Kültür problemimiz ya da kendimiz olma (2)
Değişik kültürlerin birbirlerinden "etkilenme"leri bir gerçek; ama, orijinini muhafaza ederek onu bir yerden bir yere taşımak, bir elbise gibi birinin sırtından alıp bir başkasına giydirmek mümkün değildir. Kültür, kendi orijinini, biyolojik hususiyetleri itibarıyla içinde yetiştiği ortamda koruyabilen canlılar gibi ancak, doğup bağrında geliştiği toplum tarafından hava gibi teneffüs edile edile, su gibi yudumlana yudumlana o toplumun hayatî bir derinliği hâline gelir ve korunmuş olur.
Kültür, bir yerden bir yere taşındığında, onun bu yeni çevrede var olup gelişmesi için müsait ortam oluşmamışsa ölür; en azından kendi özelliklerini yitirerek melezleşir; anlamsızlaşır ve farklı bir harse inkılâp eder. Bize ait bir ses, bir nağme, bir çizgi, bir resim, bir stil, bir üslûp kendi orijiniyle başkaları tarafından tam temsil edilemeyeceği gibi, başkalarına ait harsî hususiyetleri de, aynıyla bizim temessül etmemiz imkânsızdır.
Evet, bizdeki kültür onca renkliliğine rağmen, bize ifade ettiği mânâları onlara ifade edemez, bizde uyardığı heyecanı onlarda uyaramaz; belli bir tesir icra etse de bunu kendi tabiîliği ve fıtrîliği içinde icra edemez. Özümsemeden aldığımız başka milletlere ait kültürlerde de aynı olumsuzluklar söz konusudur. Zira kültür, işporta metaı gibi bedeli ödenince alınıp eve götürülecek bir tablo, bir resim, bir plak, ya da bir kaset değildir. O, içinde var olup geliştiği çevrenin; bütün zaman ve mekân unsurlarının birleşik noktası olması açısından bir külldür ve içinde geliştiği çevreye mahsustur. Onu oluşturan ve besleyen bütün elemanları birleştirici bir çerçeveye yerleştirmek için onu, arkasında bulunan bütün unsurlarla müşterek mütalâa etmek icap eder. Böyle bir mütalâada ilk hatırlayacağımız şey de, onun, herhangi bir millete ait ve eski ifadesiyle "nev'i şahsına mahsus" belli bir hayat biçimi ve o milleti meydana getiren fertlere has bir davranışlar manzumesi olmasıdır. Hiç şüphesiz böyle bir tahlilde ilk göze çarpan husus da, bir toplumun hayat felsefesiyle davranış biçimi arasındaki tesir ve etkileniştir. Bunlardan ilki ne kadar oturmuş ve toplumun her ferdine ne kadar mâl olmuşsa, ikincisi de o kadar kalıcı ve istikbal vaad edici bir hâl almış demektir. Tıpkı biyolojik varlıklarda olduğu gibi; bütün, onu meydana getiren hücrelerin hareketlerini belli çizgide belirler, belli istikamette hareket eden hücreler de, onu heyet-i umumiyesiyle yarınlara taşıyacak birer eleman vazifesi görürler. Âdeta karşılıklı sorumluluk çerçevesi içinde cereyan eden bu hareketler manzumesi, iradî varlıklar söz konusu olunca, bir taraftan hiyerarşik bir düzenlenme, diğer taraftan da, selim akıl, sağlam müşâhede ve vicdanî sezişlerle kritik edilme gibi bir sorgulama hamlesi doğurur.
