Zulüm
Adalet mülkün temeli, zulüm, bu temele yerleştirilmiş bir dinamit; adalet, Hakk'ı ve halkı hoşnut etmenin en emin yolu, zulüm, bu yolda yürekleri hoplatacak bir gulyabâni; adalet hakkın sesi ve soluğu, zulüm bir nefsânîlik hırıltısı; adalet, dünya ve âhiretin biricik emniyet vesilesi, zulüm bir gadr ü cevr dumanı, sisi; adalet, ubûdiyet de dediğimiz hakikatin Kur'ân'daki adı, zulüm hakikî insanî değerlere karşı saygısızlığın bir unvanı; adalet evrensel barışın en sağlam köprüsü, zulüm insanî ufku kirleten bayağılığın en denîsi...
Zulüm ile şimdiye kadar kimse payidar olmamıştır; olmuş gibi görünenlerin de yanına kalmamıştır. Atalarımız ne hoş söylerler: "Zulm ile âbâd olanın âhiri berbâd olur." Aslında, böyle birinin evvelinin de, âhirinin de berbâd olduğu açıktır; zira zulmün, bazen küfrün önünde bir günah hâline geldiği de olur ki, işte o zaman "gayretullah"a dokunur ve eden de hemen bulacağını bulur. Doğrusu insan küfre karşı mesafeli bulunduğu kadar zulümden de uzak durmalıdır; zira Allah nezdinde mazlumun âhı bir duâdır ve bu duânın kabulü de ilâhî adaletin muktezasıdır. Dememişler mi:
Zâlimin zulmü varsa mazlumun da Allah'ı var
Bugün halka cevretmek kolay, yarın Hakk'ın divanı var.
Zulüm bir haddini aşmışlık ve haksızlık, böyle bir günahı irtikâp eden zâlimin hasmı da Allah'tır. O çok merhametli olduğu kadar "ihkâk-ı hak" eden bir Âdil-i Mutlak'tır. Rahmetiyle ve hilmiyle zalime mehil üstüne mehil verir ama mazlumu, mağduru da sonuna kadar çiğnetmez. Bugün olmasa da yarın kendini bilmezlere haddini bildirir ve her şeye kâdir olduğunu gösterir.
İnsanın hür ve muktedir olması, ona başkalarına zulmetme hakkını vermez; kuvvet, hakkın emrinde olduğu sürece değerler üstü değer kazanır; hürriyet de başkalarının haklarına saygılı davranıldığı ölçüde hakikî kıymetini bulur ve kalıcı olur.
Hürriyet ve kuvvet mevzuunda, Hakk'ın takdir buyurduğu sınırlar içinde kalma, adalet ve istikamet; bu konuda sınır tanımamazlık ise, bir zulüm ve haksızlıktır. Adalet hemen her konuda dengeyi koruma ve itidalli olmanın Kur'ân kaynaklı adı; zulüm ise her alanda dengeleri alt-üst etmenin ürperten unvanıdır. Ancak her zulmün aynı seviyede olmadığı da bir gerçektir:
İnsanın tevhid çizgisini koruyamayıp, Hâlık-mahlûk, abd-Mâbud münasebetindeki inhirafı demek olan şirk en büyük zulüm; açıktan açığa hak-hukuk tanımama, başkalarına cevr ü cefada bulunma, onları aldatma, itibarlarıyla oynama, gıybet etme... gibi hususlar ikinci derecede birer zulüm; Allah'ın emir ve yasaklarını dinlememe, haramlara karşı kat'î tavır alıp meşrû dairedeki zevklerle yetinmeme ise farklı bir zulümdür. Hangi çeşidi olursa olsun Kur'ân-ı Kerim adalet ve ubûdiyet üzerinde durduğu kadar zulüm ve haksızlığa da vurguda bulunur ve mü'minleri inhiraf, cevr, cefa ve gadrin her çeşidinden uzak durmaya çağırır.
