmaya karar vermişse, içtimaî, iktisadî ve siyasî faaliyetlerinin bütününde mutlaka kendi mânâ köklerini de göz ardı etmemeli ve millî kültürün belirleyici misyonunu asla unutmamalıdır.
Vakıa, ülkemizde, hemen her "değişim" ve "dönüşüm" söz konusu olduğunda, kendi kültürümüz üzerinde de durulmuştur; ne var ki bu konuda hiçbir zaman kalıcı ve plânlı bir teşebbüsten söz etmek mümkün değildir. Geçmişimizin düşünce mimarlarının ruh işçilerini yetiştiren medreseler ve tekyeler, bizi geleceğe taşıyacak proje üretemediler; üretemedi ve kendi enkazlarının altında kalıp ezildiler. "Geçmişlerinizi mesâvileriyle yâd etmeyiniz." düsturu gelip boğazımıza tıkanıyor ve daha fazla bir şey söylememize müsaade etmiyor. Biz de, "Tarihî hâdiseler, birbirine benzese de aynı değillerdir; dolayısıyla da onlardan ders değil ibret alınır." deyip onlara yönelteceğimiz soruları kendimize tevcih ediyor ve "Bizden evvelkiler, varoluş gaye ve hedefinden sapınca inkıraza uğradılar. Bugün, aynı durum bizim için de söz konusudur. Öyle ise, var kabul etsek bile onların günahlarıyla meşgul olmaktansa kendi hatalarımızı sorgulamak daha isabetli olacaktır." diyoruz.
Diyelim ki, onlar kendilerini besleyen kaynaklara karşı alâkasız kaldı ve milletçe çoraklaşmaya vesile oldular, pekalâ ya biz ne yaptık?. Rica ederim milletçe bütün sorumluluklarımızı yerine getirdiğimizi iddia edebilir miyiz? Bütün devlet müesseselerini çağın gereklerine göre işlettiğimizi söyleyebilir miyiz? İstirham ederim, bunca zamandır mektebin kendinden bekleneni verdiğini kim söyleyebilir? Vakıa pek çok genç, Paris, Londra, Münih veya New York.. gibi merkezlerde yüksek eğitim aldı; ama bunların topluma yararlı birer uzuv hâline geldiklerini söylemek mümkün müdür? Aksine, topluma yararlı birer uzuv hâline gelmeleri bir yana bunlar pek çoğu itibarıyla değişik fantezilerle ülkelerine döndüler ve Anglo-saksonizm, Nazizim, Slavizm, ya da kapitalizm, liberalizm, komünizm gibi cereyanların tesirinde ülkemize bir sürü de problem getirdiler.. getirdiler ve daha önceki yıllara nisbeten huzursuzluk daha bir arttı ve özden kopmalar da daha bir hız kazandı. Bunun böyle devam etmeyeceği ümidini hâlâ koruyoruz.
Aslında ümitvar olmak için sebepler de yok değil; bir kere her şeyden evvel bu dönemde gadre ve zulme uğradığımızın farkına vardık. İşte bu olumsuz albüm şimdilerde bile bize çok farklı fotoğraflar ilham edebilir. Fransa, Almanya, İngiltere ve Amerika ile dostluk kurma teşebbüslerimiz, hayal kırıklıklarımız, çaresizliklerimiz ve daha yüzlerce olumsuzlukla savaşa savaşa edindiğimiz tecrübeler bugün bizde, "anil-merkez" bir açılım meydana getirecek ölçüde ciddî bir metafizik gerilime dönüşmüştür; dönüşmüştür ama, bu gerilimi çok iyi değerlendirmek de yine bize düşmektedir. Mektep, kendi önemi ölçüsünde vereceğini verdi. Şimdi sıra, mektebin vâridâtını kendi ruh potamızda yoğura yoğura ve kendi kültür esaslarımızla besleye besleye o bilgi ve tecrübeyi ehlîleştirmeye gelmiştir. Zira, eğer geleceğe yürümeye kararlı isek, bilgi ve tecrübe birikimimizi yerinde değerlendirerek, mantık muhakeme ve üslûpta da mutlaka kendimiz olmalıyız. Mektep insana, ilmî, içtimaî, iktisadî, siyasî formasyon kazandırabilir; ama bunların, toplumun her kesimi tarafından kabul görmesi ve kalıcı olması o toplumun mânâ kökleri ve düşünce yapısıyla kaynaşıp bütünleşmesine bağlıdır. Bu açıdan da bizim gibi geri kalmış ülkelerin problemi mektebi kendi ruhu ve mânâsıyla keşfetmenin yanında, hatta ondan da öte bir kültür problemidir ve bu problem de mutlaka kendi zemininde çözülmelidir. Mektep sıralarında elde edilen ve ruhlarımıza akan pek çok şey vardır ama, ondan daha müessir bir şey var ise o da kültür fenomenidir ve onun bir çevre ve muhit ürünü olduğunda şüphe yoktur.