Böyle bir süreç, dünüyle-bugünüyle oturmuş, akla, düşünceye, vahye açık bir toplum için, onun hayat felsefesi, millî üslûbu, tarihî karakteri ile aynîleşmenin en sağlam yoludur. Aksine, henüz gelişme sürecini tamamlayamamış, âdet, töre, eğlence, ya da zevk u safâdan örülmüş hatta bazen de tabu hâline getirilen folklorik alışkanlıklara gelince, bunlar aldatan birer kültürsüzlük örneğidir. Evet, emvâcı karar-dîde olmuş yerleşik millet ve medeniyetlerde, toplumun değişik kesimleri itibarıyla sürekli alış-verişler, tesirler ve tepkiler söz konusudur. Hususiyle de demokratik mülâhazaların bahis mevzuu olduğu ortamlarda toplum piramidinin tepesindekiler ile, tabanı oluşturan unsurlar arasında her zaman ciddî bir tesir ve teessür (etki-tepki) söz konusudur. Öyle ki, mektepteki hocadan kürsüdeki vâize, gazete ve mecmuadaki yazardan televizyon kamerası karşısındaki yorumcuya, şiiriyle, nesriyle kendini ifade eden edebiyatçıdan geniş mânâda bütün varlığı, dar mânâda kendi çevresindeki eşya ve hareketleri tuvaline taşıyan ressama kadar herkes hemen her zaman muhatap kitleleri açısından böyle bir tesir ve teessürün insiyâkıyla hareket ederler. Veren ve üreten mânâsına yukarıdakiler, çevrelerine sürekli sinyaller göndererek muhataplarını uyarır, onları motivasyona hazırlar ve onların içindeki istidatları meslek ve sanat telâkkilerinin ufkuna yönlendirerek verici ve üreticilerin sayılarını artırırlar. Öyle ki her gün biraz daha sayıları azalan alıcıları da birer ufuk insanı hâline getirirler.
Veren ve üretenler üretip verirken, alanlar da, yukarıdan gelen her şeyi sorgular; onların yanlışlarına veya kendilerinin yanlış gördüklerine karşı çıkar; karşı çıkar ve zirvedekileri sürekli alternatif çözümlere zorlarlar. Böylece, bize ait her şey tevsîk edilir, şöyle veya böyle her üslûp bozukluğu süzgeçten geçirilir ve her yanlış davranış da sorgulanarak ayıklanmaya tâbi tutulur. İşte böyle bir mütekâbiliyet de ancak kültür gibi ortak bir mirasın, toplumun bütün katmanlarınca paylaşılması sayesinde mümkün olabilir.
Evet bir millet, değişik kesimleriyle, İnsanlığın İftihar Tablosu'nun ifadeleri çerçevesinde "bünyân-ı marsûs" gibi olur ve sımsıkı birbiriyle kenetlenirse; kenetlenip güç ve enerjisini sadece iç bünyesinin varlığı ve âhengi adına kullanabilirse, onun için dağlar-tepeler dümdüz ve düzlükler de pürüzsüz hâle gelir ki, artık o milletin devletler arası dengede muvazene unsuru olmaya yürümesi ahvâl-i âdiyeden demektir. Ne var ki, böyle içtimaî bir râbıtanın, hem de bu ölçüde müessiriyetiyle varolması da yine, kendi çerçevesiyle yerli yerine oturmuş ve her kesim tarafından yaşanarak millet tabiatının bir yanı hâline gelmiş millî kültüre bağlıdır. Ahlâkî değerler üzerine kurulmuş, onları soluklayıp onlarla beslenen; dinin yenilmez gücüne dayanıp onun sayesinde her türlü yabancılaşmayı aşabilen; sanat telâkkimize arka çıkıp her yerde ona emin bir barınak olan bir kültür. Aksine çerçevesi iyi belirlenememiş veya bütün bir toplumun referansını alamamış bir kültürün zenginleşip bütün bir milleti kucaklaması bir yana böyle bir durumda kültür, mimar ve çırakları arasında her zaman bir zıtlaşma ve birbirini yıpratma vesilesi hâline gelmesi kaçınılmaz olacaktır. Bazen böyle bir zıtlaşma, hususiyle de ahlâk ve sanat konusunda tamiri imkânsız yaralar da açabilir. Zaman zaman ahlâkî bir konuda ifrat ve aşırı titizlik, duygu ve düşünceleri tesiri altına alıp ferdi ve toplumu mankurtlaştıracağı gibi, bazen de bediîyatta kuralsızlık ve lâahlâkîliğe kapı aralayabilir ve her şeyi anarşi ve müstehcenlikle kirletebilir.
Aslında kültür hâdisesi düşünülürken, henüz ruhî fonksiyonları itibarıyla disipline olamamış bazı çevrelerin hayatına göre zevk u safâ ve eğlenceye ortam hazırlama yerine, onlarda bugünkü ve yarınki problemleri göğüsleyebilecek aktiviteyi artırma, onları daha muhtevalı düşündürerek iyiyi, güzeli, doğruyu seçebilme yeteneğine ulaştırma esas alınmalıdır. Böylece, bilginin desteğini sağlamanın yanında, genel ortamın, cebrî-ihtiyarî yönlendirmesinin avantajları ve umumî gidişatın da insiyaklarıyla daha yararlı ve isabetli tercihlerde bulunma imkânı doğacaktır.