Kur'ân farklı yerlerde, değişik ifade ve üslûplarla zulmün her çeşidinden tahzirde bulunur ve "Kâfirler Bize değil, kendilerine zulmediyorlardı."(1) diyerek, haksızlığın dönüp zalimin başına dolanacağını vurgular. "O münkirler zâlimlerin ta kendileridir."(2) fermanıyla zulüm ile küfrün bir vâhidin iki yüzü olduğuna dikkati çeker; "Allah, asla zâlimleri sevmez."(3) beyan-ı sübhânîsiyle zulüm hakkında kesin hükmünü ortaya koyar; "Allah zâlim bir toplumu hidayete erdirmez."(4) tehdidâmiz ifadesiyle zulmün de tıpkı kibir ve inhiraf gibi imandan mahrumiyete sebebiyet verdiğini/vereceğini hatırlatır; "Allah onlara zulmetmedi, onlar kendi kendilerine zulmediyorlar."(5) müstemir âdetini aksettiren beyanıyla tarihî tekerrürler devr-i dâimi arkasındaki ana unsuru bir kere daha nazara verir; "O gün zâlimlerin yâr ve yardımcısı yoktur."(6) terhib edalı sözleriyle zalimin sû-i akıbetini ihtar eder; "Hak kendisine geldikten sonra Allah'ın demediğini O'na mal etmeye kalkan müfteriden veya kendisine gelen hakikati yalan sayandan daha zâlim kim olabilir?"(7) tezkiriyle Kur'ân'a karşı meydan okumanın çok büyük bir küstahlık olduğunu ifade buyurur; "Halkı zâlim olan ülkeleri cezalandırdığında Rabbinin cezaya çarpması işte böyledir."(8) kahır televvünlü fermanıyla tarih boyu şirazeden çıkanların mutlaka cezalandırıldıklarını haber verir; "Zulmedenleri o korkunç sayha çarpıverince, bulundukları yerde dize geldiler."(9) ihbar-ı sübhânîsiyle haksızların her zaman helâk edildiklerini/edileceklerini tekrarlar ve bizi kendimize gelmeye çağırır.
Bunlar gibi daha onlarca âyât-ı beyyinât, zalimin dünyevî ve uhrevî akıbetini hatırlatmanın yanında, onlara en küçük bir meylin dahi ebedî hüsrana sebebiyet vereceğini ısrarla vurgular ve bize sürekli adalet ve istikamet içinde olmayı salıklar.
Kur'ân-ı Kerim çok geniş bir zulüm tablosu çizer, onu çeşitlendirir ve her türünden sakınmamızı ister: Ona göre, Allah'ın yasakladığı şeylere el uzatma, emrettiği hususlara karşı lâkayt kalma; vicdanlara baskıda bulunma, insanları dinî vecibelerini yerine getirmeden alıkoyma; fuhşa girme, münkerâta açık durma; halkın hukukuna tecavüz etme, milletin malını hortumlama; haram-helâl tanımama ve Allah'ın kurallarına başkaldırma; fitne ve fesada sebebiyet verme, başkaları hakkında iftira, gıybet ve tezvirde bulunma; dine hizmet edenlere karşı tavır alma, düşmanlık veya çekememezlik mülâhazasıyla onlarla uğraşma; mü'minler hakkında sûizanna girme ve onlara karşı hazımsız davranma; yalan söyleme, sözünden dönme ve emanete hıyanet etme; dini ve diyaneti şahsî, siyasî çıkarlarına vasıta yapma; mukaddes değerleri, dünyevî belli hedeflere ulaşma yolunda kullanma ve dinî değerlerle dünyevîlik arkasında koşma... gibi hususların hemen hepsi birer zulümdür ve bunlardan uzak durulması emredilmiştir.
Zannediyorum, şöyle-böyle, az buçuk Kur'ân muhtevasından haberdar olan herkes, onda zulüm konulu pek çok âyetle karşılaşacak ve o âyetlerin özü ve fezlekeleriyle ürperecektir. Kocaman bir mücellet konusu sayılan böyle bir hususu bir makale çerçevesinde ifade edemeyeceğim açıktır. İsteyen bu önemli konuyu öyle de ele alıp açabilir...
Zulüm mevzuunda İnsanlığın İftihar Tablosu'nun beyanları da ayrı bir önem arz etmektedir; zulmün kıyamet günü üst üste karanlıklar hâlini aldığı,(10) O'nun tembihlerinden; mazlumun intizarından sakınılması,(11) O'nun tahzirlerinden; her sabah ve akşam "Allahım, zulmetmekten, zulme uğramaktan, birinin hukukunu çiğnemekten, biri tarafından hukukumun çiğnenmesinden Sana sığınırım."(12) sözleri, O Lâl ü Güher'in bize armağanlarından; "Allah zalime mehil üstüne mehil verir, bir kere de onu derdest etti mi, artık iflah etmez."(13) şeklindeki terhib edalı beyanı, canlara can O Cânân'ın ikazlarından; "Ümmetimden iki zümre şefaat yüzü görmez: Zulümle oturup kalkan zâlim ve dinde aşırılıklara düşen gâlî."(14) ifadeleri, O Nurefşân Sima'nın "Makam-ı Mahmûd"a çağrı sayılan beyanlarından; "Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona haksızlık yapmaz ve onu kendi yalnızlığıyla baş başa bırakmaz."(15) irşadları, O Mürşid-i Kâmil'in özlü ifadelerindendir ve bu tür beyanların daha yüzlercesinden söz etmek de mümkündür.