Denebilir ki, dünden bugüne hemen her medeniyette, çevre, "kültürel" değerlerin kaynağı olagelmiştir. Biz buna, duygular, düşünceler, tavırlar, sesler, renkler, üslûplar, şiveler ve millet tabiatının başka derinliklerini ihtiva eden pek çok hususiyetten oluşmuş umumî çevre de diyebiliriz. Böyle bir yaklaşımın haklılığını gösterecek pek çok şeyden bahsetmek mümkündür ama; biz şimdilik, toplumun her kesimince, hava gibi teneffüs edilen, su gibi yudumlanan, çiçekler gibi koklanan ve tabiat gibi dinlenen en güçlü dinamik olan kültürün bu umumîliği üzerinde durmak istiyoruz. İşte ancak böyle bir umumîlik içindedir ki kültür, genişler ve kalıcı bir tesire sahip hâle gelir ki, kültür dediğimizde de akla gelen bu olmalıdır. Evet o, bir çoban üzerinde icra ettiği tesir ölçüsünde, bir aydın, bir bilge üzerinde de müessirdir. Su, toprak, hava ve güneşin birleşik noktası bir canlının varlığa ermesi ve varlığını sürdürmesi adına ne ise, bir toplumun bugünü ve yarını adına da kültür aynı şeydir. Evet o, hem ferdi hem de toplumu psişik yönü ve ahlâkî ufkuyla kıvama erdiren en önemli bir dinamiktir.
Mektep, hedef yörüngeli olması ve derinliği ölçüsünde bir rıhtım, bir liman, bir rampa vazifesi görebilir ama, bu, onun vâridâtının millî kültür potasında yoğrulmasına bağlıdır. Aksine mektebin, ferdî ve içtimaî problemleri çözemeyeceği açıktır. Mektep, bir plânlama dairesi, bir proje merkezi olarak, genel ahlâk ve millî hars çizgisinde bir kısım programları ma'şerî vicdana duyurduğu ölçüde bir kıymet ifade etse de, tek başına bir şey yaptığına dair herhangi bir örnek göstermek çok zor, hatta imkânsızdır. Bu itibarla mektep, olduğu gibi kabul edilmeli ve ondan sadece verebileceği şeyler beklenilmelidir. Bilimin ehemmiyeti mahfuz, her şeyi mektebe bağlamak abartılı bir yaklaşımdır ve dünyayı öküzün boynuzlarına yükleme gibi pek çok bedihîyatı izah edilmez hâle getirecek ölçüde de avamca bir telâkkidir.
İstikbal vaad eden sağlam bir cemiyet, onun parçaları mesâbesinde olan mazbut fertlerden meydana gelir. Ne var ki, bir yönüyle, "devir" de diyeceğimiz bir kısır döngü söz konusu olsa da, böyle mazbut ve kaliteli fertler de ancak yine böyle mazbut bir toplumun bünyesinde varolup gelişecektir. Evet, bizim zenginliklerimizle mâmur bir çevre, âlimi de-cahili de, genci de-yaşlıyı da, köylüyü de-kentliyi de, düşüneni de-havâîyi de her zaman "etki"leyebilir ve bunlar gözlerini açıp çevreleriyle münasebete geçtikleri andan itibaren, muhit ve atmosfer onlara sürekli bir şeyler söyler; onları sorgular; onlarla diyalog kurar; vâridâtı, zenginliği, fakirliği, psişik yanı ve fizikî ortamıyla ya onları besler mâmur eder veya duygularını, düşüncelerini yıkar her şeyi harabeye çevirir.