İşte böyle, biraz kurallara bağlılık, biraz da içtimaî yapının cebrî-ihtiyarî yönlendirmesi sayesinde, ahlâkîlik, ilmîlik ve bediîyatın birleşik noktası hayat üslûbumuzun besleyicisi, hareket ve hamlelerimizin dinamosu hâline gelecek ve bize her zaman iyilik, güzellik ve doğruluk adına ayrı bir zaferin neşvesini tattıracaktır. Ayrıca burada ahlâk, iman ve sanat telâkkisi ve güzellik anlayışının nasıl yorumlanacağı ve nasıl anlaşılacağı da önemlidir. Ahlâkı, bir kısım katı kuralların uygulanmasından ibaret görmek; imanı, aklı, müşâhedeyi, hissi ve vicdanı hesaba katmadan körü körüne bir inanma şeklinde anlamak; estetiği, eşyanın bir anlık görüntüsünü alıp üryan resimler, donuk heykellerle yorumlamak; sanatı, şiir, müzik, tiyatro gibi kaba bir çerçeveye yerleştirmek, güzeli de, güzellik kültürünü de daraltma, sığlaştırma ve belli bir kesimin fantezisi hâline getirme demektir.
Kendi kültürümüzle yeniden dirilişimiz; imanla şahlanmış gönül erleri, düşünce ufkuyla yarınlarda dolaşan fikir mimarları, sanat telâkkisiyle varlık ve hâdiseleri kucaklayan ve ince tahassüsleri, tefahhuslarıyla bize bulunduğumuz ufukların ötesinde yeni cevelengâhlar belirleyecek dehalar beklemekte. Güzellikte pek çok estetik hayranının yeni ufuklara açılması ve yeni yorumları; bediîyatta mâhir sanatkârlar ve gayretli çırakların takdire şâyan himmetleri; mûsıkîmizin ruhunu bulma çabalarıyla çırpınan seslerin ruhumuzdaki nağmelere dönüşen anlamlı besteleri ve zengin repertuarları; edebiyatın zevkini teşemmüm etmeye başlamış usta şairlerin ve dil aşığı nâsirlerin taklitleri aşma istikametindeki cehdleri bize kendimiz olma yolunda sadık bir fecrin emâreleri gibi geliyor. Gördüğümüz ışıklar yalancı birer fecir şuâsı olsa da, arkadan gelenin "fecr-i sâdık" olacağında şüphe edilmemelidir.
Bu çizgide hareket edildiği takdirde yerli yerine oturmuş millî harsımız, ruh ve mânâ köklerimiz, karakter ve muhtevamız, zamanı gelince evrensel kültürün de olmazsa olmaz bir parçası hâline gelecektir. Aksine, bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da başkalarının kültür kaynaklarıyla beslenmeye devam eder ve inşa düşüncesinde taklide takılıp kalırsak, ne şiirde, ne mûsıkîde, ne resimde, ne bediîyatın başka dallarında vesâyetten kurtulamaz ve milletçe hep yedilmekte kalırız. Böyle bir durumda ise kendimiz olarak varlığımızı sürdürmemiz mümkün olamayacağı gibi, üretici ve verici olma seviyesini yakalamamız imkânsızdır.
Evet, şimdilerde olsun, eğer acele edip kendi kültür formatlarımızı genç nesillere empoze etmez; empoze ettiğimiz şeyleri de bir an evvel hayata geçirmezsek, bizden sonra gelenleri de kendi mâkûs kaderimizi yaşamaya mahkum etmiş oluruz. Onun için, başta kültür dünyamızın fikir mimarları olmak üzere bu konuda söz sahibi herkes ciddî bir seferberlik ruhuyla harekete geçmeli ve ülkeyi bir baştan bir başa kendi millî kültürümüzün şantiyesi, bir an evvel kendi hayat felsefemizin mektebi, kendi mantık ve muhakememizin tahlil ve terkip laboratuvarı hâline getirmelidirler; getirmelidirler ki, kendimiz olarak kalmanın yolu da yine kendimiz olarak dirilmeden geçer.
Yeni Ümit, Ekim-Aralık 1998, Sayı 42
- tarihinde hazırlandı.