Maalesef, günümüzde yukarıda kısaca temas edip geçtiğimiz zulümlerin hemen hepsi irtikâp edilmekte ve hepsine karşı da sessiz kalınmaktadır. Evet bugün belli kesimlere karşı haksızlık diz boyu; her türden tecavüz, tiranlarınkine denk; karalama, iftira ve tezvir, medyanın eli ve dilinin ulaştığı alan vüs'atinde; şeref, haysiyet ve onurla oynama ahvâl-i âdiyeden; din ve vicdan hürriyetine saygı, seminer ve konferanslardaki bildirilere emanet; demokrasi, ideolojilere göre yorumlanma ibtizaline mâruz; öyle ki, onun adına operasyonlar yapılıyor, ırz çiğneniyor, namus payimâl oluyor, iktidarlar devriliyor, sun'î iktidarlar oluşturuluyor, nesiller asimile ediliyor, "hak" deniyor, bin bir mesâvî işleniyor ve kaba kuvvet temsilcileri dünyanın gözünün içine baka baka tarihte emsali görülmemiş zulümler irtikâp ediyorlar. İnleyen inleyene, yığınlar:
"İlâhî! Bir müeyyed, bir kerîm el yok mu, tutsun da,
Çıkarsın Şark'ı zulmetten, götürsün fecr-i mev'ûda?" (M. Âkif)
diyor ve bir kurtarıcı el bekliyor. Çoklarında ümitler sarsık, iradeler mefluç, heyecanlar sönük ve hemen herkesin ekstradan lütuflar bekler gibi bir hâli var; yok ciddî bir gayret, sistemli bir hareket ve mefkûrevî bir aksiyon; ruhlar çaresizlik anaforlarına kapılmış gidiyor ve sineler hissizlik ve sessizlik murakabesi içinde. Böyle bir mağmumlar dönemini seslendiren merhum Âkif biraz da şiirin serâzat havasına teslim çığlıklarını şöyle yükseltiyordu:
İslâm'ı elinden tutacak, kaldıracak yok...
Nâ-hak yere feryad ediyor: Âcize hak yok!
Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî?
Ağzım kurusun... Yok musun ey adl-i ilâhî!
İlâhî adalet her zaman vardı, şimdi de var; ama o, adaletten pay alma liyakatine göre lütfedilir.. bir vakt-i merhûna bağlı tecelli eder.. zulmün gayretullaha dokunmasıyla harekete geçer.. aktif bekleyip bakalım; "Mevlâ görelim neyler/Neylerse güzel eyler." (İbrahim Hakkı). Biz kendimize gelip duyguda, düşüncede, ruhta ve gönülde dirileceğimiz, dirilip içtimaî adaleti gerçekleştireceğimiz âna kadar yeryüzündeki bu korkunç mezâlim böyle devam edeceğe benzer. Yapılması gerekli olan şeyleri yapmadan, ne kaderi tenkit ne de şuna-buna sövüp saymakla, hiçbir problem halledilemez. Aksine bu hâlimizle daha fazla günahlara girmiş, rahmete liyakat hakkımızı da kaybetmiş oluruz.
Bize düşen, bütün benliğimizle bir kere daha Allah'a yönelmek, yüce mefkûremiz adına harekete geçmek ve kusursuz bir sa'y ü gayretle gerilmektir. İsterseniz son sözü yine büyük heyecan şairine bırakalım:
Sus ey dîvâne! Durmaz kâinâtın seyr-i mu'tâdı,
Ne sandın! Fıtratın ahkâmı hiç dinler mi feryâdı?
Bugün, sen kendi kendinden ümîd et ancak imdâdı;
Evet, sen kendi ikdâmınla kaldır git de bîdâdı;
Cihan kanûn-i sa'yin, bak, nasıl bir hisle münkâdı!
Ne yaptın? "Leyse li'l-insâni illâ mâ-se'â" vardı!..
[1] Bakara sûresi, 2/57
[2] Bakara sûresi, 2/254
[3] Âl-i İmran sûresi, 3/57
[4] Bakara sûresi, 2/258
[5] Tevbe sûresi, 9/70
[6] Âl-i İmran sûresi, 3/192
[7] Ankebût sûresi, 29/68
[8] Hûd sûresi, 11/102
[9] Hûd sûresi, 11/67
[10] Buhârî, Mezâlim, 8; Müslim, Birr, 56-57
[11] Buhârî, Zekât, 63; Müslim, İman, 29
[12] Ebû Davud, Salât, 367; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/191
[13] Buhârî, Tefsîru'l-Kur'ân, Hûd sûresi, 11/5; Müslim, Birr, 61
[14] Taberânî, el-Mu'cemü'l-Kebîr, 8/281, 20/214
[15] Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 32
Yeni Ümit, Ocak-Mart 2005, Sayı 67
- tarihinde hazırlandı.