Bir toplum ve onun fertleri üzerinde millî ruh atmosferinin bu ölçüdeki müessiriyeti, her zaman bütün buudlarıyla tam sezilmeyebilir. Ancak, şu husus da unutulmamalıdır ki; ister psikolojik âlemde, ister fizikî dünyada, önemsiz gibi görünen pek çok detay, tahminlerin üstünde nice ehemmiyetli keşif, teşebbüs ve icatlara kapı aralamıştır. Yerinde, bir kedinin gözünü ayırmadan bir fare deliğini gözetleyip durması bir vicdanı şahlandırmış.. bir karınca ve arı topluluğunun en mükemmel cumhuriyetlerden daha mükemmel âhengi düşünen dimağlarda ne ufuklar açmış.. ve fizikî dünyada kim bilir ne önemsiz hâdiseler ne ateşîn zekâları harekete geçirmiştir.
Archimedes için bir hamam tası, Newton için yere düşen bir elma, Jean için umumî ahenk, Nâsıruddin et-Tûsî için damda yuvarlanan bir kazan, İbn Heysem için delileri sakinleştiren müzik nağmeleri, Michelangelo için bir sabah güneşinin sırlı doğuşu, Denis Papin için bir güğüm su ve daha başkaları için kim bilir hangi önemsiz hâdiseler ne büyük ilhamlara kapılar aralamıştı..!
Aslında, toplum yapısının sıhhatli ya da arızalı, pozitif ya da negatif yanları açısından -aklın zahiri nazarında her zaman görülüp hissedilmese de- önemli bir tesirinin olduğu muhakkaktır. Fertler, içinde bulundukları toplumun çocuklarıdırlar ve her şeyi onun atmosferinde duyar, yaşar ve benimserler. Bu konuda umumî mânâda ilim ve irfan sahiplerine, hususî mânâda da sorumlulara düşen şey, toplumu yanlış şekilde etkileyen ve akla, müşâhedeye, tecrübeye, dinî düşünceye ters bir kısım yabancı ve zararlı mülâhazaların ayıklanmasıdır. Tarihte bu ayıklamanın en büyük kahramanları peygamberler olmuştur. Onlardan sonra ise, ilhamla gerilmiş asfiyâ; kalb ve kafa bütünlüğü içinde bulunan fikir adamları; fizik yanında metafiziğe, muhakemenin yanında vicdanî seziye, tecrübenin yanında vahy-i semavîye değer veren ilim adamları gelir.
Hazreti Nuh, "Vedd", "Suvâ", "Yeğûs", "Yeûk", "Nesr"i sorgulayarak; Hazreti İbrahim, çevresini saran puta ve putçu düşünceye baş kaldırarak; Hazreti Musa, zulme, istibdada ve insanların sömürülmesine karşı koyarak; Hazreti Mesih, tabulaştırılan maddeyi yerden yere vurarak; İnsanlığın İftihar Tablosu, kendinden evvelkilerin uğrunda mücadele verdikleri bütün yanlışlıkların yanında, cehalet, fakr u zaruret, ihtilaf ve iftirak gibi beşerin yakasını bırakmayan içtimaî hastalıklarla savaşarak.. O'ndan da günümüze kadar gelip geçmiş bütün mücedditler ve kâmil mürşidler de hayatı Allah'ın emir, irade ve hoşnutluğu çerçevesinde yeniden yorumlayarak hep bu ayıklama işini gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Evet, kültürün oluşması, devam ettirilmesi için, onun bütün unsurlarıyla toplumun her kesiminde duyulup hissedilmesinin yanında, yabancı ve yozlaştırıcı düşüncelere karşı da ortak bir tepki uyarılmalıdır ki, bir yandan kendi hususiyetlerimizle kendimiz olarak kalırken, diğer yandan da, bâtıl, hurâfe ya da yabancılaşma girdabına takılmadan geleceğe yürüyebilelim.
Yeni Ümit, Temmuz-Eylül 1998, Sayı 41
- tarihinde hazırlandı.